DuranAdam

Dün akşam çok güzel bir protesto gördük hep beraber.

Taksim meydanında, tek başına saatlerce AKM’ye doğru bakan bir kişinin sessiz, slogansız eylemi. Ayakta durmak.

Bu kişinin ismi, Erdem Gündüz. Ancak kişinin kendisinin çok bir önemi yok. Gündüz’ün ilham verdiği onlarca kişi, dün geceden beri değişik yerlerde sessizce ayakta durma eylemine başladılar. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yer, İzmir, hatta Sivas’taki eski Madımak oteli – yeni bilim ve kültür müzesi önünde sessizce ayakta duran kişiler var.

Benim değinmek istediğim nokta, bir komplo teorisi. O da bu eylemin CIA güdümlü olduğuna ispat olarak gösterilen “el kitabı” ya da kılavuz.

Teoriye göre bu arkadaş CIA’in hazırladığı bir el kitabına bakıp bu eylemi gerçekleştirmiş.

Yaklaşık 2 dk süren bir araştırma sonucunda, tüm listeye ulaşabildim.

Bu üstteki kısa alıntı toplamda 198 maddeden oluşan ve “şiddet içermeyen protesto yöntemleri” listesinden.

Liste, 1973 yılında yayınladığı kitap için Gene Sharp isimli 3 kez Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmiş bir siyaset bilimi profesörü tarafından hazırlanmış ve tarihte şahit olunan şiddet içermeyen protesto-sivil itaatsizlik eylemlerinin bir listesi.

Bu listede topluluk önünde konuşma yapmaktan (Madde 1) tutun, basın açıklaması yapmaya (Madde 4), bayrak asmaktan tutun (Md 18), şarkı söylemeye (Md 37), yürüyüşler yapmaktan tutun (Md 39)grev yapmaya (Md 85) kadar yöntemler var. Yani özetle bugün siz belli bir markanın ürünlerini satın almıyor iseniz (İsrail malları boykotunu hatırlayalım) bu da bu listeye dahil (Md 71).

Özetle, eğer ki siz Erdem Gündüz CIA ajanı diyorsanız, muhtemelen siz çok daha eskiden beri CIA için çalışıyorsunuz demektir.

Hatta daha da ilginci, madde 70’te karşımıza çıkıyor.

70. Protest emigration (hijrat)

Madde 70 – Protesto göçü – hicret.

Eğer sadece ayakta duruyor ve sessiz, şiddetsiz protesto ediyor diye Erdem Gündüz’ü CIA ajanı yapabiliyorsak, o zaman tarihteki en meşhur Hicret’i başlatan Muhammed’i de bir nevi ajan-provakatör olarak düşünmemiz gerekmez mi ?

Elbette bunlar saçma komplolar. Standart itibarsızlaştırma denemeleri. Muhtemelen bu itibarsızlaştırma taktiklerinin CIA el kitaplarında daha çok yeri vardır.

Gezi direnişçilerinin dünya kadar provokasyona karşı neredeyse hiç şiddet göstermemiş olmalarına ve direnişi daha çok zeka işi esprilerle yürütmelerine rağmen ellerinden gelen yegane şey devlet kaynaklarıyla mitingler yapmak ve o da işe yaramayınca döner bıçaklarıyla, demir sopalarla “adam dövmeye” çıkmak olan marjinal bir grubun nasıl karşısında duracaklarını bilmedikleri yeni bir eylem.

Sabah erken saatlerde öğrendiğime göre ayakta durma eylemi yapanları polis göz altına almış. Evet, Türkiye, sadece ayakta durduğunuz için göz altına alınabileceğiniz bir ülke haline geldi.

Yaşasın ileri demokrasi. Demokrasinin götünün kılıyık.

 

*Gene Sharp’ın Wikipedia sayfasını okursanız CIA ile ilgili bağlantılardan bahsedildiğini görebilirsiniz (Criticism başlığı altında). Burada referans gösterilen yegane linkteki kaynakları incelemeye çalıştım ama kaynak gösterilmemiş. Sadece iddialar var, ancak ilginç bir referans, 11 Eylül saldırıları komplocusu Thierry Meyssan‘a dair. Meyssan 2002’de daha sonra Loose Change ve Zeitgeist gibi sözde-belgesellere kaynaklık etmiş olan “The Big Lie” isimli 11 Eylül komplo teorisinin yazarı. Özetle kaynağın sağlamlığı konusunda ciddi şüpheler var. 

Direngezi

Bazen vaktim olduğunda yaptığım şeylerden birisi Crime Library sitesinden rastgele bir makale okumaktır. Üşengeçler için kısaca tanımlayayım, tarihteki meşhur seri katiller, gangsterler, teröristler, kısacası “suçlu” olarak tanımlanabilecek kişilerin biyografileri ve yaptıklarını özetleyen bir sitedir. Burayı gezmekteki amacım, bir çoğumuzun “bir insan bunu nasıl yapabilir” dediğimiz şeyleri gerçekleştirmiş olan kişinin psikolojisini anlamaya çalışmak, ya da kişiyi bu noktaya getiren çevresel faktörlerdeki benzerlikleri yakalamaya çalışmak. Örneğin bir çok şiddete meyilli suçlunun çocukluklarında yetişkinlerden (ebeveyn ya da değil) şiddet gördüğü, cinsel istismara uğradığını görebilirsiniz.

Bu hobiyi edindiğimden beri, güncel olaylardaki davranışların arkasındaki psikolojiyi ve bu davranışı ortaya çıkaran şartları tahmin etmeye çalışmak da otomatik bir tepki oldu. Elbette bir psikolog  ya da psikiyatr derinliğinde çözümlemeler, ya da belgeler ve tanıklıklarla olayı parça parça bir araya getiren araştırmacılar ya da tarihçiler gibi eksiksiz bir resim ortaya koyabilmeyi ummuyorum. Dediğim gibi, basit bir hobi. Film izlerken katilin kim olduğunu tahmin etmeye çalışmak gibi.

Yaklaşık 2 haftadır tüm Türkiye (bir noktaya kadar Dünya) İstanbul Taksim’deki Gezi Parkını korumak için başlayan sonra da tüm şehirlere sıçrayan ve Erdoğan hükümetinden duyulan bıkkınlık, yorgunluk ve kızgınlığın kanalize olduğu olaylara kilitlenmiş vaziyette.

Benim esas ilgilendiğim ise, Erdoğan’ın niye olayları bu kadar eskale etmeyi seçtiği, niye işin başındayken “tamam tekrar görüşürüz, madem istenmiyor alternatifler üzerinde Sivil Toplum Kuruluşlarıyla oturur konuşur arkadaşlarımız” gibi bir açıklamayla “geliyorum” diyen ölümlerin, yaralanmaların, kavgaların ve maddi zararın önüne geçmemesi – onun yerine tam tersi bir tutum takınması.

Muhtemelen yaptığım tespitler doğru değil. Muhtemelen zaman geçip olaylarla ilgili daha çok bilgi edindikçe de şimdi yaptığım tespitlerin yanlışlığını görebileceğiz. Ancak eldeki veriler ışığında, Erdoğan’ın düşünce zincirinin aşağı yukarı şu şekilde olduğunu düşünüyorum.

  1. Gezi Parkında direnişçiler, Erdoğan’ın “yapacağız” dedikleri Topçu Kışlası projesine karşı eylem ve gösteriler yapıyor.
  2. Erdoğan “dağıtın” diyor.
  3. Halk dağılmadığı gibi sayılar bir anda inanılmaz büyüyor, başka şehirlere sıçrıyor, sivil itaatsizlik ve muhalif söylemler tavan yapıyor.
  4. Erdoğan bugüne kadar titizlikle inşa ettiği “geri adım atmaz” imajını bozamayacağı için klasik demagojiden geçilmeyen açıklamalarında göstericileri itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Afrika gezisi öncesi ve sonrasında tıpatıp aynı eksende açıklamalar yapıyor. Halk Bankasını kullanarak İstanbul borsasında ciddi düşüşlere sebep oluyor. “Bakın bize karşı olanlar yüzünden ekonomi batıyor, yatırımcılar kaçıyor” imajı yaratıyor. Bir yandan da klasik “karanlık güçler” açıklamalarına devam. Faiz lobisi – sermaye grupları vs. gibi terimlerle “bakın bizi sindirmeye çalışıyor büyük kötü zenginler” mesajı veriliyor.

  5. Erdoğan’ın buradaki esas hedefi, müdahale ettiği takdirde çok büyük tepkiyle karşılaşacağını bildiği halk eylemlerinin şeklini ve dışarıdan görünüşünü değiştirmek. Tarihteki diğer sivil itaatsizlik olaylarında olduğu gibi, çok geçmeden her daim muhalif olan marjinal grupların Gezi Parkı hareketine kendilerini ekleyeceklerini, hareketin ivmesinden faydalanmak isteyeceklerini çok iyi biliyor.
  6. Bir kaç gün geçmeden beklediği gibi aşırı sol gruplar, bayrakları, flamaları, sloganları, gazete – dergileri ve posterleri ile Taksim meydanını tabiri caizse işgal ediyorlar. Tüm resimlerde görülebilecek şey etrafın “Devrim” “Sosyalizm” “Komunizm” odaklı kırmızı-sarı bayraklarla, pankartlarla ve posterlerle donatıldığı. Bu tür eylemlerde deneyimli ve eylemlere hazırlıklı olan aşırı sol gruplar, Gezi parkını savunmak ve kısıtlanan özgürlüklerle ilgili seslerini duyurmak istedikleri için , hayatlarında ilk defa bu tür bir olaya karışan genç ve genellikle eğitimli grupların aksine, az kişiyle çok yaygara koparmayı başarıyorlar.

    9 Haziran AKM

  7. Hükümet, çoğunlukla doğrudan yalanlarla, bazen de yarı-gerçeklerle olayın bir “halk hareketi” olmadığını, “marjinal uç grupların provokasyonu” olduğu masalını yaymaya başlıyor. Taksim meydanındaki görüntü bunu destekliyor. Hatta bir çok gezi direnişçisi “flamasız direniş” istediklerini belirten mesajlar gönderiyorlar.

  8. 11 Haziran sabahı polis “meydanı aşırı sol grupların pankart ve bayraklarından arındırmak” amacıyla meydana geliyor. Sabah saatlerinde ellerinde SDP bayrağı tutan 6-7 kişilik bir grup, ilk kez görülen molotov kokteyllerini polise doğru atıyor, polis de bu eylemcilerin etrafına su sıkıyor. Ama ne hikmetse polis bu eylemcileri, daha önce yaptığı gibi durdurmaktan imtina ediyor. Bu gösterinin sivil polisler tarafından gerçekleştirilen bir tiyatro olduğu, 10. dakikada ayyuka çıkıyor. Ancak zaten gerekli imaj oluşturuldu bile. Bir çok hükümet yanlısı tweet ve haber portalında “polise molotov kokteyli atıldı” tarzında mesajlar geçiliyor. Özetle ne kadar acemice yapılmış olursa olsun, bu tiyatro amacına ulaşmış oluyor.

  9. 11 Haziran akşamı, marjinal grupları bahane ederek tüm halka karşı harekat başlatılıyor. On binlerce kişinin toplandığı Taksim meydanında akşam saatlerinde uyarı yapılmadan gaz bombaları atılmaya başlıyor. Sabah 2 saatte 6-7 tane molotov kokteyli atan göstericiyi dağıt(a)mayan polis, 2 dk içerisinde on binlerce kişiyi dağıtmayı başarıyor. Bu ivmeden hareketle polis Taksim meydanında net bir hakimiyet kurdu. Gezi parkı da, dün akşam atılan gaz bombalarından nasibin aldı. Revire sürekli gaz bombası atıldığına dair tweetler tüm gece geldi.
  10. Bugün çıkan yandaş gazetelerde hep “marjinal gruplar” vurgusu yapıldı.

    Üstüne tıklayıp büyük boy görebilirsiniz.

  11. Erdoğan, marjinal gruplar masalını kullanarak “biz demokratik haklarını icra eden çocuklarımıza dokunmadık, marjinal gruplar polisimize molotov atmıştır, onları temizledik, kimse kusura bakmasın, zaten cami’de içki içenler de bu marjinaller aslında…” tarzında açıklamalar yapacak.

Bu süreçte hükümete bağlı kaynakların yerel ve dünya basınında söylediği yalanları tekrar etmiyorum. Herhalde olayın doruk noktaları Dolmabahçe cami imamının yalanlanması, düşerek ölen polis için “eylemciler attılar” yalanı ve Erdoğan’ın “bizi sanattan anlamayan ZENCİ sanıyorlar” açıklamasıydı.

Böylelikle Erdoğan neyi başarmış olacak ?

1-100% demokratik olan Taksim Gezi direnişi marjinalleştirilmiş, itibarsızlaştırılmış olacak. Karşıt görüş otomatikman “haklı” konuma geçecek.

2-Erdoğan’a karşı olan söylemler Gezi parkıyla ilişkilendirilecek ve haklı eleştiriler de itibarsızlaştırılacak.

3-Erdoğan bitmeyen mağduriyetini ve demagojiyi kullanarak “Türkiye’yi süper güç olarak görmek istemeyenler var, yolumuza taş koyuyorlar” odaklı açıklamalarla oy toplamaya çalışacak.

 

Burada Gezi parkı direnişçilerinin yapmış olabilecekleri bir stratejiyi paylaşmadan geçemeyeceğim. Olay büyüyüp resim değişmeden önce (ya da açıkça söyleyeyim, aşırı sol gruplar bayrak-pankart vs ile olayın bokunu çıkarmadan önce) Gezi parkı direnişçileri bir basın açıklaması yaparak şunu diyebilirlerdi.

“Biz halk olarak, gençlik olarak Gezi Parkının korunması isteğimizi duyurduk, bir çok şehirden de destek aldık. Devlet yöneticilerinin bu mesajı iyi algılamalarını umuyoruz. Şimdi de barışçıl sebeplerle başlattığımız eylemleri, yine barışçıl bir şekilde bitiriyoruz.

Ancak buradan evlerimize gittiğimizde koltuğa oturup kalacağımız düşünülmesin. Artık hepimiz, ailelerimize, çevremize, arkadaşlarımıza aktif bir şekilde bu hükümetin, Erdoğan’ın niye Türkiye için zararlı olduğunu anlatıyor olacağız. Tüm enerjimizi ve birikimimizi AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın seçimlerde tekrar eski oy oranlarını almaması için harcayacağız. Erdoğan bildiği gibi devam etsin, biz hiç bilmediği bir şeyle karşısında duracağız.”

Bu noktadan sonra ne Erdoğan Gezi direnişçilerini “marjinal küçük anarşist gruplar” diyerek yaftalayabilirdi, ne de “molotov” tiyatrolarıyla suçlayabilirdi.

Elbette bu gençler, bu yukarıdaki örnek basın açıklamasındaki öneriyi şimdi de yapabilirler. Ancak iş şimdi daha zor. Oyunu AKP’ye veren kişilerin artık kafasında belli bir “Gezi direnişçisi bu.. anarşik bu.. komonist!” imajı oluşmuş durumda. İlk baştaki “artık tepesi atan normal insanlar” imajı ne yazık ki kaybolmak üzere. İnsanların fikirlerini değiştirmek zaten zor, ama hele bir de ön yargıya karşı mücadele ediyorsanız, işte bu çok daha zor. Umarım bu noktada yanılıyorumdur.

Bitirirken bir yarı-tespitimi daha paylaşmak istiyorum.

Machiavelli bile, Erdoğan gibi bir yöneticiyi hayal edemezdi.

15 Mayıs “İnternetime Dokunma” Yürüyüşü

Fazla söze gerek yok, gidelim, yürüyelim.

Mütedeyyin insanlar rahatsız oluyor diye benim bilgi alma özgürlüğümü kısıtlamaya çalışmak, insan haklarına aykırıdır.

Mütedeyyin insanlar, internetteki içerikten rahatsız oluyorlarsa, ya internet kullanmayı öğrensinler, ya da internete girmesinler. Onların “rahat”ı benim sorumluluğum değil.

Pornografi’nin yararları

Bir kaç gündür herkesin malumu olduğu üzere, 22 Agustos’ta yürürlüğe girecek bir “Internet filtresi” meselesi konuşuluyor. Kısaca özet geçmek gerekirse, devlet, insanların isteğine göre 4 çeşit filtre düzenleyerek internetteki içeriği sınırlayacağını söylüyor.

İlk bakışta konu insanların isteğine bırakılmış gibi görünse bile, mahkeme kararıyla yasaklanmış sitelere erişimin çok daha zor olacağı ortaya çıkıyor. Daha önce basit DNS değişiklikleriyle aşılabilen Youtube yasağına benzer yasakların, şimdi şirketlerde kullanılan ve içeriği tamamen engelleyen “Websense” benzeri filtrelerle uygulanacağı belirtiliyor.

Elbette bu yasaklardan en çok etkilenen siteler Pornografik siteler.

Peki Pornografi acaba sanıldığı kadar kötü bir şey mi? Her zaman yapmaya çalıştığım gibi somut kanıtlara baktım. Ortaya çıkan tablo, zaten şüphelendiğim şeyi doğrular nitelikteydi.

Bulgularıma geçmeden önce tanımlarımı iyi yapmam gerekiyor. Pornografi derken neyi kastediyoruz, bu çok önemli.

Pornografi, yani insanların cinsel ilişkilerinin saklı-gizli olmadan kayıt altına alınması meselesinde önemli bir kaç nokta var.

1-Tarafların rızası. Burada pornografik filmde/fotoğrafta rol alan insanların bunu zorlanarak değil, kendi rızalarıyla yapıyor olmaları önemli. Belki para için, belki kişisel sebepler için – bu kısmı hiç önemli değil, kişinin zorlanmadan, kendi rızasıyla bu işe kalkışmış olması önemli.

2-Reşit olmayan veya rıza gösteremeyecek /reddedemeyecek kişilerin suistimal edilmemesi. Burada elbette çocuklar, akli hastalıklardan muzdarip olanlar ve hayvanları kastediyoruz.

Bazı porno filmlerdeki şiddet görüntüleri rol icabıdır. Yani kişi acı çekiyormuş gibi görünmesine rağmen esasen rol yapmaktadır. Bu da rıza ile olan bir şey olduğu için reddedilmesi gereken türün dışındadır.

Internet pornosundan önce basılı yayında pornografi her markette bulunabilen bir şeydi. Türkiye gibi çoğunluğu muhafazakar olan bir ülkede bile süpermarketlerde plastik poşet içerisinde porno dergiler satılıyordu. Elbette bu dergilerin bir kaç kötü tarafı vardı. Birincisi, porno içerik almak isteyen kişilerin bir çoğu sosyal normlar sebebiyle gidip parasını verip bunları satın alamıyordu, ve ikincisi, bu dergiler kullanıldıktan sonra çöplerde sokaklarda bulunabiliyordu. Çocukken yolun ortasında porno bir dergi bulduğumu bugün gibi hatırlıyorum. Ancak internette porno yaygınlaştığından beri basılı porno yayınlar ne marketlerde bulunabiliyor, ne de çöplerde/sokaklarda yanlış kişilerin eline geçiyor.

Araştırmalar gösteriyor ki, Amerika’da 90’lara kadar yükselen cinsel saldırı olayları, 90’larda internet erişiminin artması (ve insanların evlerinde, kendi özellerinde pornoya kolayca ulaşabilmeleri) sonrasında giderek düşmeye başlıyor. Elbette internet erişimi ve tecavüz oranlarının negatif korelasyonu, aradaki nedensellik bağına doğrudan işaret etmiyor, ancak diğer değişkenlerin nötralize edilmesi (polis, şehirleşme, yoksulluk, yaş grupları) sonucunda 10%luk bir internet erişimi artışı, cinsel suçlarda 7%lik bir düşüşe tekabül ediyor.

Ucuz/ücretsiz pornoya en kolay erişen grup, 15-25 yaşlar arasındaki erkekler. Tecavüz suçlarına bakıldığında en çok tecavüz suçunun işlendiği yaş aralığı da bu yaş aralığı.

Pornoya erişimin tecavüz oranlarını düşürmesine bir örnek de Japonya. Yıllardır, Japonya’da çok gelişmiş bir porno ve fuhuş endüstrisi mevcut. Öyle ki, akla gelmeyecek fantazilere hitap eden şirketler mevcut. Bizdeki sigara ya da kola makineleri gibi Japonya’da giyilmiş bayan iç çamaşırı satan otomatik makineler var. Bir erkek (ya da kadın) fantazisini gerçekleştirmek için bir başkasının özel eşyalarını çalma ya da zorla istediğini almak yerine, parasını verip kolayca istediğini elde edebildiği için Japonya’da cinsel suçların oranı dünya ortalamasına göre çok aşağıda.

Nationmaster’a göre cinsel suçlara göre dünya sıralaması şu şekilde. Elbette bu istatistiklerin adli makamlara yansımış suçlar olduğunu belirtmekte fayda var. Suudi Arabistan, Yemen gibi ülkelerde İslami kanunlarla yönetilen ülkelerde cinsel suçların az olarak görünmesinin en büyük sebebi, kadınların tecavüzü adli makamlara ihbar etmemesi, zira bilindiği gibi tecavüze uğradığı için Şeriat kanunu adı altında recm edilen kadınlar var. Zaten BM’in 2009’da yayınladığı bir rapora göre cinsel saldırı suçlarının sadece 55%i ihbar ediliyor.

Konumuza dönelim. Pornoya ulaşmanın cinsel saldırı suçlarını azaltmasının mekanizması üzerine konuşmakta fayda var.

Pornografi sadece cinsel olarak sosyal normlara bağlı kalamayan (davranış bozukluğu olarak görülebilecek) kişilerin değil, gayet normal bir hayatı ve cinsel ihtiyaçları olan insanların da ihtiyaçlarını kendi özelinde ve kimseye zarar vermeden giderebilecekleri bir araç. Örneğin cinsel isteği eşinden fazla olan bir erkek, kendi eşini sürekli cinsel ilişkiye zorlamaktansa, porno ve masturbasyonla bu ihtiyacını gidererek evliliği kötü etkileyebilecek davranışlara girmek zorunda kalmaz. Aynı şekilde eşinin yapmak istemeyebileceği bir fantazi söz konusu olduğunda bunu yine porno sayesinde giderebilir.

Veya gençleri ele alalım. Cinsel eğitimi dandik olan ülkemizde bir çok kişi, evlenene kadar hayatında hiç karşı cinsi çıplak görmemiş ve ne yapacağını nasıl yapacağını bilmeden ilk gecesini yaşayabiliyor. Ya da çocuklar meraklarına yenilip çocuk yaşta bebek sahibi olabiliyorlar. Belli bir yaşa gelmiş çocukların (15? 14?) cinselliği düzgün bir kontekst içerisinde öğrenmeleri ve meraklarını gidermeleri, cinsel yolla bulaşan hastalıkları, çocuk yaşta hamileliği ve travmatik sonuçları olabilecek olayları (ilk deneyimde başarısız olmak, alay konusu olmak) engelleyebilir.

İstatistiki bilgileri inceleyen Stanford Hukuk fakültesinden Todd Kendall, İnternet erişiminin diğer suçların artması ya da azalmasıyla herhangi bir korelasyonunu bulamazken cinsel suçlarda daha önce bahsettiğim azalmayı görmüş. Çalışmasını ekonomi bakış açısıyla yazmış ve internet pornosu (ve edinmenin kolaylaşması) ile cinsel suçların birbirinin muadili ürünler gibi görülebileceğini yazmış. İki ayrı marka süt gibi düşünülebilir – birini edinmek kolaylaşınca/ucuzlaşınca, diğerinin pazar payı azalıyor. Bu bakış açısıyla internet pornosunun kolayca ulaşılabilmesinin diğer “ürün” olan cinsel suçların “pazar payı”nı azalttığını istatistiki verilerle göstermiş.

Benzer bir etki şiddet içeren sinema filmleri ve şiddet içeren suçlarda da görülüyor. Şiddet içeren filmlerde artan her 1 milyon seyirci, suç oranlarında %1.3’lük bir düşüşe eşlik ediyor. Laboratuvar ortamlarında şiddet içeren yayınlar izlemek kişilerin şiddet isteğini artırıyor görünse de, gerçek dünyada aynı porno gibi filmlerdeki şiddet ve gerçek dünyadaki şiddet birbiriyle “pazar payı” için rekabet eden iki “ürün” gibi görünüyorlar. Araştırmanın tamamı şu adreste.

Pornonun cinsel suçları azalttığıyla ilgili bir başka çalışma da Hawaii üniversitesinde gerçekleştirilmiş ve aynı sonuca varmış: pornoya erişim ne kadar kolaysa, cinsel suçlar o kadar azalıyor. Aynı bulguya varan bir başka araştırma da şuradan okunabilir. Hatta benzer bulgulara 1976’da New Scientist dergisinde de yer verilmiş.

Yani kanıtların ortaya koyduğu şey bariz : porno, sosyal açıdan faydalı bir işleve sahip.

Peki devletin pornografiyi (ve diğer “sakıncalı” bulduğu şeyleri) yasaklamak istemesi? Öncelikle insan haklarına aykırı bir durum. Benim haber alma, bilgi edinme, porno izleme ve ihtiyaçlarımı kendi uygun gördüğüm şekilde giderme haklarımı devlet güya benim iyiliğim için elimden alıyor. Elbette Türkiye gibi daha adam gibi üniversite seçme sınavı yapamayan bir ülkede bunun ne kadar sağlıklı işleyeceğini tahmin etmek zor değil. Dar görüşlü bir yobazın “günaaaarrgghhh!!!” diyerek kafasına göre yasakladığı binlerce, yüz binlerce bilgi kaynağından bahsediyoruz. Ben birey olarak neyi izleyip izlemeyeceğime, neyi okuyup okuyamayacağıma ve çocuğuma neyi öğretip öğretemeyeceğime benden başka hiç kimsenin karar vermesini kabul etmiyorum. Cinsel ihtiyaçlarını pornografiyle kendi evinde kimseye zarar vermeden gideremediği için bir başkasının gelip bana zarar verme ihtimalinin artmasını istemiyor ve bunu kabul etmiyorum.

Bu sebeple 22 Ağustos’taki “internet filtreleme” meselesine karşı net bir tavır koyup, yaygara yapmak gerekiyor. Ekşi Sözlükte bugün ihbarweb sitesine (ki benim blogumun da ara ara şikayet edildiği bir yer) tib.gov.tr’nin (ihbarweb’in sahibi devlet kurumu) şikayet edilmesi çağrısı yapan kişilerin yazıları var.

Ayrıca 22 Mayıs’ta bir yürüyüş organize edilmiş. İmkanı olanların bu yürüyüşe katılmalarını tavsiye ediyorum.

Vatikan’dan “Sübyancı Papazları polise ihbar etmeyin” emri

Evet, Vatikan’ın bugüne kadarki “hayır biz kesinlikle pedofil papazları koruyacak bir şey yapmadık” savunmasını yalanlayan 1997 yılında Irlanda’ya yollanmış bir mektup ortaya çıktı. Mektup dönemin Vatikan’ın İrlanda’daki büyükelçisi başpsikopos Luciano Storero‘nun imzasını taşıyor ve pedofiliyle suçlanan papazların polise ihbar edilmemesini emrediyor.

Storero mektubunda “bu olayların ortaya çıkması ahlaki ve kilise açısından büyük problemlere sebep olacaktır” yazmış. Küçük çocuklara cinsel istismar yapan papazları korumaya yönelik bir komplodan bahsederken “ahlak” kelimesini nasıl kullanıyor, anlamak güç. Mektup ayrıca “kanunun noktasına kadar takip edilmesi gerektiği”ni söylüyor. Burada kanundan kasıt Katolik Kilisesi kanunu. Yani “kol kırılır, yen içinde kalır” kanunu.

Çocuklar dikkat!

Elbette bu emrin İrlanda’ya özel olduğunu düşünmek saflık olur. İrlanda’da geçerli olan emir, her yerde geçerlidir.

Lezbiyen ebeveynli ailelerde çocuk istismarı oranı sıfır

Yeni yayınlanan bir araştırmaya göre iki lezbiyenin ebeveyn olduğu ailelerde çocuk istismarı oranı 0. Bu oran Amerika’daki heteroseksüel ebeveynli ailelerde %26 olan (daha çok şiddet ve baskı şeklindeki) istismar ve 8% olan cinsel istismar oranlarıyla karşılaştırılınca ortaya ilginç bir tablo çıkıyor.

Eşcinsel ailelerde yetişen çocukların homoseksüel olacakları iddiasıyla ilgili de araştırma, bu ailelerde yetişen çocukların %2.8’inin eşcinsel olduklarını gösteriyor.

24 yıldır süren araştırma, sağcı-muhafazakar-dindar kesimin şiddetle karşı çıktığı ve “ailenin kutsallığını ve yapısını bozan” eşcinsel evliliklerin ne kadar zararlı olduğu sorusuna ışık tutuyor.

Elbette burada önemli bir nokta var. O da lezbiyen çiftlerin çoğunlukla çocuklarını planlayarak suni döllenmeyle yaptıkları ya da evlat edindikleri. Bu şekilde çocuk sahibi olan heteroseksüel çiftlerle kıyaslandığında ortaya çıkacak olan tablo benim tahminimce benzer olacaktır. Yani bu araştırmadan çıkarabileceğimiz sonuç lezbiyen çiftlerin otomatikman çocuklara daha iyi davrandıkları değil, lezbiyen çiftlerin planlayarak edindikleri çocuklarına en az benzer şartlardaki heteroseksüeller kadar iyi baktıklarıdır. Yani lezbiyen bir çift olmak çocukların yetişmesinde iddia edildiği gibi kötü bir etken değil. Ancak otomatikman iyi bir etken olduğunu da söyleyemeyiz.

Bir de bu araştırmadaki örneklem epey küçük göründü bana, 78 aile uzun süreli izlenmiş olsa da, 78 yine de küçük bir örneklem. Gerçi zaten araştırmacılar “daha çok araştırma gerekiyor” demişler.

Filistinli Ateist Blogcu Gözaltında

Bir süredir İslam karşıtı bir Facebook sayfası yayınlayan Waleed Al-Husseini kimliğinin ortaya çıkmasından sonra polis tarafından göz altına alındı.

Al-Husseini’nin Facebook sayfası kapatılınca Enlightenment of Reason (Aklın aydınlatıcılığı) isminde bir blog kurmuştu. Blogu keşfeden annesi internet bağlantısını iptal edince Al-Husseini ölümcül bir hata yaparak (biliyorsunuz İslam’dan çıkmanın cezası ölüm) bi internet kafede günde 7 saat geçirerek blogunu güncel tutmaya çalıştı. Kafe çalışanlarından birisi de bilgisayardan girilen sitelerin dökümünü polise bildirince 25 yaşındaki berberlik yapan Al-Husseini tutuklandı.

Suçu İslam’ı kötülemek. Gerçi konu İslam olunca somut tarihi gerçeklerden bahsetmek bile kötülemek gibi algılanabiliyor.

Elbette bu tipik bir İslamcı iki yüzlülüğü. Filistin’de diğer dinlere dair eleştiriler gayet rahat bir şekilde dile getirilebilirken İslam’a dair eleştirilerin bu şekilde susturulmaya çalışılması ironik. Al-Husseini blogunda şu şekilde bir beyanda bulunmuş (tercüme):

Müslümanlar bana niye İslam’ı bıraktığımı soruyorlar. Bana garip gelen şey Müslümanların İslam’ı terketme olanakları olduğundan habersiz olmaları. Herkes bu hakka sahip. İslam’ı bırakan herkesin batının ve Yahudi devletinin bir ajanı olduğunu, bu ülkelerden ve gizli servislerinden tomarla para aldıklarını sanıyorlar. İnsanların aslında fikirlerinde özgür olduklarını ve istedikleri şeye inanabileceklerinin farkında değiller.

Bu makaleyi yazarken İslam’ın Hrıstiyanlık ya da Yahudilikten daha kötü olduğunu söylemediğimin altını çizmek istiyorum. Okuyucu benim diğer dinleri İslam’a tercih ettiğimi düşünmesini istemiyorum. Dinler aptallıkta birbiriyle yarışan bir sürü saçmalık ve inanılması güç efsanelerden başka bir şey değil.

Konuyla ilgili bir Facebook sayfası kurulmuş.

Türkiye’nin çok sevdiği, çok desteklediği ve yardım etmek için hiç bir fırsatı kaçırmadığı Filistin’de din ve vicdan özgürlüğü olmaması ne kadar üzücü. Eh, ne demişler? Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Türkiye’nin yakın geçmişteki arkadaşları – Sudan, Filistin, Pakistan, İran, Brezilya. Ortaya çıkan resim endişe verici.

Dinden dönmenin cezası nedir?

İrtidad olarak da bilinen İslam’dan dönmenin cezası, kısaca ölümdür. İslam’da zorlama yoktur kaidesi İslam’ı henüz kabul etmeyenler için geçerlidir, ancak İslam’ı kabul ettikten sonra dinden dönen kişi aynı zamanda “fitneci” olarak görüldüğünden cezalandırılması gereklidir.

Konuyla ilgili şu yazı daha fazla detay barındırıyor.

Hemen altta da konuyla ilgili 7 dakikalık bir video var. Konunun esas odak noktası irtidad değil, ama İslam’a inanan bir ailenin çocuğu olarak doğan bir bireyin İslam’dan vazgeçme hakkı üzerine. Türkçe altyazılı, Garajımdaki Ejder’den.

Videoyu doğrudan embed etmek yerine linklerini paylaşıyorum zira Youtube yasakları bir çok kullanıcıyı zorlamaya başladı.

2010 senesinde, bilgi ve haber alma özgürlüğünün anayasal haklarla korunduğu bir ülkede yaşadığımıza inanmak giderek zorlaşıyor.

Videonun linkleri:

http://www.youtube.com/watch?v=xrTAnbzyLos – Video’nun başlığı: Richard Dawkins: “İrtidad Etmenin Cezası Nedir?”

http://www.facebook.com/video/video.php?v=102703736447695

Video yine Garajımdaki Ejder’den.

Din adına sivillere şiddet meşru mu?

Uluslararası kamuoyu araştırma şirketi PEW Müslüman ülkelerde intihar bombacılarına olan bakışı incelediği bir çalışmaya dair detayları yayınladı.

Sorulan sorunun tercümesi aşağı yukarı şu şekilde:

Bazı insanlar, İslam’ı düşmanlara karşı korumak için sivil hedeflere yönelik intihar saldırılarının ve diğer şiddet içeren yöntemlerin meşru olduğunu düşünüyorlar. Bazı insanlar ise sebebi ne olursa olsun hiç bir şiddet eyleminin meşru olamayacağını söylüyorlar. Sizce İslam’ı korumak için şiddet eylemleri çoğunlukla meşru veya bazen meşru olabilir mi yoksa hiç bir zaman meşru olamaz mı?

3 seçenekli soruya (çoğunlukla meşru, bazen meşru, asla meşru olamaz) verilen cevapların ülkelere göre dökümü şu şekilde (2009 sonuçları):

Türkiye’de soruya çoğunlukla meşru ya da bazen meşrudur cevabını verenlerin oranı %4. Nüfusa vurursak 2.800.000 kişi sivillere yönelik intihar eylemleri veya benzeri şiddet eylemlerini bazen bile olsa meşru buluyor. Yani aynı ülkeyi paylaştığımız 2.800.000 insan, din adına sivillerin öldürülmesini meşru bulabiliyor.

Homofobi

Bir süredir – özellikle Ekşi Sözlükte homofobiyle ilgili başlıklar ve yazılar görüyorum. Homoseksüelliğin anormal, ahlaksızca, iğrenç vs olduğunu söyleyen ve açıkça homoseksüellere karşı düşmanlık gösteren kişilerin yazdıkları şeyler haftada bir kaç kez tartışmalara sebep oluyor.

İşin ironik tarafı, homofobinin sebebinin genellikle bastırılmaya çalışılan homoseksüel dürtüler olması. Yani homoseksüellere karşı düşmanlık besleyen kişilerin bir çoğunun aslında homoseksüel eğilimleri var ancak toplumsal baskılar sebebiyle bunları açığa vuramıyor ve açığa vuranlara karşı bir düşmanlık besliyorlar.

“Hadi canım öyle saçma şey olur mu” diye karşı çıkmadan önce, şu araştırmayı bilginize sunmak istiyorum. 1996 tarihli araştırmada üniversiteye giden ve rastgele seçilen erkeklerin önce bir anketle (1980 tarihli Index of Homophobia) homoseksüelliğe dair hislerini/yargılarını ölçüyorlar. Bu erkekleri homofobik ve homofobik olmayan olarak iki gruba ayırıyorlar.

Daha sonra bu erkeklere heteroseksüel ve homoseksüel pornografik filmler izletiyorlar, penislerine ve vücutlarına bağladıkları sensörler yardımıyla filmlerden ne kadar etkilendiklerini (daha doğru bir tanımla cinsel anlamda tahrik olduklarını) ölçüyorlar. Erkeklerin tümü heteroseksüel ve lezbiyenlerin oynadığı pornografik filmlerden tahrik olurken sadece homofobik erkekler homoseksüel erkeklerin oynadığı filmlerden tahrik oluyorlar.

Araştırmanın sonucu: homofobik erkeklerin sakladıkları veya farkında olmadıkları homoseksüel dürtüleri bulunuyor.

Bu araştırma sonuçlarıyla paralel, gerçek dünya örnekleri saymak da mümkün. Örneğin Amerika’da homoseksüel karşıtı söylemleriyle bilinen politikacı ve din adamlarının homoseksüel ilişkileri olduğu ortaya çıkıyor. Şurada bir “Top 10” listesi görülebilir.

Erkek bir fahişeyle yakalanan homofobik Evanjelist papaz Ted Haggard, Richard Dawkins'e vaaz verirken.

Evanjelik papaz Ted Haggard erkek bir fahişeyle yakalanmıştı

Özetle homofobik olan, ve bu homofobiyi açık düşmanlık ve ayrımcılığa dönüştüren kişilerin aslında homoseksüelliklerini saklayan veya bunun farkında olmayan kişiler olduğunu söylediğimiz zaman gayet sağlam dayanaklarımız mevcut.

Bir diğer ilginç nokta da homoseksüellerin çok büyük bir bölümünün günlük hayatta heteroseksüellerden ayırt edilememesi. Yani doktorunuz, kapıcınız, bindiğiniz otobüsün şoförü ve güzel sevgilileriyle meşhur film yıldızı aslında homoseksüel olabilir – ve bunu asla bilemeyebilirsiniz. Bir homoseksüel, homoseksüel olduğunu gizlemek isterse bunu çok güzel başarabilir.

Homoseksüellik bir ahlak problemi değildir. Zira bizim bildiğimiz manada bir ahlaka sahip olmayan canlılarda da homoseksüel davranışlar görülmektedir. Wikipedia’ya göre 1500’den fazla türde homoseksüel davranışlar gözlemlenmiştir. Bu da homoseksüelliğin ahlaki bir problemden ziyade doğada başka türlerde de görülen bir nevi genetik varyasyon olduğunu gösterir. Tıpkı esmer, solak, zenci ya da uzun boylu olmak gibi. Esmer, solak, zenci ve uzun boyluları bu fiziksel özelliklerine göre değerlendirmek ayrımcılık ve insan haklarına aykırı bir durum ise, homoseksüellere bu türden ayrımcılık yapmak da aynı şekilde bir insan hakları ihlalidir.

Ailelerinin nefretine ve cehaletine alet olan zavallı çocuklar

Homoseksüellere karşı düşmanlığı besleyen şeylerin en önemlisi de, şüphesiz ki dinlerdir. İbrahimi dinler, homoseksüelliği (yanlış bir şekilde) ahlaki bir problem olarak ele almışlar ve Lut kavmi hikayesi gibi masallarla lanetlemişlerdir. E “Allah homolardan nefret eder” diye düşünen ve kafasını daha fazla çalıştırmaya gerek görmeyen kişiler de doğal olarak homoseksüelliği bir ahlak problemi olarak görüp önyargılı bakmaya eğilimli olurlar.

Yani homofobinin kökeninde gizlenen/farkında olunmayan homoseksüel dürtüler ve dogmatik cahillik yatmaktadır. Ekşi Sözlükteki (ve başka yerlerdki – örneğin TBMM) homofobik kişilerin yazdıklarında ve söylediklerinde de bu düşüncemi değiştirecek herhangi bir şey görememekteyim.