Ünlülerin medyumundan 2010 kehanetleri

Bugünlerde günlük gazetelerden bir parça uzak kaldım. Ancak adım gibi eminim ki en az bir gazetede bu başlıkta bir haber vardır. Nereden mi biliyorum? Çünkü bugüne kadar hemen hemen her sene buna benzer bir başlık taşıyan haberler, yılbaşına yakın günlerde gazetelerde yerini buluyor.

Yazının tamamını okumaya üşenenler için özet geçiyorum – ki belirtmem gerekir ki aslında çok uzun değil – : Atıyorlar. Yok öyle bir şey. Kehanet diye bir şey yoktur. Ancak şanslı iddialar vardır.

Yazının devamını okumak isteyenler buradan buyursun.

Medyumlar, cinlerle, hayaletlerle ve başka başka hayali varlıklarla iletişim içinde olduklarını söyleyen, bazen de rüyalarda ya da hayaller aracılığıyla bilmelerine imkan olmayan şeyler hakkında (gelecek veya geçmişle ilgili) bilgiler veren kişilerdir. İşin aslı, bu insanlar ya

a) Tamamen işkembeden atıp doğru tutan bir kaç tane atışlarını reklam ederek “kehanette bulundum” diyorlardır, veya

b) Hemen hemen herkesin biraz dikkat ederek yapabileceği şekilde isabetli tahminlerde bulunuyorlardır.

Bu yazıda ele alacağım versiyon, dövmesi kolay versiyon – yani tamamen işkembeden sallayanlar.

Bir örnek görelim. 2010 yılı için kehanetlerde bulunan ünlü medyum Mustafa Kılıç’tan geliyor:

İbrahim tatlıses 2010 yılında çok ciddi sağlık problemleri yaşıyor. Bu sağlık problemleri kendisini yatağa düşürüyor.İbrahim Tatlıses her türlü tv programlarından uzak kalıyor ve sadece bu değil kendisine hazırlanmış olan saldırılar oluyor ve yine bu konuyla ilgili problem gündeme bomba gibi düşüyor. 2010 yılı İbrahim Tatlıses için çok felaket oluyor.

Seda Sayan eşi Onur Şan’la ayrılık yaşıyor. Çok büyük kavgaların sonu artık geliyor ve bu ayrılık yargıya kadar gidiyor. Bu ayrılık kamuoyunu bir hayli meşgul ediyor çünkü ayrılığın sebebi Onur Şan oluyor.

Bülent Ersoy 2010 yılında evleniyor. Sadece 6 ay sürecek bu evlilik Bülent Ersoy’u çok üzecek çünkü bu sefer çok sevecek. Ama Bülent Ersoy’un genel anlamda zaten kısmeti kapalı olduğu için hiç bir evliliği sürmeyecek ancak yine bu yeni yılda mutsuz olacak. Olaylı bir açıklama sonucu ile bu ayrılık yaşanacak

Okan Bayülgen 2010 yılında çok büyük bir trafik kazası yaşıyor. Yatağa düşüyor aylarca yatakta kalıyor bu yetmezmiş gibi evliliği de apansız bitiyor. Sokakta bir kavga sonucu yine hastanelik oluyor tam anlamıyla 2010 yılı Okan Bayülgen için tam bir felaketle sonuçlanıyor

Saba Tümer 2010 yılında yeni bir aşka yelken açanlardan ve aşktan uzak kalanlarımızdan bir ünlümüz. Yeni aşk yeni yılda Saba Tümer’i bir hayli mutlu ediyor ama sadece 3 ay sürüyor ve Saba Tümer artık çığırından çıkıyor. Erkekler konusunda çok ciddi açıklamalar yapıyor 2010 yılı güzel başlıyor ama kötü bitiyor.

Tarkan 2010 yılında gizli olan aşkı ortaya çıkıyor. Bomba gibi bir yıla geçiş yapıyor ama bu ilişkisi çok ilginç bir ilişki uzak doğudan biriyle. Türk biri değil ve Tarkan 2010 yılına mutlu bir şekilde giriş yapan ve sonu da mutlu bir şekilde sürüyor.

Hülya Avşar 2010 yılında yeni bir aşkla hayatına devam ediyor. Bu yeni aşk 3.aylarda ortaya çıkmış oluyor yaşça küçük olan bu ilişki yine basına değişik yorumlarla Hülya Avşar’ın sinirlerini bozuyor ve Hülya Avşar’ın bu ilişkisi bir çok insan yüzünden aynı yıl içinde son buluyor.

Bu iddiaları ve benzeri iddiaları ortaya atan “medyum”la ilgili kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, kafasının çok fazla çalışmadığı ve ileriyi pek göremediği. Neden? Çünkü bu “kehanetler” fazlasıyla spesifik. Ve gerçekleşip gerçekleşmediğini kontrol etmek sadece 1 sene beklemeye bakıyor. Gelecek sene, bu zamanlarda, unutmazsam bu iddiaların gerçekliğini kontrol ederiz. Belki gerçekten de psişik güçleri olan ve geleceği görebilen bir medyumla karşı karşıyayızdır. Ancak geçmiş tecrübelere bakarak rahatlıkla diyebilirim ki, muhtemelen gelecek sene bu iddialarla epey dalga geçeceğiz.

Akıllı bir medyum, yanlışlanmasını maksimum derecede zorlaştıracak muğlak kehanetlerde bulunur. Der ki “dünyada çok büyük acı yaşanacak”.
Vay be?
Dünya’da çok büyük acı yaşanmamış bana bir tek yıl göster? Acı sürekli yaşanıyor. Deprem, sel, fırtına gibi şeyleri geçtim. Hiç yoksa geçim derdi çeken fakir insanlar var. Medyum kolaylıkla, “ben yokluk içinde yaşayan ve yoksulluktan ötürü erken ölen insanların acısını kastediyordum”.

Veya der ki “Türkiye’de çok önemli politik olaylar gerçekleşecek”.
Yok ya?
Türkiye’de son yıllarda neredeyse her gün önemli olaylar gerçekleşiyor. Hayatımız bilgisayar oyununa döndü, sürekli aksiyon. Ama medyumu böyle kehanetlere bağlı kaldığı sürece yanlışlamak zor. Müşterilerine de “soğuk okuma” yapmaya devam ettikçe, gelsin paracıklar.

Neyse, konumuza dönelim.

Madem elimizde gelecek senenin bilgisi mevcut değil, o halde geçtiğimiz sene için yapılan “kehanet”leri ele alalım. Bunlar Google’da 5 dakika içerisinde bulabildiğim geçmiş senelere dair kehanetlerden seçmeler.

Medyum Keto’dan 2009 kehanetleri:

– 2009 yılı mart ayındaki yerel seçimlerde AKP’nin durumu ne olacak? Ve kim kazanacak?

2009 yılı yerel seçimlerinde AKP’nin durumu iyi devam ediyor. Ve seçimleri yüzde 80 AKP alıyor…

Yüzde 80 AKP alıyor’dan kastı oyların 80%’ini alıyor ise, biraz şaşmış. AKP 38% oy almıştı.
– 2008 yılımız krizle noktalanıyor. 2009 yılında kriz devam edecek mi?
2009 yılının nisan ve Ağustos ayları arasına kadar kriz devam edecek. Fakat bu kriz adı konulmuş bir kriz olarak var. İnsanlarımızı pek etkilemiyor.
Bunun epey şaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
– Melih Gökçek Ankara’da ki görevine devam edebilecek mi?
Melih Gökçek’in ayağı kayacak.
Son kontrol ettiğimde Gökçek hala belediye başkanıydı.
– Deniz Baykal ve Partisinin genel durumu ne olacak?
Yine 2. Ya da 3. Parti olarak çıkacak kutudan ve görevine devam edecek.
Eh bunu bilmek için medyum olmaya gerek yok. Süleyman hep başbakan, Baykal hep genel başkan

– Amerika Birleşik Devletleri’nin Başkanı Obhama’nın gelmesiyle dünyadaki değişimler ve gelişmeler ne olacak?
Obhama, dünyanın şeklini değiştirecek. Ve Türkiye’ye ekonomik anlamda yardımda bulunacak.

Henüz değişen bir şey yok. Obama’nın 2009 yılında Türkiye’ye ekonomik bir yardımı da olmadı.
– Hülya Avşar ve Sadettin Saran birlikteliği evlilikle noktalanacak mı?
Evet, 2009 yılında evleniyorlar. Ve bir tane daha kızı olacak. Bunun için tüp bebek yöntemine başvuracaklar.
Bildiğim kadarıyla evlenmediler. Kızı olmadığından eminim. Hele tüp bebek? Bunu duyardık herhalde?
– Ebru Gündeş ile Osmantan Erkır evlenecek mi?
Bulabildiğim kadarıyla evlenmeden ayrılmışlar.
Bir başka medyum da Şükran isimli medyum. Bakalım ne demiş:
İbrahim Tatlıses`in 2009 yılında kalp krizi sonucunda ölüm tehlikesi atlatacağını öne süren Şükran, `Seda Sayan, siyah bir cip ile trafik kazası geçirdikten sonra eşi Onur Şan`dan ani bir kararla ayrılacak. Gülben Ergen eşiyle bir yıldan beri büyük sorunlar yaşıyordu. 18 ay sonra resmen ayrılacaklar` şeklinde konuştu.
Gülben Ergen, eşiyle evli, İbo gayet sağlıklı, Seda Sayan da bu sene henüz siyah bir ciple kaza yapmadı ve bildiğimiz kadarıyla hala evli.
Bu da çok eğlenceli, 2008’le ilgili, Medyum Jülide Zeynep’ten geliyor:
Medyum Zeynep: “2008 Mart ayına kadar Türkiye var olan sıkıntılarını sürdürecek. Mart’tan sonra ekonomi çok iyi gidecek. Ne var ki 2008’in sonunda en geç Aralık’ta erken seçim yapılacak. Bu seçimin sonunda ise Türkiye’de iç savaş çıkacak. Şubat ayına kadar ise büyük bir deprem olacak.”
Bu açıklamalar üzerine çok sinirlendiği gözlenen Cenk Eren, Jülide Zeynep’e ‘neden erken seçim olacak?’ diye sordu. Medyum’un yanıtı şöyle oldu: ‘İçime öyle doğuyor.’ Bunun üzerine Cenk Eren, medyum Zeynep’i insanları kandırmakla suçlayarak, ‘Gerçekten Allah’ın hidayetine ererek, gariban insanları kandırıp paralarını almanızın sona ermesini diliyorum’ dedi.
Mart 2008’den sonra ekonominin geldiği hali az çok biliyoruz. 2008 Aralık’ta erken seçim olmadı. İç savaş çıkmadı. Şubat ayında büyük bir deprem olmadı. Cenk Eren insanları kandırma kısmını güzel söylemiş.
Şu iki haber de olayı aslında güzel özetliyor :
Almanya’da medyumlardan oluşan bir topluluk 2009’a dair 140 kehanette bulunduklarını ama bunların hiçbirinin tutmadığını söyledi.
Paranormal Olaylar ve Araştırma Birliği, 140 kehanetlerinin her birinin yanlış çıktığını itiraf etti.
Çay yaprağı okuyan ve üzerinde alfabe ile “evet”, “hayır” kelimelerinin olduğu tahtalar vasıtasıyla ruhlarla konuşan birliğin üyeleri ABD Başkanı Barack Obama ile Frankfurt ve Berlin’deki teröristlerin suikasta kurban gideceğini söylemişti.
Aslında kehanetlerden bir tanesi tuttu, o da ünlü pop yıldızı Michael Jackson’ın ölümüydü. Ama birlik bunun da medyumlar tarafından her sene yapılan bir kehanet olduğunu dile getirdi.
24.12.2007 02:53
Falcıların 2007 kehanetleri tutmadı.
Yeni yılın yaklaşmasıyla birlikte TV ekranları, 2008 için kehanetlerde bulunan falcı ve astrologlarla doldu. Peki, geçen yıl yapılan tahminler ne kadar tuttu? Kendini “gelecek mühendisi” olarak tanıtan Metin Sırma’nın 2007 için şu kehanetleri tutmadı:
ALTUĞ BİLAKİS EVLENDİBeyaz ve Okan Bayülgen evlenmedi. Sibel Can, Ebru Şallı ve Mehmet Ali Erbil boşanmadı. Petek Dinçöz ile Can Tanrıyar ayrılmadı. Pınar Altuğ ile Yağmur Atacan ayrılmadığı gibi, evlilik kararı aldı. Cem Yılmaz TV şovuna başlamadı. Özcan Deniz yurtdışına yerleşmedi. Burcu Güneş’in albümü çok satmadı. Tarkan popülerliğini yitirmedi.
GÜNDEŞ TAHMİNİ FOS
Falcı “Fatma Bacı”nın Beyaz Show’da yaptığı 2007 magazin kehanetleri de gerçekleşmedi. “Fatma Bacı,” Beyaz’ın Kütahya veya Eskişehirli bir kızla evleneceğini söylemiş, Asuman Krause’nin de evleneceğini iddia etmişti. Ancak bunlar gerçekleşmedi. Astrolog Esin Uzer ise 2007 kehanetlerinde Ebru Gündeş’in aşk açısından çalkantılı bir yıl yaşayacağını, Tamer Karadağlı’nın çocuğu ve eşiyle sakin bir yıl geçireceğini öngörmüştü. Bunlar da pek isabetli tahminler olmadı.
Falcıların özel güçleri yok. Medyum diye bir şey yok. Bugüne kadar, kontrollü koşullarda paranormal bir güç gösterebilmiş tek bir insanoğlu yok. Daha önceki kehanetlerinin tutma yüzdesine bakarak gayet rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 2010 için yapılan kehanetler, öncekiler gibi fos.

Kabe ve Altın Oran

Daha önce Altın oran ve Kabe safsatasıyla ilgili uzunca bir yazı yazmıştım.

Şu videoyu da yeni keşfettim, benim yaptığım hesaplara yaklaşık sonuçlara ulaşan ve videolu bir anlatım sunan bir (sanıyorum) Avustralya’lının videosu. İngilizce, 5:30 dakika. Youtube’da.

Keşke böyle “mucize”lere dair daha çok video falan yapsalar da ben de konu sıkıntısı çekmesem 🙂

Harun Yahya insanı Ateist yapabilir mi?

Bal gibi yapar.

Ateizme varan içsel yolculuğunuz gerçekte nasıl başladı? Bu yolda en büyük uyarıcı etmen neydi, bir düşünün. Bir cümle, bir deneme, bir kitap, belki bir bilim adamı yahut dünyanın saydığı bir filozof? Karl Marx, Carl Sagan, Bertrand Russell ya da Jean-Paul Sartre? Hayatınızın akışını kökünden değiştiren, bilincinize yepyeni bir rota kazandıran o ilk impulsa bir isim vermek gerekseydi bu kim olurdu dersiniz?

Sizi bilmem ama benim için bu isim Harun Yahya’dan başkası değil.

Devamı için şuraya tıklayınız.

Eleştirel Düşünce

Youtube kullanıcısı Qualia Soup’tan yine güzel bir video. 5 dakika, İngilizce, ama bendeniz üşenmedim tüm videoyu tercüme ettim.

Kontrol edecek vaktim olmadı, arada hatalar ve kulağa hoş gelmeyen cümleler olabilir, ama ana mesajı olduğu gibi veriyor diye düşünüyorum.

Video – altyazılı haliyle altta.

Birine bir balık verin o gün yemek yerler.

Birine balık tutmayı öğretin ve bir daha aç kalmazlar.
Bunun gibi atasözleri yeni becerileri öğrenmenin insanı nasıl kendi kendine yeten birisine dönüştürdüğünü hatırlatıyor. Bu durum en çok eleştirel düşünce için geçerlidir.
Bir problemin çözümünü ezberlerseniz belki o problemi ustalıkla çözebilirsiniz. Eleştirel düşünce becerinizi geliştirirseniz bir çok yeni problemi çözebilmek için kendi araçlarınıza sahip olursunuz.
Eleştirel düşünce bilgiyi ve kendi düşüncelerimizi düzenli bir şekilde değerlendirmemizi sağlayan bir çok düşünsel beceri ve aktiviteyi (analiz etme, kavramlaştırma, tanımlama, inceleme, idrak etme, dinleme, sorgulama, akıl yürütme, sentezleme) içerir.
sorun ve zayıflıkları kabul edip kendi düşüncemizi eleştirebilme yetisi ve isteğine sahip olduğumuz zaman, düşünce süreçlerimiz gelişir ve böylece daha kapsamlı düşünüp değerlendirebildiğimiz gibi yanlış fikir ve ideolojileri daha rahat reddedebiliriz.
Eleştirel düşünce sadece “daha fazla” düşünmek değildir. Kişi yanlış bir fikri savunmak için veya cevap alınmadan önce tekrar formüle edilerek sorulması gereken bir soruyu cevaplamak için olağanüstü çaba harcayabilir ama eğer kendi yaklaşımlarındaki hatalar ve eğilimleri dikkate almıyorlarsa eleştirel biçimde düşündükleri söylenemez.
Kendi düşünce biçimimizdeki yetişme ve kültürden gelen eğilimleri fark edip yok etmek ve kendi inançlarımızı yalanlasa bile gerçeklerle örtüşen bilgi ve kanıtları kılavuz edinmek istiyorsak daha iyi bir şekilde düşünmeyi istememiz gereklidir.
Eleştirel düşünmeye başladığımızda benimsediğimiz inançlarımız artık “değişmez” değildir, bunun yerine eğer inançlarımızın yanlış olduğu gösterilirse fikrimizi değiştirmemizin en doğru davranış olacağının bilinciyle devam ettirilirler.
Eleştirel düşünenler bakış açılarını genişletip bilgilerini artırmak için bir heves ve merak geliştirirler ve bir konu ile ilgili doğru bilgiye sahip olabilmek için gerekli zahmete girmeye razıdırlar.
Bir açıklamanın ciddiye alınabilmesi için gerçekten bir şeyleri açıklaması gerektiği ve deneye tabi tutulabilir olması gerektiğini, bununla birlikte meşru teorilerin yanlışlanabileceği durumları da tarif ettiklerini bilirler.
(Ciddiye alınamayacak açıklama: Güneş Tanrı kızgın olduğu için hasat kötü > Hem bir şey açıklamıyor hem de deneye tabi tutulabilir bir açıklama değil.
Meşru teori:
-Evrim teorisini çürütebilecek şey nedir?
-Bir çok şey, Palaeozoik zamanda yaşamış bir panda gibi)
Eleştirel düşünce skeptisizm (şüphecilik)’i benimser. Şüphecilik bazılarının sandığının aksine yeni fikirlerin değerlendirilmeden reddedilmesi anlamına gelmez. Şüphecilik, karşılaştığımız iddiaları otomatikman kabul etmemizi engelleyerek iddiaları incelememizi, arka planda yatan mantığı, varsayımları ve eğilimleri görmemizi sağlar.
Bir iddiayı meydana getiren akıl yürütme, duygulara ya da toplumsal baskılara göre değil, sağlam temellere dayanan mantığa göre olmalıdır. Çünkü bir iddianın doğruluğu bu iddiaya eşlik eden duygulara ya da iddianın belli sosyal gruplarda kabul görmesine göre belirlenmez.
Bazen insanlar akıl yürütmenin bir değeri olmadığını (çünkü insan işi olduğunu) söylerler. Ancak bu makul bir duruş değildir. Akılcı düşünceye karşı olmak bindiğiniz dalı kesmek gibidir. Zira bu karşı olduğunuz şeyi bizzat kullanarak argümanlarınızı ileri sürmeye çalışıyorsunuz demektir.
Akılcı düşünce, anlık ve önemsiz bile olsalar hayatımızı idame ettirirken verdiğimiz karar ve vardığımız yargılarımız için elzemdir.
Eğer belli bir akıl yürütme hatalıysa, anlayışımızı nasıl geliştirebiliriz? Akıl yürütmeyi hepten bırakarak mı yoksa hatalarımızı dürüstçe inceleyerek mi?
Akılcı düşünce ve/veya kanıtlara saygı duymamak, veya engelleyici başka karakter özellikleri (düşünsel kibir, dinleme isteksizliği, düşünsel tembellik) kişinin eleştirel düşünce kapasitesini azaltır.
Eleştirel düşüncenin önündeki en büyük engellerden birisi kompleks olayları siyah-beyaz haricinde görme isteksizliğidir. Eğer kişi başka seçenekler varken sadece iki tanesini görüyorsa bu “sahte ikilem”e sebep olur.
Bilinç sıklıkla ya metafizik ve sonsuz bir varlık veya beyin hallerine indirgenebilen bir şey olarak sunulur. Halbuki başka seçenekler de vardır.
Bazen insanlar iki kategoriye ayrılırlar, Evrim teorisini kabul edenler ve Teistik tanrıya inananlar. Ancak bu kategoriler birleşmez değildirler.
Eğer sahte ikilemlerle düşünürsek yanlış sonuçlara varırız. Örneğin eğer “Seçenek A” yanlış ise “Seçenek B” doğru olmalı, gibi. Aynı şekilde karşımızdaki eğer “X görüşü”ne sahip değilse, “Y görüşüne” sahip olmalıdır, gibi.
Siyah Beyaz düşünce çoğunlukla karmaşıklıktan ve kesin cevapların yokluğundan doğan belirsizliği reddetme veya bununla başa çıkamamanın sonucudur. Bilmeme veya belirsizliği kabul edemediğinizden yanlış sonuçlara ulaşmak gerçek ya da merakla ilgili değil, avunmayla ilgilidir.
Eleştirel düşünen kişi belirsizlikle başa çıkabilir, ve cahil olduğu alanların farkında olmak ister. Bu kişiler geçerli kanıtlar ve geçerli kanıtlara dayalı cevapları bekleyebilirler.
Eleştirel düşünce, düşünsel bağımsızlığımızın kilitlerini açmak için ihtiyacımız olan anahtarları bize sağlar. Böylelikle problemleri kendimiz çözmeye istekli ve yetkin oluruz.
Bizi ani kararlardan, gizemli bir hale getirmekten, bize verilmiş olan genel kanıyı, otoriteyi ve geleneği sorgulama isteksizliğinden uzaklaştırır.
Bizi düşünsel disipline, fikirlerin açık ifadesine, ve kendi düşüncelerimizin sorumluluğunu kabul etmemize yaklaştırır.
Tüm alanlarda mümkün olan en iyi bilgiyi edinmeye ve akıl yürütmeye hevesli; aynı zamanda kendi düşünce biçimlerindeki hataları kabul edip düzeltmeye istekli topluluklar yaşarken ve bir arada yaşarken karşılaştığımız sorunlara çok daha etkin çözümler üretmek için gerekli araçlara daha hakimdirler.
Eleştirel düşünceyi öğretip teşvik ettiğimiz zaman bireylere güç veriyor ve topluluk olarak geleceğimize yatırım yapmış oluyoruz.

Din size bunu yaptırabilir

Reddit, bilmeyenler için bir tür sosyal paylaşım sitesi. Hem linkler paylaşılabiliyor hem de linklerle ilgili sohbetler ve tartışmalar yapılabiliyor.

Bugün rastladığım bir başlıkta, ailesine Ateist olduğunu söyledikten sonra üniversite parası kesilen 19 yaşında bir çocuk derdini anlatıyor.

Hrıstiyan dinine inanmadığını ve Ateist olduğunu söyleyip, gerekçelerini sıraladıktan sonra annesinin cevabı :

“o zaman umarım ateist arkadaşların sana üniversite parasını verirler”.

Tartışmanın tamamı şuradan okunabilir :

http://www.reddit.com/r/atheism/comments/agnr2/parents_found_out_im_atheist_pulled_all_college/

En güzel cevap şu şekilde olmuş :

“Onlara üzgün olduğunu söyle ve özür dile. Eğitim için para almaya devam et. Mezun ol, bir iş bul, evlen, sonra çocukların olunca beyinlerinin saçmalıkla doldurulmasını istemediğin için ailene onları gösterme.”

Dine inanmadığı için çocuğunun geleceğiyle oynamak, heralde bunu dinden başka pek bir şey yaptıramaz. Belki dinlere fazlasıyla benzeyen ideolojiler.

Yılbaşında piyango çıkarsa ben kendim çocuğun eğitim masraflarını karşılayacağım. Ailesine “Türkiye’den bir ateist durumumdan haberdar olmuş ve eğitim masraflarımı karşılayacak” dediği zaman suratlarındaki ifadeyi çok merak ediyorum.

Böyle giyinirsen Cehennem’de yanarsın

Endonezya’da İran’dakine benzer bir “ahlak zabıtası” görev yapıyor. Şeriat Polisi adı verilen ekip, kadınları yolda durdurarak giysilerinin “İslami” olup olmadığını denetliyorlar.

Bu uygulama, daha önce zina yapanların taşlanarak öldürülmesini de içeren bir kanun geçiren Aceh eyaletinde mevcut. Aynı eyalet, kocanın karısına zorla sahip olmasını – diğer adıyla tecavüz- suç saymıyor ve eşcinselliği suç olarak kabul ediyor.

Recm cezasının uygulanması meselesi ise henüz netleşmiş değil.

Ahlak polisi, Cehennemlik kızları toparlarken

1 Ocak’tan başlayarak eyaletteki kadınların pantolon giymeleri yasaklanacak ve giysi yasağına uymayanlar sopalanacak.

Kıyafet yasağı sadece kadınlara da değil, şort pantolonla dolaşan erkekler de “iyi müslüman”a yakışmayan kıyafetler giydikleri için uyarılar ve cezalar alabiliyorlar.

Haberin tamamı şuradan okunabilir.

Akıllı Tasarım

Teleolojik Argüman’la ilgili yazıda evrendeki kompleks sistemlerin tasarım ürünü olup olmamasıyla ilgili argümanları ve eleştirileri ele almıştım. Bu sefer “bu mükemmel düzen tesadüfi olamaz, akıllı bir tasarımcının ürünü olmalıdır” argümanına daha derin eğilen bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Aslında bu konuyla ilgili kendim bir yazı yazmak istiyordum ama hem zaman yokluğu hem de benden çok daha konuya hakim birisinin konuyla ilgili çok güzel bir makale yazmış olması sebebiyle bu seferlik alıntı yapmakla yetineceğim.

Makale bir parça uzun (5000 kelime civarı) ama kesinlikle okunmaya değer.

Yazının sahibi Hacettepe Üniversitesinde Biyoloji Profesörü olan Ali Demirsoy.

******

BİRBİRİNİN ZIDDI OLAN TASARIMLAR: AKILLI TASARIM-EVRİMSEL TASARIM

“En büyük tehlike akılsızlığı, akıllılık olarak gördüğünüzde başlar”Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Bazı bireylerde kalıtsal bir nedenle ortaya çıkan sorunlar “Anomali” ya da “Hastalık” olarak adlandırılır. İyi bir tasarımda bu anomalilerin hiç olmaması ya da çok seyrek olması beklenir. Hâlbuki bugün tıbben her insanda doğuştan en az 10 anomalinin olduğu söylenir. Bu normal tasarlanmış bir arabanın beklenilmeyen bir arıza göstermesi gibi bir şeydir. Kâğıt üzerinde böyle bir hata beklenmez; imalat sırasında ortaya çıkar. Dolayısıyla buna üretim hatası denir ve suç tasarlayıcısına yüklenmez.  Akıllı tasarıma göre bir canlının tasarlanmasından ölümüne kadar geçen süreçler doğaüstü güç tarafından denetlenmektedir ve dolayısıyla hem tasarım aşamasında hem de üretim süreci içerisinde –biz fani varlıkların kusuru olmadan- ortaya çıkabilecek tüm aksaklıklardan doğaüstü güç sorumludur. Ancak hem yetkili ve her şeye kadir ol hem de hata yap ikilemini çözemeyen dogmatikler, çıkarı “Takdiri İlahi”, yani doğaüstü gücün isteği ya da takdiri olarak sunarak hem kendilerini hem de karşılarındakileri kandırmanın yolunu bulmuşlardır. Elimizde olan ya da olmayan gelebilecek her olumsuzluğun faili ya da sorumlusu bulunmuştur: Bir türlü hesap soramayacağımız, ulaşamayacağımız, ne eder ne yaparsa iyidir diye inandığımız Doğaüstü Güç; çoğumuza göre Tanrı. Böylece insanlık tarihi boyunca kusurumuz olsun ya da olmasın uğradığımız her zararı büyük bir tevekkül (kabul) ile benimseyeceğimiz bir felsefeye saplanmış olduk.

Ancak herkeste her zaman görülen, yani bir anomali olarak değil de, genel bir tasarım hatası olarak herkesin gözlediği yapı ve işleyişlere ne diyeceğiz; bu sefer “Taktiri ilahi” demeyle atlatamayız. Çünkü takdir, birçok seçeneğin arasında birisine layık görülen bir şeyi ifade eder. Yani başımıza bir bela gelmişse, yüce Tanrı o iş için beni seçmiş demektir. Dogmaya inanıyorsanız yapacağınız bir şey olamaz, kabul edeceksiniz. Eğer inanmıyorsanız nedenini araştıracaksınız, gerekirse er ya da geç çaresini bulacaksınız. Ancak, bir kusur sadece bir toplumun birisinde değil de herkeste bulunuyorsa, o takdiri ilahi olmaktan çıkmış, genel bir tasarım kusuru olmuştur. Bu tasarım kusurları eğer her şeyi bilen ve her şeye kadir bir varlık tarafından yapılmışsa, o zaman bu varlığın, kulları olan bizler için iyi niyetinden kuşku duyabiliriz. Çünkü hiç kimse durup dururken kitle halinde eziyet etmeyi amaçlamaz. Bunun tanımı psikolojide ya da sosyolojide hoş olmayan çok ağır bir tanımdır…

Gelin görün ki, ortalığı akıllı tasarım velvelesine veren birçok insan (bunların arasında ne yazık ki bilim adamı; hatta bilimlerin bilimi diyebileceğimiz biyoloji alanında çalışanlar), aşağıda yüzlercesinin arasından verilmiş sadece birkaç genel kusurun neden doğaüstü güç tarafından reva görüldüğünü bir türlü açıklayamıyor. Moleküler ya da hücre düzeyine indiğimizde hatalı tasarımla ilgili onlarca örnek verebiliriz. Ancak bu örnekler çok akademik kalacağından, bu konuda yeterince bilgisi olmayanlar anlamakta zorlanabilir diye verilmemiştir. Doğuştan yüksek tansiyon, şeker hastası, çeşit çeşit yetmezlikler, kas ve kemik bozuklukları ve benzer onlarcasını kişiye özgü olduğu genel bir durumu yansıtmadığı için –genel bir tasarım hatası olarak- gündeme getirmeyeceğiz.  Bu nedenle vereceğimiz tasarım hatalarına ilişkin örnekler özellikle hemen herkesin her zaman tanık olduğu çocuklardaki bazı kusurlardan –yani genel tasarım hatalarından- seçilmiştir. Bunun nedeni, akıllı tasarımcıların, ortaya çıkmış kusuru, ergin kişinin suçlarına –günahlarına-  bağlamasından kurtulmak içindir.

1.         Çocuk büyüten ve gecelerini uykusuz geçiren herkes şunun farkındadır. Çocuklar doğduklarının ilk birkaç ayında bazen çok daha uzun süre gaz sorunu yaşayarak ailelerini ve kendilerini perişan ederler. Bu gaz ya anadan geçer ya da çocuğun sindirim sistemindeki tasarım hatasından kaynaklanır. Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, ağaçtan ağaca atlarken anasının sırtına yapışarak, her sıçrayışta sürekli gazını çıkaran bir canlının böyle bir sorunu olmamıştır. Bu nedenle primat yavruları gaz sancıları çekmez. Ne zamanki doğal yaşamdan ve doğal evrim sürecinden ayrıldık, bu sorun karşımıza çıktı. Ancak evrimsel yapısal değişim, sosyal evrime ayak uyduramadığı için, zamanında gerekli önlemler oluşamadı.

2.         Çocukların iç kulak ile ağız arasındaki östaki borusu, normalden kısa olduğu için ağızdaki mikroplar sık sık orta kulağa geçer ve bir sürü soruna neden olur. Primatlarda bu sorun var mı; büyük bir olasılıkla yok.Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, sosyal gelişmeleri öğrenebilmek için, kafası beklenilenden çok daha büyük olarak dünyaya gelmeye zorlanmış bir çocukta bu sorunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Acaba doğaüstü güç insanın sosyal yaşama geçişini bilemiyor muydu? Yoksa böyle bir ödüle karşı ceza mı uygulamaya kalkıştı?

3.         Çocukların, özellikle kız çocuklarının idrar kesesini dışarıya bağlayan kanal erişkinlere göre kısa olması nedeniyle sık sık idrar yolları hastalıklarına tutulmaktadır. Ne olurdu bu boruyu biraz daha uzun olarak yaparak yaratsaydı?Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, dört ayağının üstünde gezen bir canlı için bu kısalığın büyük bir sakıncası yoktu; ne zaman ki, yere inip de ilk olarak otura otura sonra iki ayağımız üzerinde gezmeye başladık; oturduğumuz yerdeki mikroplar çok daha kolay içlere kadar girebildiği için bu sorunlar ortaya çıktı. O zaman sormazlar mı, beni iki ayağım üzerine kaldırırken, bu boruyu niye bir iki santim uzatmadın?

4.         Penisteki sünnet derisi çoğunluk herhangi bir soruna neden olmadan doğum olmasına karşın, bir kısmında idrar yapamayacak derecede kapalı olduğu için önemli sorunlara neden olmaktadır. Bu derinin erişkin olmadan kesilmesi ise Musevi ve İslam inancına göre tanrının isteğidir. Bu derinin atılması sırasında, yine bu iki dinin de ortak olarak birleştiği inanca, yani çocukların suçsuz olarak doğduğu inancına karşın, milyonlarca çocuğun sünnet işlemi sırasında mikrop kapmasından dolayı ölmesini nasıl açıklayacaksınız? Günahsızların ceza çekmesi hiçbir öğretide hoş karşılanamaz.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, bu deri kapalı durarak idrar yollarının ve penis başının olası enfeksiyonları önlemek için meydana gelmiştir. Doğal ortamda er ya da geç normal işlevini görmeye başlar; ancak bezlere sarılmış kapalı ortamda yetiştirilen bir bireyde bu aksaklığın giderilmesi zor olur.

5.         Bugün hangi çocuk doktoruna giderseniz gidin, çocuğa bakmadan D vitamini de içeren bir ilaç yazıyor. Bunu muhakkak almalısınız diyor. Burada birisi yanılıyor, ya doktor ya da doğaüstü güç. Çünkü akıllı tasarım olsaydı, ana sütü ile birlikte bu maddeler de verilmiş olacaktı.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, insan, güneş ışığının çok yoğun olduğu Doğu Afrika’da evrimleştiğinden D vitamininin oluşması için ek bir kaynağa ihtiyaç duyulmamıştı. Ne zaman ki kuzeye yayıldı, eksiklik ortaya çıktı. Düzeltilebilir miydi? Çok basit birkaç önlemle bu eksiklik giderilebilirdi. Zaten canlıların hemen hepsi (bizden başka yer değiştiren iki memeli hariç) bulundukları yerde kaldıkları için gerekli D vitaminini sentezlemektedirler. Bunu yer değiştiren insan yapamadığı için, gittiği yerde özellikle güneş ışınlarının eksikliğinden dolayı bozukluk ortaya çıkmaktadır. Eğer akıllı tasarımcıların inandığı gibi insanoğlu orta kuşakta bulunan bir yerde dünyaya inmiş olsalardı, böyle bir eksikliği yaşamayacaklardı. Demek ki bir enlemden öbür enleme geçince akıllı tasarım akılsız tasarım haline dönüşmüş. Niye düzeltilmemiş? Doğa aklıyla değil, seçenekleri rastlantıyla seçtiği için her zaman doğru yolu bulamaz; bu nedenle de bu güne kadar jeolojik dönemlerde bağrında barındırdığı yaklaşık 20 milyon (belki 100 milyon) canlı türünü bu akılsız tasarıma kurban etmiştir.

6.         Hemen hemen hiçbir işleve sahip olmayan 20 yaş dişlerimiz çoğumuzun korkulu rüyası olmuş; birçoğumuza kötü günler yaşatmıştır. Dogmatikler bunun için kem küm bir şeyler söyleseler de hiç kimse inandırıcı bir açıklamasını yapamamaktadır. İnançlara göre insan aynen yaratılmışsa, evrimleşmemişse, 20 yaş dişleri de insanın başına bela olarak verilmiştir. Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, bu dişler otçul (daha çok ot yediğimiz) dönemde öğütme işinde kullanılıyordu; daha sonra omnivor (yani her şeyi yer hale geçince), özellikle de yiyeceklerimizi pişirerek daha yumuşak hale getirince gerek kalmadığı için doğal seçilim ile ortadan kaldırma sürecine sokulmuştur. Evrim, sabırlı ve sürekli bir işleyişin adı olduğu için de, hemen ortadan kaldırılamamış, zamana bırakılmıştır.

7.         Osteoporaz (kemik erimesi). Bugün kırk yaşını geçmiş herkesin korkulu rüyasıdır ve geçici de olsa tedavisi için önemli harcamalar yapılmaktadır. Her şeyi bilen doğaüstü güç, ömrümüzün ortalarında neden bizi oluşturan iskeletin içini boşaltsın ve kırıklarla uğraştırsın. Bunların içine her besinimizde bolca bulabileceğimiz kalsiyumu yerleştirme güç mü olacaktı? Yoksa bu da mı takdiri ilahi hanesine yazılacak?

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, kemikler işlev gördüğü sürece ve doğada güç kullandığı sürece sağlıklı kalır; sürekli kitap okuyan ve dua eden birinin, kemikler (bu bağlamda kaslar) üzerindeki tonus (basınç etkisi) azalacağı için içini boşaltması kaçınılmazdır. Evrim, gerçekler üzerinden işlev yapar, acımasızdır, tarafsızdır; duygular ve sevgiler üzerinden değil…

8.         Elli yaşını geçmiş her erkeğin aklı prostatındadır. Çoğunluk doğru dürüst işeyemez, olur olmaz yerde işemeye kalkışır; bu nedenle kana kana bir şey hatta su bile içemez. Tuvaletin başında dakikalarca bekler. Daha sonra eşeysel işlevleri aksadığı için karısından azar işitir; aşağılanır; semavi dinlerin üstün varlık olarak tanımladığı o erkek süklüm püklüm bir kediye (kedi bile denmez olsa olsa pisik demek gerekir) dönüşür ve daha da vahimi er ya da geç kanserleşmeye başlar. Doksan yaşına gelmiş bir insanın %90 prostat kanseri olma olasılığı vardır. Dogmatikler akıllarını kutsal kitaptaki bilgilerle bozdukları ve prostat da bu kitapların bulunduğu dönemde bilinmediği için birkaç yakın ayet ve hadisle belki geçiştirebilirler; ancak en iyisi bu konuya hiç değinmemektir…

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, prostat bezi, sahneye çıkarken ozmos, yani su geçişlerini düzenleme gibi bir görevi üstlenmek için ortaya çıkmıştı; ancak zamanla başka işlevleri de yüklenince, olması gerekenden fazla bir görevi daha üstlendi ve başarılı da olamadı. Eğer bir varlığı korkularından arındırmak için tasarım yapmış olsaydınız, iki paralık bir sifinkter (kapak) ile bu sorunu çözerdiniz. Ancak, evrim gelecek için plan kurmaz, o anda gereksinme duyulan şeyleri en iyi şekilde seçmeye kalkışır. Bu nedenle de evrim her zaman mükemmeli bulamaz.

9.       Menopoza girmiş her kadının rahim kanseri ve meme kanseri korkulu rüyasıdır. Çocuk yapma yetisini yitirmiş ve başka bir görevi kalmamış bir organın vücuttan kaldırılması çok zor biyolojik işlem değildir. Böyle bir korkuyu insanlara yaşatmanın ne anlamı var?

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, doğa bir canlının üreme gücünü yitirmiş bir bireyi barındırmak gibi bir lüksü olmadığı için uygun yöntemi geliştirme denemesine girişmemiştir.

10.       Neredeyse her üç kişiden biri omurga rahatsızlığı çekmektedir. Diğer canlılara bakıyorsunuz beli kayan canlı yok gibi. Bu insana eziyet niye? Akıllı tasarımcılar “Tanrının verdiği organı korumak gerekir” diye bir yaklaşımla konuyu savsaklamaya kalkışırlar.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, bir zamanlar dört ayak üzerine yürüyen atalarımız, ağırlığı tüm omurgaya dağıttığı ve onu da dört noktadan toprağa verdiği için böyle bir sorunla karşılaşmadı. Ancak iki ayağı üzerine kalkınca, ağırlık merkezi 4-5. omurların arasına yoğunlaştı, burası da yeterince kasla desteklenemediği için ve evrim mekanizması deneme-yanılma yöntemi ile çalıştığı yani çok ağır işlediği için de bu kadar kısa süre içinde gerekli önlemi geliştiremedi. Böylece öne uzattığımız iki elimizle tutacağımız bir kiloluk bir yük, kaldıraç misali 4-5. omurlara 20 kiloluk bir baskı oluşturdu.

11.       Hemen hiçbir hayvanda görülmeyen fıtık ve özellikle kasık fıtığı niye insanlarda görülüyor diye düşünebilirsiniz. Akıllı tasarımcılar ancak bir önceki yanıtı verebilirler.                        Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, bir zamanlar dört ayak üzerine gezdiğimiz için iç organlar özellikle testislerin vücut dışına çıktığı kanala (ingunial kanala)  basınç yapmıyordu; ne zaman ki iki ayak üzerine kalktık, iç organlar basınç yapınca, özellikle belirli bir yaştan sonra bağırsaklar bu kanaldan dışarıya sarkmaya başlar. Evrimsel gelişme bu aksaklığı niye düzeltmedi? Ya bir çıkar yol bulamadı ya da geliştirmek için yeterince zaman bulamadı. Akıllı bir tasarım olsaydı hem bu sorunu hem de yukarıdaki sorunu bir çırpıda çözecek çareyi yürürlüğe koyardı.

12.       Eskiye ait insan fosillerine bakıyoruz; çürük diş hemen hemen yok (biraz da erken öldüklerinden dolayı); ancak ne zaman ki besinlerini öğütüp, pişirmeye ve özellikle de tahılla beslenmeye başlıyorlar, o zaman diş çürükleri ortaya çıkıyor. Doğaüstü güç insanı vahşi bir hayvan gibi doğada dolaşsın diye mi tasarladı? Uygarlığa geçeceği ve geçişte yaşanacak sorunlar tahmin edilemez miydi? Akıllı tasarımcılara sormanıza gerek yok; çünkü onlar bulunan bunca insana ait fosili zaten insan neslinin atası olarak kabul etmiyorlar. İnsanın zembille gökten indiğine inanıyorlar.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, “diş çürümeleri neden oluyor?” diye, o size der ki, tahılla beslenme, mayalanmaya bağlı olarak ağızda asidik tepkimelerin ve aşınmaların meydana gelmesini tetiklediği için olmuştur diyecektir. Bu tasarım hatasını giderebilmek için de akşam-sabah macunlarla fırçalama yoluna gideriz.

13.       Akşam sabah hamdolsun verdiğin nimetlere diye dua ediyoruz. Bu kadar çeşitli yiyecek verdiği için. Pekâlâ, yaklaşık 400.000 bitki olmasına karşın niye daha çok çeşitli meyve ve sebze sunmadığını bir türlü aklımıza getirmiyoruz. Çünkü olandan başkasını düşünemiyoruz. Düşünebilmeniz için evrim mantığına sahip olmanız gerekir; o da bizde yok.                         İnsan oluştuktan çok daha sonraki devirlere bakacak olursak, bugün nimet olarak tanımladığımız sebze ve meyvelerin ve keza hayvanların hiç birini göremeyiz. Doğa, elmayı, armudu, kirazı, kayısıyı, portakalı, şeftaliyi, mısırı, domatesi, salatalığı, kabağı, nohudu, şeker pancarını, karnabaharı, lahanayı, kıvırcığı, marulu, Çin marulunu, kırmızılâhanayı, Montofon ineğini, Holstein ineğini, Legorn tavuğunu ve bugün kullandığımız daha onlarca ürünü bugünkü haliyle evrimleştirmemiştir. Ama her devirde evrim mantığına sahip insanlar olduğu için “akıllı tasarım ürünü olarak belirtilen” verimsiz varlıkları insani tasarımla çok daha kullanılabilir ve verimli hale getirdiler. Siz, domatesi, şeftaliyi, elmayı, portakalı ve yukarıda yazılan bitki ve meyveleri doğaya bırakın belirli bir süre sonra asıllarına döneceklerdir, yani evrimsel tasarıma. Montofon ineğinin, Holstein ineğinin ve Legorn tavuğunun zaten doğada üreme şansı olmayacaktı. Kıvırcığı, marulu, karnabaharı, lahanayı, Çin marulunu, aysbergi, süs lahanalarını, brokoliyi, kırmızılâhanayı doğaya bırakın yıllar sonra yumruları sadece bir fındık bilemedin ceviz kadar kalmış Bürüksel lahanasına döndüğünü göreceksiniz. İnsan olmasaydı mısır bitkisi ise hiçbir zaman olmayacaktı. Doğa insanı düşünerek bunları evrimleştirmediği için, bizim amacımıza en uygun şekli vermedi. Akıllı bir tasarımda eşrefi mahlûka neden en iyisinin sunulmadığını merak etmiş olmalısınız. Nede olsa insan olmanın en önemli özelliği merak etmektir.  Daha iyi bir tasarımın yapılma zevki insana mı bırakılmış dersiniz (böylece akıllı tasarımcılara zor zamanlarda kullanabilecekleri bir açıklama da vermiş oluyorum).

Bütün bu değerli yiyeceklerimiz doğada bugünkü haliyle bulunmuyor. Doğal işletiminin hatalarla dolu olmasından dolayı, anormallikler, örneğin poliployidi dediğimiz kromozom çoğalmaları nedeniyle bugünkü sulu ve iri meyveler oluşuyor ya da doğaüstü gücün bizim için esirgediği kalıtsal kombinasyonları insanlar ıslah yoluyla kendisi yapıyor.15.       Doğada birbiri için zararlı çok sayıda canlı vardır. Ancak bir canlıya zarar veren bir tür başka bir canlı için yararlı işler yapara; ya da tersi. Örneğin çoğumuzun irkildiği yılan, doğanın dengesinin sağlanması için en önemle canlı gruplarından biridir. Yılanlar olması kemiriciler doğadaki bütün dengeleri allak bullak eder. Dolayısıyla kimin yararlı kimin yararsız olduğuna doğanın işletim sistemi karar verir.

Ancak bazı canlı türleri örneğin çiçek, veba, humma, sıtma ve benzer onlarcası, doğada başka hiçbir canlıya şu ya da bu şekilde yarar sağlamıyor. Biyolojik döngülerinin varsa ara kademelerinde de sağlamıyorlar. Bu canlılar sadece insanları hasta etmek için evrimleşmiştir (akıllı tasarımcılara göre yaratılmışlar). Bir doğaüstü güç bu kadar canlı türü içinde en çok değer verdiği ve eşrefi mahlûkat olarak kitaplarında tanımladığı bu türe bu kadar eziyeti, korkuyu ve ıstırabı neden reva görmüştür dersiniz? İnsanlık tarihinden bu yana milyarlarca insan (bunların içinde günahsız olarak bildiğimiz çocuklar) ömrünün baharını bile görmeden bu canlılarca öldürüldüler. Sizce böyle bir tasarım akıllı tasarım mıdır? Sus sus öyle söyleme –Tanrının işine karışılmaz- günahkâr olursun demeyle ne zamana kadar yorumlama yetinizi bastıracaksınız?

Dünya tamamlanmamış bir tasarımdır-Van Gogh
Bir anlamda dünya tamamlanmamış bir tasarım olduğu için evrim sürmektedir. Eğer her şey mükemmel tasarlanmış olsaydı, evrimleşmeye gerek duyulmayacaktı. Halbuki canlı daha iyi daha etkili daha uyumlu yapıyı kazanabilmek için 3.8 milyar yıldır daha yetkin olmayı aramaktadır, yani evrimleşme çabası içerisindedir. Bir zamanlar denizanalarının daha sonra balıkları daha sonra kurbağagillerin daha sonra sürüngenlerin daha sonra kuş ve memelilerin ortaya çıkışı bu tasarımı daha başarılı hale getirmedir. Tanrısal bir tasarımda ilk olarak basitini yapma, daha sonra kullana kullana daha etkilisini geliştirme gibi bir mantık olamaz. Bir taraftan Tanrının her şeye kadir olduğuna ve deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulma gibi bir savurganlığa gerek duymayacağına inanma, diğer taraftan da zaman içinde organizasyon bakımından gittikçe daha gelişmiş canlıların dünyada sırasıyla yer aldığını, organizasyon bakımından ilkel olanların zamanla ortadan kalkıp yerini daha gelişmiş organizmalar bıraktığını gözleyip de evrim fikrine inanmama, ancak akıllı tasarımcılara yakışır.
Hemşerim ve yakın dostum olan ressam Prof. Dr. Zafer Gençaydın, bir gün bana biliyor musun Ali, Ortaçağda doğması ve Ortaçağ mantığında yaşaması gereken birçok insan, herhalde yanlış bir planlamadan dolayı ne yazık ki zamanımızda doğmuştur; doğmakla da kalmamış bir kısmı üniversitelerde hoca olmuşlar, dedi. Ah, Tanrı dünyayı yeniden yarataydı,Yaratırken de beni yanında tutaydı;Derdim:
“Ya benim adımı sil defterinden,Ya da benim dilediğimce yarat dünyayı.”
Ömer Hayyam
Daha önce değindiğimiz gibi, evrim gelecek için plan kurmaz, tasarım yapmaz; o anda elde bulunan nesneleri ya da özellikleri yine o anda gereksinme duyulan şekilde seçmeye kalkışır. Bu nedenle de evrim her zaman mükemmeli bulamaz. İşte bu nedenle dünyada bu güne kadar yaşamış canlıların %96’sı yeni değişimlere çözüm yolu bulamadığı ya da daha önce başarılı bir şekilde geliştirdiği özellikleri ile devam edemediği için yaşam sahnesinden silinmiş, yerlerini daha başarılı olanlara bırakmışlardır. Burada dogmatikler ile evrimciler arasında düşünce bakımından çok derin bir fark vardır. Dogmatikler, bu cümleden dinciler, akıllı tasarımcılar ve benzerleri görüşte olanlar başarılının (güçlünün) tanımını farklı anlarlar. Bu nedenle de doğanın işletim sistemini bir türlü anlayamazlar. Hatta bir televizyon tartışmasında, bir biyoloji profesörü (o günlerde Biyologlar Derneğinin de başkanıydı), bana dönerek hoca hoca, ne diyorsun, bir bakteri bir filden daha güçlü mü ki daha başarılı diyorsun. Dogmatiklerin güçten kastı, kas gücü ile sınırlıdır. Esasında bu görüşleri sonlarını da hazırlamaktadır. Çünkü gücü, sosyal yaşamda silah, anarşi, terörizm, para ve kaba kuvvet olarak bilirler. Hâlbuki bir evrimci, kas ve kemik gücüne dayanmayan bilgi ve becerinin daha üstün olduğunu gözlemleri ile öğrenmiştir. Bir virüsün bir fili yok edeceğini bilir. Çünkü evrimsel seçilimde kaba güç değil (bu güç ancak aynı türün bireyleri arasında daha sağlıklıyı –erkek kavgaları gibi- seçme için kullanılan evrimsel bir yöntemdir), çevrenin koşullarını en iyi kullanan, kalıtsal materyalini gelecek kuşaklara en hızlı ve en çok aktaran (çoğalan) ve başka bir türü kullandığı ince yöntemlerle alt edenler ayakta kalır; yapamayanlar elenir.
Akılsız tasarımın en akıllıca yönü, akılsız olmasıdır. Hiçbir zaman tasarlayarak bir şey oluşturmaz. Tek amacı vardır: Olabildiğince çok çeşit üretmek. Bunun için israftan kaçmaz, daha doğrusu onu israf olarak görmez. Bu nedenle bir balık özelliği birbirinden farklı bir milyon yumurta bırakır. Bir tanesinin ortama uyum yapması başarıdır. O seçmeyi doğaya bırakır; bu nedenle doğal seçilim diyoruz. Üç beş bireyin yaşayabileceği bir ortama milyonlarca yumurtanın bırakılmasının başka ne anlamı olabilirdi? Bu nedenle kural olarak doğada yavrularını eksiksiz ya da kayıpsız büyüten hiçbir canlı yoktur diyebiliriz. O zaman bugünkü koşullarda neredeyse insanların doğurdukları çocukların hepsi yaşıyor diyebilirsiniz. Tam bir Akıllı Tasarımcı mantığı. İyi de o çocukları yaşatmak için doğada hiç olmayan ilaçları ve aletleri kullanarak onları başarabiliyorsunuz.  Yani Akıllı Tasarımcıların mantığıyla Tanrı tasarımına karşı gelerek, o tasarımın hatalarını ilaçlarla aletlerle düzelterek…
Tasarım hatasına yer yoktur. Doğa mükemmel bir mühendis değildir; varsayılan bir doğaüstü güç gibi her şeyi bilen, planlayabilen ve geleceği gören bir işletim sistemi de değildir. Var olanı kullanarak o günkü koşullara en iyi uyumu yapacakları seçen bir sistemdir. Bu nedenle doğanın işletim sisteminde keşke şöyle olsaydı özlemini dile getiremeyiz. Çünkü istek, ancak akıllı bir varlık tarafından yerine getirilir; akılsız olan bir yapı tarafından değil. Doğanın aklı yoktur; onun aklı evrimin işleyiş tarzı ve yöntemidir. Bu nedenle, ancak doğaüstü güçlere dua ederiz. Geçmişte doğal güçlere de (güneşe, aya, yıldıza, fırtınaya, ateşe ve yüzlercesine) dua ettik; yararını görmediğimiz için hemen hemen büyük bir kısmımız bu yakarmayı bıraktık; bu sefer sekiz cihetten münezzeh (yani önde, arkada, sağda, solda, altta, üste, içte ve dışta bulunmayan) varlıklara yöneldik; dilerim bu sefer başarırız… Sesimizi ve yakarışlarımızı duyan olur…
Doğadaki bazı mekanizmaları anlayabilmek için evrim kavramı ve bilgisi kaçınılmazdır (dogmatiklerin böyle bir bilgiye ihtiyaçları yoktur, olmayacaktır da) . Örneğin kendi kendinize sorabilirsiniz, niye bir balık bir milyon yumurta meydana getiriyor da ancak 3-5 tanesi erginliğe ulaşabiliyor. Bir insan doğal ortamda 10 çocuk doğuruyor da ancak 1-2 tanesi erginliğe ulaşabiliyor. Bu bir savurganlık, materyal, zaman ve imkân yitirilmesi değil midir? Akıllı tasarım en az malzeme ile en çok üretim yapmanın adıdır. Hâlbuki doğa bu bakımdan inanılmaz derecede savurgandır. İşte bunun neden böyle olması gerektiğini ancak evrim bilimi bize veriyor. Çünkü akıllı bir tasarımda, her şey önceden planlanır ve tasarlanır. Eğer Ay’a gidecekseniz ona göre bir uzay gemisi, Mars’a gidecekseniz ona göre “bir” uzay gemisi tasarlarsınız. Ne bir eksiği ne bir fazlası vardır ve bu yapılar akıllı tasarımlardır.
Doğa bizim bildiğimiz akla sahip olmadığı için, sorunun altından kalkabilmek için (böyle bir ifade de doğru değildir; çünkü bu da bir aklı ifade eder; esasında öyle olduğu için bize akıllı gibi görünüyor) çeşit yaratma peşine düşmüştür. Bu nedenle bir canlı birbirinden özellikleri bakımından kademe kademe farklı olan çok sayıda döl üretme stratejisini geliştirmiştir. Bir milyon tohumdan biri ya da bir milyon yumurtadan sadece biri, daha önce hiç karşılaşılamayan bir ortamda başarılı özellikleri kombine etmiş ise, o ayakta kalır diğerleri elenir. Sadece insan için örnek verelim: Her çiftleşme sırasında 300 milyon sperm üretilir, kural olarak sadece biri döllenme işlevini yapar. Ancak bu spermlerin ve yumurtaların sayıca çokluğu aynı bir dişiden ve aynı bir erkekten özellikleri bakımından farklı 70 trilyon çocuğun meydana gelmesini sağlar. Bu incirde de böyledir, narda da böyledir, balıkta da öyledir.
Bir önceki paragrafta verdiğimiz uzay gemisi örneğini buraya taşırsak, önceden amaçladığımız inilecek gök cismine göre gemi planlanmadığını, binlerce, milyonlarca gemi yapılıp uzaya gönderildiğini, bunlardan birinin ya da birkaçının bir rastlantı olarak bir gök cismine inmesi ve taşıdığı özellikleri açısından orada gelişebilecek durumda olması halinde, yeni bir uygarlığın, biyoloji açıdan yeni bir türün doğuşu gerçekleşir. Böyle bir çeşitlilik zorunluluktur; çünkü gelecekte neyle karşılaşacağını bilmeyen bir sistem, çıkış yolunu olasılıkları ve çeşidi artırma ile bulabilirdi. İşte doğanın bu savurganca görülen işletim sistemi, böyle bir nedenle korunmuştur. Ne kadar akıllı bir sistem olursa olsun, gelecekte ne olacağını tam kestiremez ve bu da yok olmayla sonlanabilir. Evrimcilerin düzensizlikler içindeki düzen dediği sistem; rastgele seçilim bu nedenle başarılı olmuştur. Bu, düşünemeyen bir sistem için mükemmel bir stratejidir. Akıllı tasarım olsaydı her ortama göre kalıtsal bir birleşim imal edilirdi. O zaman da niye bundan 600 milyon yıl önce balık, 500 milyon yıl önce sürüngen, 300 milyon yıl önce memeli, 50 milyon yıl önce insan dünyada bulunmuyordu diye sorarlar? Çünkü doğa rastgele, deneme-yanılma ile ancak bu kadarını başarabildi. Akıllı bir tasarım olmuş olsaydı, bu kadar zahmetli bir yolu aşmaya gerek olmayacaktı. Aksini doğada kanıtlayan tek bir örnek yoktur.
En çok sevilen ya da değerli şey özene bezene tasarlanır ve dikkatle imal edilir. İnsan Tanrı gözünde en değerli varlık olmasına karşın en çok defekti (bozukluğu) olan tür gibi görünüyor. Şimdilik insan soyunda adı konmuş 9.000 çeşit kalıtsal hastalığın olduğu bilinmektedir. Bir fabrika düşünün ki, herkesi kapsayacak bir tasarım hatasından değil (onu daha sonra ele alacağız), sadece kişilere özgü tasarım ve imalat hatasından dolayı 9.000 çeşit bozukluğu olan ürün imal ediyorsunuz ve buna da akıllı tasarım diyorsunuz. Ya akıllılığı bilmiyorsunuz ya da tasarım ne demektir onu bilmiyorsunuz. Sıkıştığınızda takdiri ilahi diyorsunuz.
Bunlara kullanıldığı zaman ortaya çıkan “yaşlanmaya bağlı hastalıklar” dâhil değildir. Bu hastalıkların sayısı büyük bir olasılıkla yeni tanımlarla birlikte on binlerin üzerindedir.
En ilginç olanı da hekimlerin büyük bir kısmının akıllı tasarıma sıcak bakmalarıdır. Bu, kendi mesleklerini bile tanımıyorlar anlamına gelir. Doktorluk, kalıtsal ya da sonradan ortaya çıkan bir eksikliğin giderildiği meslektir. Çoğunluk da tasarım hatalarının düzeltilmeye çalışıldığı bir meslektir. Akıllı bir tasarımı, oransal olarak bir anlamda çok daha zayıf akıllı sayılabilecek birileri düzeltiyor.
Ancak bütün bunları görebilmek belirli bir sezinlemeyi, bilgiyi ve en önemlisi sadece insana özgü olan yargılamayı gerektirir. İnsan doğası gereği ben merkezli (antroposentrik) olduğu için, her şeyi kendi çıkarı açısından değerlendirir. Ben yaşıyorsam ve özellikle de iyi yaşıyorsam, bu çok iyi kurulmuş tanrısal bir düzenin sonucunda olmaktadır. Ancak, henüz erginliğe ulaşmadan ölen kardeşlerim için böyle bir yargı geçerli değildir. Benim çocuklarımın eli yüzü düzgün ise, bu tanrısal akıllı bir tasarımın sonucudur; ancak komşunun bütün aileyi ömür boyu sıkıntıya sokan sakat doğmuş çocuğu “Tanrının benim halimden şükretmem için yapmış olduğu bir düzenlemedir”. Tanrısal tasarımda acaba bencillik ve narsistlik bir ön koşul mudur?
Pekâlâ, bu kadar insan neden doğanın mükemmel bir düzen içinde işlediğine inanıyor ve her şeyin mükemmel olduğuna inanıyor? İlk olarak insanı insan yapan empati yoksunluğundan. Çünkü başkasının kusuru, eksikliği ve derdi onu ilgilendirmiyor. Bu kadar kusuru görmemezlikten geliyor. Ancak en önemlisi, normalin ve anormalin ne olduğunu tam bilmiyor, tanımlayamıyor. Örneğin diyor ki bak ne güzel yiyecekler verilmiş yememiz için. Şimdi ben soruyorum, ne verilseydi aynı şeyi söyleyecektiniz. Başkasını bilmiyorsun ki. Ne güzel renkleri görüyoruz diyorsunuz? Başka renkleri tanımıyorsunuz ki bu yargıya sarılıyorsunuz. Gördüğümüz renkler ışık bandının yüzde biri bile değil; akıllı bir tasarım olsaydı biz çok daha zengin renkleri görecektik. Ancak bir evrimci bizim sadece 3 rengi neden görebildiğimizi biliyor; bu nedenle daha fazlasını da talep etmiyor. Tanrısal bir tasarımda daha fazlasını talep edebilirdik. Ancak bir evrimci görme pigmentlerinin oluştuğu dönemde, güneş ışınlarının en yoğun mavi, yeşil, kırmızı bantlarda yeryüzüne ulaştığını bu nedenle böyle bir tasarımla yetindiğini biliyor. Eğer bu dönemde X, alfa, beta ışınlarıyla da karşılaşmış olsaydık, onları da tanıyacak sistemi geliştirebilirdik ve bugün çoğu ortamda ortaya çıkan radyasyonu önceden görebilirdik ya da onlara dayanıklı bir kalıtsal molekül geliştirebilirdik. Bu cümleden bir şeyi özellikle vurgulamak istiyorum: Her şeyi büyük bir tasarım olarak görenlerin, “bu da beklenen bir şeydir, şaşılacak nesi var ki” diyebilecekleri bir tasarımları var mıdır? Önünü ve arkasını, nedenini bilmediğiniz, nasıl oluştuğunu bilmediğiniz her şey, yani basitten karmaşıklığa doğru giden yolu yani evrimsel süreci tanımadığınız sürece, uca ulaşmış her şey sizin için mucizenin bir ürünü olarak görülecektir. Bu basit bir hesap makinesini bile anlayamayan birinin bilgisayarı anlamaya kalkışması kadar sığ bir yaklaşımdır. Akıllı tasarımcılar! Evrimde basitten karmaşıklığa giden yolu öğrenmediğiniz sürece sizin hiçbir şeyi anlama ve görme şansınız olamayacaktır. Ya öğrenin ya da yoldan çekilin.
Eğer akıllı tasarımla yetinmeye kalkışsaydık ne uzaya gidebilirdik ne denizlerin dibine inebilirdik. Bizim tasarımımız, ancak dünyanın yüzeyinde ince bir katmanda yaşamaya izin veriyor. İnsanı değerli bir varlık olarak niteleyen yüce bir yaratıcı bizi evrensel bir karantinaya niye sokmuş dersiniz? Bütün bu ortamlarda yaşayabilecek bir donanım verebilirdi. Ancak insan bu dünyanın çocuğu olduğu için, evrimleşerek oluştuğu için ne bulduysa onunla yetinmiştir. Evrim geleceği tahmin edemez, göremez; ancak çeşidini artırarak olası bir uyumun gerçekleşmesini sağlayabilir. Bunu da her zaman başaramaz. Bazen de belirli bir dönem için başarır; ancak kazandırdığı özellikler değişen koşullar yüzünden o canlıyı çıkmaz sokağa sokarak ortadan kalkmasına neden olur.
Ancak, en önemli yargı ve yanılgı, yine akıllı tasarımcılardan elde edilebilir. Çünkü akıllı tasarımcıların hemen hepsi bütün bu sistemin mükemmel olduğunu savunur ve dayandıkları inançlar ise insanı evrenin efendisi olarak kabul eder ve onları “Eşrefi Mahlûk”, yani mahlûkların efendisi olarak görür. Bu demektir ki, insan yapılabilinecek ve elde edilebilinecek her güzelliğe layıktır. Bu güzellikleri insandan esirgemek, eşrefi mahlûk dediğimiz varlığa kötülüktür.
O zaman gelin sizinle bir biyolojik oyun oynayalım. İnsanı yeniden tasarlayalım. Sürekli kendini onarmayla ölümsüzlük olabilirdi; ancak o zaman dinsel öğretideki öbür dünya sorgulamasından kaçmak anlamına gelirdi ki, bu dinsel öğretilerin belini kırar. Çünkü dayandıkları en önemli dayanak öbür dünyadaki görülecek hesabın cezası ve ödülüdür. Bu güzel tasarımı tutucuların hiçbiri kabul etmeyeceği için rafa kaldıralım. Öyle bir tasarım yapalım ki, hem dini öğretiler zarar görmesin hem de herkesin işine yarasın. Bilindiği gibi zaman insan için en önemli değer olmuştur. Yapacağımız işi ne kadar hızlı ve doğru yaparsak o kadar başarılı olur, rahat ederiz. O zaman vücudumuza –bize inanılmaz katkılarda bulunacak- hiçbir zararı olmayacak yeni bir tasarım ekleyelim derim. Örneğin, doğada, en az 500 canlı türünde çok az enerji kullanarak (kullanılan enerjinin %99’u ışığa çevrilerek) ışık çıkarma mekanizması eşrefi mahlûk biz insanlara sorunsuz monte edilebilirdi. Keza doğada, örtülerle açılıp kapanabilen çok sayıda göz yapısı da bilinmektedir. O zaman bir insanın bir parmağının ucuna, açılıp kapanabilen, aynı zamanda bir ışık sistemiyle desteklenmiş, hatta büyültme ve küçültme yeteneği olan bir göz sistemi yerleştirilebilirdi. Bunun biyolojik olarak olmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün sistemi yeniden tasarlama görevi en basit bilgisi olan bir biyologa verilse bile bunu rahatlıkla başarabilir. Böyle bir ek yapının insanoğluna kazandıracağı olanakları ve zamanı düşünebiliyor musunuz? Bir makineyi sökmeye gerek kalmadan inceleyebilirsiniz; bir doktor bu parmakla vücudun herhangi bir deliğinden girerek ışıklı ortamda dokuları ve yapıları inceleyebilir; bir mekâna girmeden anahtar deliğinden içeriyi inceleyebilirdiniz. Sayısız olanak kazandırır. İnsanoğlu bugünkünden çok daha rahat yaşardı, çok daha ilerlemiş olurdu. Nasıl oluyor da basit bir adam bu denli yararlı bir sistemi düşünebiliyor da, her şeyi bilen bir varlık, bu imkânları bizden esirgemiş oluyor? İnsan üzerinde buna benzer onlarca –yaşamı kolaylaştıran- düzeltme yapılabilir ve yeni tasarım monte edilebilir. Bence akıllı tasarımı savunanlar –onu bilgisiz, beceriksiz ve egoist duruma düşürerek- inandıkları Tanrıya hakaret etmiş oluyorlar. Kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Eşrefi mahlûk ile sefil mahlûk arasındaki ince çizgiyi anlayamıyorlar. Bazen bu kadar kanıta karşın birilerinin hala akıllı tasarıma tutunmuş olmasını, doğrusu “yine de Tanrısal bir tasarım” olarak kabul etmeye mecbur kalıyorum; çünkü doğa bu kadar hasarlı düşünce sistemi olanları bu kadar uzun süre sahnede tutmazdı; tutamazdı; ancak doğaüstü bir gücün yardımı ile böyle bozuk bir sistem borusunu öttürmeye devam edebilirdi.ABD’de yaratılış düşüncesinin, 1987 yılında (Edwards-Aguillard davasında) Anayasa Mahkemesinin aldığı kararla devlet okullarında okutulması Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Bu dava sürecinde Nobel Ödülü kazanmış 72 bilim adamı, 17 eyalet bilim akademisi ve 7 bilimsel organizasyon yaratılışın dini dogmalardan ve inançlardan oluştuğunu ve bilimsel olmadığını belirten bir yazı yayınladılar. Yaratılış ve akıllı tasarım konusunda diretme özellikle Amerika’nın gericileri ve sömürge zihniyetinde olanlarca sürdürülüyor. Bizimkiler farkında mı dersiniz? Mütedein (kendi halinde inanç sahipleri) olanlar ilk bakışta “Yaratılış ve Akıllı Tasarım Yaklaşımları”na geleneksel görüşlerine ters düşmediği için karşı çıkmıyorlar. Ancak, Amerika’nın bu kirli amaçlı zihniyeti, bizim gibi ülkelerde, özellikle satılmış kişilerce organize ediliyor ve yaygınlaştırılıyor. Bu konuda Türkiye’de yapılan ve karşılıksız dağıtılan yayınların bedelinin 21 milyon TL (21 trilyon YTL) olduğu belirtiliyor. Kaynağı? Bilinmiyor… Emniyet araştırıyor mu? Haşaaa…

Akıllı tasarım akımı, tarihin en cani ve kanlı katililerinden biri olarak tanımlayabileceğimiz Amerika Başkanı Bush’un müntesip olduğu (bağlı olduğu) Kalvinist Kilisenin öncülüğünde başlatılmıştır ve akıllı tasarım zırvası bizzat Bush tarafından defalarca telaffuz edilmiştir. Kilise, akıllı tasarımın ve yaratılışın okullarda okutulması için defalarca yüksek mahkemeye başvurmuştur. Diyelim ki böyle bir yaklaşımı kendi inançlarını güçlendirmek açısından bir amaç olarak görmüş olabilirler. Ancak aynı kilise (kiliseler birliği) Amerika Irak’a saldırırken şöyle bir karar aldı. İsa, hem Tanrıdır hem Tanrının oğludur ve hem de Mesih’tir. Bunu kabul etmeyenler, buna iman etmeyenler biidraktir (idrak ya da anlama yeteneği yoktur); biidrakler insani sayılmazlar ve biidraklar üzerinde operasyon (burada öldürme ya da belki tıbbi deney yapma bile olabilir) yapma insanlık suçu sayılmaz. Böylece Irak’taki katliam da meşru bir zemine oturtulmuş oluyordu. Ancak, bu yaklaşımdan “Akıllı-Akılsız Tasarım”la ilgili önemli bir sonuç da çıkarılabilir. Demek ki “Akıllı Tasarım”a inanmış Kalvinist Kilise, Tanrının kendi inançlarının dışındakileri (Müslümanlar, Budistler, Ateistler vd. hatta Hıristiyan olup da başka mezheplere mensup olanları bile) yani dünya nüfusunun yaklaşık beşte dördünün bozuk mal olarak çıkarıldığını kabul ediyor. Bir anlamda akılsız tasarımı, üretim bozukluğunu tescil ediyor. Böyle bir kabul, onların İsrail’deki, Gazze’deki, Irak’taki, Afganistan’daki, Vietnam’daki, Somali’deki katliamlara duyarsız kalmasını sağlıyor.  Zaman zaman Müslüman ya da diğer bir dinden olup da bu Kalvinistlerin bu fikrine dört elle sarılanları gördüğümde, Kalvinist Kilisesinin “Biidrak” tespitine inanacağım geliyor…
Akıllı tasarımın görünürde çok sinsi bir siyasi boyutu da var. Amerika’da ortaya çıkan bu eğilimin zaten tarihten gelen çok geçerli bir temeli vardı: Kadercilik. Kadercilik, geçici olarak insanları rahatlatmış; ancak uzun vadede çıkmaza sokmuş; ancak en önemlisi sömürü düzenine karşı çıkamayacak kadar gözlerini kör etmişti. Batının vahşi kapitalizminin sömürü düzeni kurabilmesi için, bu kadar köklü ve kapsamlı bir öğreti biçimi bulunamazdı. Son birkaç on yıl içerisinde sinsi organizatörler harekete geçti; ülkesindeki akıllı tasarımcılar “kurulu düzene karşı çıkmayan munis vatandaşlar olacak” sömürülecek ülkelerin vatandaşları da hem meşgul edilecek hem de kolayca güdülebilecekti. İşbirlikçiler dünden hazırdı. Bu ülkelerde dini inançları bugüne kadar sömürü aracı olarak kullanan sayısız insan vardı. Bunların, oynanan oyunu fark etmesi de mümkün değildi; çünkü kul kültürü ile yetişmişlerdi; söylenene tartışmadan iman etmeleri başından beri inandırılmıştı.
Böylece dünyada ne olup bitiyordan haberi olmayan, aklını öbür dünya ile bozmuş, bilimsel gelişmeleri zındıklık olarak tanımlayan, lidere körü körüne bağlı bir kesim yaratıldı. Daha doğrusu böyle bir kesim vardı, sayıları artırıldı. Sömürü düzeni tarihtekinin aksine bu sefer kansız olarak kuruldu. Dönün bir dünyaya bakın, öbür dünya işlerine daha çok zaman ayıran ülkelerin hepsi açık ya da kapalı sömürgedir.
Bir toplumun hepsinin aydın olması arzulanır; ancak bu şimdilik hayal gibi görünüyor. O zaman bilimi rehber yapmış, yaratıcı, kurulu düzeni tenkit edebilen, yeni seçenekler sunabilen, toplumu geleceği hazırlayabilen insanların öne geçirilmesi yavaş da olsa yine de bir gelişmenin lokomotifi olabilir. İşte bu lokomotiflerin de önünün kesilmesi hem ülke içerisinde inançları sömüren zümre için hem de ülke dışında yağmalamaya, sömürmeye ant içmiş ülkelerin geleceği için gerekir. Işığını ve yol göstericisini yitirmiş bir toplumun sindirilmesi, sömürülmesi ve yönlendirilmesi zor olmayacaktır. İşte bu nedenle Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerde, evrim kavramını özümsemiş ve onu, topluma yolunu bulması için ışık gibi tutacak insanları saf dışına atmak gerekirdi; onu da yeni kuşak gericiler, yani Akıllı Tasarımcılar yapıyor.  “Eğer Akıllı Tasarım” olsaydı, “Akıllı Tasarımcılar” olmayacaktı.

****

Yazıyı benimle paylaşıp beni haberdar eden dostuma teşekkürlerimle (o kendini biliyor) 🙂