Kutup ayısı mucizesi

Kaza yapan bir arabanın kaputunda beliren kutup ayısı şüphesiz bir mucize olmalı. Arabanın markası Hyundai, Kore’de kutup ayısı yaşamıyor. Bu mucize dinle imanla alakası olmayan köpek gibi haram yiyecekler yiyen Kore’lilere kutuplar gibi uzak yerlerde de canlıların yaşadığını ve bu muhteşem düzeni hatırlatmak için bir mucize. İbretlik.

Abiyogenez şifresini kırmaya az kaldı

Abiyogenez, hayatın kökenini açıklamaya çalışan alt bilim dalıdır. Daha doğru bir tanımla, yaşamın, canlı olmayandan nasıl oluşmuş olabileceğini bulmaya çalışan alt bilim dalıdır.

Bilindiği gibi, Dünya’daki hayatın kökenine dair bugün henüz net ve kesin bilgilere sahip değiliz. Fosil kanıtlarının yetersizliği, dünyanın 4.5 milyar yılda geçirdiği değişim gibi engeller, tam olarak yaşamın nasıl başladığını öğrenmemizin muhtemelen sonsuza dek önünde duracak engeller.

Bugüne kadar çeşitli abiyogenez teorileri ortaya atılmıştı. Miller deneyi (çorba teorisi), deniz altındaki sıcak su kaynakları teorisi ve en önemlilerinden RNA’nın önce oluştuğunu söyleyen RNA dünya teorisi bunların başlıcaları.

Yeni bir araştırma, laboratuvar ortamında, tamamen cansız moleküllerin evrim geçirerek değişmeye uğradıklarını gösterdi. Bu evrim geçirerek daha karmaşık yapılara kavuşan enzimler gerçek anlamda “canlı” değiller. Kendi kendine çoğalan bu yapıların özelliği, kazandıkları ve ortama uyum sağlamakta işlerine yarayan özellikleri sonraki nesillere aktarabilmeleri. Bu keşif, ileride sürecin tam olarak nasıl işlediğinin anlaşılabileceğine dair umutları artırıyor.

Elbette canlıları bir Tanrı’nın yaratıp dünyaya koyduğunu düşünen insanların söyleyeceği ilk şey “dünyada hayatın nasıl başladığını 100% kesinlikle söyleyemezsiniz, çünkü zaman makinesiyle gitmeniz ve olay olurken orada olup gözlemlemeniz gerekir – bu da imkansız!” olacak.

Bu tür deneylerin ya da teorilerin amacı 100% kesinlikle ne olduğunu göstermekten ziyade, bu olayın mümkün olabildiğini göstermektir. Şöyle bir örnek vereyim.

Bir gökdelenin tepesinde bir adam olduğunu varsayalım. Bu adam oraya nasıl çıktı diye soralım kendimize. Olası cevaplar.

1-Adam binaya girdi, asansöre bindi, en tepeye çıkıp merdivenle çatıya çıktı.

2-Adamı bir helikopter oraya bıraktı.

3-Adam bir uçaktan atladı ve paraşütle süzülüp çatıya indi.

4-Adam en tepeye Süpermen gibi uçarak çıktı.

Adam en tepeye çıkarken orada olmadığımız için 100% kesinlikle nasıl çıktığını bilemeyiz. Ancak ilk 3 şıkkın olabilirliğini gösterebiliriz. 4. Şıkkı ise ne kadar denersek deneyelim gösteremeyiz. Abiyogenez  teorileri ilk 3 şıktaki gibi açıklamalardır. Teorileri test eden deneyleri yapanlar da tıpkı asansörle çatıya çıkıp “bakın ben de çıktım, o adam da öyle çıkmış olabilir” diyen birisinin yaptığını yapmaktadırlar. “Bunu biz laboratuvarda yapabiliyoruz, doğada da bu şekilde olmuş olabilir” demektedirler.

Mantıklı ve makul bir insan, olabilirliği somut örneklerle gösterilmiş senaryoları bir yana bırakarak 4. şıkkı seçmez. Ne yazık ki, “Tanrı yaptı” hipotezi, dünyadaki yaşamın kaynağı söz konusu olduğunda 4. şıkkımızdır. Ve yine ne yazıktır ki, insanlığın çok büyük bir bölümü, yaklaşık olarak buna inanmaktadır.

Akıllı Tasarım

Teleolojik Argüman’la ilgili yazıda evrendeki kompleks sistemlerin tasarım ürünü olup olmamasıyla ilgili argümanları ve eleştirileri ele almıştım. Bu sefer “bu mükemmel düzen tesadüfi olamaz, akıllı bir tasarımcının ürünü olmalıdır” argümanına daha derin eğilen bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Aslında bu konuyla ilgili kendim bir yazı yazmak istiyordum ama hem zaman yokluğu hem de benden çok daha konuya hakim birisinin konuyla ilgili çok güzel bir makale yazmış olması sebebiyle bu seferlik alıntı yapmakla yetineceğim.

Makale bir parça uzun (5000 kelime civarı) ama kesinlikle okunmaya değer.

Yazının sahibi Hacettepe Üniversitesinde Biyoloji Profesörü olan Ali Demirsoy.

******

BİRBİRİNİN ZIDDI OLAN TASARIMLAR: AKILLI TASARIM-EVRİMSEL TASARIM

“En büyük tehlike akılsızlığı, akıllılık olarak gördüğünüzde başlar”Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

Bazı bireylerde kalıtsal bir nedenle ortaya çıkan sorunlar “Anomali” ya da “Hastalık” olarak adlandırılır. İyi bir tasarımda bu anomalilerin hiç olmaması ya da çok seyrek olması beklenir. Hâlbuki bugün tıbben her insanda doğuştan en az 10 anomalinin olduğu söylenir. Bu normal tasarlanmış bir arabanın beklenilmeyen bir arıza göstermesi gibi bir şeydir. Kâğıt üzerinde böyle bir hata beklenmez; imalat sırasında ortaya çıkar. Dolayısıyla buna üretim hatası denir ve suç tasarlayıcısına yüklenmez.  Akıllı tasarıma göre bir canlının tasarlanmasından ölümüne kadar geçen süreçler doğaüstü güç tarafından denetlenmektedir ve dolayısıyla hem tasarım aşamasında hem de üretim süreci içerisinde –biz fani varlıkların kusuru olmadan- ortaya çıkabilecek tüm aksaklıklardan doğaüstü güç sorumludur. Ancak hem yetkili ve her şeye kadir ol hem de hata yap ikilemini çözemeyen dogmatikler, çıkarı “Takdiri İlahi”, yani doğaüstü gücün isteği ya da takdiri olarak sunarak hem kendilerini hem de karşılarındakileri kandırmanın yolunu bulmuşlardır. Elimizde olan ya da olmayan gelebilecek her olumsuzluğun faili ya da sorumlusu bulunmuştur: Bir türlü hesap soramayacağımız, ulaşamayacağımız, ne eder ne yaparsa iyidir diye inandığımız Doğaüstü Güç; çoğumuza göre Tanrı. Böylece insanlık tarihi boyunca kusurumuz olsun ya da olmasın uğradığımız her zararı büyük bir tevekkül (kabul) ile benimseyeceğimiz bir felsefeye saplanmış olduk.

Ancak herkeste her zaman görülen, yani bir anomali olarak değil de, genel bir tasarım hatası olarak herkesin gözlediği yapı ve işleyişlere ne diyeceğiz; bu sefer “Taktiri ilahi” demeyle atlatamayız. Çünkü takdir, birçok seçeneğin arasında birisine layık görülen bir şeyi ifade eder. Yani başımıza bir bela gelmişse, yüce Tanrı o iş için beni seçmiş demektir. Dogmaya inanıyorsanız yapacağınız bir şey olamaz, kabul edeceksiniz. Eğer inanmıyorsanız nedenini araştıracaksınız, gerekirse er ya da geç çaresini bulacaksınız. Ancak, bir kusur sadece bir toplumun birisinde değil de herkeste bulunuyorsa, o takdiri ilahi olmaktan çıkmış, genel bir tasarım kusuru olmuştur. Bu tasarım kusurları eğer her şeyi bilen ve her şeye kadir bir varlık tarafından yapılmışsa, o zaman bu varlığın, kulları olan bizler için iyi niyetinden kuşku duyabiliriz. Çünkü hiç kimse durup dururken kitle halinde eziyet etmeyi amaçlamaz. Bunun tanımı psikolojide ya da sosyolojide hoş olmayan çok ağır bir tanımdır…

Gelin görün ki, ortalığı akıllı tasarım velvelesine veren birçok insan (bunların arasında ne yazık ki bilim adamı; hatta bilimlerin bilimi diyebileceğimiz biyoloji alanında çalışanlar), aşağıda yüzlercesinin arasından verilmiş sadece birkaç genel kusurun neden doğaüstü güç tarafından reva görüldüğünü bir türlü açıklayamıyor. Moleküler ya da hücre düzeyine indiğimizde hatalı tasarımla ilgili onlarca örnek verebiliriz. Ancak bu örnekler çok akademik kalacağından, bu konuda yeterince bilgisi olmayanlar anlamakta zorlanabilir diye verilmemiştir. Doğuştan yüksek tansiyon, şeker hastası, çeşit çeşit yetmezlikler, kas ve kemik bozuklukları ve benzer onlarcasını kişiye özgü olduğu genel bir durumu yansıtmadığı için –genel bir tasarım hatası olarak- gündeme getirmeyeceğiz.  Bu nedenle vereceğimiz tasarım hatalarına ilişkin örnekler özellikle hemen herkesin her zaman tanık olduğu çocuklardaki bazı kusurlardan –yani genel tasarım hatalarından- seçilmiştir. Bunun nedeni, akıllı tasarımcıların, ortaya çıkmış kusuru, ergin kişinin suçlarına –günahlarına-  bağlamasından kurtulmak içindir.

1.         Çocuk büyüten ve gecelerini uykusuz geçiren herkes şunun farkındadır. Çocuklar doğduklarının ilk birkaç ayında bazen çok daha uzun süre gaz sorunu yaşayarak ailelerini ve kendilerini perişan ederler. Bu gaz ya anadan geçer ya da çocuğun sindirim sistemindeki tasarım hatasından kaynaklanır. Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, ağaçtan ağaca atlarken anasının sırtına yapışarak, her sıçrayışta sürekli gazını çıkaran bir canlının böyle bir sorunu olmamıştır. Bu nedenle primat yavruları gaz sancıları çekmez. Ne zamanki doğal yaşamdan ve doğal evrim sürecinden ayrıldık, bu sorun karşımıza çıktı. Ancak evrimsel yapısal değişim, sosyal evrime ayak uyduramadığı için, zamanında gerekli önlemler oluşamadı.

2.         Çocukların iç kulak ile ağız arasındaki östaki borusu, normalden kısa olduğu için ağızdaki mikroplar sık sık orta kulağa geçer ve bir sürü soruna neden olur. Primatlarda bu sorun var mı; büyük bir olasılıkla yok.Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, sosyal gelişmeleri öğrenebilmek için, kafası beklenilenden çok daha büyük olarak dünyaya gelmeye zorlanmış bir çocukta bu sorunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Acaba doğaüstü güç insanın sosyal yaşama geçişini bilemiyor muydu? Yoksa böyle bir ödüle karşı ceza mı uygulamaya kalkıştı?

3.         Çocukların, özellikle kız çocuklarının idrar kesesini dışarıya bağlayan kanal erişkinlere göre kısa olması nedeniyle sık sık idrar yolları hastalıklarına tutulmaktadır. Ne olurdu bu boruyu biraz daha uzun olarak yaparak yaratsaydı?Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, dört ayağının üstünde gezen bir canlı için bu kısalığın büyük bir sakıncası yoktu; ne zaman ki, yere inip de ilk olarak otura otura sonra iki ayağımız üzerinde gezmeye başladık; oturduğumuz yerdeki mikroplar çok daha kolay içlere kadar girebildiği için bu sorunlar ortaya çıktı. O zaman sormazlar mı, beni iki ayağım üzerine kaldırırken, bu boruyu niye bir iki santim uzatmadın?

4.         Penisteki sünnet derisi çoğunluk herhangi bir soruna neden olmadan doğum olmasına karşın, bir kısmında idrar yapamayacak derecede kapalı olduğu için önemli sorunlara neden olmaktadır. Bu derinin erişkin olmadan kesilmesi ise Musevi ve İslam inancına göre tanrının isteğidir. Bu derinin atılması sırasında, yine bu iki dinin de ortak olarak birleştiği inanca, yani çocukların suçsuz olarak doğduğu inancına karşın, milyonlarca çocuğun sünnet işlemi sırasında mikrop kapmasından dolayı ölmesini nasıl açıklayacaksınız? Günahsızların ceza çekmesi hiçbir öğretide hoş karşılanamaz.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, bu deri kapalı durarak idrar yollarının ve penis başının olası enfeksiyonları önlemek için meydana gelmiştir. Doğal ortamda er ya da geç normal işlevini görmeye başlar; ancak bezlere sarılmış kapalı ortamda yetiştirilen bir bireyde bu aksaklığın giderilmesi zor olur.

5.         Bugün hangi çocuk doktoruna giderseniz gidin, çocuğa bakmadan D vitamini de içeren bir ilaç yazıyor. Bunu muhakkak almalısınız diyor. Burada birisi yanılıyor, ya doktor ya da doğaüstü güç. Çünkü akıllı tasarım olsaydı, ana sütü ile birlikte bu maddeler de verilmiş olacaktı.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, insan, güneş ışığının çok yoğun olduğu Doğu Afrika’da evrimleştiğinden D vitamininin oluşması için ek bir kaynağa ihtiyaç duyulmamıştı. Ne zaman ki kuzeye yayıldı, eksiklik ortaya çıktı. Düzeltilebilir miydi? Çok basit birkaç önlemle bu eksiklik giderilebilirdi. Zaten canlıların hemen hepsi (bizden başka yer değiştiren iki memeli hariç) bulundukları yerde kaldıkları için gerekli D vitaminini sentezlemektedirler. Bunu yer değiştiren insan yapamadığı için, gittiği yerde özellikle güneş ışınlarının eksikliğinden dolayı bozukluk ortaya çıkmaktadır. Eğer akıllı tasarımcıların inandığı gibi insanoğlu orta kuşakta bulunan bir yerde dünyaya inmiş olsalardı, böyle bir eksikliği yaşamayacaklardı. Demek ki bir enlemden öbür enleme geçince akıllı tasarım akılsız tasarım haline dönüşmüş. Niye düzeltilmemiş? Doğa aklıyla değil, seçenekleri rastlantıyla seçtiği için her zaman doğru yolu bulamaz; bu nedenle de bu güne kadar jeolojik dönemlerde bağrında barındırdığı yaklaşık 20 milyon (belki 100 milyon) canlı türünü bu akılsız tasarıma kurban etmiştir.

6.         Hemen hemen hiçbir işleve sahip olmayan 20 yaş dişlerimiz çoğumuzun korkulu rüyası olmuş; birçoğumuza kötü günler yaşatmıştır. Dogmatikler bunun için kem küm bir şeyler söyleseler de hiç kimse inandırıcı bir açıklamasını yapamamaktadır. İnançlara göre insan aynen yaratılmışsa, evrimleşmemişse, 20 yaş dişleri de insanın başına bela olarak verilmiştir. Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, bu dişler otçul (daha çok ot yediğimiz) dönemde öğütme işinde kullanılıyordu; daha sonra omnivor (yani her şeyi yer hale geçince), özellikle de yiyeceklerimizi pişirerek daha yumuşak hale getirince gerek kalmadığı için doğal seçilim ile ortadan kaldırma sürecine sokulmuştur. Evrim, sabırlı ve sürekli bir işleyişin adı olduğu için de, hemen ortadan kaldırılamamış, zamana bırakılmıştır.

7.         Osteoporaz (kemik erimesi). Bugün kırk yaşını geçmiş herkesin korkulu rüyasıdır ve geçici de olsa tedavisi için önemli harcamalar yapılmaktadır. Her şeyi bilen doğaüstü güç, ömrümüzün ortalarında neden bizi oluşturan iskeletin içini boşaltsın ve kırıklarla uğraştırsın. Bunların içine her besinimizde bolca bulabileceğimiz kalsiyumu yerleştirme güç mü olacaktı? Yoksa bu da mı takdiri ilahi hanesine yazılacak?

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, kemikler işlev gördüğü sürece ve doğada güç kullandığı sürece sağlıklı kalır; sürekli kitap okuyan ve dua eden birinin, kemikler (bu bağlamda kaslar) üzerindeki tonus (basınç etkisi) azalacağı için içini boşaltması kaçınılmazdır. Evrim, gerçekler üzerinden işlev yapar, acımasızdır, tarafsızdır; duygular ve sevgiler üzerinden değil…

8.         Elli yaşını geçmiş her erkeğin aklı prostatındadır. Çoğunluk doğru dürüst işeyemez, olur olmaz yerde işemeye kalkışır; bu nedenle kana kana bir şey hatta su bile içemez. Tuvaletin başında dakikalarca bekler. Daha sonra eşeysel işlevleri aksadığı için karısından azar işitir; aşağılanır; semavi dinlerin üstün varlık olarak tanımladığı o erkek süklüm püklüm bir kediye (kedi bile denmez olsa olsa pisik demek gerekir) dönüşür ve daha da vahimi er ya da geç kanserleşmeye başlar. Doksan yaşına gelmiş bir insanın %90 prostat kanseri olma olasılığı vardır. Dogmatikler akıllarını kutsal kitaptaki bilgilerle bozdukları ve prostat da bu kitapların bulunduğu dönemde bilinmediği için birkaç yakın ayet ve hadisle belki geçiştirebilirler; ancak en iyisi bu konuya hiç değinmemektir…

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, prostat bezi, sahneye çıkarken ozmos, yani su geçişlerini düzenleme gibi bir görevi üstlenmek için ortaya çıkmıştı; ancak zamanla başka işlevleri de yüklenince, olması gerekenden fazla bir görevi daha üstlendi ve başarılı da olamadı. Eğer bir varlığı korkularından arındırmak için tasarım yapmış olsaydınız, iki paralık bir sifinkter (kapak) ile bu sorunu çözerdiniz. Ancak, evrim gelecek için plan kurmaz, o anda gereksinme duyulan şeyleri en iyi şekilde seçmeye kalkışır. Bu nedenle de evrim her zaman mükemmeli bulamaz.

9.       Menopoza girmiş her kadının rahim kanseri ve meme kanseri korkulu rüyasıdır. Çocuk yapma yetisini yitirmiş ve başka bir görevi kalmamış bir organın vücuttan kaldırılması çok zor biyolojik işlem değildir. Böyle bir korkuyu insanlara yaşatmanın ne anlamı var?

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, doğa bir canlının üreme gücünü yitirmiş bir bireyi barındırmak gibi bir lüksü olmadığı için uygun yöntemi geliştirme denemesine girişmemiştir.

10.       Neredeyse her üç kişiden biri omurga rahatsızlığı çekmektedir. Diğer canlılara bakıyorsunuz beli kayan canlı yok gibi. Bu insana eziyet niye? Akıllı tasarımcılar “Tanrının verdiği organı korumak gerekir” diye bir yaklaşımla konuyu savsaklamaya kalkışırlar.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, bir zamanlar dört ayak üzerine yürüyen atalarımız, ağırlığı tüm omurgaya dağıttığı ve onu da dört noktadan toprağa verdiği için böyle bir sorunla karşılaşmadı. Ancak iki ayağı üzerine kalkınca, ağırlık merkezi 4-5. omurların arasına yoğunlaştı, burası da yeterince kasla desteklenemediği için ve evrim mekanizması deneme-yanılma yöntemi ile çalıştığı yani çok ağır işlediği için de bu kadar kısa süre içinde gerekli önlemi geliştiremedi. Böylece öne uzattığımız iki elimizle tutacağımız bir kiloluk bir yük, kaldıraç misali 4-5. omurlara 20 kiloluk bir baskı oluşturdu.

11.       Hemen hiçbir hayvanda görülmeyen fıtık ve özellikle kasık fıtığı niye insanlarda görülüyor diye düşünebilirsiniz. Akıllı tasarımcılar ancak bir önceki yanıtı verebilirler.                        Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, o size der ki, bir zamanlar dört ayak üzerine gezdiğimiz için iç organlar özellikle testislerin vücut dışına çıktığı kanala (ingunial kanala)  basınç yapmıyordu; ne zaman ki iki ayak üzerine kalktık, iç organlar basınç yapınca, özellikle belirli bir yaştan sonra bağırsaklar bu kanaldan dışarıya sarkmaya başlar. Evrimsel gelişme bu aksaklığı niye düzeltmedi? Ya bir çıkar yol bulamadı ya da geliştirmek için yeterince zaman bulamadı. Akıllı bir tasarım olsaydı hem bu sorunu hem de yukarıdaki sorunu bir çırpıda çözecek çareyi yürürlüğe koyardı.

12.       Eskiye ait insan fosillerine bakıyoruz; çürük diş hemen hemen yok (biraz da erken öldüklerinden dolayı); ancak ne zaman ki besinlerini öğütüp, pişirmeye ve özellikle de tahılla beslenmeye başlıyorlar, o zaman diş çürükleri ortaya çıkıyor. Doğaüstü güç insanı vahşi bir hayvan gibi doğada dolaşsın diye mi tasarladı? Uygarlığa geçeceği ve geçişte yaşanacak sorunlar tahmin edilemez miydi? Akıllı tasarımcılara sormanıza gerek yok; çünkü onlar bulunan bunca insana ait fosili zaten insan neslinin atası olarak kabul etmiyorlar. İnsanın zembille gökten indiğine inanıyorlar.

Ancak bir evrimsel biyoloji uzmanına sorarsanız, “diş çürümeleri neden oluyor?” diye, o size der ki, tahılla beslenme, mayalanmaya bağlı olarak ağızda asidik tepkimelerin ve aşınmaların meydana gelmesini tetiklediği için olmuştur diyecektir. Bu tasarım hatasını giderebilmek için de akşam-sabah macunlarla fırçalama yoluna gideriz.

13.       Akşam sabah hamdolsun verdiğin nimetlere diye dua ediyoruz. Bu kadar çeşitli yiyecek verdiği için. Pekâlâ, yaklaşık 400.000 bitki olmasına karşın niye daha çok çeşitli meyve ve sebze sunmadığını bir türlü aklımıza getirmiyoruz. Çünkü olandan başkasını düşünemiyoruz. Düşünebilmeniz için evrim mantığına sahip olmanız gerekir; o da bizde yok.                         İnsan oluştuktan çok daha sonraki devirlere bakacak olursak, bugün nimet olarak tanımladığımız sebze ve meyvelerin ve keza hayvanların hiç birini göremeyiz. Doğa, elmayı, armudu, kirazı, kayısıyı, portakalı, şeftaliyi, mısırı, domatesi, salatalığı, kabağı, nohudu, şeker pancarını, karnabaharı, lahanayı, kıvırcığı, marulu, Çin marulunu, kırmızılâhanayı, Montofon ineğini, Holstein ineğini, Legorn tavuğunu ve bugün kullandığımız daha onlarca ürünü bugünkü haliyle evrimleştirmemiştir. Ama her devirde evrim mantığına sahip insanlar olduğu için “akıllı tasarım ürünü olarak belirtilen” verimsiz varlıkları insani tasarımla çok daha kullanılabilir ve verimli hale getirdiler. Siz, domatesi, şeftaliyi, elmayı, portakalı ve yukarıda yazılan bitki ve meyveleri doğaya bırakın belirli bir süre sonra asıllarına döneceklerdir, yani evrimsel tasarıma. Montofon ineğinin, Holstein ineğinin ve Legorn tavuğunun zaten doğada üreme şansı olmayacaktı. Kıvırcığı, marulu, karnabaharı, lahanayı, Çin marulunu, aysbergi, süs lahanalarını, brokoliyi, kırmızılâhanayı doğaya bırakın yıllar sonra yumruları sadece bir fındık bilemedin ceviz kadar kalmış Bürüksel lahanasına döndüğünü göreceksiniz. İnsan olmasaydı mısır bitkisi ise hiçbir zaman olmayacaktı. Doğa insanı düşünerek bunları evrimleştirmediği için, bizim amacımıza en uygun şekli vermedi. Akıllı bir tasarımda eşrefi mahlûka neden en iyisinin sunulmadığını merak etmiş olmalısınız. Nede olsa insan olmanın en önemli özelliği merak etmektir.  Daha iyi bir tasarımın yapılma zevki insana mı bırakılmış dersiniz (böylece akıllı tasarımcılara zor zamanlarda kullanabilecekleri bir açıklama da vermiş oluyorum).

Bütün bu değerli yiyeceklerimiz doğada bugünkü haliyle bulunmuyor. Doğal işletiminin hatalarla dolu olmasından dolayı, anormallikler, örneğin poliployidi dediğimiz kromozom çoğalmaları nedeniyle bugünkü sulu ve iri meyveler oluşuyor ya da doğaüstü gücün bizim için esirgediği kalıtsal kombinasyonları insanlar ıslah yoluyla kendisi yapıyor.15.       Doğada birbiri için zararlı çok sayıda canlı vardır. Ancak bir canlıya zarar veren bir tür başka bir canlı için yararlı işler yapara; ya da tersi. Örneğin çoğumuzun irkildiği yılan, doğanın dengesinin sağlanması için en önemle canlı gruplarından biridir. Yılanlar olması kemiriciler doğadaki bütün dengeleri allak bullak eder. Dolayısıyla kimin yararlı kimin yararsız olduğuna doğanın işletim sistemi karar verir.

Ancak bazı canlı türleri örneğin çiçek, veba, humma, sıtma ve benzer onlarcası, doğada başka hiçbir canlıya şu ya da bu şekilde yarar sağlamıyor. Biyolojik döngülerinin varsa ara kademelerinde de sağlamıyorlar. Bu canlılar sadece insanları hasta etmek için evrimleşmiştir (akıllı tasarımcılara göre yaratılmışlar). Bir doğaüstü güç bu kadar canlı türü içinde en çok değer verdiği ve eşrefi mahlûkat olarak kitaplarında tanımladığı bu türe bu kadar eziyeti, korkuyu ve ıstırabı neden reva görmüştür dersiniz? İnsanlık tarihinden bu yana milyarlarca insan (bunların içinde günahsız olarak bildiğimiz çocuklar) ömrünün baharını bile görmeden bu canlılarca öldürüldüler. Sizce böyle bir tasarım akıllı tasarım mıdır? Sus sus öyle söyleme –Tanrının işine karışılmaz- günahkâr olursun demeyle ne zamana kadar yorumlama yetinizi bastıracaksınız?

Dünya tamamlanmamış bir tasarımdır-Van Gogh
Bir anlamda dünya tamamlanmamış bir tasarım olduğu için evrim sürmektedir. Eğer her şey mükemmel tasarlanmış olsaydı, evrimleşmeye gerek duyulmayacaktı. Halbuki canlı daha iyi daha etkili daha uyumlu yapıyı kazanabilmek için 3.8 milyar yıldır daha yetkin olmayı aramaktadır, yani evrimleşme çabası içerisindedir. Bir zamanlar denizanalarının daha sonra balıkları daha sonra kurbağagillerin daha sonra sürüngenlerin daha sonra kuş ve memelilerin ortaya çıkışı bu tasarımı daha başarılı hale getirmedir. Tanrısal bir tasarımda ilk olarak basitini yapma, daha sonra kullana kullana daha etkilisini geliştirme gibi bir mantık olamaz. Bir taraftan Tanrının her şeye kadir olduğuna ve deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulma gibi bir savurganlığa gerek duymayacağına inanma, diğer taraftan da zaman içinde organizasyon bakımından gittikçe daha gelişmiş canlıların dünyada sırasıyla yer aldığını, organizasyon bakımından ilkel olanların zamanla ortadan kalkıp yerini daha gelişmiş organizmalar bıraktığını gözleyip de evrim fikrine inanmama, ancak akıllı tasarımcılara yakışır.
Hemşerim ve yakın dostum olan ressam Prof. Dr. Zafer Gençaydın, bir gün bana biliyor musun Ali, Ortaçağda doğması ve Ortaçağ mantığında yaşaması gereken birçok insan, herhalde yanlış bir planlamadan dolayı ne yazık ki zamanımızda doğmuştur; doğmakla da kalmamış bir kısmı üniversitelerde hoca olmuşlar, dedi. Ah, Tanrı dünyayı yeniden yarataydı,Yaratırken de beni yanında tutaydı;Derdim:
“Ya benim adımı sil defterinden,Ya da benim dilediğimce yarat dünyayı.”
Ömer Hayyam
Daha önce değindiğimiz gibi, evrim gelecek için plan kurmaz, tasarım yapmaz; o anda elde bulunan nesneleri ya da özellikleri yine o anda gereksinme duyulan şekilde seçmeye kalkışır. Bu nedenle de evrim her zaman mükemmeli bulamaz. İşte bu nedenle dünyada bu güne kadar yaşamış canlıların %96’sı yeni değişimlere çözüm yolu bulamadığı ya da daha önce başarılı bir şekilde geliştirdiği özellikleri ile devam edemediği için yaşam sahnesinden silinmiş, yerlerini daha başarılı olanlara bırakmışlardır. Burada dogmatikler ile evrimciler arasında düşünce bakımından çok derin bir fark vardır. Dogmatikler, bu cümleden dinciler, akıllı tasarımcılar ve benzerleri görüşte olanlar başarılının (güçlünün) tanımını farklı anlarlar. Bu nedenle de doğanın işletim sistemini bir türlü anlayamazlar. Hatta bir televizyon tartışmasında, bir biyoloji profesörü (o günlerde Biyologlar Derneğinin de başkanıydı), bana dönerek hoca hoca, ne diyorsun, bir bakteri bir filden daha güçlü mü ki daha başarılı diyorsun. Dogmatiklerin güçten kastı, kas gücü ile sınırlıdır. Esasında bu görüşleri sonlarını da hazırlamaktadır. Çünkü gücü, sosyal yaşamda silah, anarşi, terörizm, para ve kaba kuvvet olarak bilirler. Hâlbuki bir evrimci, kas ve kemik gücüne dayanmayan bilgi ve becerinin daha üstün olduğunu gözlemleri ile öğrenmiştir. Bir virüsün bir fili yok edeceğini bilir. Çünkü evrimsel seçilimde kaba güç değil (bu güç ancak aynı türün bireyleri arasında daha sağlıklıyı –erkek kavgaları gibi- seçme için kullanılan evrimsel bir yöntemdir), çevrenin koşullarını en iyi kullanan, kalıtsal materyalini gelecek kuşaklara en hızlı ve en çok aktaran (çoğalan) ve başka bir türü kullandığı ince yöntemlerle alt edenler ayakta kalır; yapamayanlar elenir.
Akılsız tasarımın en akıllıca yönü, akılsız olmasıdır. Hiçbir zaman tasarlayarak bir şey oluşturmaz. Tek amacı vardır: Olabildiğince çok çeşit üretmek. Bunun için israftan kaçmaz, daha doğrusu onu israf olarak görmez. Bu nedenle bir balık özelliği birbirinden farklı bir milyon yumurta bırakır. Bir tanesinin ortama uyum yapması başarıdır. O seçmeyi doğaya bırakır; bu nedenle doğal seçilim diyoruz. Üç beş bireyin yaşayabileceği bir ortama milyonlarca yumurtanın bırakılmasının başka ne anlamı olabilirdi? Bu nedenle kural olarak doğada yavrularını eksiksiz ya da kayıpsız büyüten hiçbir canlı yoktur diyebiliriz. O zaman bugünkü koşullarda neredeyse insanların doğurdukları çocukların hepsi yaşıyor diyebilirsiniz. Tam bir Akıllı Tasarımcı mantığı. İyi de o çocukları yaşatmak için doğada hiç olmayan ilaçları ve aletleri kullanarak onları başarabiliyorsunuz.  Yani Akıllı Tasarımcıların mantığıyla Tanrı tasarımına karşı gelerek, o tasarımın hatalarını ilaçlarla aletlerle düzelterek…
Tasarım hatasına yer yoktur. Doğa mükemmel bir mühendis değildir; varsayılan bir doğaüstü güç gibi her şeyi bilen, planlayabilen ve geleceği gören bir işletim sistemi de değildir. Var olanı kullanarak o günkü koşullara en iyi uyumu yapacakları seçen bir sistemdir. Bu nedenle doğanın işletim sisteminde keşke şöyle olsaydı özlemini dile getiremeyiz. Çünkü istek, ancak akıllı bir varlık tarafından yerine getirilir; akılsız olan bir yapı tarafından değil. Doğanın aklı yoktur; onun aklı evrimin işleyiş tarzı ve yöntemidir. Bu nedenle, ancak doğaüstü güçlere dua ederiz. Geçmişte doğal güçlere de (güneşe, aya, yıldıza, fırtınaya, ateşe ve yüzlercesine) dua ettik; yararını görmediğimiz için hemen hemen büyük bir kısmımız bu yakarmayı bıraktık; bu sefer sekiz cihetten münezzeh (yani önde, arkada, sağda, solda, altta, üste, içte ve dışta bulunmayan) varlıklara yöneldik; dilerim bu sefer başarırız… Sesimizi ve yakarışlarımızı duyan olur…
Doğadaki bazı mekanizmaları anlayabilmek için evrim kavramı ve bilgisi kaçınılmazdır (dogmatiklerin böyle bir bilgiye ihtiyaçları yoktur, olmayacaktır da) . Örneğin kendi kendinize sorabilirsiniz, niye bir balık bir milyon yumurta meydana getiriyor da ancak 3-5 tanesi erginliğe ulaşabiliyor. Bir insan doğal ortamda 10 çocuk doğuruyor da ancak 1-2 tanesi erginliğe ulaşabiliyor. Bu bir savurganlık, materyal, zaman ve imkân yitirilmesi değil midir? Akıllı tasarım en az malzeme ile en çok üretim yapmanın adıdır. Hâlbuki doğa bu bakımdan inanılmaz derecede savurgandır. İşte bunun neden böyle olması gerektiğini ancak evrim bilimi bize veriyor. Çünkü akıllı bir tasarımda, her şey önceden planlanır ve tasarlanır. Eğer Ay’a gidecekseniz ona göre bir uzay gemisi, Mars’a gidecekseniz ona göre “bir” uzay gemisi tasarlarsınız. Ne bir eksiği ne bir fazlası vardır ve bu yapılar akıllı tasarımlardır.
Doğa bizim bildiğimiz akla sahip olmadığı için, sorunun altından kalkabilmek için (böyle bir ifade de doğru değildir; çünkü bu da bir aklı ifade eder; esasında öyle olduğu için bize akıllı gibi görünüyor) çeşit yaratma peşine düşmüştür. Bu nedenle bir canlı birbirinden özellikleri bakımından kademe kademe farklı olan çok sayıda döl üretme stratejisini geliştirmiştir. Bir milyon tohumdan biri ya da bir milyon yumurtadan sadece biri, daha önce hiç karşılaşılamayan bir ortamda başarılı özellikleri kombine etmiş ise, o ayakta kalır diğerleri elenir. Sadece insan için örnek verelim: Her çiftleşme sırasında 300 milyon sperm üretilir, kural olarak sadece biri döllenme işlevini yapar. Ancak bu spermlerin ve yumurtaların sayıca çokluğu aynı bir dişiden ve aynı bir erkekten özellikleri bakımından farklı 70 trilyon çocuğun meydana gelmesini sağlar. Bu incirde de böyledir, narda da böyledir, balıkta da öyledir.
Bir önceki paragrafta verdiğimiz uzay gemisi örneğini buraya taşırsak, önceden amaçladığımız inilecek gök cismine göre gemi planlanmadığını, binlerce, milyonlarca gemi yapılıp uzaya gönderildiğini, bunlardan birinin ya da birkaçının bir rastlantı olarak bir gök cismine inmesi ve taşıdığı özellikleri açısından orada gelişebilecek durumda olması halinde, yeni bir uygarlığın, biyoloji açıdan yeni bir türün doğuşu gerçekleşir. Böyle bir çeşitlilik zorunluluktur; çünkü gelecekte neyle karşılaşacağını bilmeyen bir sistem, çıkış yolunu olasılıkları ve çeşidi artırma ile bulabilirdi. İşte doğanın bu savurganca görülen işletim sistemi, böyle bir nedenle korunmuştur. Ne kadar akıllı bir sistem olursa olsun, gelecekte ne olacağını tam kestiremez ve bu da yok olmayla sonlanabilir. Evrimcilerin düzensizlikler içindeki düzen dediği sistem; rastgele seçilim bu nedenle başarılı olmuştur. Bu, düşünemeyen bir sistem için mükemmel bir stratejidir. Akıllı tasarım olsaydı her ortama göre kalıtsal bir birleşim imal edilirdi. O zaman da niye bundan 600 milyon yıl önce balık, 500 milyon yıl önce sürüngen, 300 milyon yıl önce memeli, 50 milyon yıl önce insan dünyada bulunmuyordu diye sorarlar? Çünkü doğa rastgele, deneme-yanılma ile ancak bu kadarını başarabildi. Akıllı bir tasarım olmuş olsaydı, bu kadar zahmetli bir yolu aşmaya gerek olmayacaktı. Aksini doğada kanıtlayan tek bir örnek yoktur.
En çok sevilen ya da değerli şey özene bezene tasarlanır ve dikkatle imal edilir. İnsan Tanrı gözünde en değerli varlık olmasına karşın en çok defekti (bozukluğu) olan tür gibi görünüyor. Şimdilik insan soyunda adı konmuş 9.000 çeşit kalıtsal hastalığın olduğu bilinmektedir. Bir fabrika düşünün ki, herkesi kapsayacak bir tasarım hatasından değil (onu daha sonra ele alacağız), sadece kişilere özgü tasarım ve imalat hatasından dolayı 9.000 çeşit bozukluğu olan ürün imal ediyorsunuz ve buna da akıllı tasarım diyorsunuz. Ya akıllılığı bilmiyorsunuz ya da tasarım ne demektir onu bilmiyorsunuz. Sıkıştığınızda takdiri ilahi diyorsunuz.
Bunlara kullanıldığı zaman ortaya çıkan “yaşlanmaya bağlı hastalıklar” dâhil değildir. Bu hastalıkların sayısı büyük bir olasılıkla yeni tanımlarla birlikte on binlerin üzerindedir.
En ilginç olanı da hekimlerin büyük bir kısmının akıllı tasarıma sıcak bakmalarıdır. Bu, kendi mesleklerini bile tanımıyorlar anlamına gelir. Doktorluk, kalıtsal ya da sonradan ortaya çıkan bir eksikliğin giderildiği meslektir. Çoğunluk da tasarım hatalarının düzeltilmeye çalışıldığı bir meslektir. Akıllı bir tasarımı, oransal olarak bir anlamda çok daha zayıf akıllı sayılabilecek birileri düzeltiyor.
Ancak bütün bunları görebilmek belirli bir sezinlemeyi, bilgiyi ve en önemlisi sadece insana özgü olan yargılamayı gerektirir. İnsan doğası gereği ben merkezli (antroposentrik) olduğu için, her şeyi kendi çıkarı açısından değerlendirir. Ben yaşıyorsam ve özellikle de iyi yaşıyorsam, bu çok iyi kurulmuş tanrısal bir düzenin sonucunda olmaktadır. Ancak, henüz erginliğe ulaşmadan ölen kardeşlerim için böyle bir yargı geçerli değildir. Benim çocuklarımın eli yüzü düzgün ise, bu tanrısal akıllı bir tasarımın sonucudur; ancak komşunun bütün aileyi ömür boyu sıkıntıya sokan sakat doğmuş çocuğu “Tanrının benim halimden şükretmem için yapmış olduğu bir düzenlemedir”. Tanrısal tasarımda acaba bencillik ve narsistlik bir ön koşul mudur?
Pekâlâ, bu kadar insan neden doğanın mükemmel bir düzen içinde işlediğine inanıyor ve her şeyin mükemmel olduğuna inanıyor? İlk olarak insanı insan yapan empati yoksunluğundan. Çünkü başkasının kusuru, eksikliği ve derdi onu ilgilendirmiyor. Bu kadar kusuru görmemezlikten geliyor. Ancak en önemlisi, normalin ve anormalin ne olduğunu tam bilmiyor, tanımlayamıyor. Örneğin diyor ki bak ne güzel yiyecekler verilmiş yememiz için. Şimdi ben soruyorum, ne verilseydi aynı şeyi söyleyecektiniz. Başkasını bilmiyorsun ki. Ne güzel renkleri görüyoruz diyorsunuz? Başka renkleri tanımıyorsunuz ki bu yargıya sarılıyorsunuz. Gördüğümüz renkler ışık bandının yüzde biri bile değil; akıllı bir tasarım olsaydı biz çok daha zengin renkleri görecektik. Ancak bir evrimci bizim sadece 3 rengi neden görebildiğimizi biliyor; bu nedenle daha fazlasını da talep etmiyor. Tanrısal bir tasarımda daha fazlasını talep edebilirdik. Ancak bir evrimci görme pigmentlerinin oluştuğu dönemde, güneş ışınlarının en yoğun mavi, yeşil, kırmızı bantlarda yeryüzüne ulaştığını bu nedenle böyle bir tasarımla yetindiğini biliyor. Eğer bu dönemde X, alfa, beta ışınlarıyla da karşılaşmış olsaydık, onları da tanıyacak sistemi geliştirebilirdik ve bugün çoğu ortamda ortaya çıkan radyasyonu önceden görebilirdik ya da onlara dayanıklı bir kalıtsal molekül geliştirebilirdik. Bu cümleden bir şeyi özellikle vurgulamak istiyorum: Her şeyi büyük bir tasarım olarak görenlerin, “bu da beklenen bir şeydir, şaşılacak nesi var ki” diyebilecekleri bir tasarımları var mıdır? Önünü ve arkasını, nedenini bilmediğiniz, nasıl oluştuğunu bilmediğiniz her şey, yani basitten karmaşıklığa doğru giden yolu yani evrimsel süreci tanımadığınız sürece, uca ulaşmış her şey sizin için mucizenin bir ürünü olarak görülecektir. Bu basit bir hesap makinesini bile anlayamayan birinin bilgisayarı anlamaya kalkışması kadar sığ bir yaklaşımdır. Akıllı tasarımcılar! Evrimde basitten karmaşıklığa giden yolu öğrenmediğiniz sürece sizin hiçbir şeyi anlama ve görme şansınız olamayacaktır. Ya öğrenin ya da yoldan çekilin.
Eğer akıllı tasarımla yetinmeye kalkışsaydık ne uzaya gidebilirdik ne denizlerin dibine inebilirdik. Bizim tasarımımız, ancak dünyanın yüzeyinde ince bir katmanda yaşamaya izin veriyor. İnsanı değerli bir varlık olarak niteleyen yüce bir yaratıcı bizi evrensel bir karantinaya niye sokmuş dersiniz? Bütün bu ortamlarda yaşayabilecek bir donanım verebilirdi. Ancak insan bu dünyanın çocuğu olduğu için, evrimleşerek oluştuğu için ne bulduysa onunla yetinmiştir. Evrim geleceği tahmin edemez, göremez; ancak çeşidini artırarak olası bir uyumun gerçekleşmesini sağlayabilir. Bunu da her zaman başaramaz. Bazen de belirli bir dönem için başarır; ancak kazandırdığı özellikler değişen koşullar yüzünden o canlıyı çıkmaz sokağa sokarak ortadan kalkmasına neden olur.
Ancak, en önemli yargı ve yanılgı, yine akıllı tasarımcılardan elde edilebilir. Çünkü akıllı tasarımcıların hemen hepsi bütün bu sistemin mükemmel olduğunu savunur ve dayandıkları inançlar ise insanı evrenin efendisi olarak kabul eder ve onları “Eşrefi Mahlûk”, yani mahlûkların efendisi olarak görür. Bu demektir ki, insan yapılabilinecek ve elde edilebilinecek her güzelliğe layıktır. Bu güzellikleri insandan esirgemek, eşrefi mahlûk dediğimiz varlığa kötülüktür.
O zaman gelin sizinle bir biyolojik oyun oynayalım. İnsanı yeniden tasarlayalım. Sürekli kendini onarmayla ölümsüzlük olabilirdi; ancak o zaman dinsel öğretideki öbür dünya sorgulamasından kaçmak anlamına gelirdi ki, bu dinsel öğretilerin belini kırar. Çünkü dayandıkları en önemli dayanak öbür dünyadaki görülecek hesabın cezası ve ödülüdür. Bu güzel tasarımı tutucuların hiçbiri kabul etmeyeceği için rafa kaldıralım. Öyle bir tasarım yapalım ki, hem dini öğretiler zarar görmesin hem de herkesin işine yarasın. Bilindiği gibi zaman insan için en önemli değer olmuştur. Yapacağımız işi ne kadar hızlı ve doğru yaparsak o kadar başarılı olur, rahat ederiz. O zaman vücudumuza –bize inanılmaz katkılarda bulunacak- hiçbir zararı olmayacak yeni bir tasarım ekleyelim derim. Örneğin, doğada, en az 500 canlı türünde çok az enerji kullanarak (kullanılan enerjinin %99’u ışığa çevrilerek) ışık çıkarma mekanizması eşrefi mahlûk biz insanlara sorunsuz monte edilebilirdi. Keza doğada, örtülerle açılıp kapanabilen çok sayıda göz yapısı da bilinmektedir. O zaman bir insanın bir parmağının ucuna, açılıp kapanabilen, aynı zamanda bir ışık sistemiyle desteklenmiş, hatta büyültme ve küçültme yeteneği olan bir göz sistemi yerleştirilebilirdi. Bunun biyolojik olarak olmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün sistemi yeniden tasarlama görevi en basit bilgisi olan bir biyologa verilse bile bunu rahatlıkla başarabilir. Böyle bir ek yapının insanoğluna kazandıracağı olanakları ve zamanı düşünebiliyor musunuz? Bir makineyi sökmeye gerek kalmadan inceleyebilirsiniz; bir doktor bu parmakla vücudun herhangi bir deliğinden girerek ışıklı ortamda dokuları ve yapıları inceleyebilir; bir mekâna girmeden anahtar deliğinden içeriyi inceleyebilirdiniz. Sayısız olanak kazandırır. İnsanoğlu bugünkünden çok daha rahat yaşardı, çok daha ilerlemiş olurdu. Nasıl oluyor da basit bir adam bu denli yararlı bir sistemi düşünebiliyor da, her şeyi bilen bir varlık, bu imkânları bizden esirgemiş oluyor? İnsan üzerinde buna benzer onlarca –yaşamı kolaylaştıran- düzeltme yapılabilir ve yeni tasarım monte edilebilir. Bence akıllı tasarımı savunanlar –onu bilgisiz, beceriksiz ve egoist duruma düşürerek- inandıkları Tanrıya hakaret etmiş oluyorlar. Kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Eşrefi mahlûk ile sefil mahlûk arasındaki ince çizgiyi anlayamıyorlar. Bazen bu kadar kanıta karşın birilerinin hala akıllı tasarıma tutunmuş olmasını, doğrusu “yine de Tanrısal bir tasarım” olarak kabul etmeye mecbur kalıyorum; çünkü doğa bu kadar hasarlı düşünce sistemi olanları bu kadar uzun süre sahnede tutmazdı; tutamazdı; ancak doğaüstü bir gücün yardımı ile böyle bozuk bir sistem borusunu öttürmeye devam edebilirdi.ABD’de yaratılış düşüncesinin, 1987 yılında (Edwards-Aguillard davasında) Anayasa Mahkemesinin aldığı kararla devlet okullarında okutulması Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Bu dava sürecinde Nobel Ödülü kazanmış 72 bilim adamı, 17 eyalet bilim akademisi ve 7 bilimsel organizasyon yaratılışın dini dogmalardan ve inançlardan oluştuğunu ve bilimsel olmadığını belirten bir yazı yayınladılar. Yaratılış ve akıllı tasarım konusunda diretme özellikle Amerika’nın gericileri ve sömürge zihniyetinde olanlarca sürdürülüyor. Bizimkiler farkında mı dersiniz? Mütedein (kendi halinde inanç sahipleri) olanlar ilk bakışta “Yaratılış ve Akıllı Tasarım Yaklaşımları”na geleneksel görüşlerine ters düşmediği için karşı çıkmıyorlar. Ancak, Amerika’nın bu kirli amaçlı zihniyeti, bizim gibi ülkelerde, özellikle satılmış kişilerce organize ediliyor ve yaygınlaştırılıyor. Bu konuda Türkiye’de yapılan ve karşılıksız dağıtılan yayınların bedelinin 21 milyon TL (21 trilyon YTL) olduğu belirtiliyor. Kaynağı? Bilinmiyor… Emniyet araştırıyor mu? Haşaaa…

Akıllı tasarım akımı, tarihin en cani ve kanlı katililerinden biri olarak tanımlayabileceğimiz Amerika Başkanı Bush’un müntesip olduğu (bağlı olduğu) Kalvinist Kilisenin öncülüğünde başlatılmıştır ve akıllı tasarım zırvası bizzat Bush tarafından defalarca telaffuz edilmiştir. Kilise, akıllı tasarımın ve yaratılışın okullarda okutulması için defalarca yüksek mahkemeye başvurmuştur. Diyelim ki böyle bir yaklaşımı kendi inançlarını güçlendirmek açısından bir amaç olarak görmüş olabilirler. Ancak aynı kilise (kiliseler birliği) Amerika Irak’a saldırırken şöyle bir karar aldı. İsa, hem Tanrıdır hem Tanrının oğludur ve hem de Mesih’tir. Bunu kabul etmeyenler, buna iman etmeyenler biidraktir (idrak ya da anlama yeteneği yoktur); biidrakler insani sayılmazlar ve biidraklar üzerinde operasyon (burada öldürme ya da belki tıbbi deney yapma bile olabilir) yapma insanlık suçu sayılmaz. Böylece Irak’taki katliam da meşru bir zemine oturtulmuş oluyordu. Ancak, bu yaklaşımdan “Akıllı-Akılsız Tasarım”la ilgili önemli bir sonuç da çıkarılabilir. Demek ki “Akıllı Tasarım”a inanmış Kalvinist Kilise, Tanrının kendi inançlarının dışındakileri (Müslümanlar, Budistler, Ateistler vd. hatta Hıristiyan olup da başka mezheplere mensup olanları bile) yani dünya nüfusunun yaklaşık beşte dördünün bozuk mal olarak çıkarıldığını kabul ediyor. Bir anlamda akılsız tasarımı, üretim bozukluğunu tescil ediyor. Böyle bir kabul, onların İsrail’deki, Gazze’deki, Irak’taki, Afganistan’daki, Vietnam’daki, Somali’deki katliamlara duyarsız kalmasını sağlıyor.  Zaman zaman Müslüman ya da diğer bir dinden olup da bu Kalvinistlerin bu fikrine dört elle sarılanları gördüğümde, Kalvinist Kilisesinin “Biidrak” tespitine inanacağım geliyor…
Akıllı tasarımın görünürde çok sinsi bir siyasi boyutu da var. Amerika’da ortaya çıkan bu eğilimin zaten tarihten gelen çok geçerli bir temeli vardı: Kadercilik. Kadercilik, geçici olarak insanları rahatlatmış; ancak uzun vadede çıkmaza sokmuş; ancak en önemlisi sömürü düzenine karşı çıkamayacak kadar gözlerini kör etmişti. Batının vahşi kapitalizminin sömürü düzeni kurabilmesi için, bu kadar köklü ve kapsamlı bir öğreti biçimi bulunamazdı. Son birkaç on yıl içerisinde sinsi organizatörler harekete geçti; ülkesindeki akıllı tasarımcılar “kurulu düzene karşı çıkmayan munis vatandaşlar olacak” sömürülecek ülkelerin vatandaşları da hem meşgul edilecek hem de kolayca güdülebilecekti. İşbirlikçiler dünden hazırdı. Bu ülkelerde dini inançları bugüne kadar sömürü aracı olarak kullanan sayısız insan vardı. Bunların, oynanan oyunu fark etmesi de mümkün değildi; çünkü kul kültürü ile yetişmişlerdi; söylenene tartışmadan iman etmeleri başından beri inandırılmıştı.
Böylece dünyada ne olup bitiyordan haberi olmayan, aklını öbür dünya ile bozmuş, bilimsel gelişmeleri zındıklık olarak tanımlayan, lidere körü körüne bağlı bir kesim yaratıldı. Daha doğrusu böyle bir kesim vardı, sayıları artırıldı. Sömürü düzeni tarihtekinin aksine bu sefer kansız olarak kuruldu. Dönün bir dünyaya bakın, öbür dünya işlerine daha çok zaman ayıran ülkelerin hepsi açık ya da kapalı sömürgedir.
Bir toplumun hepsinin aydın olması arzulanır; ancak bu şimdilik hayal gibi görünüyor. O zaman bilimi rehber yapmış, yaratıcı, kurulu düzeni tenkit edebilen, yeni seçenekler sunabilen, toplumu geleceği hazırlayabilen insanların öne geçirilmesi yavaş da olsa yine de bir gelişmenin lokomotifi olabilir. İşte bu lokomotiflerin de önünün kesilmesi hem ülke içerisinde inançları sömüren zümre için hem de ülke dışında yağmalamaya, sömürmeye ant içmiş ülkelerin geleceği için gerekir. Işığını ve yol göstericisini yitirmiş bir toplumun sindirilmesi, sömürülmesi ve yönlendirilmesi zor olmayacaktır. İşte bu nedenle Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerde, evrim kavramını özümsemiş ve onu, topluma yolunu bulması için ışık gibi tutacak insanları saf dışına atmak gerekirdi; onu da yeni kuşak gericiler, yani Akıllı Tasarımcılar yapıyor.  “Eğer Akıllı Tasarım” olsaydı, “Akıllı Tasarımcılar” olmayacaktı.

****

Yazıyı benimle paylaşıp beni haberdar eden dostuma teşekkürlerimle (o kendini biliyor) 🙂

Makul insanlar yaratılışçı müze gezisinde

PZ Myers Amerika’nın en çok ziyaret edilen bilim blogu Pharyngula’nın sahibi. Kendisi aynı zamanda gür sesli bir Ateist. Bugün 300 skeptik, bilim adamı ve ateistle beraber Kentucky’de bulunan “Creation Museum” (yaratılış müzesi)’u ziyaret ediyor. An itibariyle kendileri müzedeler ve Twitter’dan #creozerg tag’iyle (ya da hash deniyor sanırım) maceraları izlenebiliyor.

İnsanlar ve Dinozorlar barış içinde yaşarken

İnsanlar ve Dinozorlar barış içinde yaşarken

Bilmeyenler için birazcık Yaratılış Müzesinden bahsedeyim. Bu müze, Harun Yahya’nın harikalar diyarı gibi bir yer. Dünya’nın İncil’de söylendiği gibi 6000 sene önce yaratıldığını ve insanların bir dönem dinozorlarla birlikte yaşadığı gibi absürt şeyleri gerçekmiş gibi gösteren ve özellikle çocuklara yönelik beyin yıkama programları olan özel bir kuruluş. Kuruluş Harun Yahya’nın da bol bol materyallerini kullandığı ve konuşmacılarını davet edip seminerler verdirdiği Answers in Genesis isimli kuruluşla yakın bağlar içerisinde. Diğer bir deyişle hepsi bildiğimiz tanıdığımız ve sandalyede oturmaya yarayan organımızla güldüğümüz kişiler 🙂

Twitter’da yer yer geziye katılanların telefonlarıyla çekip internete yükledikleri resimleri görmek mümkün. Muhtemelen yarın ya da bugün bizim saatimizle sabaha karşı geziyle ilgili güzel bir yazı yazar. Ben de gidememenin verdiği can sıkıntısıyla eğlenceli kısımları burada tercüme eder yayınlarım.

6000 yıllık Dünya tarihi

6000 yıllık Dünya tarihi

Ancak o vakte kadar Youtube’dan Richard Dawkins’in Wendy Wright ismindeki sağcı Amerikan kuruluşu/derneği Concerned Women for America‘nın üst düzey yöneticilerinden biriyle yaptığı röportajı izleyebilir, cehaletin ve gerçeklere gözleri kapamanın gezegenimizin her noktasında var olduğunu görebilirsiniz. Video 7 bölüm halinde ve İngilizce (kolay anlaşılıyor) ilki aşağıda, K-tunnel vs gibi siteler aracılığıyla girenler için ilk videonun tam adı “Richard Dawkins interviews Wendy Wright”

Şu çılgın yaratılışçılar

Bu sakin ve sıcak pazar öğleden sonrasında oturmuş günlük RSS’leri okurken eğlenceli bir olaya denk geldim. 

Skeptical Inquirer dergisi yazarlarından Ben Radford günümüzde dinazorların (aslında dinazora benzer göl canavarlarının) yaşadığına dair iddiaları ele aldığı (Van Gölü canavarı da bu sınıfa giriyor) bir makale yazar ve dinazorların (ve benzeri canavarların) 65 milyon yıl önce öldüğünden (ve 10.000 sene önce oluşan göllerde canavar yaşayamayacağından) bahseder. Buraya kadarki kısmı gayet normal, gerçekten de dinazorların çoğunun 65 milyon yıl kadar önce nesli tükendi. Bu makale yayınlandıktan bir kaç saat sonra çılgın bir yaratılışçıdan gelen e-maili tercüme ediyorum, altta da yazarın cevabı var.

Makalenizde dünyanın milyonlarca yıl yaşında olduğunu varsayıyorsunuz. Lütfen bunun için ampirik kanıt gösterin. Eğer gösterebilirseniz Dr Kent Hovind size 250.000 Amerikan doları ödül verecek. Dünyanın milyonlarca yıl yaşında olmadığına dair daha çok kanıt var. Lütfen Dr Kent Hovind’in ve çalışma arkadaşlarının sitesi www.drdino.com adresini ziyaret edin. Eminim Dr Hovind bir münazarayı memnuniyetle kabul edecektir. 

Teşekkürler, Laura

Cevap :

Merhaba Laura, email için teşekkürler. Kent Hovind‘in bana para verebileceğini sanmıyorum çünkü kendisi bir düzine suçtan hüküm giydiği 10 yıllık bir hapis cezası çekiyor. 

Eğer en güvenilir bilgi kaynağın Kent Hovind ise, gerçekten çaresiz halde olmalısın.

En iyi dileklerimle

Ben Radford

 

Bir kısım Evangelic Hrıstiyanlar, dünyanın İncil’de yazdığı gibi 6000 yıl kadar önce yaratıldığına inanıyor. Nedense yaratılışçıların bilgi kaynaklarının genellikle şaibeli kişilikler olduğu düşüncesi aklımda beliriyor. Belki de çok uzak olmayan bir örnekle ilgili epey materyal olduğu içindir 😉

Herkese iyi pazarlar.

Hayatın kaynağı sonunda bulundu mu?

Geçen hafta, İngiliz bilimadamları basit kimyasalların bir araya gelerek hayatın başlangıcına giden basamakları nasıl oluşturduğunu ortaya koyan bir araştırma yayınladılar.

Yaşayan organizmalardaki genetik bilgiler, şeker fosfat ve bir baz’dan oluşan ve DNA adı verilen deoksiribonükleik asitlerde saklanıyor. Ancak DNA bir anda ortaya çıkmış olmak için fazla karmaşık ve bu yüzden daha basit yapılı RNA’nın (ribonükleik asit) daha önce oluşmuş olması gerektiği düşünülüyordu. Ne var ki bu fikre de şüpheyle yaklaşanlar RNA’nın her ne kadar DNA’dan daha basit bir yapıya sahip olsa da yine karmaşık bir yapıya sahip olduğunu ve birden bire ortaya çıkmış olması ihtimalinin olmadığını savunuyorlardı. Bu iddiayı, kimyasalların RNA’ya dönüşmesi sürecinin makul bir açıklaması olmaması gerçeği daha da güçlü kılıyordu. Ta ki geçen haftaya kadar.

Manchester Üniversitesinden Profesör John Sutherland önderliğindeki bir grup bilim adamının İngiliz Nature dergisinde yayınlanan bir çalışması kimyasal tepkimeler sonucunda RNA oluşumuna benzer sentezlerin gözlemlendiğini ortaya koyuyor.

Deneyleri erken dönem Dünya’da var olduğu düşünülen hammaddeler ve çevresel koşulları göz önüne alarak RNA’nın DNA’dan önce ve kimyasal tepkimeler sonucunda oluştuğunu  kanıtlar nitelikte.

Teori, glycolaldehyde adı verilen basit bir şekerle başlıyor. Cyanmide ve fosfatla tepkimeye giren glycolaldehyde, 2-aminooxazole adı verilen bir aracı bileşiğe dönüşüyor. Gün boyu güneşin verdiği sıcaklık ve geceleri soğuma 2-aminooxazole’yı saflaştırıyor ve bu da yeni ribonükleotid molekülün şeker ve baz kısmını oluşturuyor. Fosfatın varlığı ve güneşten gelen ultraviyole ışınları da sentezi tamamlıyor.

Diğer bir deyişle, eğer bu deney başarılıysa ve sonuç doğrulanabiliyorsa, canlı hayatın Dünya’da var olan cansız kimyasallardan oluştuğu kanıtlanmış olacak.

Daha fazla bilgi için :

http://www.nytimes.com/2009/05/14/science/14rna.html?pagewanted=2
http://www.wired.com/wiredscience/2009/05/ribonucleotides/
http://www.foxnews.com/story/0,2933,520170,00.html
http://www.reasonproject.org/newsfeed/item/chemist_shows_how_rna_can_be_the_starting_point_for_life/

Bir yaratılışçı makalenin çözümlenmesi

Şu makaleyi bir Harun Yahya sitesinde buldum, yazarı belli olmasa da Harun Yahya mahlası altında yayınlandığı için onunmuş gibi kabul ediyorum. Kısa kısa notlar düşerek bu yazıyı çözümlemek istiyorum.

 

Her şeye şüpheyle yaklaşmak, her şeyin doğruluğundan şüphe etmek” Eski Yunan’daki materyalist filozofların ortaya attıkları sapkın bir görüştür. Bu sapkın şüpheci görüş, günümüz materyalist felsefecileri tarafından da ısrarla savunulmaktadır.

İlk cümleden şüpheciliği sapkın olarak nitelendirdi bile. “Materyalist” diyerek “din düşmanı” demeye çalıştığını da sanıyorum kaçırmadınız. Materyalizm, en genel tanımıyla, sadece varlıkları ispatlanabilen şeylerin gerçek olduğunu söyleyen felsefi düşüncedir. Varlığı ispat edilemeyen şeyleri de gerçek olarak ele almaz. Materyalizm temelde din düşmanı değilse de, dinler varlığı ispatlanamayan şeylerin doğru olduğunu savunduğundan materyalizm, dini düşüncenin sürekli olarak hedefi durumundadır.

Materyalistler, bilimin ancak şüphecilik üzerine kurulabileceği, bilimsel ilerlemenin de ancak şüphecilik sayesinde gerçekleşebileceği safsatasını öne sürerler.

Yazar, “safsata” kelimesini kullanarak, söylenen şeyin niye yanlış olduğunu açıklamadan okuyucuda bir görüş oluşturmaya çalışıyor. Bilim ancak sağlıklı bir şüphecilikle ilerleyebilir. Bilim adamları, hali hazırdaki bilgileri sorgulayıp (onlardan şüphe ederek) kendileri bu bilgileri doğrulamazlarsa, hali hazırda bulunan yanlış bilgilerin elenmesi imkansızlaşır, bu sebeple de bilimsel ilerleme gerçekleşemez. Dünya’nın Evren’in merkezinde olduğundan şüphe duymamış olsaydı insanlık, bunun yanlış olduğunu ortaya çıkaramayacaktı.

“Bilimde şüphecilik esastır” şeklindeki bu saçma kuralın en büyük savunucularından biri de elbette ki materyalizme sözde bilimsel destek sağlayan evrimcilerdir.

Evrim teorisini savunanları, saçma kurallarla istenmeyen bir felsefi görüşe sözdebilimsel destek veren kişiler olarak tanımlayan yazar, herhangi bir dayanak göstermeksizin okuyucuda beklenti oluşturmaya çalışıyor.

Evrimcilerin bu görüşe sahip çıkmalarındaki en önemli neden ise, düşmanı oldukları İlahi dinlere karşı bu iddiayı koz olarak kullanmak istemeleridir.

Yine Evrim teorisini savunanların, esas dertlerinin din düşmanlığı olduğu yalanı ile okuyucudaki görüşü daha da derinleştirmeye çalışıyor.

Evrimciler bu materyalist görüşten hareketle, yaratılış gerçeğinin ve İlahi dinlerin şüpheciliğe yer vermediklerini, dolayısıyla bilimsel olmadıklarını öne sürerler.

Yaratılış gerçeği diyerek, yaratılışa kredibilite vermeye çalışırken, Evrim teorisini savunanların dinlerin bilimsel olmadıklarını söylediğini aktararak, evrim teorisini kabul eden ve savunanları iyice din düşmanı gösteriyor. Evrim teorisi, temelde dinle alakası olan bir şey değil, tamamen biyolojik süreçleri açıklayan bir şeydir. Herhangi bir ideolojisi vs yoktur. Evrim teorisini ideolojik zemine çeken şey, dinlerinin söylediğinin Evrim teorisiyle çeliştiğini farkeden din yanlılarıdır. Buna cevap olarak da bilimsel düşünceyi benimseyen insanların, herhangi bir şüpheciliğe yer vermeyen dinlerin (İslam, teslim olmak manasına gelir) elbette bilimsel olamayacağını söylediklerinde, aslında bir cevap vermiş olmaktadırlar – saldırı değil.

Elbetteki bu, biz Müslümanların inancıyla asla bağdaşmayan bütünüyle sapkın birer yaklaşımdır.

yani : “Bizimle aynı şekilde düşünmeyen sapkındır”

Allah’ın varlığını ve yaratılış gerçeğini sözde bilime aykırı gösterebilmek amacıyla her fırsatta, “bilim şüphecilik gerektirir” yaygarasını gündeme getirirler.

Yazar, bilimsel yollarla kanıtlanamayan yaratılış ve Allah’ın varlığını savunurken mantıklı argümanlar getirmek yerine, bana anlamsız gelen bir şekilde doğru olan bir şeyi (bilimin şüphecilik gerektirdiği) yanlışmış gibi göstereriyor. Eğer bilimde şüpheciliğin yanlış olduğunu düşünüyorsanız mantıklı gelebilir tabi.

Fakat her nedense evrimciler, bilimsel bir teori olduğunu iddia ettikleri kendi teorilerine aynı şüpheci bakış açısıyla yaklaşmazlar.

Tam tersi, Evrim teorisinin gelişmesine katkıda bulunanlar, teoriden şüphe eden diğer bilim adamlarıdır.

Hatta İlahi dinleri kendilerince itham ettikleri dogmatik yaklaşımı kendi teorilerine karşı fazlasıyla gösterir, teorilerinden asla en ufak bir şüphe duymazlar.

Yine yanlış, zira dediğim gibi evrim teorisinin hatalarını ayıklayanlar imamlar, papazlar değil, yine bilim adamlarıdır.

Oysa eğer mantık açısından bilimde şüpheci olmak gerekiyorsa, bu kural evrim teorisine de kuşkuyla yaklaşılmasını gerektirmektedir.

Doğru, zaten yaklaşılmaktadır da.

İşte bu noktada evrimci bir bilim adamı, 150 yıla yakın bir süredir kanıt bulunamamış bir teoriye en azından şüpheyle yaklaşmalı, doğruluğunu değil ancak yanlışlığını araştırmalıdır.

Hem doğru hem yanlış. 150 yıla yakın süredir bir sürü kanıt bulunmuştur. Geçiş formlarına dair fosil kanıtları mevcut olduğu gibi Evrim, DNA’nın anlaşılmasıyla gerçekleştiği kesinleşmiş, bilimsel bir gerçek haline gelmiştir.

Örneğin tüm ısrarlı aramalara rağmen ara geçiş formlarının bulunamaması, bir bilimadamını şüphelendirmelidir. Cambrien dönemine ait fosillere bakarak, “ilk canlıların atası olmadığına göre, acaba canlılar bir anda yoktan varedilmiş olamaz mı?” diyerek kendi içinde ciddi bir şüphe yaşamalıdır. Aynı şekilde “kompleks bir organ aşama aşama gelişemeyeceğine göre bir anda yaratılmış olamaz mı?” sorusunun cevabını aramalıdır.

Kambriyen patlamasıyla ilgili daha önce bir yazı yazmıştım. Kompleks organdan bahsettiği kısım da doğrudan “indirgenemez karmaşıklık” olarak bilinen ve defalarca bilim adamları tarafından çürütülen, aslen Michael Behe’ye ait bir “akıllı tasarım” iddiası.

Sonuçta aynı şüpheci mantıkla hareket eden bir evrimcinin, bu mantığın bir gereği olarak, (Allah’ı tenzih ederiz) Allah’ın varlığına da ihtimal vermesi gerekmektedir. “Canlılar evrim sonucunda ortaya çıkmış olabilir ancak canlıları Allah da yaratmış olabilir” demesi gerekmektedir.

Zaten hemen hemen öyle işlemektedir şüphecilik. Elimizde canlıların çeşitliliğine dair fosil ve DNA seviyesinde kanıtların incelenmesiyle oluşturulan bir Evrim teorisi var. Bunun anti tezi de “Evrim hiç yaşanmadı, canlılar bugün oldukları halleriyle bir anda yaratıldılar”. Ancak Evrim’in açıklayamadığı şeyi “akıllı tasarımcı” ya da Allah’a havale etmek, bilimin gelişmesini engeller. Bu sebeple normalde bilim adamları “ben bunu anlamadım, o zaman Allah yapmış olmalı” demek yerine “benim göremediğim bir detay, ya da henüz ortaya çıkarılmamış bir kanıt var, şimdilik eldeki bilgiler bu, ama ileride bu değişecektir-değişmelidir” şeklinde bir açıklama getirir.

Canlılarda gördüğü üstün tasarım örneklerine bakarak “acaba bunların tesadüflerle ortaya çıkması ihtimal dışı olabilir mi, o halde bunları bir Yaratıcı yaratmış olabilir mi?” diyerek “şüphe” etmesi gerekmektedir.

Aynı şekilde canlılardaki kötü tasarımı gördüğü zaman da “bunu kim tasarladıysa çok kötü bir mühendis olmalı” diye düşünmesi de gerekir.

Bilim şüpheciliği gerektiriyorsa, tek taraflı olarak “evrimin dışında başka bir ihtimal olamaz demek aynı materyalist mantığın kendi içinde önyargılı ve çelişkilidir.

Eğer herhangi bir teoride şüphe edilmiyorsa, o teorinin 100% ve her zaman doğru olduğu düşünülüyorsa zaten o artık bir dogma’ya dönüşmüştür. Ancak doğada var olduğunu bildiğimiz şeylerden de şüphe etmek pek de akıllıca değildir. Örneğin yer çekimi, ya da suyun kaldırma kuvveti, ya da DNA ve fosil kayıtlarında gözlemlenebilen Evrim gerçeği.

Evrimci bir bilim adamı, “bilimde şüphecilik esastır” prensibini benimsiyorsa o zaman, “canlılar kesinlikle evrim sonucunda ortaya çıkmıştır, Allah yaratmamıştır” demesi kendiyle çelişkiye düşmesi anlamına gelir. Çünkü, eğer her şeye şüpheyle yaklaşmak gerekiyorsa o halde hiçbir konu hakkında böyle kesin konuşulamaz, kesin hüküm verilemez.

Bilim adamları “canlılar kesinlikle evrim sonucunda ortaya çıkmıştır, Allah yaratmamıştır” demezler. Dedikleri şey “elimizdeki kanıtlar gösteriyor ki, canlıların çeşitliliği evrim süreci sayesinde olmuştur. Elimizde hiç bir kanıt canlıların bir tasarımcı ya da Tanrı tarafından bir anda yaratıldığını desteklemiyor” olur olsa olsa.

Dolayısıyla, evrimin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olduğundan da, Allah’ın var olabileceğinden de, her şeyi Allah’ın yaratmış olabileceğinden de hatta belki de herşeyi uzaylıların yapmış olabileceğinden de eşit ölçüde şüphelenmeleri gerekmektedir.

Tam olarak yanlış değil, bilim adamları, hayatın kaynağı (genez) hakkında hala şüphelerini dindirememişlerdir zira kesin olarak olayı açıklayan bir model ve bunu destekleyen kanıtlar mevcut değildir. Tam olarak yazarın dediği gibi Dünyadaki hayatı başlatan olaylar arasında Tanrı (Deizm) ve işin içinde uzaylıların da olabileceğini söyleyen abiyogenez teorileri mevcuttur. Ancak Evrim’in gerçek olup olmaması, eldeki kanıtlar sebebiyle artık tartışma götüren bir şey değildir. Tıpkı yer çekimi ya da yerkürenin yuvarlak bir yapısı olması gibi.

Elbetteki bu, biz Müslümanların inancıyla asla bağdaşmayan bütünüyle sapkın birer yaklaşımdır. Ancak evrimcilerin, savundukları materyalist prensibin kendi iç mantığı doğrultusunda bu şekilde davranmaları bir zorunluluktur. Aksi takdirde kendi koydukları en temel prensiple aykırı düşmüş, kendi çizdikleri bilimsellik tanımının dışına çıkmış olacaklardır.

Buna rağmen evrimci bilim adamlarından hiçbirisinin kendi felsefelerinin koyduğu bu kurala riayet etmedikleri görülür, çünkü bu işlerine gelmez. Allah’ın varlığını kesin olarak reddeder, böyle bir ihtimalin gerçek olabileceğine dair en ufak bir “şüphe” dahi duymazlar. Darwinizm’in mantığından ise bir kere bile şüphe etmezler.

Aslında gerçek olmayan bir bilim adamı modeli yaratıp, bu bilim adamının kendisiyle çeliştiğini, bunu da sırf din düşmanlığı yapmış olmak için yaptığını söylüyor diğer bir deyişle.

Darwinistlerin evrim teorisine olan bu kayıtsız şartsız bağlılıkları, bilimde şüphecilik mantığını da kendi içinde tutarsız bir hale getirmektedir. Çünkü evrim teorisini doğruluğu kesinleşmiş, kendisinden şüphe edilemeyecek bir bilimsel gerçek olarak kabul etmektedirler.

Burada kavramları karıştırmış. Bilimsel gerçek ve bilimsel teori, farklı şeyleri tanımlayan terimlerdir. Evrim teorisi bilimsel gerçek olarak kabul edilecek bir şey değil, bir bilimsel teoridir. Bilimsel gerçek olan şey, gözlemlenmiş evrim sürecinin kendisidir.

Evrimciler teorilerine şüpheyle yaklaşanları ise, normalde bilimsel olmakla takdir etmeleri gerekirken, tam aksine gericilikle, ilkellikle, dogmatizm ve bağnazlıkla, bilim karşıtı olmakla suçlarlar.

Tam olarak değil. Eğer kişi Evrim teorisine şüpheyle yaklaşırken bilimsel metodlar kullanılarak elde edilmiş yeni bulgulara dayanarak konuşuyorsa takdir edilir. Zira teorinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Ancak kişi Evrim teorisine şüpheyle yaklaşırken, saçmalıyorsa ve aslında amacı bilimsel gelişme değil dogmatik görüşü yaymaksa, o zaman hakettiği şekilde gericilik, ilkellik vs gibi şeylerle suçlanacaktır.

Evrim teorisi söz konusu olduğunda, her nedense “bilimde şüphe esastır” şeklindeki materyalist kuralı işletmez, ama İlahi dinlere saldırmak söz konusu olunca en büyük bilimsel silah olarak bu şüphecilik yaygarasını yaparlar.

Yanlış, zira bilimin her dalında bilimde şüphe esas olduğu için Evrim teorisine de şüpheyle yaklaşılır. Ancak bu yazarın anladığı şekilde bir şüphe değildir. “Evrim acaba gerçekleşti mi” sorusunun cevabı çok verilmiştir. Şimdi cevabı verilmesi beklenen sorular “insanların evrimsel basamakları nasıldır” gibi sorulardır. Diğer bir deyişle, yer çekiminden şüphe edilmiyor, ancak yer çekimi teorisinden şüphe edilebilir ve teorinin söylediği şeyleri bilim adamlarının tekrar tekrar sağlaması gereklidir.

Evrimciler, kendi teorilerinden şüphe duymak bir yana, ona asla şüphe edilmemesi gereken kesin bir gerçek gözüyle bakarlar. Evrim onlar için adeta sıkı sıkıya bağlandıkları bir din, sarsılmaz bir inanç haline gelmiştir.

Yine tam değil. Evrim’in yanlış olduğunu kanıtlamak çok kolaydır. Siz kalkıp, 60 milyon yıllık bir dinozor fosilinin yanıbaşında bir insan fosili kazarsanız, Evrim teorisinin insanların maymunlarla aynı atadan geldiğini ve 4-5 milyon yıllık bir canlı olduğu savını yanlışlamış olursunuz. Bilim adamları eğer bu türden bir kanıtın asla bulunamayacağını söylüyorsa, o zaman dogmatik olmakla suçlanabilirler. Ancak bu tür bir kanıtın yokluğunda (şu anda olduğu gibi) insaların 4-5 milyon yıllık memeliler olduğunu söyleyen bir bilim adamı, sadece eldeki kanıtlara göre konuşmaktadır.

Darwinizm’in en önde gelen savunucularından birisi olan Michael Ruse de, evrimin bilim adamları için bir din olduğunu şu sözleriyle itiraf etmiştir:

“Evrim, savunucuları tarafından sadece bilim olarak desteklenmiyor. Evrim bir ideoloji, seküler bir dindir. Evrimle ilgili bu gerçek en başlangıçta da böyleydi, bugün de öyle.” (Michael Ruse, “Saving Darwinism from the Darwinians,” National Post, May 13, 2000, sf. B-3)

Michael Ruse bir felsefe profesörü ve evet bu yorumu bir çok başka yerde de dile getirmiş birisi. Ancak bu görüş herkesin görüşünü yansıtan bir şey değil, sadece bir kişinin görüşü. Biyoloji profesörü PZ Myers’ın konuyla ilgili cevabı şuradan görülebilir 

İşte bu haliyle evrim teorisi aslında her yönüyle dogmatik bir inançtır.

Değildir.

Buraya kadar görüldüğü gibi Darwinistler, kendi prensipleri ve kuralları içinde de tutarsız davranmakta ve bilimin gereği olarak öne sürdükleri “şüpheciliğe” kendileri de hiçbir zaman yanaşmamaktadırlar. Bu haliyle Darwinizm’in ve materyalizmin aslında ne derece dürüstlük ve samimiyetten uzak, mantık ve sağduyudan yoksun bir dogma olduğu, bir kez daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bu yazıyla da Harun Yahya’nın nasıl çarpık düşündüğü, kavramları karıştırdığı, bilimin B’sinden haberi olmadığı bir kez daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

İnsanoğlunun evriminde yeni bulgular

Dün Radikal gazetesinde yayınlanan bir habere göre, Almanya’da bulunan bir fosil İnsanların hangi tür maymunlardan evrildiğini anlamamızda çok önemli bir rol oynuyor. Fosille ilgili bilgiler, Mayıs ayı sonuna doğru İngiliz BBC televizyonunda Sir David Attenborough’un sunacağı bir belgeselde kamuoyuyla paylaşılacak. Radikal’deki haberden alıntı :

İnsan evriminin kayıp bağlantısı olduğu sanılan fosil iskeletler 19 Mayıs’ta bir belgeselde gösterilecek

LONDRA – BBC televizyonu, ABD’li bilim insanları tarafından keşfedilen ve insan evriminin kayıp bağlantısı olabileceği tahmin edilen ‘fosilleşmiş iskeletleri’, şimdilik sır gibi saklanan bir belgeselle izleyicilerine sunmaya hazırlanıyor. Belgeselin en can alıcı noktasıysa, ilk kez fosilleşmiş iskeletleri bulunan ‘Adapid’ adındaki nesli tükenmiş hayvanın tam iskeletinin gösterilecek olması.
Belgeseli, İngiltere’nin en önde gelen doğa bilimleri belgesellerinin spikeri olan, sinema yönetmeni ve oyuncusu Sir David Attenborough sunacak. İngiliz The Daily Mail gazetesi, 90 dakikalık belgeselin ‘çok gizli’ tutulduğunu belirtirken, bu bilgiyi Amerikalı kaynaklardan edindiğini ve araştırma sonuçlarının, bir grup bilim insanı ve yayıncı tarafından ABD’nin New York kentinde 19 Mayıs’ta açıklanacağını yazdı. Almanya, Frankfurt yakınlarında fosilleriyle ünlü ‘Messel Shale Pit’ bölgesindeki terk edilmiş taşocağında bulunan fosilleşmiş kemiklerin, 37-47 milyon yıl öncesine ait olduğu sanılıyor.

İnsan hangi primat türü?

Bilim insanları, genç ve dişi olan hayvanın, Madagaskar Ormanları’nda yaşayan ve kendine özgü kuyruğu bulunan memeli Maki’ye (Madagaskar maymunu) benzediğini açıkladı. Belgeselde araştırmacılar fosilin ayrıca maymunlar ve insanı içeren memeliler takımı primatlarla akraba olduğunu da anlatacak. Akademik çevrelere göre keşfin bir diğer önemi de, insanların, primatların hangi türüne ait oldukları yönünde yeni ve şiddetli tartışmalar başlatacak nitelikte olmasından kaynaklanıyor. (dha)

Haber İngiliz Telegraph gazetesinde de yer bulmuş.

Olası insan evrimi şeması

Olası insan evrimi şeması

Bulunan yeni fosilin Lemur’a benzediği ama bazı kritik açılardan bir maymun türü olduğu belirtiliyor.  Fosile verilen isimse yaratılışçıları kızdıracak cinsten : Darwinus masillae.

Fosili inceleyen Amerikan Paleontoloji Birliği başkanı Prof Philip Gingerich “fosil eksiksiz ve yaşadığı zaman dilimi doğru olarak tespit edilmiş” şeklinde bir yorumda bulunmuş.

Sanırım biz normal insanlara düşen şey, 19 Mayıs’ı bekleyip belgeselin yayınlanmasından sonraki tepkileri izlemek. Bu arada bu yeni fosile “kayıp halka” denmesi de açıkçası çok hoşuma gitmedi. Radikal’in yorumlarında görüldüğü gibi, yaratılışçıların “çok gördük biz bu kayıp halkalardan hepsi fos çıktı” serzenişleri davet eder nitelikte. Belki amaçlanan bu yaygaradan bir farkındalık yaratmak, ancak “kayıp halka” gibi artık kötü üne sahip bir tanımlamanın terkedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan, gerçekten kayıp halkaysa, o zaman başka bir isim vermek de gereksiz diye düşünen bilim insanlarına saygı duymak gerekir. Umuyorum bu fosil, küçük memeliler ve maymunlar arasındaki geçişi açıklayıp evrim teorisindeki bir başka boşluğu doldurur. Bununla beraber adım gibi eminim ki, kapatılan bu boşluk yaratılışçılar için yeni iki boşluk anlamına gelecek.

Bilmem dikkatlerini çekti mi, bilim insanları insanoğlunun maymunlarla ortak atadan gelip gelmediğini değil, hangi türden geldiğini anlamaya çalışıyorlar. Yaratılışçıların kabul edemediği nokta çoktan geçilmiş ve tartışma konusu bile değil. “Maymun evet, ama hangi maymun” noktasındalar an itibariyle. Umuyorum ki bu soru da gelecek hafta (19 mayısta) açıklığa kavuşmaya biraz daha yaklaşacak.

Türkiye’de güzel şeyler de oluyor

Vakit gazetesinin sitesinde bugün çok eğlenceli bir habere  denk geldim (normalde Vakit gazetesi okuyan birisi değilim, ancak bazen eğlenceli okur yorumlarına bakınmak için gitmiyorum dersem de yalan olur). Vakit’in sitesinden doğrudan alıntı yapıyorum :

CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek, Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk Sınavında “evrenin var oluşuyla ilgili” sorulan bir soruyla ilgili verdiği önergede inanılmaz kelimeler kullandı. Dibek, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun cevaplandırması istemiyle TBMM Başkanlığına sunduğu soru önergesinde, 3 Mayıs’ta yapılan Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk Sınavı’nda, sosyal bilgiler testinde yer alan evrenin var oluşuyla ilgili bir sorunun, tartışmalara sebep olduğunu iddia ederek rahatsızlığını dile getirdi. Dibek, “Evrendeki düzen hiçbir şeyin rastlantı sonucu ortaya çıkmadığını göstermektedir. Evrendeki varlıkların kendi kendilerini var etme güçleri yoktur. Bu bilgilerin her ikisini iyi değerlendiren kimse aşağıdakilerden hangisine ulaşır?” şeklindeki sorunun doğru cevabının “Evren bir yaratıcı tarafından planlı bir biçimde yaratılmıştır” olarak verildiğini kaydetti. 

Dibek, önergesinde şu garip soruları yöneltti: 

“1-Demokratik ve laik eğitim sistemimiz içerisinde evrenin var oluşuyla ilgili bilim adamlarınca ortaya atılmış değişik teoriler de ders kitaplarında öğrencilerimize okutulurken, kesinlik ve dayatma içeren böyle bir sorunun hazırlanmasını doğru buluyor musunuz? 

2-Evrenin var oluşuyla ilgili başka bir teoriyi dikkate alan öğrencilerin diğer şıkları doğru olarak işaretlemeleri karşısında, bu öğrencilerin mağduriyetleri nasıl önlenecek? 

3-Bu sorunun değerlendirme dışı tutulmasını düşünüyor musunuz?” 

EĞİTİM-BİR-SEN: SBS SINAVLARINDA DA SORULSUN TEKLİFİ YAPACAĞIZ
Eğitim-Bir-Sen İstanbul Şube Başkanı Emrullah Aydın, CHP’li vekilin soru önergesi ile ilgili şunları söyledi: Bilim adamlarımız evrenin bir rastantı olarak bugünkü dengesine kavuşmasının mümkün olmayacağını ifade etmektedir.

Aynı zamanda şunu da iyi biliyoruz ki, başlangıcı olan her şeyin sonu da vardır. Evrenin nasıl başlangıcı varsa bir sonunun da olacağını bilim adamları kabul ediyor. Tek parti zihniyetinden bu yana eğitimden dini motifleri bilinçli bir şekilde yok etme zihniyetinin halen devam ediyor olması üzüntü verici. Sayın CHP’li vekiller din ile bu millet arasındaki mesafeyi açtıkları sürece toplum nezdinde hiçbir şekilde kabul görmeyecekler. Biz eğitimciler olarak Darwin teorisinin 21. yüzyılda geçerliliğinin kalmadığını, bütün evrenin yüce Yaratıcı Allah tarafından yaratıldığını çocuklara anlatmaya devam edeceğiz. Bu konularla ilgili soruların da yeni bakandan SBS’ye taşınması yönünde talepte bulunacağız. Bunlar artık bir teori değil gerçektir. Bu gerçeği görmezden gelmek insanımıza yapılan en büyük hakarettir.

Evet tabi ki “güzel şeyler de oluyor” derken kastettiğim şey, bu evrimini tamamlayamadığı halde eğitimci olmayı becerbilmiş ara geçiş formlarının saçmalıkları değil. Bir milletvekilinin, popülizm yapmadan “doğru neyse o” bakış açısıyla, bu saçmasapan yaratılışçı sorusuna karşı önerge verebilmiş olması. Eğitimci sıfatına sahip kişilerin bile “21. yy’da geçerliliğini yitirmiş Darwin…” gibi cümleler kurduğu bir ülkede bu, gerçekten takdir edilesi, ve mutluluk verici bir cesaret örneği.

Bu soru, benim çocuğumun girdiği bir sınavda sorulmuş olsaydı, hiç düşünmeden dava açardım gibi geliyor.

Sitedeki okur yorumları da ayrı bir trajikomi örneği :

DARWIN SAÇMALIĞI
Bu darwin denen beyinsizin saçmalıklarının hala okullarımızda,çocuklarımızın tazecik beyinlerine aşılanıyor olması hepimizin ayıbıdır.Dava açmayı çok düşündüm ama bu ülkedeki müslüman sivil toplum örgütlerinin bile buna sessiz kalınması kafamı kurcaladı.Yani bir sonuç alınabilir mi,yoksa bu sapık fikirleri savunan sapıklar tarafından engellenir mi?Bilemiyorum ama en azından sivil toplum örgütlerinden bekliyorum böyle bir itirazı.Ya çocuklarımızı bu okullara göndermeyeceğiz,yada bu sapık fikirler müfredattan çıkartılacak.

Neyse, Türkiye’de nadiren de olsa güzel şeyler oluyor.

Kambriyen Patlaması

Yaratılışçıların en sevdiği iddialardan bir tanesi, Kambriyen patlamasıdır. 

 Kambriyen patlamasını özetleyecek olursak: Kambriyen dönemi 542-488 milyon yıl öncesi aralığı kapsayan zamanda, uzun süre sessiz bir dönem geçiren canlı türlerinin özellikle 542-530 milyon yıl arasına denk gelen dönemde ani bir sıçrama ve patlama yaparak çeşitlendikleri, öncesinde tek hücreli canlılar dünyada hakimken bu dönemde çok sayıda çok hücreli canlının ortaya çıktığı dönemdir. 

Bu “birden ortaya çıkan çok çeşitli canlı türü” özelliği, yaratılışçıların gözünde Kambriyen döneminde doğaüstü ve ilahi bir gücün hayatı başlattığı fikrini destekler. “Eğer Evrim doğru olsaydı, kambriyen döneminden önce de olurdu, ancak kambriyen döneminde bir anda patlayan bir çeşitlilik var, yani canlılar bir anda ilahi bir güç tarafından yaratıldılar, yaratılış gerçektir” diye özetlenebilen bir iddiaları vardır.

Ancak dikkate almak istemedikleri şey, eğer hayat Kambriyen döneminde başlamış olsaydı, onun öncesinde hiç hayat olmaması gerekirdi. 

 

Kambriyen döneminde deniz canlıları

Kambriyen döneminde deniz canlıları

 

 

Bilinen ilk mikrofosiller 3.5 milyar yıl öncesine uzanmaktadır. Yani 3.5 milyar yıl önce evrimleşmekte olan hücre yapıları vardı. Çokhücrelilere ait en eski fosil kayıtlarıysa 670 milyon yıl öncesine dayanmakta. Bu da Kambriyen döneminden 130 milyon yıl öncesine denk gelir. Kambriyen döneminde ilk kabuklu organizmalar oluşmuştur. Bu dayanıklı kabuk yapıları, kendilerinden daha önce var olan yumuşakça yapısındaki çok hücrelilerden çok daha iyi fosilleşir ve bugüne kadar kalır. Kambriyen öncesi dönemdeki fosillerin azlığı normaldir zira patlama öncesi yumuşak organizmalar fosilleşemeden yokolmuşlardır. Ayrıca o devrin kayaları çok eskidir ve çok fazla deformasyona uğramışlardır, bu sebeple o kayalarda fosil bulmak imkansıza yakındır.

Dikkate alınması gereken bir diğer nokta, Kambriyen patlaması diye adlandırılan dönemin 50 milyon yıllık bir süreye denk gelmesidir. 50 milyon sene gerçekten uzun bir süredir. İnsanoğluna benzeyen canlıların evrimi (Homo ailesi) 2.5 milyon yıl öncesine dayanmaktadır. Taş devri 200.000 yıl öncesine, uygarlık tarihi 10.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Yani sözü geçen tarih aralığı gerçekten uzun bir süredir. 

Peki Kambriyen’e sebep olan şey nedir? Bir kaç teori var, bunlardan hiç birisi de ilahi bir gücü gerektirmiyor.

  • Oksijen seviyesindeki artış. Solunum için gereken oksijen, Dünyanın atmosferinde ilk başta bulunan bir gaz değil, milyonlarca yıl süren fotosentez sonucu oluşan bir gaz. Son 2.5 milyar yıl boyunca oksijen giderek yükselmekte. Oksijenin artması, çok oksijene ihtiyaç duyan hayvanların evrimleşmesine zemin hazırlamış olabilir.
  • Neoproterozoic dönemdeki buzullar : 1 milyar ve 542 milyon yıl arasında Dünya büyük buzullarla kaplıydı ve buzulların varlığı hayatın çeşitlenmesi için gereken ortamı sağlamıyordu. Buzullar eriyip Paleozoik çağ başlayınca canlıların evrimleşmesi için gereken ortam sağlanmış olabilir. 

Wikipedia’da bir çok başka teoriden bahsediliyor

Konunun yaratılışçıların söylediği gibi olmadığına kanıt olarak şu noktaları sunmakta yarar var :

  • 500 milyon yıl yaşında bir memeli, kuş ya da 100 milyon yıl yaşında bir insan fosili niye yoktur? Eğer hayat Kamrbiyenle başlasaydı ve tüm canlılar o zamanda “yaratılmış” olsaydı insanlardan ya da memelilerden fosiller bulamaz mıydık?
  • Niye Adem’in çocuklarının fosillerini atıyorum dinazorlarla beraber bulamıyoruz?

Bu canlıların gelişimi ve evrimi fosil kayıtlarıyla ortaya konulmuştur ve fosil kayıtları, tarihin hiç bir döneminde “yaratılış” gibi ancak ilahi bir gücün yapmış olabileceği bir olaya işaret etmemektedir. 

 

Kaynaklar : Wikipedia ve Harun Yahya Safsatası kitabı 80. Sayfadaki “Kambriyen Patlaması” konulu makaledeki Dr Kenan Ateş – Dr Ümit Sayın’ın Bilim ve Utopya ve Bilim ve Gelecek dergilerinde yayınlanan makaleleri.