Antony Flew’un Tanrısı

Madem sık sık “Ateistin pişmanlık dolu itirafı” şeklinde karşımıza çıkacak, o halde bir şeyler yazalım.

Antony Flew, İngiliz felsefe profesörü, 20. yy’ın en önemli Ateistlerinden birisi – idi, ta ki bir kaç sene önce Ateizm’den Deizm’e kaydığını ilan edene kadar.

Kısaca özetlemek gerekirse ;

Antony Flew bilimin DNA’yı ve canlılığın ilk ortaya çıkışını asla ikna edici bir şekilde açıklayamayadığını düşündüğü için bunların arkasında bir ilahi gücün olması gerektiğini düşünüyor. Defalarca ve kesin olarak söylediği bir diğer şey de, bu ilahi gücün İslam’ın ya da Hrıstiyanlığın ya da herhangi bir vahiy’in Tanrı’sı olmadığı. Ölümden sonra yaşam, melekler vs gibi şeylerin de var olduğuna inanmıyor.

Flew, 2004 yılında başlayan ve bir diğer filozof olan Richard Carrier’la olan mektuplaşmasında anlattığı üzere :

Evreni bir tür Tanrı’nın var ettiğini, ancak bu Tanrı’nın insanların kendi aralarındaki meseleleriyle ilgilenmediği ve ölümden sonra herhangi bir kurtuluş ya da ceza hazırlamadığını; aklındaki Tanrı’nın bilinçli bir Tanrı bile olmak zorunda olmadığı, bir “ilk hareket” olduğunu ve bu türden bir Tanrı’nın evrenin niye var olduğunu ve gözlemlediğimiz kompleks yapısının nasıl meydana geldiğini en iyi açıklayan hipotez olduğunu,

düşünüyor.

Flew’ün en çok etkilendiğini söylediği kişi “The Hidden Face of God: How Science Reveals the Ultimate Truth” (Tanrı’nın saklı yüzü: Bilim gerçeği nasıl ortaya çıkarıyor) isimli kitabın yazarı Gerald Schroeder. Fakat Flew, Schroeder’in kitabındaki problemlere değinen eleştirileri okumadığını ve bilimle ilgili son gelişmeleri de takip etmediğini de itiraf ediyor.

Sonra 2005 yılında Flew bir önceki pozisyonunda değişikliğe giderek şöyle söylüyor :

Canlı olmayan maddelerin ne şekilde kendi kendine çoğalabilen ilk canlıya dönüşebileceğini açıklayan makul teoriler olmadığını söylediğimde kendimi nasıl aptal gibi gösterdiğimi şimdi anlıyorum.

Bir diğer itirafı da daha önce çok etkilendiğini söylediği Schroeder’in kendisini yanılttığı.

Carrier, bu noktada Flew’u bir çok insanı ateizme getiren “iddiaların doğruluğunu kontrol etme, şüphe etme” alışkanlığını bırakıp, başka insanların söylediklerini hiç araştırmadan kabul ettiği için eleştiriyor. Bir akademisyen olarak abiyogenez ve DNA ile ilgili güncel teorileri incelemek ve Schroeder’in kitabındaki iddiaların doğruluğunu araştırmak Flew’un sorumluluğu olsa da, Deizm’e kaydığı yıllarda bunu yapmadığını ve bu yüzden de önceki ifadelerini geri çekmek zorunda kaldığını söylüyor.

Ancak Flew’la ilgili eleştiriler burada bitmiyor.

Think dergisinin Sonbahar 2005 sayısında, Flew 9 sayfalık bir makale yayınlayarak neye niye inandığını açıkladığını iddia ediyor. İddia ediyor diyorum, çünkü genel kanı Flew’un ne neye inandığını ne de niye inandığını 9 sayfalık makalede dile getirmemiş olduğu. Fakat makaledeki en ilginç nokta Flew’un derginin 78. sayfasında, şu ifadeye yer vermesi :

“I can here say only that I myself, having read” Victor Stenger’s book Has Science Found God? “cannot but agree with his negative conclusions”
Burada söyleyebileceğim, Victor Stenger’in “Bilim Tanrı’yı buldu mu” isimli kitabındaki negatif çıkarımlarıyla hemfikir olduğum

“I can here say only that I myself, having read” Victor Stenger’s book Has Science Found God? “cannot but agree with his negative conclusions”

Burada söyleyebileceğim, Victor Stenger’in “Bilim Tanrı’yı buldu mu” isimli kitabındaki negatif çıkarımlarıyla hemfikir olduğum.

Stenger’in kitabındaki çıkarım “hayır bilim Tanrı’yı bulmadı” olduğuna göre Flew’un da bilimin Tanrı’yı bulmadığını düşünüyor olması gerek. Ancak buna rağmen neye niye inandığını açık olarak söylemediğinden, bizi Deist fikirlerinde çatlaklar oluştuğunu düşünmeye itiyor. Zira Deist olmasındaki en önemli etken bilimin, canlılığın kökeni ve Evren’deki karmaşık yapıyı açıklayamıyor olması idi.

Flew, 9 sayfalık makalesinde Richard Swinburne‘ın tarif ettiği Teist Tanrı tanımını reddetse de, deizmden ayrıldığını belirtmiyor. Carrier’ın söylemiyle “Flew hakkında hiç bir şey bilmeyen birisi, bu makaleyi okuduğunda onun ateist olduğunu düşünür”.

Daha sonraki yıllarda zaten 85 yılını devirmiş olan filozof’un afazi ve hafıza problemleri olduğu da konuyla ilgilenenlerin dile getirdikleri bir konu. Verdiği demeçler ve yazdıkları arasındaki tutarsızlıklar Flew’un yazdıklarının ne kadarının gerçekten kendi fikirleri ne kadarının yaşlılık, ya da çok yaygara kopartan kitabının ikinci yazarı Varghese olduğuna dair şüpheler mevcut.

Özetle,

  • Flew’un ateizmden vazgeçip Allah’ı bulması diye bir şey yoktur.
  • Flew, güncel bilimsel gelişmelerden habersiz bir şekilde, argumentum ad ignorantiam hatasına düşerek Deizm’i kabul etmiş, daha sonra bilimsel gelişmeler konusunda kendini tekzip etmiştir.
  • Flew’un daha sonra yazdığı makalede, Ateizm’e daha yakın ifadeler bulunmaktadır.
  • Flew, hiç bir zaman teist bir Tanrı’ya inandığını söylememiş ve yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için bunu her fırsatta dile getirmiştir.
  • Flew’un, yaşlılıktan kaynaklanan zihinsel problemler yüzünden sağlıklı düşünemediğine dair işaretler vardır.

Bu yazıyı yazarken bolca faydalandığım kaynak olan, Flew’un Richard Carrier’la olan mektuplaşmasına dair notlar ve Carrier’ın Flew ile ilgili haberleri, makaleleri vs not ettiği uzunca blog yazısını okumak için şuraya tıklayabilirsiniz.

Flew’ın

İnanca dayalı fikirler üzerine

Bir odaya girdiğinizi ve odada bulunan bir bilgisayarın size binanın bir yerinde bir küp olduğunu söylediğini hayal edin. Bilgisayar sonra size şunu soruyor : “küpün içinde ne var?”

Çoğumuz bu soruyu abes bir soru olarak kabul ederiz. Küp büyük ya da küçük olabilir. Küp içi dolu katı bir nesne ya da içerisinde gaz partikülleri dışında hiç bir şey olmayan bir boşluk olabilir. Ya da tanıdık veya bilinmeyen milyarlarca cisim ve bunların permütasyonlarını içeriyor olabilir. Bu soruya kesin ve meşru bir cevap veremezsiniz.

Ancak size “küpün içinde ne yok?” diye sorulsaydı bir çok cevap verebilirsiniz. Örneğin küp kesinlikle Amazon Nehrini, Mars Gezegenini ya da “uykudan mamül bir yatak” gibi absürt nesneleri içeriyor olamaz. Hatta, bu ikinci soruya verilebilecek sayısız geçerli cevap vardır.

Bu da bu küpün içeriğine dair ilginç bir asimetriyi ortaya çıkarıyor. Küpün içinde olabilecek ve olamayacak sayısız olasılığa rağmen, kanıt olmadan küpün içinde gerçekten ne olduğuna ya da ne olmadığına dair kesin ve meşru bir cevap verebilmemiz imkansız.

Birisi küpün içerisinde tahta bir kaşık olduğunu iddia ederse haklı olma olasılığı vardır, ancak kanıt olmadığı ve bu iddiaya dair meşru bir dayanak gösteremedikleri için bu iddiayı doğru kabul etmek için hiç bir sebep yoktur.

Peki sözkonusu olan bizim evrenimizin dışında ve tıpkı küp gibi ulaşılamaz olan bir yer olsa idi, şartlar değişik mi olacaktı? Bu evren dışı yerde ne olduğunu (örneğin ilahi bir varlık gibi) kesin olarak söyleyebilecek miydik? Hayır, aynı asimetri burada da mevcut. Sayısız şey bizim evrenimizden bağımsız olarak var olabilir. Sayısız mantıksal olarak imkansız şey de var olamaz. Mantıken imkansız oldukları için sayısız şeyi sıralayabilsek de, gerçekte var olan şeyleri sıralayamayız. Evrenin dışındaki ulaşılamaz alemde belli bir ilahi varlığın var olduğunu iddia etmek, ya imkansız olanın var olduğunu, ya da bilinemeyecek bir şeyin var olduğunu iddia etmektir.

Mantık, imkansız şeyleri çürütebilir, ancak imkan dahilindeki şeylerin varlığını kanıt olmadan tek başına ispatlayamaz. Eğer herhangi bir noktada ölçülebilir, teyit edilebilir ve somut bir kanıt gösteremezseniz, dünyadaki tüm argümanlar bile iddianızın gerçekliğini ispatlayamaz. Bu yüzden karşımızdaki insan mantık yoluyla kişisel bir yaratıcıyı gerektirecek bir argümanı olduğunu söylüyorsa bu iddianın geçersiz olduğunu biliriz zira karşımızdaki kişi bu türden bir “varlık” iddiasını kanıtlamak için ne gerektiğini anlamamıştır. Bu noktadan sonra iş hatanın nerede olduğunu bulmaktadır.

Örneğin, teolog William Lane Craig evrenimizin bir ilk sebebi olduğunu, bu ilk sebebin bizim uzayımız ve zamanımızı yarattığı için bizim uzay ve zamanımızın dışında var olması gerektiğini söyler. Ancak bir şeyin bizim zamanımız ve uzayımızın dışında olması tüm uzay ve zamanın dışında olmasını gerektirmez.

Ancak, Craig’in bu fani olmayan, uzaysal olmayan ilk sebebinin değişmez ve fiziksel vücudu olmayan bir zihin olduğu iddiası daha ciddi bir şekilde hatalıdır. Değişmez bir zihin, tanım itibariyle işlemeyen bir zihindir. Zihinlerin ve kasti yaratmanın değişime ihtiyacı vardır. Craig’in değişmeyen yaratıcısı kendiyle çelişmekte ve “mantıksal olarak imkansız” kategorisine girmektedir.

İhtiyatsız ya da hali hazırda ikna olmuş kişilere ne kadar makul görünse de, spesifik tanrıların varlığına dair tüm popüler argümanlar yanlış önkabuller ve/veya sonuçlar ve ispatlanamayan varsayımlara dayanmaktadır. 100 tane geçersiz argümanı topladığımızda tek bir geçerli argüman oluşturmazlar. Bir çok inançlı insan bu geçersiz argümanlarla uğraşmaz. Mantıkla tanrıları ispatlayamayacaklarını bilirler ve buna ihtiyaçları yoktur. İnançlarının kişisel olduğunu bilirler ve başka insanların da farklı fikirleri olabileceğini kabul ederler.

Ancak farklılıklara saygı duymaya niyetiniz yoksa, sizin görüşünüzü kabul etmedikleri için başkalarını kötüleyecek, onlara saldıracak ya da onların zararına olacak şekilde hareket ederseniz, ezmeye çalıştığınız kişilerin bu kabul edilemez tavrı ve hatalı argümanlarınızı ortaya çıkarmasına ve afişe etmesine şaşırmamanız gerekir.

Bir Tanrı ya da tanrılara inanmak sizin hayatınızda pozitif bir etkiye sahip olabilir, ancak başkalarına kendi görüşlerinizi kabul etmeleri için ve bu görüşün getirdiği sorumlulukları yüklenmeleri için baskı yaparsanız, o zaman kendi görüşünüzü izah etmeme lüksünden vazgeçiyorsunuz demektir. Kendinize ispat yükümlülüğünü yüklüyorsunuz ve bir inancı kendinize haklı göstermek için kullandığınız ve makul görünen sebepler ne kadar ihtiraslı savunulursa savunulsun diğer insanlar için geçerli değildir. İnsanları önce taciz edip sonra kabadayılık edip, sonra davranışlarınız ve tavırlarınıza birisi karşı çıktığında inancınızın arkasına saklanamazsınız. Eğer Tanrı’nın var olduğunu gösteremiyorsanız, insanların inanmasını sağlamak için duygusal şantaj yapmak (cehennemde yanacaksınız), hilekarca bir taktiktir.

Tanrılara inanmayanlar Teistik iddiaların geçersiz olduğunu gösterdiğinde genellikle Tanrı’nın var olmadığını ispatlamaya çalıştıkları söylenir. Aslında, yaptıkları tek şey hatalı akıl yürütmeyi açığa vurarak entelektüel dürüstlüğü özendirmektir. Bazı insanların iddiaları çürütüldüğü zaman bunu hoş karşılamayacakları anlaşılabilir bir şeydir ve hatalı olduklarını kabul etmektense tartışmayı ilgisiz argümanlarla başka bir yere çekmek daha çekici gelir. Ancak tanrıların varlığına dair iddiaları çürütmek sadece bu iddiaları dile getirenlerin hükme bağlamaya çalıştıkları şeyi kesin bir hükme bağlayamayacaklarını göstermektir.

İlahi varlıkları tanımlama aşaması problemlerin başladığı yerdir. Bir Tanrı’yı tanımladığınız anda niye onu o şekilde tanımladığınızı, ona atfettiğiniz her özellik için ayrı ayrı izah etmeniz gereklidir. Tanrı’ya atfettikleri özellikleri meşru bir şekilde açıklayamayacağının farkında olan insanlar, bu tanımları yapmaktan kaçınırlar. Ancak belli özelliklere sahip olan bir Tanrı tanımı olmadan, inanılacak bir şey de yok demektir ve bu da varolduğunu iddia ettikleri tanrıyı tanımlaması istenen insanların tökezledikleri yerdir. İlahi varlığa dair tanımlar daha net ve detaylı oldukça meşru bir şekilde kanıtlanması  gerekenler de artar. Kurulan mantıktaki hatalar daha bariz olur ve bunları çürütmek kolaylaşır. Diğer taraftan, tanımlar muğlaklaştıkça var olduğu iddia edilen varlığın herhangi bir ilintisi, önemi kalmaz. Yine de, ironik bir şekilde, bir çok insanın yaptığı tanrı tanımı mantıksal olarak desteklenemediği gibi kanıtlarla da ispatlanamamaktadır.

Örneğin, “Tanrı X fiziksel değildir” dediğiniz zaman bir varlığın ölçülemeyeceği, sınanamayacağı hatta prensipte bile algılanamayacağını söylüyorsunuz. Yani aslında elimizde üstünde konuşacak hiç bir şeyimiz yok. İnsanlar fiziksel olmayan, gözle görülmeyen varlıkların var olduğunu iddia ederken, gözle görülemeyen başka şeylerden örnek verirler, rüzgar ya da hisler gibi. Ancak buradaki sorun, bu şeylerin de fiziksel dünyada etkileri olmasıdır. Rüzgarı göremesek de ölçebiliyoruz, hissedebiliyoruz ve fırtına olduğu zaman yol açtığı zararı gözlemleyebiliyoruz. Benzer şekilde hislerin vücuttaki fiziksel etkilerini gözlemleyebiliyoruz, hormon salgıları, dışarıdan gözle görülebilen etkiler (korkunca gözbebeklerinin büyümesi gibi) bize hislerin gerçek olduğunu gösteren somut kanıtlardır. Buna karşın, “fiziksel özelliklere sahip olmama”nın ne anlama geldiği bile net değildir. Eğer bir varlığın bilinenden değişik bir fiziksel varlığa sahip olduğunu ve insanlar tarafından farkedilmesinin imkansız olduğunu söyleseniz bile, bu sefer sizin bunu nasıl bilebildiğiniz izah etmeniz gereklidir.

Bir çok insan belli tanrıların varlığının gösterilebileceğini, güçlerinin fiziksel sonuçlara sebep olduğunu ve bu fiziksel olayların kanıt yerine geçtiğini iddia eder. Ancak bizim anlayışımızın çok ötesinde ve olağanüstü gibi görünen bir olaya tşahit olsak bile, bu herhangi bir şekilde ilahi bir gücün var olduğuna kanıt olamaz. En fazla doğası ve miktarı bilinmeyen güce, zekaya ve/veya teknolojiye işaret edebilir.

Günümüz teknolojisini tanımayan ve bilmeyen bir grup insan hayal edin. Bu insanlara bir adamın bilgisayar animasyonu kullanılarak hazırlanmış bir aslana dönüşmesi izlettirildiği takdirde bu insanlar ilahi bir mucize gördüklerini düşünebilirler, ancak biz onların bu çıkarımının yanlış olduğunu ve aslında olayın sadece deneyimlerini ve bilgilerini aşan bir teknolojik olay olduğunu biliriz. Benzer şekilde, siz de gerçekten inanılmaz bir şey gördüğünüz zaman, örneğin yıldızların gökyüzünde kelimeler oluşturması gibi, şahit olduğunuz olayın kaynağına dair meşru bir sebep söyleyebilmek için temel alabileceğiniz hiç bir şey yok. Uzaylılar beyninizi kontrol ediyor olabilir. Sizi gerçeklikten koparan bir sinir krizi geçiriyor olabilirsiniz. Beyinlerimizin rüya görürken çok detaylı ve canlı hayaller oluşturabildiğiniz ve beyin fonksiyonlarında bozukluklar olduğunda aynı inandırıcılıkta halüsinasyonlar gördüğümüzü halihazırda biliyoruz. Eğer şahit olduğunuz olaya herhangi bir zeki varlık sebep olduysa bile, fiziksel maddeyi veya algılarımızı manipüle edebilen bir varlık kolaylıkla kendisini de gizleyebilir ve varlığın esas doğasını asla bilemeyebiliriz. Yanılmaya çok müsait beyinlerimiz ve ilkel teknolojimizle, bu çapta bir olay anlayabileceğimiz ve inceleyebileceğimiz şeylerden çok öte bir olay olurdu.

Şimdiki algımız ve teknolojimizin ötesinde çok zeki ve çok güçlü varlıklar bulunabilir mi? Kesinlikle. Ancak daha zeki ve daha güçlü varlıklara dair kanıtlar elde etsek bile bu belli tanrıların varlığına kanıt olamaz. Evrenimizin oluşmasına zeki bir varlık sebep olduysa ile, bu zeki varlığın doğasına dair hiç bir bilgiye sahip değiliz :

  • bu varlığın tek bir varlık mı yoksa birlikte çalışan varlıklar mı olduğuna;
  • bu varlığın ya da varlıkların bırakın insanların yaşamlarını, evrenle ilgilenip ilgilenmediklerine;
  • bu varlığın bırakın insanlarla iletişim kurmak, bizim minik gezegenimizin varlığından bile haberdar olup olmadığına;
  • hatta bu varlığın hala var olduğuna

dair hiç bir güvenilir bilgimiz yok.

Evreni yaratan ilahi bir varlığın her insanın hayatını izleyip yargıladığı gibi bir iddiayı tarafsızca incelediğiniz zaman, bu türden bir iddiayı oluşturan meşru bir temele dayanmayan varsayımların oluşturduğu katmanlar bariz bir şekilde görünmektedir. Bir kişinin “Evreni üstün bir uzaylı ırkının çok gelişmiş bir makineyle yarattığı ve yaratma esnasında kendilerini de yok ettiği“ni söylemesi, daha az meşru bir iddia değildir.

Doğası herhangi bir şekilde ölçülemeyen ve prensipte bile algılanamayan bir şeyin var olduğunu iddia ettiğiniz anda, mantık ya da kanıtlarla desteklenemeyen bilim dışı bir şeyden bahsetmiş oluyorsunuz. İddianızı mantık ve/veya kanıtlarla destekleyemediğiniz zaman da kimsenin sizinle aynı fikirde olmasını isteme hakkınız olmuyor. Hele sizinle aynı fikirde olmadıkları için insanları taciz etme, kabadayılık etme hakkınız hiç yok. Ancak eğer özgür düşünceyle başa çıkma yönteminiz bu ise, inanca dayalı bu argümanlarınız, siz herkesin sizin inancınızı paylaşması ihtiyacınızdan vazgeçene kadar açığa vurulacaktır.

Neyi bilip neyi bilmediğiniz hakkında kendi kendinize dürüst olmaya başladığınız zaman, muhtemelen kural koyacak ve bu kuralların uygulanmasını isteyecek pozisyonda olmadığınızı göreceksiniz. Bunu anladığınız zaman da hayatlarımıza etkisi olan şeyin davranışlar olduğunu, hangi tanrılara inandığımız ya da inanmadığımız değil, insanlara nasıl davrandığımızın karakterimiz hakkında en çok şeyi söylediğini göreceksiniz.

Sizin tanrı inancınızı paylaşmayan insanlara saldırır, duygusal şantaj yapar ya da onları lanetlerseniz bu davranışlarınızın sizin hakkında ne söylediğini ve kabul ettiğinizi söylediğiniz değerlerle ne kadar örtüştüğünü düşünmelisiniz.

*************

Yazı alttaki videonun tranksriptinin tercümesidir. Garajımdaki Ejder tercümeyi altyazı olarak videoya eklemiş; videonun da izlenmesini şiddetle tavsiye ediyorum, zira video çok daha iyi anlatıyor sadece yazıdan.

İdam cezası

Bugünlerde çokça tartışılan bir konudan hareketle idam cezası hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.

Olay, Cem Garipoğlu’nun kız arkadaşını öldürüp sonra kafasını gövdesinden ayırıp çöp tenekesine atması ve ardından 6 ay polislerden kaçması.

Cem Garipoğlu sonunda teslim oldu ve yargılanacak. Ancak bir çok yerde “idam edilmeli” dendiğini duyuyorum. Cem Garipoğlu’nun idam edilmesi gerektiği fikrine katılmıyorum. Çünkü prensip olarak idam cezasının kabul edilebilir bir ceza türü olmadığını düşünüyorum.

Sebeplerimi açıklayayım.

1- İdam, bir ceza değil intikamdır.

İdam ederek suçluyu cezalandırmış olmuyor, sadece intikam almış oluyoruz. Bu da bizi idam edilen kişiden farksız bir noktaya getiriyor. Suçlunun idam edilmesi duygusal olarak bazı insanların acısını ya da kızgınlığını hafifletse de idam, duygularla karar verilebilecek bir şey değil, sadece akıl ve mantıkla karar verilebilecek bir şeydir.

Adam öldürmek aslında üç temel sınıfa ayrılabilir. İlki kazara adam öldürmektir. Öldürme niyeti yokken birisinin ölümüne sebep olabilen insanlar vardır. Dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek ya da atıyorum tarfik kazası gibi durumları tanımlar.

İnsanlar duygusal olarak kontrolü kaybettikleri zaman normalde yapmayacaklar şeyler yapabilirler. Bir erkeğin karısını yatakta başkasıyla yakalaması ve karısıyla sevgilisini öldürmesi buna örnektir. Kısa süreli cinnet anında dakikalar içerisinde normal bir hayat sürerken bir anda katile dönüşen insanları gazetelerin 3. sayfasında hemen hemen her gün okuyoruz.

Bir de adam öldürmeyi hesaplayarak, planlayarak yapan insanlar vardır. Bunlar öldürecekleri kişiyi izler, en iyi planı yapmaya çalışır, yakalanmamak için önlemler alırlar ve yakalanmaları halinde yaptıkları şeyin sonucunu düşünecek vakitleri vardır. İdam cezasının uygulandığı ülkelerde bu türden cinayetleri işleyenler genellikle idamla yargılanırlar.

Devlet, yöntemden bağımsız olarak cinayet işleyen birisini yargıladığı ve idama karar verdiği zaman bunu planlayarak ve hesaplayarak yapmaktadır. Yani esasında üçüncü tür bir adam öldürmeyi devlet (insanlar) kendileri yapmaktadır. Peki bu durumda devletin, bilerek isteyerek ve hesap yaparak cinayet işleyen kişiden etik olarak ne kadar farkı var? Çok az. Cinayeti işleyen suçlu bunu kişisel çıkar ya da başka bir sebep için yapıyor olabilir. Ancak devletin yaptığı şey de intikamdan başka bir şey değildir. Ha kişisel çıkar, ha intikam. İkisi de etik olarak aynı seviyede olan ilkel ve kabul edilemez motivlerdir.

2- Ne kadar titiz olunursa olunsun, mutlaka masum birileri işlemedikleri suçlar için idam edilecektir.

Buna ek olarak mutlaka birileri haketmedikleri halde idam edilecektir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu hata, meydana geldiği zaman (geldiği takdirde değil, geldiği zaman) hayatını kaybedecek olan kişiye karşı hiç bir özür, hiç bir telafi fayda etmeyecektir. Bunun sorumluluğunu yüklenmek zorunda kalan insanların hayatları da mahvolacaktır.

3- İdam cezasının bilimsel olarak ispatlanmış caydırıcılığı yoktur.

Bir çok istatistiki çalışma yapılmış olsa da kesin ve net olarak idam cezası uygulanan yerlerde bu cezanın caydırıcı bir unsur olduğu ortaya konamamıştır.

İdam cezasının gerektirdiği titizlik ve uzun süreç sebebiyle idam cezası çok nadir uygulanmaktadır. Bu da suç işlemeyi planlayanların suçu işlemesini engellememektedir çünkü idam cezası alma ve bu cezanın uyglanması ihtimali çok düşüktür. Öte yandan idam cezası yüksek bir oranla ve kesin olarak uygulanacak olursa muhtemelen caydırıcılık artacaktır, fakat bu sefer de haksız yere idam edilen insanların sayısı artacaktır. Burada çözülmesi imkansız bir ikilem vardır.

Suçlular suç işlerken sonuçlarını düşünmezler. Cinayeti anlık bir öfkeyle işleyen kişilerin sonuçlarını düşünecek zamanı yoktur. Bir diğer senaryoda  “ya ben ya o” durumunda kalan bir insan sonuçlar aklına gelse bile “şimdi öleceğime, ben onu öldürürüm ve yakalanırsam da hukuk sisteminde belki yaşama şansım daha fazla olur” şeklinde olaya yaklaşabileceğinden idam cezası caydırıcı bir rol oynamaz. Cinayeti planlı olarak işleyen kişiler ise yakalanmamak için plan yaptıkları için yakalanmayacaklarını düşünürler ve bu yüzden idam cezasını önemsemezler. İdam cezası endişesi sadece yakalandıktan sonra başlar. Suç işlendikten ve kurban için çok geç olduktan sonra.

Bununla beraber suç oranını düşürdüğü ispatlanmış bir çok başka önlem ve inisiyatif vardır. Daha çok polis memurunun görev başında olması, uyuşturucu, alkol, silah kullanımını daha sıkı kontrol altına almak, daha uzun hapis cezaları, suçun esas kaynağı olan ekonomik problemleri çözmek çok daha etkili, etik ve güvenli yöntemlerdir.

4- İnsanlar yaptıkları tek bir hata için yaşam haklarını kaybetmemelidirler.

Kendi kendinize sorun. Acaba siz 10 sene önceki insanla aynı insan mısınız ? Değer yargılarınız, düşünceleriniz, hisleriniz aynı mı? Aynı şeylerden mi hoşlanıyor aynı şeylerden mi korkuyorsunuz? Yoksa zaman içerisinde vücudunuz değiştiği gibi düşünceleriniz, hisleriniz de mi değişti? Peki birisi sizi alıp 10 sene önceki bir düşüncenizden dolayı hapse atsa ne hissedersiniz? Diyelim ki 10 sene önce Hitler’in tarihin gördüğü en büyük komutan olduğunu düşünüyordunuz. Fakat bugün hata yaptığınızı anlıyorsunuz. Birisi 10 sene önceki yanlış düşüncenizden dolayı sizi kınasa, ya da hapse atsa ne hissedersiniz?

İdam cezası alabilecek bir suç işleyen insanlar içerisinde de yaptığı hatayı farkedip düşünceleri ve hisleri değişen insanlar olacaktır. Bu insanlar belki hiç bir zaman topluma geri karışamayacaklardır, belki normal bir hayat süremeyeceklerdir, ama yaşamak ölmekten her zaman daha iyidir. Hapishane ortamında bile belli standartlar çerçevesinde bir hayat yaşabilecek ve suç tehlikesi taşımayan bir kişiyi öldürmek gereksiz ve zalimcedir. Bir suçluyu “bu adamdan bir şey olmaz, bu adam uslanmaz” diyerek öldürmek insanlığın geldiği bu medeniyet noktasında kabul edilebilecek bir şey değildir.

5- İdam’ın kimseye faydası yoktur.

İdam’ın kurbana faydası yoktur.

Kurban’ın ailesine ve arkadaşlarına belki duygusal olarak faydası olabilir, ama bir insanın canını almak duygularla karar verilebilecek bir şey değildir. Sevdikleri kişiyi onlardan alan bir insanın suçunun cezasını çekmesini istemek en tabii haklarıdır. Fakat bu cezanın hakkaniyet çerçevesinde ve insancıl olması gereklidir. Burada sağa sola saldırdığı için bir köpeğin uyutulmasından değil, bir insandan bahsediyoruz. Bir yanlış yapılmıştır, ancak ikinci bir yanlış ne kadar doğru görünürse görünsün ilk yanlışı düzeltmeyecektir. Duygusal tepkiler ise suçun adil bir şekilde cezalandırıldığı bilinciyle zamanla hafifleyecektir.

Topluma faydası yoktur çünkü caydırıcı değildir. Suçluya faydası yoktur çünkü bir ders almış olsa bile bu dersi uygulamaya koyamayacaktır.

Burada sevdiğini kaybeden ailelerin duygularını önemsemediğim düşünülmesin. Ne hissetiklerini tam olarak ve hakkıyla hayal edemesem de sevdikleri birisini inciten veya öldüren birisinin ölmesini istemek doğal bir tepkidir. Utanılması gereken bir şey değildir. Benim ailemden ya da arkadaşlarımdan birisi öldürülse benim de hissedeceğim şey tam olarak bu intikam duygusu olacaktır muhtemelen. Ancak daha önce de söylediğim gibi, bir insanın ölmesine ya da yaşamasına karar vermek duygularla değil akıl ve mantıkla yapılabilecek bir şeydir. Akıl ve mantık da idam cezasının doğru, ahlaklı ve yararlı bir ceza şekli olmadığını söylemektedir.

Evrim Teorisi : Bir Çocuğa Anlatır Gibi

Evrim teorisi, aslında çok çok basit bir açıklamaya dayanır. Bu çok basit açıklamayı burada çocukların bile anlayabileceği bir dille kısaca anlatacağım.

Evrim’in gerçek olduğunu nasıl biliyoruz?

Evrim teorisi ilk ortaya konduğu zaman eldeki veriler fosiller ve canlılardı. Önce fosilleri ele alalım.

Fosiller

Fosiller, geçmişte yaşamış canlıların kemiklerinin ya da vücutlarının kaya katmanları arasında sıkışıp kalmış ve geçen uzun zaman sonrasında taşlaşmış kalıntılarıdır. Bu nasıl gerçekleşiyor? Bir hayvan ölünce vücudu doğal olarak yere düşüyor. Yere düşen bu hayvanın üstüne zamanla yeni bir toprak katmanı oluşuyor. Zamandan kastım çok uzun zaman. Yüzbinlerce yıl. Tortul kayalar olarak bildiğimiz bu kaya katmanları arasında zaman zaman fosiller bulunuyor ve bilim adamları bu fosilleri inceleyerek ne türden bir hayvana ait olduğu anlayabiliyor.

Toprak katmanları ve fosillerin oluşumu
Toprak katmanları ve fosillerin oluşumu
Oluşan katmanlarda fosilleri bulan bilim adamı
Oluşan katmanlarda fosilleri bulan bilim adamı

Peki fosillerin ne kadar eski olduklarını nereden biliyoruz?

Kayaların yaşından.

Kayaların yaşını nasıl hesaplıyoruz?

Radyometrik tarihleme sistemiyle.

Radyometrik tarihleme sistemini açıklarken bir örnekle işe başlayalım.

Diyelim ki bahçenizdeki ağaçtan bir tane elma kopardınız. Daha önceki elmalardan da ağaçtan kopardığınız elmaların her geçen gün bir tane kahverengi çürük lekesi çıkardığını biliyorsunuz. Yani bir hafta sonra elmanızda 7 tane leke var diyelim. Böylece bir elmadaki kahverengi noktaları sayarak kaç gün önce koparıldığını anlayabiliyorsunuz.

Radyometrik tarihleme sistemi de buna benzer bir yöntem kullanır. Kayaların arasındaki radyoaktif maddeler belli bir hızla çürürler. Radyoaktif bir maddeye bakarak ne kadar süredir çürüdüğünü tespit edebiliriz. Bu şekilde bu maddeleri bulduğumuz kayaların yaklaşık yaşlarını da tespit edebiliyoruz.

Burada bir noktayı belirtmekte fayda var. Radyoaktif tarihleme metodu tortul kayalarda işe yaramaz. Çünkü kronometrenin başlangıç anı için kayanın oluştuğu anı bilmek gerekir. Bu da sadece volkanik kayaların yaşlarının radyoaktif tarihleme metoduyla bulunabilmesi anlamına gelir. Ancak fosiller volkanik kayalarda bulunmaz, tortul kayalarda bulunur. Peki bu problem nasıl çözülür? Çok basit, tortul kayaların arasına sıkışan volkanik kayaların yaşlarına bakarak. Bir fosilin yaşını anlamak için başka türden bir fosile bakıyoruz yani.

Sonuç olarak bir fosilin yaşını, içinde bulunduğu kayanın yine içinde bulunan radyoaktif maddelerin yaşını tespit ederek tahmin edebiliyoruz.

Peki bilim adamları buldukları fosillerde ne görmüşlerdir?

Görülen şey, belli yaş aralıklarındaki kayalar arasında bulunan fosillerin farklı yaşlardaki kayalarda bulunmadıkları. Yani X bir hayvanın fosili 200 milyon yıl yaşında bir kayada bulunurken, 300 milyon yıllık bir kayanın içinde Y hayvanı bulunuyor. Ya da 80 milyon yıllık kayaların arasında bulunan Z hayvanı, 70 milyon yıldan daha genç kayaların arasında bulunmuyor. Buradan da Z türünün neslinin tükendiğini anlıyoruz. Dünya’da bugüne kadar yaşamış olan türlerin %99’unun nesli tükenmiştir.

Farklı katmanlardaki değişik canlı türleri

Farklı katmanlardaki değişik canlı türleri

Gerçek dünyadan bir örnek verelim, 65 milyon yıldan genç hiç bir kayanın içinde dinozor fosili bulunmuyor. Bilim adamlarına göre sebebi de 65 milyon yıl önce dünyadaki yaşamın büyük bölümünü silen bir doğal afet yaşandı ve bir çok türün yok olmasına sebep oldu. Bir diğer örnek, 65 milyon yıllık kayalardan daha eski kayaların arasında da belli bir boyun üstünde memeli hayvanlar yok. 65 milyon yıl önceki memelilerin en büyüğü fare kadardı. Büyük memeliler, 65 milyon yıl önce doğal düşmanları dinozorlar ölünce ortaya çıkmaya başlıyorlar.

Memelilerin evrimi

Memeliler

Bilim adamlarının fosillere bakarak gördükleri bir başka şey, bulunan fosilleşmiş canlıların, bugün var olan canlılara benzer özellikleri olduğu. Benzerlik, fosiller eskidikçe azalıyor. Diğer bir deyişle, 10 milyon yıllık bir fosil, 20 milyon yıllık bir fosile kıyasla, bugünkü modern canlıya daha çok benziyor. 20 milyon yıllık fosil de 50 milyon yıllık fosilden daha çok modern canlıya benziyor. Yani, bugünkü modern canlılar zaman içerisinde yaşamış canlıların adım adım bugünkü hale gelmiş olmuş olması gerektiği çıkarımını yapıyorlar. Ancak tek başına fosiller bunun böyle olduğuna kanıt değil.

Balinaların evrimi : En üstteki tür, en eski fosillerde bulunan tür. Zaman geçtikçe daha üst katmanlarda bugünkü balinalara benzeyen canlıları buluyoruz.

Balinaların evrimi : En üstteki tür, en eski fosillerde bulunan tür. Zaman geçtikçe daha üst katmanlarda bugünkü balinalara benzeyen canlıları buluyoruz. Ayakların nasıl zamanlar kaybolduğuna dikkat edin. Bugün bile balinaların arka ayaklarının kalıntıları olan kemikleri vardır.

Modern Canlılar

İkinci kanıt, canlı hayvanlardan geliyor. Modern canlılarda değişimler gözlenmektedir. 150 sene önce Galapagos adasındaki canlıları inceleyen Darwin, aynı kuş türünün farklı coğrafyalarda farklı gaga şekillerine sahip olduklarını farketmişti. Bunun sebebi de farklı coğrafyalarda bulunan yiyecekler. Peki bu nasıl olmuştu?

Kuşlar üredikçe gagası ortamdaki yemlere daha uygun olan kuşlar (ortamda bulunan bir kaktüs türünü daha iyi parçalamayı becerebilen kuşlar) daha iyi beslendi ve daha uzun süre yaşadılar. Bu da daha çok üremeleri anlamına geliyordu. Gagalarındaki farklılık yavrularına da geçti ve bu yavrulardan gagaları ortamdaki yiyeceklerle daha da uyumlu olanlar daha çok beslenip/yaşayıp/üredikleri için bu farklılık daha da belirginleşiyor. Bu süreç tekrarlana tekrarlana gözlemlenen farklı gagalara geliyoruz.

Bu türden farklılıklar başka canlılarda da görünüyor. Buradan hareketle bilim adamları diyorlar ki : canlı türlerinde doğum sırasında meydana gelen değişiklikler (mutasyonlar), canlının ortama uyum sağlamasında pozitif bir etki yaparsa (faydalı mutasyon), bu özellik diğer nesillere de aktarılır. Ortama uyum açısından problem yaratacak özelliklere (negatif mutasyon) sahip olan canlıların yaşama şansı azalacağından bu özelliğin gelecek nesillere geçmesi ihtimali daha düşüktür. Bu şekilde de canlı türleri zaman içerisinde bulundukları ortamla en iyi uyuma yakşalacak şekilde değişirler. Buna da doğal seçilim adı veriliyor.

Doğal seçilim

Doğal seçilim

Bugün yaşayan tüm köpek türleri, tek bir kurt türünden gelmedir. Köpeklerin değişik türler haline gelmesinin sebebi de insanlardır. İnsanlar evcilleştirdikleri köpeklerde istedikleri özelliklere sahip olanları çiftleştirip, istedikleri özelliklere sahip olmayanları çiftleştirmediler ve yaklaşık 20.000 senede gri kurttan Afgan tazısına, St Bernard’dan Chiuaua’ya kadar değişik türlerde köpekler ortaya çıktı. Demek ki canlılar 20000 sene kadar kısa bir sürede bu denli farklılaşabilecek yapıdalar.

Great Dane ve Chihuahua

Great Dane ve Chihuahua

Bu gözlem, değişik zamanlara ait kaya tabakaları arasında bulunan canlıların farklılıklarını da açıklamaktadır. Zaman içerisinde değişen canlılar sebebiyle bazı canlılar sadece belli dönemlere ait kaya tabakaları arasında bulunmaktadır.

Bu iki noktadan hareketle, Charles Darwin “Doğal Seçilimle Evrim teorisi”ni yazıyor. Tek paragrafta özetleyecek olursak :

Bir türdeki bireylerde doğum sırasında meydana gelen değişiklikler sonucunda bazı bireyler ortama diğerlerinden daha uyumlu olacaktır. Bu daha uyumlu bireylerin üreyip kendi özelliklerini yavrularına aktarması ihtimali daha büyüktür. Benzer şekilde, ortama daha az uyum sağlayabilen canlıların yaşama ihtimali ve dolayısıyla üreme ve özelliklerini sonraki nesillere aktarma ihtimali daha düşüktür. Bu sürece doğal seçilim diyoruz. Bu doğal seçilim sürecini uzun zamana yayarsanız meyadana gelen değişiklikler sonucunda A noktasındaki ilk canlı ile B noktasında son canlı arasında çok büyük farklar olacaktır. Bu farklılaşma sürecine de evrim diyoruz. Bugün gördüğümüz tüm canlılar, daha önce yaşamış canlı türlerinden evrimleşerek bugünkü hallerini almışlardır.

Darwin, Evrim Teorisini ortaya attığı yıllarda DNA’nın varlığı bilinmiyordu. 1950’lerde DNA’nın keşfedilmesiyle Evrim teorisi bir kere daha doğrulandı. Zira DNA incelemeleri sonucunda fosillerde benzerlikleri bulunan canlıların DNA’larının da benzedikleri ortaya çıktı. Örneğin 7 milyon yıl önce son ortak atayı paylaşan şempanze ve insanoğlunun DNA’sının 98% oranında benzediği görüldü.

Peki geriye doğru gittiğimizde ilk canlılar neydi?

Burada fosillere geri dönüyoruz, zira 500 milyon yıl ya da 1 milyar yıl önceki canlıları bilebilmemizin tek yolu, fosiller. Fakat belli bir zamana kadar yaşayan canlıların omurgası, kabuğu vs olmadığı için ondan önceki canlılara ait fosiller çok çok nadir bulunabilmektedir. Yine de bilindiği kadarıyla ilk canlılar tek hücreli canlılardı. Bunlar daha sonra çok hücreli canlılara, sonra da daha gelişmiş canlılara dönüştüler.

Peki tek hücreli canlılar nasıl oluştu? Bu soru aslında Evrim teorisinin cevaplayacağı bir soru değil. Bu konu spesifik olarak “abiyogenez” adı verilen dal tarafından açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu konuda çeşitli görüşler vardır. Bir görüş, Dünya ilk oluştuğu sırada var olan kimyasal elementlerin bir araya gelerek 3.5 milyar yıl önce organik maddeler oluşturdukları “çorba” teorisidir. Bu görüş aslında makuldur ve laboratuvar ortamında, Dünyanın o zamanki ortamında bulunan inorganik elementlerin bir araya gelerek organik elementlere dönüşebildiği gösterilmiştir. Bir diğer teori de uzaydan Dünyaya düşen meteorlarda bulunan organik maddelerin Dünya’ya yayıldığı teorisidir. Bu da makuldür zira Dünya’ya düşen meteorların üstünde organik elementlere rastlanmıştır. Bu basit organik maddelerin özelliği bunların kendini kopyalayabilen ve enerji tüketen maddeler olmasıdır. Bu özellikleriyle de çoğalıp, çoğalırken değişikliğe uğramışlardır.

Evrim teorisini yanlışlamak çok kolaydır. Örneğin 65 milyon yıllık bir insan fosili, ya da atıyorum 20 milyon yıllık bir köpek fosili ya da basitçe 100 milyon yıllık bir inek fosili bulursanız, evrim teorisini yanlışlayabilirsiniz. 150 senedir bu teoriyi sınayan binlerce bilimadamı Evrim teorisine karşı gelen tek bir fosil, mikrobiyolojik olay, canlı vs bulamamıştır. Bulunan fosillerin, incelenen DNA’ların hepsi, istisnasız hepsi Evrim teorisiyle uyumludur.

Umuyorum bu temel bilgiler Evrim Teorisinin anlaşılabilmesi açısından faydalı olmuştur.

Evrimi anlamak sitesinde daha detaylı bilgiler ve daha güzel resimli anlatımlar bulmak mümkündür.

Ateistlerin sevgili bulma şansı daha yüksek

Başlık biraz garip oldu farkındayım, ama okumaya devam edin.

İnternetten sevgili bulma servisleri Türkiye’de pek olmasa da (sanırım Siberalem diye bir site var gerçi) Amerika ve Ingiltere’de epey yaygın ve popüler siteler. Özet geçmek gerekirsek bu sitelere kaydolup profilinizi oluşturuyorsunuz ve kriterlerinize uyan erkek/kadınlara mesaj atarak tanışıyorsunuz, sonra kısmetse aşk, evlilik vs.

Ingiltere’deki popüler flört sitelerinden birisi yarı ciddi, yarı şaka bir analiz yapmış, ve hangi bilgilerin daha çok ilgi çektiğini ortaya koymuş.

Buna göre profilinde Ateist olduğunu belirtenler, ortalama 32% olan geri dönüş oranından bir 10 puan daha çok geri dönüş oranına sahipmiş. Ancak profilinde Hrıstiyan, Müslüman vs gibi dinlerini yazanların geri dönüş oranı daha az artışa sebep olmuyormuş.

Anahtar kelimelerin sıralanması

Anahtar kelimelerin sıralanması

Haberin detayı Telegraph’ın sitesinde , flört sitesinde de detaylar var.

Recm Endonezya’da kanuni oluyor

Reuter’sdeki habere göre Endonezya’daki Aceh eyaletinde zina yapanlara taşlanarak idam (recm) cezası kanun haline geliyor.

Tecavüzün cezası 100-200 arası kırbaç ve 100 ila 200 ay (8 ila 16 yıl) arası hapis cezası, homoseksüelliğin cezası da kırbaç ve 100 aya kadar hapis cezası.

Şimdi benim anlayamadığım iki yetişkin arasındaki evlilik dışı ama rızaya dayanan ilişki idamla (hem de taşlanarak) cezalandırılırken tecavüz kırbaç+hapisle cezalandırılıyor. Bu ancak bir teokraside olabilecek bir şey.

Homoseksüellik ise yine kırbaç+hapisle cezalandırılıyor. Hapis cezası ve kırbaç homoseksüelleri heteroseksüele mi çeviriyor ? Gerçekten anlamak çok güç.

21. yy’da hala birilerinin bu şekilde düşünebilmeleri de ayrıca üzücü.

Haberin tamamınu şuradan okuyabilirsiniz.

Henüz cezalar yasalaşmamış, ve umarım yasalaşmaz. Zira her zaman zina yapanlar, homoseksüeller bulunacaktır. Bu yasa doğrudan “ben toplumda var olduğunu bildiğimiz ve varlıklarını engellememizin imkansız olduğunu bildiğimiz bazı insanların cezalandırılmasını öngörüyorum” demenin bir başka yolu. Diğer yasalar ve cezalar gibi caydırıcılıkla ilgisi yok.

Tecavüz ise bambaşka bir konu.

Çocuğunuz Ateist olursa

Bu yazı çoğunlukla inançlı insanlara hitaben yazılmıştır. Ama bu sadece inançlılar okuyabilir anlamına gelmiyor.

İnançlı bir ebeveynsiniz. Size öğretilenleri takip ederek çocuğunuza kendi aldığınız din eğitimini biraz eksik ya da biraz fazlasıyla verdiniz. Bayram, sünnet gibi herkesin kabul ettiği şeylerden tutun belki de izlediğiniz tv kanalı ya da okuduğunuz gazete ve yazarlar gibi şeyleri benimsemesi için en azından onu yönlendirdiniz.

Sonra bir gün çocuğunuz gelip size “ben dine inanmıyorum ateist oldum” diyor. Tepkiniz ne olur?

Kavga mı edersiniz? Çocuğu red mi edersiniz? Bağrınıza basıp “ateist de olsa insan insandır” mı dersiniz? Yoksa yerde “taş yok mu taş?” diye söylenerek taş aramaya mı başlarsınız?

Bu olayın çocuğunuzla olan ilişkinizi nasıl değiştireceğini çok iyi düşünmelisiniz. Eğer çocuğunuzla herhangi bir ilişkiniz olmasını istiyorsanız bir çeşit ortak paydada buluşmanız gerekiyor. Buradaki ortak payda da çocuğunuzun tekrar dini kabul etmesi değil. Adı üstünde, ortak payda.

Öncelikle çocuğunuz “ben ateist oldum” derken aklında ne türden bir ateist var onu öğrenmemiz gerekiyor.

Ateizm, diğer inanç sistemlerine benzeyen bir şey değil. Ateizm kuralları diye bir şey yok. Ateistlerin uyması gerekenler diye bir şey yok. Bir organizasyon yok. Her mahallede bir “ateistbaşı” yok. Ateizm’in tek bir manası var, o da Tanrı diye bir varlığın gerçekten var olduğuna inanmamak. Fazlası değil.

Bu yüzden ateist olan kişiler çok çeşitlidir. Militan ateisti vardır, ılımlı ateisti vardır, sinir bozucu ateist vardır, kibarlıktan kırılanı vardır, aydını vardır, yobazı vardır, aptalı vardır, kafası çalışanı vardır. Var oğlu vardır yani. O yüzden oğlunuz gelip size “anne ben budist oldum” dese, en azından açar bir kitapta “Budistlik ne menem bir şeymiş” diye bakar iyi kötü bir fikir sahibi olabilirsiniz. Ancak ateizmde işler böyle yürümüyor. Açıp bakabileceğiniz ve “hmm demek oğlum böyle olacakmış” diyebileceğiniz bir profil yok.

Belki de paketin üstünde bir şey yazmıyor oluşu, ateistlere karşı duyulan güvensizliğin sebeplerinden birisi.Ancak bilmeniz gereken şey şu: çocuğunuz ateist olduktan sonra muhtemelen önceki halinden çok farklı bir kişi olmayacak.

Ne tür bir ateistten bahsediyoruz?

Aslında 4 çeşit ateist olduğuna dair bir teori vardır.

1- Asi ateistler. Bunlar anne babalarına ya da başka bir otorite figürüne karşı gelmek adına ateist olurlar.

2- İntikamcı ateistler. Bunlar aslında Tanrı’ya inanırken bir sebepten dolayı kızgındırlar ve Tanrı’yı bu yüzden reddederler. Bir yakınlarını kaybetmek, ya da hastalık gibi sebeplerle Tanrı’ya kızgındırlar.

3- Mirasçı ateistler. Bunların ailesi de ateisttir ve tıpkı anne babasının dinini otomatikman benimseyen ama konu hakkında pek düşünmeyen inançlılar gibi, ateizmi de “biz babadan böyle gördük” türünde ilgisiz bir bakış açısıyla kabul ederler. Dinin saçma olduğunu düşünürler ama çok fazla kafa da yormazlar. Tıpkı “ya bu Hindular çok salak, ineğe tapıyorlar” diyen bir Müslüman gibidir konuyla olan alakaları.

4- Uyanmış ateistler. Bu kişiler sorgulayarak ve sorularına cevaplar arayarak dinlerin ve Tanrı fikrinin saçma olduğu kanaatine varmış ve bunu görece uzun bir sürede yapmış kişilerdir. Genellikle konu hakkında kafa yormuş, kitaplar okumuş tartışmalara katılmış ve Tanrı masalına inanmamış kişilerdir.

Asi ateistlerin isyan yılları bitince eski inançlarına geri dönebilirler. İntikamcı ateistler de kızgınlıkları geçtikten sonra eski inançlarıyla barışabilirler. Mirasçı ateistler de bir şekilde dini inancın daha iyi olduğunu düşünüp bir dine girebilirler. Hatta burada girmişi var.

Ancak 4. kategoriye giren ateistlerin dine geri dönme ihtimalleri sıfıra yakındır. Dini kafasından çıkarıp akıl ve mantıkla hayata bakan, dinlerin söyledikleri yalanları bir kere farkeden kişinin dine dönmesi neredeyse imkansızdır.

Eğer çocuğunuz 4. kategoriye giriyorsa dine geri dönmesini beklemeniz hata olur. Ona baskı yapmanız da ters teper. Dikkatlice araştırıldıktan ve kafa yorulduktan sonra varılan inançsızlık noktası dürüst bir şekilde varılmış bir noktadır ve kendi inancınız ne olursa olsun çocuğunuzun bu denli derin ve dikkatli olması her zaman iyi bir şeydir.

Peki çocuğunuz inançsız diye ahlaksız mı olacak?

Hayır – hiç ilgisi yok. Çocuğunuz ateizme nasıl varmış olursa olsun, ahlaklı olması ya da olmaması ihtimali bir inançlıdan farklı değildir. Ateizm ve ahlaksız davranışlar arasında herhangi bir ilişki yoktur. Hapishanelerdeki inançsız/inançlı oranı, bir toplumun genelindeki inançsız/inançlı oranından daha bile azdır.

İnançlı olmalarına rağmen büyük ahlaksızlıklar yapmış kişiler olduğu gibi inançsız olup bir çok inançlıya nazaran insanlığa daha çok faydası bulunmuş insanlar olduğunu hatırlayın. Sadece bu bile inancın ahlak ölçütü olmadığının sağlam bir ispatıdır.

Eğer çocuğunuzu iyi bir insan olacak şekilde, insanları sevip onlara iyi davranacak şekilde yetiştirdiyseniz ahlak konusunda endişe etmeniz gerekmiyor. İyi ve kötü insanlar sadece inançlılar veya ateistlere özgü sıfatlar değil. Bir insanın kişisel ahlakının yanında, Tanrı hakkındaki fikri çok önemsiz kalır.

Çocuğum cehenneme gitsin istemiyorum!

Korkmayın gitmez :). Ama niye böyle düşündüğünüzü anlayabiliyorum.

Eğer gerçekten inançlıysanız, kimin cehenneme kimin cennete gideceğine siz değil, Tanrı’nın karar vereceğini de biliyor olmanız gerekiyor. Eğer Tanrı gerçekten adil, rahmetli, şefkatli ve sevgi doluysa o zaman O’nun çocuğunuz hakkındaki en doğru kararı vereceğinden emin olmanız gereklidir. Kendi yargınızı Tanrı’nın yargısının üstüne koyacağınıza, Tanrı’nın en iyiyi bileceğini düşünmeniz çocuğunuzla olan ilişkiniz için daha iyidir.

Bir de bir ateiste “cehennemde yanacaksın” demek, hemen hemen her zaman ters tepecektir. Sonlu bir hayattaki günahlar sebebiyle sonsuza kadar azap çektirecek bir tanrı fikri, bir çok ateistin dinden ayrılmasında kilit rolü oynar. O yüzden cehennem kozunu oynamanız, istediğiniz tepkinin tam tersine sebep olacaktır.

Peki şimdi ne olacak?

Çocuğunuz size ateist olduğunu söyledi ve 4. kategoriye giren bir ateist olduğu aşikar. Bu konuda ne yapabilirsiniz?

Kızmak, kavga çıkarmak hiç bir işe yaramaz. İşleri olduğundan kötü hale getirir. Çocuğunuz inancını kaybetmiştir (sizin açınızdan kaybetmiştir, yoksa benim açımdan özgürlüğünü kazanmıştır ama bu ayrı bir konu), bir de annesini/babasını kaybetmesine sebep olmanıza gerek yok. Siz çocuğunuzu seviyorsunuz, o da sizi seviyor. Birbirinize çok kızsanız bile bu temel gerçek hemen hemen her zaman var olacaktır.

Çocuğunuzu üzmemek için inançlarınızdan vazgeçmek ya da öyleymiş gibi görünmek de bir çözüm değil. Çocuğunuz kadar sizin de fikir ve vicdan hürriyetiniz var. Çözüm, bu konuda dürüst olmak ve iletişimi açık tutmaktan geçiyor.

Çocuğunuz ateist oldu diye birden kötü kalpli bir canavara dönüşmeyecek, bir tarikata girmeyecek ve tüm kanunu ve ahlakı yok saymayacak. Bunu aklınızdan çıkarın. Onlar da sizin gibi dünyayı anlamaya, hayatı anlamaya çalışıyorlar. Onlarla aynı fikirde olmasanız bile onları seviyorsunuz ve bunu söylemekten çekinmeyin. Zira ateist ya da teist, müslüman ya da hrıstiyan, budist ya da hindu tüm çocuklar anne babaları tarafından sevilmek isterler. Dünyada onları koşulsuz sevecek kaç kişi var ki?

En önemlisi onlara yalan söylemeyin. Eğer çocuğunuzun dini inancını kabul edemiyorsanız bunu söyleyin. “Ne halin varsa gör” yerine “Bunu kabul etmek benim için çok zor, çünkü inancım benim için çok önemli ve seni çok seviyorum. Benimle aynı inanca sahip olmaman beni ürkütüyor ama kararına saygı duyuyorum ve şu anda çok anlayışlı olamasam da veya kızgın ve üzgün olsam da seni seviyorum ve her zaman seviyorum” gibi bir şeyler söylemek, ileride onarılması zor problemlere yol açmamak açısından çok daha iyidir. Ve kabul edin, zaten dönüp dolaşıp varacağınız yer de bu noktadır. Bunu kendinize itiraf edemeseniz de, er veya geç çocuğunuzu olduğu gibi kabul etmek zorunda kalacaksınız.

Eğer çocuğunuzu iyi yetiştirdiyseniz, hangi dini inanca sahip olurlarsa olsunlar (inançsızlık da dahil), iyi bir insan olacaklardır. Dürüstlük buradaki en önemli anahtar. Çocuğunuz bir birey ve size ait değil. Onun efendisi ya da sahibi değilsiniz. Bir gün kendi kaderini seçecek. Belki istemediğiniz birisiyle evlenecek, belki sizin istediğiniz mesleği seçmeyecek ve belki sizin inancınızı, politik görüşünüzü veya tuttuğunuz futbol takımını ve hobileriniz paylaşmayacak.

Çocuğunuzun ateist olması, onlarla ilgili dini umutlarınızın sonu olabilir. Ancak çocuğunuza dair ahlaksal, fikirsel ve duygusal umutlarınızın da sonu değil. Aileler kıymetlidir. Aradaki inanç farklılıklarının aileyi yıkmasına izin vermemelisiniz.

Çoğunlukla şuradan tercümedir.

Ateist T-shirtleri

Ne dersiniz, bunları getirtip satsak tutulur mu? 🙂 Yoksa gazetelerin 3. sayfasına malzeme mi oluruz?

Kimse Ateistler tarafından taşlanarak öldürülmedi.

Kimse Ateistler tarafından taşlanarak öldürülmedi.

Okulumda dua etme, ben de kilisende düşünmem

Okulumda dua etme, ben de kilisende (ya da caminde) düşünmem

Tanrı yapacağı şeyleri gizemli, verimsiz ve şaşırtıcı derecede zalim bir şekilde yapar.

Tanrı yapacağı şeyleri gizemli, verimsiz ve şaşırtıcı derecede zalim bir şekilde yapar.

Hep unutuyorum, Tanrı fosilleri kaçıncı günde yaratmıştı?

Hep unutuyorum, Tanrı fosilleri kaçıncı günde yaratmıştı?

Ateist Şarap Kulübü : Ölümden önce yaşamı kutluyoruz.

Ateist Şarap Kulübü : "Ölümden önce yaşam"ı kutluyoruz.

Zeus, Mars, Thor, İsa, Akıl

Zeus, Mars, Thor, İsa, Akıl

Zekayı destekleyin, bir ateistle yatın

Zekayı destekleyin, bir ateistle yatın

Daha fazlası şurada var.

İstanbul selinin suçlusu Adnan Hoca’dır

“7.4 yetmedi mi” diye pankart açan türbanlı hanımı hatırlayalım.

Hatırladık.

Bence İstanbul’daki selin suçlusu Adnan Hoca’dır.

Niye böyle düşündüğümü açıklayayım.

Sel İstanbul’a Trakya üzerinden gelmiştir. Silivri’ye çok büyük hasar vermiştir. Adnan Hoca’nın Silivri’de bir köşkü vardır bildiğiniz gibi. Tesadüf mü? Sanmıyorum.

Sonra sel gazetelerin bulunduğu Güneşli’deki basın yoluna çok zarar vermiştir. Bu gazeteler ve televizyonlar Adnan Oktar’ın ilanlarını basmaktadır, televizyon kanallarında konuşturmaktadır. Tesadüf mü? Sanmıyorum.

Adnan Hoca’nın lükse olan düşkünlüğü bilinmektedir. Kendisi muhtemelen porselen tabak çanaklardan yemek yiyordur. Sele kapılıp sürüklenen tırların içinden porselen tabak çanak takımları çıkmıştır. Tırların içindeki porselenlerin sel yüzünden etrafa saçıldığını ve yağma edildiğini gazetelerden okuduk. Tesadüf mü? Sanmıyorum.

Vali ve belediye başkanı “Allah bizi korusun” diye açıklama yapmışlardır. Adnan Hoca’nın en meşhur sözü “Şimdi Allah var o kesin”dir. Tesadüf mü? Sanmıyorum.

Yağmur bugün Anadolu yakasında etkili olacak deniyor. Adnan Hoca’nın Çengelköy’de başka bir köşkü var. Yağmur o köşkün bulunduğu yerlere doğru ilerliyor. Tesadüf mü? Hiç sanmıyorum.

Sel felaketinin sebebi olarak yanlış yapılaşma gösteriliyor. Bu yapılaşma hangi yıllarda başladı? 1997’de. Kim hükümetteydi? Refah-Yol hükümeti. Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan’ın Adnan Hoca’yla olan samimiyeti de biliniyor. Tesadüf mü? Hiç sanmıyorum.

Yağmurun sebebi olarak küresel ısınma gösteriliyor. Adnan Hoca ve müritleri her yerde güneş gözlüğüyle dolaşıyorlar. Hem de küresel ısınma ile ilgili haberler çıkmaya başlamadan yıllar önce 80’lerden beri. Sizce tesadüf mü? Hiç mi hiç sanmıyorum.

Tanrıların sevmediği bu yüzden de doğrudan onu cezalandırmak yerine tüm halka belalar felaketler gönderdiği ve hedef şaşırarak tır şoförü, işçi kadınlar ve çocukları cezalandırdığı adam.

Tanrıların sevmediği bu yüzden de doğrudan onu cezalandırmak yerine tüm halka belalar felaketler gönderdiği ve hedef şaşırarak tır şoförü, işçi kadınlar ve çocukları cezalandırdığı adam.

Bence ilahi güçler, bu Yaratılış Atlası gibi sözdebilim kitapları yazarak insanlara doğa gerçekleriyle ilgili yanlış bilgiler veren adama çok kızdıklarından bize bir bela gönderdiler. Tıpkı kutsal kitaplarda anlatılanlar gibi.Türkiye’nin kurtulması için Adnan Hoca sürgüne gönderilmelidir. Tercihen kuraklık yaşanan bir yere gönderilsin ki fırtınadan istifade edebilsin gittiği yerdekiler.

Uçan spagetti canavarı sonumuzu hayretsin!

***

Henüz anlayamayanlar için, bu yazı bir satirik yazıdır. Yağmurların sebebi bellidir, sellerin sebebi bellidir, küresel ısınmanın sebebi bellidir, herhangi bir ilahi hayali güçle ilgisi yoktur. Adnan Hoca evrim’le ilgili çarpıtmalar ve yalanlar söylemesine rağmen kendisinin yağmurla selle ilgisi yoktur. Muhtemelen yoktur yani. Yağmur duasına falan çıktıysa bilemem.

Bugün kötü şeyler olacak

Sanırım sağır sultan bile İstanbul’daki sel felaketini duymuştur. Dün Amerika’daki bir arkadaşım bile arayıp “ne oldunuz iyi misiniz” diye sordu.

İşin kötüsü, meteoroloji yetkililerine göre daha da beter bir yağmur geliyormuş.

İşin çok daha kötüsü, İstanbul valisi Muammer Güler şöyle bir açıklama yapmış :

Vali Güler, bunun İstanbul’un yaşadığı en büyük sel felaketi olduğunu söyledi. Kendisinin 37 yıllık idareci olduğunu, böylesine büyük bir felaketin daha büyük acılarla sona erebileceğinin altını çizen Vali Güler, “Daha da kötüsü olabilirdi. Allah bizi korusun diyorum” dedi.

Diğer bir deyişle :

Bizim elimizden bir şey gelmiyor, olayı Allah’a havale etmekten başka yapacak bir şey yok.

Allah’ın da bu tür olaylara müdahale etmek gibi bir alışkanlığı olmadığına göre, bugün eğer beklendiği gibi kötü bir yağmur yağarsa o zaman yine insanlar zarar görecek.

Türkiye’nin geri kalmasında etkili olan üç şey vardır : Maşallah, İnşallah, Kısmet.

İşler yolundayken geleceği düşünmez maşallah deriz. Ufukta kötü şeyler görünürse inşallah deriz, kötü şeyler olunca da kısmet deriz.

Bugün de bunun eksiksiz bir örneğini yaşıyoruz.

Seçim zamanında bol keseden “maşallah hiç bir altyapı sorunumuz yok”, yağmur yağınca “inşallah çok zarar olmaz”, insanlar ölüp zarar dağ kadar olunca da “kısmet”.

1997 yılında selde yerle bir olan yeri imara açan belediye başkanı bugün başbakan. Dediği şeyse çocukların bile güleceği türden “derenin intikamı acı olur”. Burada intikam varsa bile hedef şaşmış gibi geliyor bana.

İşleri Allah’a havale etmenin problemi bu işte. Allah’ın ölen insanları, 1.5 yaşındaki bebekleri umursamadığını, insanların bu dünyada tek başlarına olduklarını ve kendilerini korumaları gerektiğini ne zaman anlayacak milletimiz gerçekten çok merak ediyorum.