Artık her yer Gezi

Geçtiğimiz haftasonu itibariyle Gezi direnişi, en azından Gezi parkı etrafında son bulmuş durumda. Ben de bir çok kişinin “bıraksaydınız zaten yavaş yavaş herkes evine dönecekti” yorumuna katılıyorum. 

Gezi parkı ve etrafında gelişen direniş hareketinde gördüğümüz kitle, Kazlıçeşme’deki görüntülerden çok farklı. İnsan ayırmak istemiyorum, ama objektif bakmamız gerekirse Gezi parkı direnişçilerinin ve destekçilerinin büyük bir kısmının eğitimli, dünyada neler olup bittiğinden haberdar ve yeni fikirlere sahip insanlar olduğunu görebiliyoruz. Bu, elbette diğer kampta bu türden insanlar yok demek değil. Ancak orana vurduğumuzda ortaya çıkacak fotoğraf sanıyorum herkesin malumu. AKP’li bakan Taner Yıldız da benzer bir yorumda bulundu bir kaç gün önce. 

Bu sebeple, direniş sokakta bitmiş olsa bile, aslında bu kitle için daha yeni başlıyor. Bu kitle evine gittiği zaman oturup TV izlemek, maç tartışması izlemek yerine yazıp çizecek, derdini dünyaya anlatabilecek, fikirlerini ve stratejisini geliştirip ona göre hareket edebilecek bir kitle. 

Bugün çoğu öğrenci ve birilerinin yanında maaşlı çalışan kişiler olsa da, şüphesiz aralarından ileride önemli mevki ve güce sahip bireyler çıkacak. Türkiye’nin yaratan, geliştiren ve üreten kesimi, ekonomiyi omuzlarında taşıyan, gelişmeyi omuzlarında taşıyan kişiler son 3 haftadır hükümetin gittikçe kötüleşen otoriter tutumuna karşı duran kişiler olacak. 

O yüzden kaçınılmaz olan kolluk kuvvetlerinin protestoları sokakta bitirmeleri sizi üzmesin. Zira beni üzmüyor, hatta direnişin bir sonraki aşaması için umutlandırıyor da. 

Bundan sonra göreceklerimiz, Gezi parkı direnişinin hikayesini anlatacak kısa filmler, belgeseller, şarkılar, yazılar, röportajlar, kitaplar, romanlar vs olacak. Bugün olayın nasıl cereyan ettiğini bilmeyen insanlar, bu haftasonu evlerine dönmek zorunda bırakılan insanlardan öğrenecekler gerçeği. 

Hükümet, 40 tane TV kanalına, 100 tane gazeteye sahip olabilir. Ama asla üstesinden gelemeyecekleri şey, bizzat olayları kendi gözleriyle görüp yaşamış, telefonlarına kaydetmiş, internette görmüş olan yüzbinlerce milyonlarca bireysel haberci. 

Bu kişiler bugün ailelerine, yarın akrabalarına ve arkadaşlarına, ertesi gün tanıdıklarına, sonra tanımadıkları insanlara mesajlarını ve neyin kavgasını verdiklerini anlatabilecek kapasitedeler. 

Bundan sonra yapılacak şey hikayeleri, deneyimleri ve argümanları iyi düşünmek, iyi hazırlanmak ve her fırsatta – takside, dolmuşta, sınıfta ve sosyal ortamlarda ikna edici, bilgilendirici ve kimseyi ötekileştirmeden, dahil edici bir şekilde insanları ikna etmek, bilgiyle ve gerçeklerle donatmak. 

Hükümet, sağolsun elimize bolca koz veriyor. Atom bombasının çadırda imal edilebileceğini düşünen belediye başkanından tutun, ekonomik verileri hesaplamayı bilmeyen ekonomiden sorumlu bakana kadar sürüyle örnek var elimizde. Polis şiddeti ve başbakanın uzlaşmaz diktatörel tutumu, bu hükümetin niye Türkiye’ye layık olmadığını göstermek için kullanılabilecek örnekler içinde en zayıfları. 

Hababam Sınıfı romanını okuyanlar hatırlayacaktır. Kitabın sonunda, sınıftaki haylazlarla baş edemeyen milli eğitim, tüm öğrencileri dağıtarak başka okullara yerleştirir. Ancak gözden kaçırdıkları şey Hababam Sınıfı’nı dağıtmış olmalarının, bir çok Hababam sınıfı şubesi açmış oldukları anlamına geldiğidir. 

Gezi parkı direnişi de benzer bir durumdadır. Parktakileri evlerine göndermiş olabilirler. Ama şimdi her evde yeni bir Gezi parkı direnişi başladı. 

Hakiki Öz Şüpheci Reloaded

Hello everibadi.

3 yıllık bir aradan sonra blogu geri açtım. Az önce yedekten dönme işlemi tamamlandı. Bazı linkler çalışmıyor olabilir. Bazı resimler görünmüyor, bazı videolar çalışmıyor olabilir. Boru değil 3 sene geçmiş aradan. İdare etmenizi rica edeceğim.

Facebook’ta ve internette açılan diğer Şüpheci Melek bloglarıyla sayfalarıyla herhangi bir bağlantım alakam yoktur. Suphecimelek.com adresi benim eski yazılarımı archive.org’dan kopyalıyor gibi görünüyor. İlgili arkadaşa teşekkür ediyorum, ama zahmete girmesine gerek kalmadı, tüm yazılar burada var. Popüler yazılar sayfasını restore ettim, ama tag’ler ve “arama” fonksiyonuyla tüm yazılara ulaşabiliyorsunuz.

Bu vesileyle herkese tekrar merhaba derken, şu güzide çalışmayı sunarak gününüzün iyi geçmesini diliyorum.

Kilo vermek mi istiyorsunuz?

Piyasada Elma Krom, Herbalife, karnıbahar diyet hapları, yeşil çay diyet hapları, mucize biber diyet ürünleri vesaire cirit atarken niye hala bir sürü şişman insan var? Bunun iki sebebi var.

1- Mucize diyet ürünü diye bir şey yok, bunların tamamı para tuzağı ve

2-Karbonhidratlar.

Evet karbonhidratlar. Yıllardır besin piramidi olarak bilinen ve yediğimiz yiyeceklerde en çok yer kaplaması gerektiği söylenen (50% kadar) karbonhidratlar. Karbonhidrat derken neyi kastediyoruz? Patates benzeri sebzeler, rafine undan imal edilmiş hamurişleri ve şekerli yiyecek/içeceklerin tamamı.

Besin piramidi

Karbonhidratların doymuş-doymamış yağlara atfedilen kalp problemleri, obezite, yüksek tansiyon ve diyabet gibi hastalıklara yol açtığı 2000lerin başından beri bilinen bir durum, ancak 30-40 yıldır süregelen “az yağlı yiyin sağlıklı olun” propagandası o kadar yerleşmiş durumdaki tüm bilimsel destek arkasında olmasına rağmen karbonhidratların sizi şişmanlattığı gerçeği henüz olması gerektiği kadar bilinirliğe ulaşamadı.

Sizi bu yazıda istatistiklere, bilimsel çalışmalara veya karbonhidratlı yiyeceklerin nasıl olup da besin çeşitliliğinde 50%lere kadar çıkan bir yer edindiğiyle ilgili tarihi bilgilere boğabilirim. Ancak bu yazının amacı “niye böyle olduk”tan ziyade “nasıl bunu düzeltebiliriz”. O yüzden kaynaklar ve tarihçeler konusunu bir başka yazıya bırakarak sağlıklı ve kolay bir şekilde kilo vermenin yöntemini size anlatacağım.

Öncelikle işe evrimsel açıdan bakalım. Modern insanoğlu yer yüzünde yaklaşık 200.000 senedir var. Tarım yapmaya ise aşağı yukarı 10.000 sene önce başladık. Tarım devriminden önce insanların temel besin maddeleri hayvansal et ve yağ ile doğada yetişip herhangi bir müdahaleye gerek kalmadan doğrudan tüketilebilen meyve ve sebze gibi besinlerdi. Yabani ortamda yaşayan hayvanları düşünün. Hiç obez bir aslan ya da zürafa gördünüz mü? Ya da diyabet hastası bir geyik? Hayır. Bu hastalıklar doğada yaşayıp yemek üzere evrimleştiği yiyecekleri yiyen canlıların hiç birinde görülmüyor.

20.yy’ın başlarında Amerika’da yaşamış olan dişçi Weston Price, Amerika’da görülen diş çürüklerinin tıbbi müdahale ya da temizlikle alaklı olmadığı, aksine diyetle ilgili olduğunu düşünüp modern yiyeceklerin bulunmadığı uzak ve izole yerlere geziler yaptı. Katır sırtı yolculuğu haricinde gitmenin imkansız olduğu İsviçre Alplerindeki köylerden tutun Alaska’ya, Avustralya ve Polinezya’ya giderek modern yiyeceklerden mahrum yerli halkı inceledi. Bulduğu şey güçlü kemikler, 32 dişin rahatça sığdığı geniş çeneler, kolay doğumlar, fiziksel kuvvet, ve çürüksüz dişlerdi.

Bu değişik cografyalardaki besinler birbirinden çok farklıydı ama aradaki ortak nokta bu insanların rafine karbonhidratları neredeyse hiç yememeleri, bol bol hayvansal yağ, et ve sakatat tüketmeleri, fındık-badem gibi yemişleri bolca yemeleri, sebze meyve yemeleri ve günümüz normlarının çok üstünde vitamin tüketmeleriydi.

Atkins 70lerin başlarında sorunun yağ ve protein değil karbonhidratlar olduğunu söylediğinde türlü yaygaralar koptu. Ancak bugün gelinen noktada Atkins’i doğrulayan sürüyle bilimsel çalışma varken karbonhidratça yüksek diyetlerin sağlıklı olduğunu söyleyen çalışmaların sayısı elle sayılabilecek kadar az.

Özetle insanoğlu karbonhidrat, rafine şeker ve un ya da nişastalı yiyecekler yemek üzere değil hayvansal protein ve yağ, meyve sebze ve yemişleri yemek üzere evrimleşmiş ve en iyi bu yiyeceklerin ağırlıklı olduğu bir diyetle çalışacak bir bedene sahip bir tür.

Yapılan bilimsel çalışmaların tamamı, karbonhidratları ve nişastalı yiyecekleri kontrol altına alan (başlarda günlük 20 gram net karbonhidrat gibi bir sınır var, sonra kilo almaya başladığınız noktaya kadar artırabiliyorsunuz karbonhidrat miktarını, ama çoğunlukla 60 gramı pek geçmiyor) ve protein-yağ-yeşil yapraklı sebze ağırlıklı yemek yiyen kişilerin kolesterol seviyesinden tutun enerji düzeylerine, zihinsel fonksiyonların iyi çalışmasından tutun yağ-kas oranına kadar karbonhidrat ağırlıklı ve az yağlı yiyen kişilere göre çok daha avantajlı olduğunu ortaya koyuyor. Bu çalışmaların tartışıldığı bir kaç makaleyi yazının sonunda bulabilirsiniz.

Kilo vermek için yapacağınız şey çok basit.

Hayatınızdan karbonhidratlı ve nişastalı yiyecekleri olabildiğince uzak tutacaksınız. Ekmek (sadece beyaz un değil, kepekli çavdarlı unlar vs de dahil), makarna, yufka ve diğer hamur işlerini asla yemeyeceksiniz. Yememeniz gereken 2. önemli şey ise şeker. Rafine şeker (ve yüksek fruktozlu mısır şurubu). Son olarak patates gibi nişastalı sebzeler ve içine nişastanın katıldığı sosis salam vs gibi işlenmiş etler.

Ne yemelisiniz? Et, tavuk, balık, yeşil sebzeler ve protein-yağ açısından zengin kuru yemişler. Doyana kadar. Kalori saymanıza gerek yok.

Normalde karbonhidrattan aldığınız kalorileri protein ve doymuş yağlarla sağlamanız gerekiyor. Sandığınızın aksine doymuş yağlar (hidrojenize edilmiş sıvı yağlar ya da margarin gibi trans yağlar değil, doymuş yağları kastediyorum – fındık fıstık badem gibi yemişlerden ve hayvansal kaynaklardan alınan yağlar) kalp krizi ya da damar tıkanıklığı gibi risklere sebep olmaz. Zira yağ yediğiniz takdirde vücut yağ depolanmasına sebep olan insülin hormonunu salgılamıyor. Ama karbonhidratlar tam da buna sebep oluyorlar – yendikten sonra kana karışan karbonhidratların önemli bir kısmı yağ olarak depolanıyor ve bunu yapan başlıca faktör insülin. İşin daha da kötüsü, yediklerinizin büyük bir kısmı enerji olarak kullanılmayıp yağ olarak saklandığı için vücut kısa bir süre sonra tekrar yemek ihtiyacı duyuyor. Siz yine karbonhidratlı bir şeyler yediğiniz zaman vücut yine önemli bir kısmını yağ olarak saklıyor, ve siz çok geçmeden tekrar acıkıp yine aynı kısır döngüye giriyorsunuz. Aslında göbeğiniz ya da kocaman bir poponuz varken hücresel seviyede açlık çekiyorsunuz.

Göbek ya da popodan söz açılmışken – bölgesel zayıflama diye bir şey yoktur. Tamamen uydurma bir şeydir. Vücut total yağ-kas oranına göre yağı önce depolayacağı yerleri seçer. Erkeklerde vücut yağı önce göbek çevresinde biriktirirken kadınlarda önce popo yağlanır. Total vücut yağ oranı düşmeden göbek ya da popo küçülmez, yağdan kurtulmaz. O yüzden “bölgesel incelme” vadeden yerlere sakın paranızı kaptırmayın.

“Peki karbonhidratlı gıdalardan aldığımız vitamin, fiber gibi şeyler için ne yapmamız gerekiyor? Bunları yağ-protein yiyerek alamayız” diye soracaksınız. Öncelikle söylemem gerekiyor ki zaten modern insanın (daha doğrusu Amerikan modeli fast-food beslenen kişilerin, evet Türk insanı da dahil) beslenme düzeni bu önemli gıdalardan yoksun. Bir çok insan türlü vitamin eksikliklerinden muzdarip. Bunu atlatmanın en kolay yolu iyi bir multi-vitamin kullanmak. Eczane rafları vitamin takviyeleriyle taşıyor. Yaşınız ve cinsiyetinize göre sürüyle vitamin seçeneği var. Birini alın ve düzenli kullanın. Yanına omega 6 ve omega 3 takviyeleri (balık yağları gibi) yaparsanız daha da iyi.

Bir de olmazsa olmaz egzersiz var. Burada egzersizden kasıt koşmak, yürümek, bisiklet makinesinde deli gibi pedal çevirmek değil. Ağırlık çalışması. Çok basit bir şekilde özetlemem gerekirse, yapılması gereken şey ağırlık çalışarak kasları zorlamak. Zorlanan kasların üzerinde minik yırtıklar oluşur. Vücut dinlenirken bu yırtıkları tamir eder, ve tamir ederken eskisinden daha sağlam bir hale getirir. Atıyorum kolunuzdaki kas 20 kg’lık ağırlık kaldırdığınız için yırtıldıysa, vücut onu tamir ederken 20kg agırlık kaldırırken yırtılmayacak şekilde tamir ediyor. Yani bir dahaki sefere siz 20 kg kaldırdığınızda kas yırtılmayacak, böylece kendini tamir etmesi gerekmeyecek. Ancak fit bir görünüme kavuşmak ve yağ-kas oranını iyileştirmek istiyorsanız kası yine zorlamalı ve daha ağır kaldırmalısınız. Spor konusunu ayrı bir postta ele alacağım. Bilmeniz gereken ilk şey koşu bantlarından, merdiven tırmanma makinelerinden ve spor salonlarında bulunan yaylı, raylı, makaralı makinelerden uzak durun. Kullanacağınız şey serbest ağırlıklar.

Sağlıklı yaşamanın bu inanılmaz basit formülüyle ilgili ne kadar çok okuma yapabilirseniz o kadar iyi, zira konuyla ilgili epey çok bilgi var, ve işin güzel tarafı bilimsel çalışmalarla desteklenebiliyor. İlk başlarda bir emekleme devresi elbette var, ama okuduğunuz kitaplar ve makaleler oturdukça neredeyse hiç efor sarfetmeden sağlıklı yemeye başlıyorsunuz. Altta, bu konuyla ilgili okunmasını önerdiğim kitaplar, makaleler ve blog-forum yazıları var. Ben de konuyu ayrı ayrı başlıklarda inceleyip hepsini bir arada tagleyeceğim.

Kitaplar:

Dr Atkins Diyet Devrimi

 

 

 

 

 

 

Taş Devri Diyeti

Why we get fat (Türkçesi yok)

Ketogenic Diet (Türkçesi yok)

Makaleler – Gazete söyleşileri

What if it’s all been a big fat lie – Why we get fat isimli kitabın yazarı Gary Taubes’la ilgili NY Times makalesi, epey uzun ama kitabın iyi bir özeti.

Big fat lie – bu da Telegraph gazetesinden, benzer konuya sahip.

Bilimsel çalışmalar

Harvard’da yapılan bir çalışma – patateslerin kilo yapmasıyla ilgili.

Düşük yağ ve düşük karbonhidratlı diyetleri karşılaştıran bir çalışma. 

Düşük karbonhidrat ve yüksek protein-yağ diyetlerinin kalp sağlığına etkisi

Yüksek karbonhidratlı diyetler ve kanser bağlantısı

Standart Ketojenik diyet  – (2. bölümdeki Eksiler kısmında yağlarla ilgili söylediklerinde hatalar var, dikkate almayın, gerisi genellikle doğru).

Forum-Blog postları:

Low Carb Megathread

Videolar:

 Fat-head – yüksek karbonhidratlı diyetleri konu alan bir belgesel. Youtube’da filmden parçalar izlenebiliyor.

Gary Taubes (3 Parça) 

 

 

 

 

 

 

 

Filistinli Ateist Blogcu Gözaltında

Bir süredir İslam karşıtı bir Facebook sayfası yayınlayan Waleed Al-Husseini kimliğinin ortaya çıkmasından sonra polis tarafından göz altına alındı.

Al-Husseini’nin Facebook sayfası kapatılınca Enlightenment of Reason (Aklın aydınlatıcılığı) isminde bir blog kurmuştu. Blogu keşfeden annesi internet bağlantısını iptal edince Al-Husseini ölümcül bir hata yaparak (biliyorsunuz İslam’dan çıkmanın cezası ölüm) bi internet kafede günde 7 saat geçirerek blogunu güncel tutmaya çalıştı. Kafe çalışanlarından birisi de bilgisayardan girilen sitelerin dökümünü polise bildirince 25 yaşındaki berberlik yapan Al-Husseini tutuklandı.

Suçu İslam’ı kötülemek. Gerçi konu İslam olunca somut tarihi gerçeklerden bahsetmek bile kötülemek gibi algılanabiliyor.

Elbette bu tipik bir İslamcı iki yüzlülüğü. Filistin’de diğer dinlere dair eleştiriler gayet rahat bir şekilde dile getirilebilirken İslam’a dair eleştirilerin bu şekilde susturulmaya çalışılması ironik. Al-Husseini blogunda şu şekilde bir beyanda bulunmuş (tercüme):

Müslümanlar bana niye İslam’ı bıraktığımı soruyorlar. Bana garip gelen şey Müslümanların İslam’ı terketme olanakları olduğundan habersiz olmaları. Herkes bu hakka sahip. İslam’ı bırakan herkesin batının ve Yahudi devletinin bir ajanı olduğunu, bu ülkelerden ve gizli servislerinden tomarla para aldıklarını sanıyorlar. İnsanların aslında fikirlerinde özgür olduklarını ve istedikleri şeye inanabileceklerinin farkında değiller.

Bu makaleyi yazarken İslam’ın Hrıstiyanlık ya da Yahudilikten daha kötü olduğunu söylemediğimin altını çizmek istiyorum. Okuyucu benim diğer dinleri İslam’a tercih ettiğimi düşünmesini istemiyorum. Dinler aptallıkta birbiriyle yarışan bir sürü saçmalık ve inanılması güç efsanelerden başka bir şey değil.

Konuyla ilgili bir Facebook sayfası kurulmuş.

Türkiye’nin çok sevdiği, çok desteklediği ve yardım etmek için hiç bir fırsatı kaçırmadığı Filistin’de din ve vicdan özgürlüğü olmaması ne kadar üzücü. Eh, ne demişler? Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Türkiye’nin yakın geçmişteki arkadaşları – Sudan, Filistin, Pakistan, İran, Brezilya. Ortaya çıkan resim endişe verici.

Abiyogenezin olasılığı

Zaman zaman abiyogenezin gerçekleşme olasılığının hesaplandığı forum yazıları, makaleler ve benzeri yazılarla karşılaşıyorum. Çoğu zaman şu şekilde formüle ediliyor bu yazılar :

“Bir enzimin şans eseri bir araya gelmesi o kadar küçük bir ihtimal ki, bu sebeple abiyogenez imkansızdır”.

Bu iddiaya bir de Astrofizikçi Fred Hoyle’un yaptığı bir hesabı da eklerler ki daha elle tutulur görülsün.

Ancak burada çok basit bir hesap hatası yapılmaktadır. Ve evet ünlü astrofizikçi Hoyle bile bu hataya ortak olmaktadır.

****Okumaya üşenenler için özet****

Dünyadaki yaşamın cansız minerallerin “canlı” olarak kabul edilebilecek olan kendi kendini kopyalayan sistemlere dönüşme ihtimaline dair yapılan olasılık hesapları hem biyolojik hem de matematiksel olarak hatalı oldukları gibi, abiyogenez teorisinde bulunmayan iddiaları hedef aldığı için – diğer bir deyişle saman adamı argümanı olduğu için – yanlış ve geçersizdir.

****Okumaya üşenenler için özet****

Buradaki problemler şu şekilde özetlenebilir:

1-Olasılık hesapları, rastgele olaylarla ortaya çıkmış modern bir protein ya da bakteri baz alınarak yapılmaktadır, halbuki Abiyogenez Teorisi bunu iddia etmemektedir.

2-Olasılıkçı hesaplar yaşam için belli ve sabit bir sıralamaya sahip belli sayıda proteinlerin var olması gerektiğini iddia etmektedirler. Bir nevi indirgenemez komplekslilik iddiası vardır.

3-Hesaplar eş zamanlı (simultane) denemeler yerine teker teker ve sırayla yapılan denemelerin olasılığını hesaplamaktadır.

4-Olasılık hesabı terimini yanlış anlamışlardır.

5-Rastgele sıralamalarda var olan ve işlevi olan enzim ve ribozomların sayısını ciddi bir şekilde hafife almaktadırlar.

Hoyle’un hesaplarına göre 300 amino asit uzunluğunda hayali bir proteinin rastgele olaylar sonucunda oluşması olasılığının 1/20 üzeri 300 olduğu söyleniyor. Ya da 2.04 x 10 üzeri 390’da bir ihtimal – ki bu ihtimal gerçekten pratikte imkansız görünüyor. Buna bir de 400 benzer enzimin oluşma olasılığı şeklinde baktığımızda sayı daha da büyüyor. Bu sonuç da en basit organizmaların bile rastgele var olması ihtimalinin imkansız olduğu izlenimini uyandırıyor.

Öncelikle, biyolojik polimerlerin (monomerlerden oluşan enzim ya da ribozom) oluşması kimya ve biyokimya kanunlarına bağlı bir olaydır – yani rastgele değildir. Bunu biraz açmak iyi olur.

Nasıl ki suyun deniz seviyesinde 100 derece santigrata kadar ısıtıldığında kaynadığını biliyorsak benzer kimya kanunları burada da işlemektedir. Belli maddeler, belli ortamlarda belli maddelerle bir araya geldiğinde belli bir tepki vermektedirler, belli bir değişime uğramaktadırlar. Yani rastgele bir nokta şu aşamada yok. Bu aşamada rastgelelik olduğunu iddia eden insan suyun aynı ortamda bazen 90 derecede bazen 110 derecede kaynadığını iddia etmektedir.

İkincisi, modern abiyogenez teorilerine göre ilk “yaşayan şeyler” çok çok daha basit yapılardır. Teoriye göre ilk yaşayan yapılar Protobakteri hatta bunlardan önce gelen pre-protobakteri (ya da diğer isimleriyle protobiont veya progenote) bile değil, 30-40 al ünite uzunluğunda moleküllerdir. Bu basit moleküller yavaşça evrimleşerek kendi kendini kopyalayan (çoğalan) sistemlere ve sonra da basit organizmalara dönüşmüşlerdir.

Altta karşılaştırma yapılabilmesi için basit molekül ve modern bakteri temsili resimleri görülebilir. Alttaki şekildeki soldaki HypUrCell olarak işaretlenen ufak sarı nokta üstte detaylandırılan basit moleküldür.

Konuyu çok fazla teknikleştirmeden söyleyebiliriz ki, Hoyle’un artık meşhur olmuş “hurdalıktaki Boeing 747” örneği abiyogenez teorisinin söylediğiyle hiç bir alakası olmayan bir benzetmedir.

Konuyu daha basit bir şekilde ifade edebilmek için yaratılışçı/olasılıkçı görüşün anladığı şekliyle abiyogenez teorisi şöyle bir şey iken:

Basit kimyasallar>>>>>>>>>>>>>>>>>>bakteri

Abiyogenez teorisinin söylediği en basit haliyle şu şekildedir:

Basit kimyasallar >>> polimerler >>> kendini kopyalayan polimerler >>> hypercycle>>>protobiont>>>bakteri

Buradaki her adım yapıda artan bir karmaşıklığı da yanında getirmektedir. Kimyasallar bir “atlama” yapmak yerine adım adım organizma olma yolunda ilerlemektedirler.

Görünen o ki spontane bir şekilde kimyasalların bakteriye dönüştüğü fikri 1803 yılından kalma ve Lamarck‘tan kaynağını alan bir fikir. Yani yaratılışçılar, 200 yıllık bir fikri ele alıp bugünün kabul gören teorisiymiş gibi gösterip bilimi güya eleştirmeye çalışıyorlar.

Sıralanmış proteinler

Bir başka iddia da 400 proteinin sıralanmasına dair. Bu iddia basitçe diyor ki “organizmanın yaşayabilmesi için bu 400 proteinin sırasının sabit ve değişmez olması gereklidir. Bu sıralamanın rastgele bir şekilde bu hale gelmesine imkan yoktur, kesin işin içinde bir üstün bilinç vardır”.

400 protein sayısı modern bir organizma olan “myobacterium”dan gelmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi bu rakam ilk organizmalar için çok çok daha küçüktür. Ancak buradaki esas önemli nokta “sıralamanın değiştirilememesi” iddiasıdır. Bu iddia tamamen yanlıştır. Bir çok proteinde amino asitlerin başka amino asitlerle değiştirilebildiği alanlar mevcuttur. İşlevsel olarak muadil olan moleküllerin 30-50% civarı amino asitleri farklılık gösterebilmektedir. Diğer bir deyişle yapısal olarak birbiriyle aynı olmayan solucan proteinlerini insan proteinleriyle değiştirebilirsiniz ve organizmalar normal hayatlarına devam edebilirler.

Yeni başlayanlar için Yazı-Tura ve makromoleküler kurulum

O halde yaratılışçıların iddialarını ciddiye alalım bir peptidin rastgele aminoasitlerle oluşumuna bakalım. Örneğimiz 32 aminoasit uzunluğunda olsun ve bir enzim olsun.

Bu enzimi birbiri ardına rastgele denemelerle elde etme olasılığı 1 / 20 üzeri 32 oluyor (20 sayısı doğada doğal olarak bulunan amino asitlerin sayısı). Ya da 4.29 x 10 üzeri 40’ta bir.

Burada önemli bir noktayı netleştirmemiz gerekiyor. Bu da olasılıkları nasıl algıladığımızla ilgili. Birisi bize bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin milyonda bir olduğunu söylediği zaman aklımıza gelen şey, o şeyin gerçekleşmesi için bir milyon deneme yapılması gerektiğidir. Halbuki bu doğru değildir.

Basit bir deneme yapılabilir. Elinize bozuk para alın, 4 kere yazı tura atın ve sonuçları yazın. Acaba 4 kere ard arda tura gelmesi için kaç kere yazı tura atmanız gerekir?

Normal olasılık hesabıyla 4 kere tura gelmesi ihtimali 1 / 2 üzeri 4 yani 1 / 16. Diğer bir deyişle 4 kere tura getirebilmek için 16 kere deneme yapmamız gerekli. Ancak denemelerimde 4, 9, 18, 3 tekrarda 4 tane turayı tutturdum. 1/16 ya da 1/10 üzeri 40 bir olayın gerçekleşme ihtimalini söylese de o olayın tam olarak hangi denemede gerçekleşeceğini söyleyemez. İlk denemenizde 4 tura tutturabilirsiniz. 4.29 X 10 üzeri 40’ta 1’lik bir ihtimalde de ulaşmaya çalıştığımız sıralama erken bir denemede oluşmuş olabilir. Ancak hepsi bu değil.

İncelediğimiz olasılık, tek tek yapılan sıralı denemeleri temel alıyor. Ancak gerçekte meydana gelen şey sıralı tek bir deneme değil, aynı anda gerçekleşen milyarlarca deneme. İlk basit organizmalar ortaya çıktığı zaman dünya üzerindeki ortam buna fazlasıyla olanak tanıyor. Sıcak sular, okyanuslar ve kimyasallar – ne gerekiyorsa var.

Değişik bir örnek verelim. Bir kişinin her hafta tek bir kolon sayısal loto oynadığını varsayalım. Bu kişinin doğru numarayı tutturma ihtimali 1/14 milyon civarıdır. Çok küçük bir olasılık. Ancak her hafta birilerine sayısal çıkıyor. Bunun sebebi ise her hafta oynanan kolon sayısının genellikle 15 milyon civarı olması. Yani çok uzun zaman alacak olan doğru sayıları tutturma ihtimali, çok fazla deneme aynı anda yapıldığı için çok daha az sürede (genellikle tek çekilişte) meydana geliyor.

Yazı tura örneğine dönelim. Kendi başınıza 4 kere tura tutturmak için yaptığınız denemelerin süresini düşünelim. Diyelim ki 1 dakikada 4 kez yazı tura atabiliyorsunuz. 16 kere denemek 4 dakikanızı alır. Şimdi 16 tane arkadaşınızın olduğunu ve aynı anda yazı tura attıklarını düşünelim, o zaman 4 kere tura tutturma olasılığı 1 dakikanın altında gerçekleşir. Eğer yazı tura atarak milyarda bir olasılığa sahip bir sıralamayı denemek istiyorsanız Çin’in nüfusu kadar insana yazı tura attırın, olasılığın hızlıca gerçekleştiğini göreceksiniz.

4.29 X 10 üzeri 40 rakamına dönelim. Bu büyük bir rakam, sizce 500 milyon yılda ilk kendi kendini kopyalayan yapıyı oluşturmak için gereken sayıda molekül var mı?

Evet, 1 kilogram amino asit (arjinin) 2.85 X 10 üzeri 24 moleküle sahip. Bir ton arjinin 2.85 X 10 üzeri 27 moleküle sahip. Eğer her amino asit türünden bir kamyon dolusu miktarı bir göle boşaltırsanız, 2 hatada 55 amino asit uzunluğunda proteinlerin oluştuğunu düşünürsek 40-50 senede örneğimizdeki organizmayı (en başta olasılık hesabı yapılan 300 amino asit uzunluğunda 400 proteine sahip organizma) oluşturacak kadar çok moleküle sahip olursunuz.

Peki bu durum ilkel Dünya’yla nasıl ilişkili? İlkel Dünya’daki okyanusların hacmi 1x 10 üzeri 24 litre olarak tahmin ediliyor. Eğer 1x 10 üzeri -6 Mollük bir amino asit çözeltisini baz alırsak o zaman aşağı yukarı 1 x 10 üzeri 50 civarı potansiyel başlangıç zincirimiz var demektir – buna göre de bırakın bir milyon seneyi, bir senede bile 10 üzeri 31 etkin peptid ligası oluşabilir. Kendini kopyalayan ilkel gövdelerin oluşması 4.29 x 10 üzeri 40’ta bir gibi düşük bir ihtimalle bile hızlıca gerçekleşebilir – ki hatırlatmak gerekir ki gövdenin denemelerin erken safhalarında oluşma ihtimali de mevcut.

Bir sıralamayı oluşturmanın 1 hafta sürdüğünü varsayalım. O zaman  herhangi bir cytochrome C proteini (mümkün olan 101 peptidin yarısıyla birlikte – ki bunların çoğunluğu fonksiyonel proteinler olacaktır) bir milyon yılı biraz geçkin bir sürede oluşabilir.

Samanlıkta kaç tane iğne var?

Herhangi bir küçük enzimi oluşturmanın yaratılışçıların iddia ettiği kadar düşük olasılığa sahip olmadığını gördük. Yanlış anlaşılan bir başka nokta da rastgele amino asit/nükleotid eklemelerinin tek bir enzimi oluşturma olasılığının düşüklüğüne ek olarak bir çok enzimin oluşması ihtimalinin çok daha düşük olduğudur.

Fakat Ekland’ın yaptığı analizle görülüyor ki, 220 nükleotid uzunluğundaki RNA sıralamalarında 2.5x 10 üzeri 112 sıralama işlevi olan ligazlar oluyor. Daha önce sadece yapısal olarak işlevli olduğu düşünülen bir şey için hiç de fena değil.

Son paragrafı birazcık daha basitleştirirsek, daha önce sanılan şey örnekteki 220 nükleotid uzunluğunda bir RNA’nın sadece ve sadece o yapıda iken işlevli olduğu ve indirgenemez bir karmaşıklığa sahip olduğu idi. Ancak Ekland’ın analizi gösteriyor ki yapısal olarak işlevi olan RNA’yı parçalara ayırıp incelediğimiz zaman 2.5 üzeri 10 üzeri 112 ayrı sıralama parçacığı işlevli. Yani RNA’nın parçaları bir araya gelmeden işleyebilen bir yapıya sahip ve kendilerini kopyalayabiliyorlar. Araba parçalarını söktüğünüzü ve her parçanın kendi başına da çalışabildiğini düşünün – belki araba bir aradayken yaptıkları işlevin aynısını yapmıyorlar ama yine de bir işlevleri mevcut. Örneğin dikiz aynası makyaj aynası olarak da kullanılıyor.

1 x 10 üzeri 24 litrelik okyanusumuza ve 1 x 10 üzeri -7 Mollük çözeltimize geri dönersek yaklaşık 1 x 10 üzeri 49 potansiyel nükleotid zinciri mevcut ve bir yılda makul miktarda işler RNA ligazı (1x 10 üzeri 34) bir milyon değil tek bir yılda oluşabilir. Potansiyel RNA polymerazlarının sayısı da epey fazla, zira 10 üzeri 20’de 1 sıralama bir RNA polymerazı oluyor.

Benzer şekilde 1x 10 üzeri 130 potansiyel 100 birimlik proteinde 3.8 x 10 üzeri 61 tanesi cytochrome C proteini oluyor. Peptid/nükleotid denizinde çok sayıda işlevli enzim var – samanlıkta tek değil bir çok iğne var. Bu da ilkel Dünya’daki “prebiyotik çorba”da işleve sahip enzimlerin oluşması olasılığını daha da artırıyor.

Diğer bir deyişle, amino asitlerin rastgele birleşimlerinden “hayatı destekleyen” sistemlerin (ister “önce-protein bazlı enzimler” modeli olsun, ister “önce-RNA” modeli olsun, ister “RNA-ribozom-protein ortak evrimi” modeli olsun) oluşması ihtimali düşük görünen ihtimallere rağmen “imkansız”dan çok uzak bir olasılıktır.

Sonuç olarak

Yaratılışçıların olasılık hesapları gerçekte var olmayan bir abiyogenez teorisini hedef aldığı için baştan yanlış. Dahası bu hesap istatistiki ve biyolojik safsatalarla dolu.

An itibariyle hayatın dünyada nasıl başladığını kesin olarak bilmediğimiz için bunun olasılığını hesaplamak imkansız ve anlamsız olacaktır. Bu kaideye iki istisna monomerlerin polimerlere dönüşmesi olasılığı (ki bu olasılık 1’dir) ve katalitik polimerlerin oluşma olasılığıdır (ki bunun da olasılığı 1’dir). Geri kalan adımlarla ilgili daha çok bilgiye ihtiyaç olduğu için bunların olasılığını hesaplamak doğru değildir.

****

Neredeyse tamamı Talkorigins.org’daki ilgili makaleden tercümedir. Araya konu daha net anlaşılsın diye bir kaç açıklama ve örnek ekledim.

Ateist ve Agnostikler çatıştı : 500’den fazla ölü var.

Özür dilerim, haber kaynağını yanlış okumuşum.

Doğrusu şu şekilde olacaktı:

Müslüman saldırganlar, Hrıstiyan köyüne saldırdı : 500’den fazla ölü var.

Nijerya’da geçen pazar gecesi 100 kadar Müslüman bir köyü basarak kadın çocuk demeden herkesi katletmiş. Öldürülenler arasında en az bir hamile ve 4 günlük bir bebek de varmış.

Köy sakinlerinden 38 yaşındaki Nomi Dung olayı yaşlı gözlerle anlattı: “Gece eşimin yanında yatıyordum ve silah sesleri duydum. Eşim kaçmamızı söyledi ama “hayır, öleceksem bile evimde ölürüm ama kaçmam” dedim. Eşim koştu ve saldırganların eline düştü. Çocuklarım silah seslerinden korkup dışarı kaçtılar”

Bayan Dung sözlerini bitiremedi. Bir akrabası 8,5 ve 3 yaşındaki çocuklarının öldürüldüğünü belirtti.*

Nijeryalı resmi makamlar saldırganların köylüleri vurmadıklarını, havaya ateş ederek herkesin dışarı çıkmasını sağladıkları ve yakaladıklarını palalarla öldürdüklerini açıklamış.

Şimdi Hrıstiyan halk intikam çağrıları yapıyor. Cenaze töreninde bir kadın “Tanrı’nın izniyle onların köylerine girip çocuklarını ve kadınlarını öldüreceğiz” dedi.

Yine münferit ve dinlerin suçu olmayan bir olay. Çeşitli ılımlı dini gruplar saldırıları lanetlemişler ve dua ettiklerini belirtmişler.

Şimdi umarım birisi bana bu olayda niye Müslümanların Hrıstiyanları hedef aldığını açıklar da ben de olayın dinsel yönü olmadığına ikna olurum.

*Haber metninden tercüme.

Antropik İlke ve İnce Ayarlı Evren

Fizik ve Kozmoloji’de, Antropik ilkeye göre Evren’de gözlemlediğimiz olaylar, insanların gözlemlemesine, dolayısıyla insanların var olmasına izin verecek şekilde gerçekleşir. Diğer bir deyişle Evren, “biz”i var edecek şekilde işlemektedir. Eğer Evren’deki yasalar bu şekilde değil de, farklı olmuş olsalardı, o zaman insanlar var olmayacaklardı. Evren’deki yasaların başka türlü değil de, bu şekilde olmaları tesadüfi değildir, insaları var edecek şekilde “ince ayarlı”dır.

Antropik ilke, insan merkezli bir ilkedir. “Evren, bizi var edecek şekilde tasarlanmıştır” demenin bir başka yoludur. Antropik ilkeyi açıklarken iki önemli hipotez ortaya atılır :

  1. Multiverse, ya da çoklu evren (sonsuz sayıda ve var olabilecek tüm olasılıklar için ayrı ayrı var olan evrenler -örneğin bir evrende dünyada yaşam yokken diğer bir evrende dünyadaki akıllı canlılar kuşlar ya da insanların kanatlı olduğu bir evren gibi. Aklınıza gelebilecek her olasılık ve farklılık için yeni bir evren olduğunu düşünün)
  2. Evrene ince ayar çekerek insanlığın var olmasını sağlayan tasarımcı.

Çokluevren açıklamasında biz sonsuz sayıdaki evrenlerin bir tanesinde yaşıyoruz ve içinde bulunduğumuz evren (biz burada olduğumuza göre) hayata izin verecek doğa kanunlarına sahip. Bu hipotezde herhangi bir “insan odaklı antropik ilke”den bahsetmek biraz güç, zira elinizde 100 milyar tane anahtar olduğunu düşünün, sadece bir tanesi önünüzdeki kapıyı açarsa, orada o anahtarın o kapı için yapılmış olduğunu iddia etmemiz pek doğru olmaz.

Antropik ilkenin din felsefesi açısından bizim ilgilendiğimiz yanı, “ince ayar çeken yaratıcı” hipotezidir.

Akıllı tasarımcı ya da Tanrı, ya Evren’deki doğa olaylarına bizzat müdahale ederek olayların bizim bildiğimiz şekliyle oluşmalarına sebep olmuş, ya da doğa kanunlarını öyle bir şekilde tasarlamıştır ki, olaylar yine bizim bildiğimiz şekilde meydana gelmişlerdir. Buradaki fark önemlidir. İlk senaryoda doğa olayları başka türlü olabilecekken müdahale sonucu oldukları şekilde olmuşlardır. İkinci senaryoda ise doğa olayları, doğa kanunları sebebiyle başka türlü olamayacakları için bizim bildiğimiz şekliyle olmuşlardır. İlk senaryo Teist tanrının yapacağı bir iş gibi görünürken (bir kere müdahale eden tanrı, daha sonra da müdahale edebilir), ikinci senaryodaki tanrı modeli daha çok deist tanrıyı andırmaktadır (evreni ve kanunları yaratıp sonra kendi haline bırakan ve müdahale etmeyen tanrı, muhtemelen daha sonra da müdahale etmeyecektir). Ancak konuyu saptırmayalım, bu farkı bu yazıda görmezden geliyoruz.

Antropik ilkenin problemleri bu ilkenin pek de geçerli olamayacağını bence yeterince ortaya koymaktadır.

Evrenin şu andaki hali insanların var olmasını sağlamıştır. Ancak insanların var olmasına yol açmayacak bir evren modeli, başka türden (akıllı) canlıların var olmasına yol açmayacaktır diyemeyiz. “Eğer evrenin tek bir atomu farklı olsaydı insan var olmayacaktı” gibi bir iddia, o atom farklı olduğu takdirde insandan farklı bir akıllı canlının var olmayacağını söyleyemez.

Evren’in insanların ortaya çıkmasını sağlamak üzere “ince ayarlı” olduğunu söylemek de ince buzda yürüyen bir iddiadır. Öncelikle “insan”ın Evren’deki yerini perspektife koyalım. Bir insanın boşlukta kapladığı yer (hacim) 0,08 metreküp (80 kiloluk bir adam alırsak). Dünyanın hacmi 1,083,207,317,374 metreküp. Yani dünya 13,540,091,467,175 (13.5 trilyon) insan hacminde. Güneşin hacmi, Dünya’nınkinin 1,300,000 katı. Güneşimiz G tipi bir yıldız ve en büyük yıldız tipi olan O tipi yıldızlar Güneş’in 90 katı büyüklüğüne ulaşabiliyorlar. Sadece Samanyolu galaksisinde, bu O tipi yıldızlardan 20.000 kadar olduğu düşünülüyor. Samanyolu galaksisinde 100 ila 400 milyar arası yıldız var ve Galaksimizin iki uzak ucu arasındaki mesafe 100.000 ışık yılı, kısa ucu arasındaki mesafe de 1000 ışık yılı.

Şimdi biraz başımız dönecek. Geceleyin, gökyüzüne baktığınızı ve bozuk para kadar bir alan belirleyip o ufacık noktadan, çok güçlü bir teleskopla baktığınızı hayal edin. Sadece bozuk para kadar bir alan içerisinden baktığımızda bile bugünkü gelişmiş teleskopların gözlemleyebildiği galaksi sayısı yüzbinlerle ifade ediliyor. Gözlemlenebilir Evren’deki toplam galaksi sayısının 100 milyar olduğu düşünülüyor. İnsanın evrendeki yeri, kozmolojik boyutta düşündüğümüz takdirde, vücudunuzdaki mikroplardan bile daha küçük.

Şimdi insanların yaşayabildiğini bildiğimiz alanları bir düşünelim. Dünya’ya geri döndük. Dünya’nın sadece yüzeyinde hayat var. Yüzeyinin 71%i suyla kaplı. Kaldı 29%. Bu oranın 1/3’ü soğuk ve sıcak çöllerle kaplı. Kaldı 20%si. 10% kadarı verimli ve-veya tarım ve hayvancılık yapılabilir toprak. Kalan 10%u da verimsiz topraklar, ormanlar, dağlık alanlar vs. Yani bu kaba hesapla İnsanoğlunun Dünya üzerinde yaşamı devam ettirebileceği alan 10% civarında. Eğer demografik dağılımları incelerseniz, nüfusun büyük çoğunluğunun da deniz ya da su kaynaklarının yakınlarında yaşadığını görebilirsiniz. Yani aslında insanların türlerini devam ettirebilecekleri alan çok sınırlı. Belli bir yüksekliği geçtikten sonra ise insanların hayatta kalması imkansız. Yani atmosfer içerisinde bile, gerekli teçhizat olmadan insanların yaşamaları ya çok zor ya da imkansız. Şimdi Dünya’nın evrendeki yerini tekrar hatırlayalım. Evren’le kıyaslandığında hayatın ortaya çıktığı ve de insanların yaşabildikleri alanlar, herhangi bir “ince ayar” olmaktan çıkıp, tesadüfi bir hale geliyor.

Çok ileri gittiğimi düşünenler için başka bir kıyaslama yapayım. Her hafta çekilen Sayısal Loto’da 6 tutturma ihtimali 14 milyonda 1. Kimse sorsanız bunun bir “şans işi, tesadüfi olay” olduğunu söyleyecektir. Sadece Samanyolu galaksisinde en az 100 milyar yıldız var. 100 milyar yıldızın günümüz teknolojisiyle tespit edebildiğimiz gezegen sayısı 6 milyar kadar. Eğer 6 milyar gezegenin bir tanesinde hayat olması “ince ayar” ise, 14 milyon ihtimalde 1 tane kolonu tutturmak nasıl tesadüf olabilir? Eğer sayısalı tutturmak tesadüfi bir olay ise, 6 milyar (o da görebildiğimiz kadarıyla) gezegende hayata izin verecek koşulların oluşması nasıl “ince ayar” olabilir?

Bir başka açıdan bakalım. Evrenin yaşı 14 milyar yıl kadar. Dünya’nın yaşı ise 5 milyar yıl kadar. Hayat 3 milyar yıl kadar önce mikroskopik seviyede başladı ve 600-700 milyon yıl öncesine kadar doğru dürüst çok hücreli canlılar yoktu. 65 milyon yıl önce dinozorların (aslında belli bir boyutun üstündeki tüm canlıların) ölmesine sebep olan göktaşı çarpması olana kadar en büyük memeli fareden bile küçüktü. İnsana benzeyen memelilerin ortaya çıkması ise 7 milyon yıllık bir olay. Gerçekten “insan” olarak tanımlayabileceğimiz türün geçmişi ise yaklaşık 200.000 sene. “İnsan ortaya çıksın diye ince ayar çekilmiş” bir Evren’de, insanın ortaya çıkması için niye 14 milyar yıl geçmesi gerekiyor?

Size belki daha önce duymuş olduğunuz bir anolojiyi aktarmak istiyorum.

Bir su birikintisinin bir sabah uyanıp şöyle dediğini hayal edin:

“Bu içinde olduğum dünya çok ilginç bir dünya. Bu içinde bulunduğum çukur tam benim boyutlarıma göre. Benim şeklime tam olarak uyuyor, sanki ben gelip içine yerleşeyim diye yapılmış!” Bu fikir o kadar güçlü bir fikir ki, her gün Güneş doğmasına ve su buharlaşıp birikintiyi küçültmesine rağmen, birikinti kendi kendine “her şey yolunda, bu çukur ben içinde olayım diye yaratılmış, bu çukurun var olma sebebi benim, dünyanın var olma sebebi benim varlığım” demeye devam ediyor. Bu yüzden sonunda tamamen buharlaştığı zaman çok şaşırıyor. Bence insanlar olarak biz de aynı hataya düşmemeye dikkat etmeliyiz.

Douglas Adams

Umarım benzetmenin dehasını görebildiniz. “Evren insanlar yaşayabilsinler diye bu şekildeler” demek, aynı su birikintisinin yaptığı hataya düşmek oluyor. Evren, bize göre şekillenmiş değil. İnsanlar, Evren’e uyum sağlayacak şekilde şekillenmişler. “Dünya’nın insanların ortaya çıkabilmesi ve gelişebilmesi için gerekli ortamı tesadüfen sağlaması ihtimali astronomik bir şekilde düşük” derken insanın ve dünyanın evrendeki yerine dair perspektifimizi kaybetmişiz demektir. Yeterince büyük bir evren ve yeterince uzun zamanımız varsa, doğa kanunlarına uyduğu sürece astronomik bir biçimde düşük ihtimallerin bile gerçekleştiğini görmek bizi şaşırtmamalı.

PostScript: Kaynakları ayrı ayrı linklemeye vaktim yok ama 99% oranında Wikipedia’daki makalelerden yararlandım.

Domuz gribi salgını kandırmaca mı?

Daha önce Domuz Gribiyle ilgili komplo teorilerinden bahseden bir yazı yazmıştım. Geçtiğimiz günlerde Avrupa Konseyi Sağlık başkanı Wolfgang Wodarg’ın “Bu salgını ilaç firmaları kar edebilmek için tehlikeli gösterdi, aslında çok da tehlikeli bir salgın değil” açıklaması, domuz gribi salgınının sahte bir salgın olduğu iddialarını alevlendirdi.

Peki bu salgın bir kandırmaca mı?

Bir salgının “Pandemik” (kıtalar arası yayılan salgın hastalık) olarak adlandırılması için gereken kriterleri gözden geçirelim. WHO’nun “pandemik” için aradığı koşullar:

  1. Nüfusun daha önce maruz kalmadığı bir hastalığın ortaya çıkışı
  2. Hastalığa sebep olan etmenin insanlara bulaşması ve tehlikeli bir hastalığa yol açması
  3. Hastalık etmeninin insanlar arasında kolayca ve devamlı olarak yayılması

Herkes domuz gribinin bu üç kriteri gayet rahat karşıladığını kabul edebilir.

Yani elimizde aşı olsa da olmasa da domuz gribi, pandemik olarak adlandırabilir. Peki domuz gribi, ilaç firmaları kar etsinler diye yaygarası bol bir şekilde mi yansıtıldı halka?

Hayır. Domuz gribinin halka yansıtılmasında kasıtlı olarak korkutma maksadı olduğunu ispatlamak zor. Bunun yerine elde olan bilgiler ışığında en kötü senaryoya hazırlıklı olabilecek şekilde yansıtıldığını düşünüyorum. Grip virüsü çok çabuk mutasyona uğrayıp tahmin edilemez şekillere bürünebilen bir virüs. Tarihte milyonlarca kişiyi öldürdüğünü bildiğimiz grip salgınları var. Domuz gribi de bulaşma ve ağır hastalıklara sebep olma özelliğiyle yüksek ölüme sebebiyet verme potansiyeline sahip bir virüs olarak görüldü, ve halk bu olasılığın önüne geçebilmek üzere uyarıldı.

Uyarılar arasında bulaşmayı azaltıcı önlemler (el yıkama, yakın temastan kaçınma, maske vs) olduğu gibi, grip aşısı da vardı. Eğer bilim, korkutucu sonuçlar doğurma potansiyeli olan bir hastalığa karşı bir aşı geliştirebiliyorsa, o zaman kimin para kazandığı burada çok önemsiz bir ayrıntı haline geliyor. Söz konusu olan şey insanların hayatları. İlaç firmaları para kazanmasınlar diye kötü sonuçlar doğurma potansiyeli olan bir hastalığa karşı geliştirilen aşıyı reddetmek, makul bir risk mi? Bence değil.

Domuz gribi salgını, beklenenden hafif de geçmiş olsa, bence gereken önlemler başarılı bir şekilde alındı ve aşılar ücretsiz olarak halka sunuldu. Devlet görevlileri “İlaç firmaları para kazanmak için yaygara koparıyor” safsatasına inanıp, aşıları insanlara sunmasa idi ve salgın korkulduğu gibi geçse idi, bu sefer suçlu kim olacaktı? Aşıları parayla satan ilaç firmaları mı yoksa tehdidi ciddiye almayan devlet görevlileri mi?

Salgın tam anlamıyla geçmiş değil. Eğer risk grubunda iseniz, ya da yakın çevrenizde risk grubunda olan (küçük çocuklar, yaşlılar, kronik hastalığı olanlar vs) kişiler varsa sağlık ocaklarında 10 dakikada ve ücretsiz yapılan domuz gribi aşısını olmanızı tavsiye ediyorum. İngilizlerin bir atasözü vardır “better safe than sorry”, yani “sonradan pişman olmaktansa önlem almak daha iyidir”.

Haiti depreminin suçu Voodoo mu?

Daha önce nasıl bir hezeyan içerisinde olduğundan bahsettiğim Fethullah Gülen’in cemaatine yakınlığıyla bilinen Bugün gazetesinin Haiti depremiyle ilgili yazısı, yıllar önce pankart açıp 7.4 yetmedi mi diye soran akılsızı hatırlattı. Haber, Haiti’deki depremin Haiti’lilerin dini inançları yüzünden olduğunu iddia ediyordu.

Büyücülüğün ve satanizmin merkezinde korkunç manzaralar!
Bir yerde toplu işlenen cinayetlere toplum olarak tövbe edilmezse o bölge halkının başına bir kısım felaketler geldiğini Kuran bize söylemekte.
Haiti pek bildiğimiz bir ülke değil.
Ama ülkenin temel bilinen gerçeği halkının çoğunluğunun büyücülükle uğraşmasıdır.
Halkın dini bir tür Voodoo (Vudu) dinidir. Bir tür animizm.
Voodoo inancı Haiti’nin ulusal dinidir.
Haiti’de yasayan zencilerin büyük çoğunluğu satanist ayinleri yapar, insan kurban eder, büyü işleri ile geçimlerini sağlarlar.
Büyü ve uyuşturucu işi bir arada gider.
Ancak Haiti’deki gibi, Endonezya’daki gibi büyük felaketler bizlere olayın tıpkı Kuran’da anlatılan geçmiş kavimlerin başına gelmiş büyük felaketleri hatırlatıyor.
Bazı semtlerde, bazı bölgelerde ve bazı ülkelerde yaşayan insanların yaşantı biçimi ilâhî gayrete dokununca, o insanlara musibet indirir.
Ancak musibet umumî olarak iner. Ondan herkes etkilenir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim şöyle der:
“Bir de öyle bir musibetten korkun ki; o, yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (bu belâ başkalarına da geçer, umumî olur.) Bilin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”(Enfal Süresi 25)

İslam’da anlatılan Tanrı’nın zaten kötülük yaptığını biliyoruz. Ancak Enfal suresinde bahsi geçen “sadece zulmedenlere isabet etmez” sözü, bir de Tanrı’nın gereken özeni göstermeyip çocuk bebek demeden katletmesinin kendi tercihi olduğunu söyleyerek kötülüğünü teyit ediyor.

Ya da, tanrının ağzından konuşan ilkel bir adamın kendine tabi olmayanlara karşı duyduğu nefretini tarif ediyor söz konusu sure.

İşin ilginci, aynı yobazlığı, okyanusun öbür tarafında, Amerika’da da görüyoruz. Televizyon vaizi Pat Robertson, Haiti’lilerin “şeytanla anlaşma” yaptıklarını bu yüzden de Tanrı’nın gazabına uğradıklarını iddia etmişti.

Sevgili yobaz dostlarım. Kafanızın almasının zor olduğunun farkındayım, o yüzden de basit anlatmaya çalışacağım.

Depremler, dünya ismini verdiğimiz gezegenin en dış katmanındaki büyük tabakaların hareketleri sırasında oluşan kırılmalar ve çökmeler sebebiyle oluşur. İşin içinde herhangi bir melek, tanrı, cin, uzaylı, hayalet dahil değil. Bir futbol topunu yüksek bir yerden bıraktığında nasıl yere düşüyor ve zıplıyorsa, aynı doğa kanunları yer kürede meydana gelen olaylardan da sorumlu. Bu kadar basit. Bakın şurada daha derli toplu anlatılmış. Resimler de var. Kendinizi rezil etmeden önce bir bakınmanızda yarar var.

Hadi Pat Robertson bunamış ve ne dediğinden haberi olmayan birisi diyelim. Bugün gazetesindeki haberi kaleme alan ve (utanmadan) adını yazının en tepesine asan Nuh GÖNÜLTAŞ’a ne demeli? Kendisine sormak istiyorum, madem Haiti’dekiler voodoo’cuydu, satanistti, bu yüzden deprem oldu, Türkiye’de 30.000 kişiyi öldüren deprem niye oldu? Pakistan’da 70.000 kişiyi öldüren deprem niye oldu? Orada da haberdar olmadığımız bir tür satanist dini mi uygulanıyor? Oradaki herkes Lut kavmi gibi sapkın mı?

Bu kadar saçma bir çıkarım yapılabilir mi?

Bir de işin iki yüzlülüğü var. Önce “Haiti’dekiler voodoo’cu, satanist” sonra “biz bilemeyiz Allah bilir”. E madem sen bilmiyorsun, atıp tutma be adam? Senin dediğin şey en hafif tabirle “bu kafirler voodoo yaparsa Allah da bunları böyle cezalandırır, ama yine de ben bilmem, Allah bilir. Yine de bence bir bağlantı var. Ama ben bilemem. Aslında dikkat etmek lazım.” Kendi nefretini Tanrı’nın ağzından dile getirerek kabul ettirmeye çalışma. Sıkıyorsa “ben bana benzemeyenlerden nefret ediyorum, hepsinin ölmesini çocuk bebek demeden acı çekmesini, istiyorum, öyle bir zenofobiğim” de. O zaman en azından dürüst olduğun için seni kınamam. Ama o yürek ne sende var, ne de peygamberinde vardı. İşi görülmeyen birisine havale etmek çok daha kolayınıza geldi.

Yanar döner laflar. Aba altından sopa göstermeler. Bir de iki gözyaşı dök tam olsun. Kıçını kaldırıp yardım edeceğine “Müslüman olsaydı böyle olmazdı” diye saçma ahkamlar kes. “Benim hayali arkadaşım senin hayali arkadaşını döver.” Bravo. Çok ahlaklı, pek güzel.

Pat Robertson, Haitililer şeytanla anlaşma yaptılar dedikten sonra şeytanın ağzından yazılmış şu mektup ortaya çıktı. Noktasına dokunmadan tercüme. Sanırım durumu çok güzel özetliyor.

Sevgili Pat Robertson (ya da Nuh Gönültaş, kafanıza göre),

Reklamın iyisi kötüsü olmadığını bildiğini biliyorum, o yüzden reklamımı yaptığını için teşekkürler. Ayrıca Tanrı’yı yere düşenlere tekme atan bir kabadayı olarak gösterdiğin için de teşekkürler, tamamen arkandayım. Ancak Haiti’lilerin benimle anlaşma yaptıklarını söylemen, çok aşağılayıcı. Ben kötülüğün vücuda gelmiş hali olabilirim, ama dolandırıcı değilim. Senin anlattığın şekliyle, benimle anlaşma yapmak insanları çaresiz ve sefil bir hale getiriyor. Elbette, öldükten sonra evet, ama ben insanlarla anlaşma yaptığım zaman önce dünyada bir şeylere sahip oluyorlar – cazibe, güzellik, yetenek, zenginlik, ün, şan, şöhret, altından bir keman vs. Haitililerin hiç bir şeyi, yani hiç bir şeyi yok. Ve bu depremden önceki halleriydi. “Crossroads” ya da “Damn Yankees”i izlemedin mi? Eğer Haiti’yle bir ilgim olsaydı, orada bir sürü banka, gökdelen, SUV araba, lüks gece kulüpleri, Botox gibi şeyler olurdu. 80%lik yoksulluk oranı benim tarzım değil. Karşı olduğum bir şey değil, ama benim tarzım değil. Çok iyi bir iş çıkarıyorsun Pat, ve seni engellemek istemiyorum ama beni kötü gösteriyorsun. Ve “iyi” türden kötü değil. Tanrı’yı suçlamaya devam et. O işe yarıyor. Ama beni bunun dışında tut lütfen. Yoksa seninle olan anlaşmamızı yeniden gözden geçirmemiz gerekir.

İyi dileklerimle, Şeytan.