Zayıflamak neden bir çok insan için çok zor?

“Allah bizi böyle yarattığı için”.

Yanlış.

Tamamen evrimsel bir sebepten dolayı.

Vücudumuz, bizi hala 10.000 sene önceki yaşam-çevre standartlarıyla yaşıyor sanıyor. Yani, yiyecek bulmak efor gerektiren bir uğraş; yemek yemeden geçirilen süreler çok daha uzun. Bu sebeple vücudumuz enerji depolamak için etkili bir yol bulmak zorunda. Bunun ismi de vücut yağı. Vücudumuz için yağ, depolaması kolay, taşıması kolay ve kullanması kolay çok verimli bir enerji kaynağı. Yiyeceksiz geçen uzun sürelerde vücudun enerji ihtiyacını giderebileceği bir depo. Günümüz standartlarıyla zayıf bir insanın total açlıktan ölmesi 2 ay kadar sürerken, bu süre obez insanlarda 6 aya kadar çıkabiliyor. Eğer 1.90 değil, 1.60 boyundaysanız daha da avantajlısınız, çünkü günlük kalori ihtiyacınız epey düşmüş oluyor. Yani daha az yiyecekle daha uzun süre yaşayabiliyorsunuz. Bunu 65 milyon yıl önce meteor çarpmasından sonra belli bir kilonun üstündeki tüm canlıların neslinin tükenmesine benzetebiliriz. Ne kadar çok yiyeceğe ihtiyacınız varsa, aç kalma riskiniz o kadar büyük.

Diğer bir deyişle şişman ve kısa boylu olmak, 10.000 sene önceki insan için büyük bir avantaj.

Öte yandan iri ve kaslı olmak, 10.000 sene önceki insanlarda, bir ayakbağından fazlası değil. Belki erkekler için büyük ve kaslı olmak, eş bulma aşamasında diğer erkeklerle girişeceği kavgalarda işe yarar bir özellik olabilir (zira bir çok hayvanda bu geçerli) ancak uzun boylu ve kaslı olmak, kısa ve şişman olmaya kıyasla çok daha zahmetli bir hayata işaret ediyor. İri yarı olduğu için kişi zaten kısa boylulara oranla daha çok kalori tüketmek zorunda, ve kaslar, yağ tabakasına kıyasla çok daha fazla kaloriye – özellikle proteine – ihtiyaç duyuyor. Yani atıyorum 1500 kaloriyle yaşayabilen şişman ve kısa bir kişiye kıyasla, iri kıyım kaslı bir bireyin kaslarını kaybetmemesi için 3500-4000 kalori civarında tüketmesi gerekebiliyor. Bu da yiyeceğin az bulunduğu ve ciddi efor sonrasında edinilebildiği bir ortamda iri kıyım arkadaşımız için epey zor bir durum.

İnsan evrimi, bu ana sebepler ve yanında gelen bir çok başka ufak sebep yüzünden, vücuda maliyeti yüksek olan ve çok fazla işe yaramayan kaslarımızı büyütmeye pek yanaşmadığı gibi, doğal ortamda işe yarayacağını bildiği yağ tabakasını hiç nazlanmadan ve sürekli olarak büyütmeye çalışıyor. Bunu da yediğimiz kalorileri vücuttaki dokulara dağıtırken yapıyor. Bizim için ideal bir dünyada yediğimiz 100 kalorinin tamamı kaslara giderken, yağ depolarına hiç birisinin gitmemesini isteriz. Ancak gerçekte vücut gelen kalorinin ayırabildiği kadarını yağlara göndermek için çırpınıyor. Bu yüzden vücut geliştirme sporu yapan kişilerin “bulking” yani “büyüme” evresinde yedikleri fazla kalorilerin bir kısmı kasa dönüşürken gerisi yağ haline geliyor.

Kadınlarda baldır ve popoda, erkeklerde de göbek ve sırtın alt kısmında biriken yağın ise vücudun diğer yerlerine oranla daha zor yakılmasının sebebi, oradaki kan dolaşımının daha sınırlı olması. Hatta bu dolaşım o kadar sınırlıdır ki, erkeklerin göbeği ve kadınların poposu vücudun geri kalanına oranla daha soğuktur. Sebebi de bu bölgelere örneğin koldaki kadar kan gitmemesidir. Bu durum ofislerde yaşanan klima savaşlarında da görülebilir. Kadınların vücut yağ oranı genellikle erkeklere oranla %4 -%5 daha fazladır. Yani kanın dolaşabileceği kasları daha azdır. Bu yüzden kadınların bir çoğu daha sıcak bir ortam severler. Erkekler pişerken kadınlar rahattır, ya da kadınlar donarken erkekler rahat olabilir.

Yağın yakılabilmesi için önce yağ parçacıklarının (teknik terimlere girmeyeceğim) yağ hücrelerinden sökülmesi ve kana karışması gerekmektedir. Kana karıştıktan sonra da tekrar başka bir yağ hücresine girmemeleri ve karaciğer ya da kaslarda enerji olarak kullanılmaları gerekmektedir. Göbek ve popodaki yağ oranı yüksek, kas ve kan dolaşımı az olduğu için yağları hücreden çıkarmak bir dert, onu başka bir yağ hücresine kaptırmadan kaslara ve karaciğere taşımak başka bir derttir. Bu yüzden de erkeklerde göbek, kadınlarda popo ancak düşük yağ oranlarında (erkeklerde %10-%12, kadınlarda %16-%18) erimektedir.

Diyet yaptığınız zaman, vücudun her yerine “yiyecek kıt, ona göre operasyonlarınızı düzenleyin” şeklinde bir sinyal gidiyor. Bu durumda vücut, kendine göre daha az gerekli gördüğü sistemlerden çalarak, bireyin hayatta kalmasını sağlayacak sistemleri çalıştırmaya odaklanıyor. Bu sebeple atıyorum 25% vücut yağı olan bir bireyin 15%’e düşmesi kolayken, o 15%i 10%a çekmek çok daha zor. Vücut 15%lik vücut yağını 10%a çekmektense, kalori eksiğini gidermek için kaslardan yiyebiliyor, bazı mekanizmaları yavaşlatabiliyor, hatta tamamen kapatabiliyor. Bir örnek, doğal vücut geliştirme yapan (steroid, testesteron vs gibi şeyleri kullanmayan) profesyonel sporcular, diyetle 5% gibi çok düşük yağ oranlarına geldiklerinde, ereksiyon onlar için imkansız oluyor. Testesteron seviyeleri, hadım erkeklerinkine yakın bir hale geliyor. Sebebi de vücudun 5% yağ oranını “açlıktan ölüyorum” şeklinde algılayarak yaşamak için elzem olmayan tüm sistemleri kapatması. Buna üreme organı da dahil. Bu sporcular 10% gibi yağ oranlarına yaklaştıkça fonksiyonları tekrar çalışmaya başlıyor. Yani “olm badicilerin çükü kalkmıyomuş” geyiğinde, bir parça gerçeklik payı var.

Yani diyet yapılırken vücudun savunma mekanizmaları, aslında sizin aleyhinize çalışıyor. Bu mekanizma leptin adı verilen hormonun işleyişiyle alakalı ve kısaca mekanizmayı anlatmak istersek, leptin hormonu, yağ seviyesi düştüğü zaman beyne ve diğer organlara sinyal göndererek “yağ azaldı” şeklinde bir mesaj yolluyor. Yağ oranı belli bir seviyeye (bu seviye her birey için değişik, ve genellikle genetik) ulaştığında leptin organlara “tüm sistemler normal çalışıyor” mesajı yollayarak metabolizmanın normal çalışmasına devam etmesini sağlıyor.

Şimdi bu noktada evrimin bize oyunu devreye giriyor. Vücut yağı azaldığında “azaldı” diye sinyal yollayan leptin hormonu , yağ haddinden fazla çoğaldığında “hop, fazla yağlandın, biraz metabolizmayı hızlandır ve fazla kalorileri yak!” diye bir mesaj yollamıyor. Atıyorum genetik olarak bireyin programlandığı optimum yağ oranı 16% diyelim, vücut yağı 16%yı yakaladığında leptin o noktadan sonra hep “her şey normal, işinize bakın” şeklinde bir mesaj yolluyor ve statükoyu korumaya çalışıyor. Yani vücut yağı 16%, 19%, 25%, 35% bile olsa leptin, yağ oranı azaldığında vücudun kendini koruması için aldığı aksiyonlara benzer aksiyonlar alması için sinyal yollamıyor. En azından çoğu bireyde bu böyle. Ancak “ne kadar yese de kilo almayan” arkadaşlarımızın muhtemelen bu türden bir mekanizması mevcut. Yani çok da yeseler vücutlarının fazla kaloriyi bir şekilde yağ olarak depolamamasını ve fazla kaloriyi atmalarını sağlayan bir mekanizmaları var. Bu da belki de leptinin bir alt sınır aksiyonuna sebep olduğu gibi bir de üst sınır aksiyonuna sebep olması.

Ancak burada biz normal insanlar için sorun, milyonlarca yıllık evrim sürecinde insanoğlunun sadece son 200-300 yıldır obezite seviyesinde yağlanması ve evrimin henüz bu probleme karşı bir savunma mekanizması geliştirememesi. Doğal ortamda obezite eğer adaptasyon için bir problemse, obeziteye yatkın bireylerin gen havuzundan zamanla elenmesi ve yukarıda bahsettiğim “ne kadar yese de şişmanlamayan” arkadaşların genlerinin çoğalmasını bekleriz. Belki 20.000 sene sonra böyle bir değişim görebiliriz. Ancak gelişen tıp muhtemelen bu değişikliğe izin vermeden obezite problemini başka yollardan çözecektir.

Konumuza dönersek, evrimsel süreçler açısından insanoğlunun az kaloriyle yaşaması ve yanında sürekli bir besin deposunu taşıması çok mantıklı bir durum. Öte yandan kaslı ve iri olması, bireyin yaşam şansı açısından çoğu zaman istenmeyen bir özellik. Bu sebeple insanoğlunun evrimi, bugün bir çok insanın başarmaya çalıştığı zayıf ve kaslı vücut tipine karşı çalışan mekanizmaları ortaya çıkarmış. Bu yüzden sokakta gördüğümüz her zayıf, kaslı ve fit bireye karşılık belki 1000 tane şişman, ufak tefek, kassız birey görüyoruz. Doğal olan Arnold Scwharzenegger  değil, doğal olan Danny DeVito.

 

En eski dinozor fosili bulundu

Bilim adamları Güney Afrika’da 190 milyon yıllık dinozor fosilleri buldular. Bu buluşun iki önemli özelliği var – birincisi bu fosiller bulunmuş en eski dinozor fosilleri. İkincisi fosiller doğmak üzere olan bir Massospondylus (bir Sauropod türü) yavrusuna ait. Alttaki resim bulunan fosillerden yola çıkılarak yapılmış bir model :

Bakın, milyonlarca yıldır hiç değişmemiş

Fosiller şu şekilde – boyutlara dikkat :

Bulunan fosil

Discovery.com’da daha detaylı bilgi bulunuyor.

Faydalı Mutasyon

“Doğada faydalı mutasyon olmaz” diyenlere tokat gibi cevab!

Elleri ve ayaklarında fonksiyonel 6 parmağı olan bebeğin hikayesi sanırım faydalı bir mutasyon örneği olarak kabul edilebilir:

Youtube videosunun linki: http://www.youtube.com/watch?v=Uu7Db5On00U , videonun ismi : “Beneficial Mutations Do Happen”

Normal işleve sahip ekstra bir parmak hangi işlere yarayabilir? Bir kere müzisyen olduğu takdirde piyano, gitar ya da perküsyon gibi enstrümanları daha kolay çalabilir. Klavyede 20% daha hızlı yazabilir, hatta sihirbazlık yapmaya karar verirse o ekstra parmak işine çok yarayabilir.

Bu olay nadir görülse de başka insanlarda da görülen bir durum ve ismine Polydactyly deniyor.

Leopar ve babun yavrusu Evrim’i çürütür mü?

Evet, konumuz hayvanlardaki ahlak/şefkat/özveri. Konuya girmeden önce başlığın sebebini açıklayan haberi gözden geçirelim.

Habere göre, babunların en büyük doğal düşmanı olan leopar, anne babunu öldürdükten ve yedikten sonra 8 günlük yavru babuna bir süre annelik yapmış. Ağaçtan düşen yavru babunu sırtlanlar yemesin diye tekrar yukarı çıkarmış. Yavru kendi annesi olmadığı için muhtemelen soğuktan öldükten sonra da leopar kendi yoluna gitmiş.

Bu olayın Evrim Teorisi’nde bahsi geçen “doğal seçilim” ya da aslında tam doğru olmayan tanımıyla “güçlü olanın ayakta kalması” ve “türün devamını hedefleyen bireyler” ve “bencil gen”i yalanlayan bir olay olduğu iddiası dile getirildi. Güya bu olayın tek açıklaması Tanrı imiş. Nasıl olduğunu sormayın zira bilmiyorum. İddia sahibine ısrar etmeme rağmen elle tutulur herhangi bir cevap an itibariyle gelmiş değil.

Peki gerçekten hayvanlar aleminde türler içi ve türler arası şefkat/ahlak gibi kavramlar Evrim teorisine ters mi?

Hiç de değil.

Maymunlar arasında ahlak kuralları gözlemlenmiştir. Grup halinde yaşayan şempanzeler birbirleriyle muzlarını paylaşırken aralarından bir tanesi paylaşıma dahil olmaz ve hep diğerlerinin getirdiği muzları yerse, o maymun dışlanıyor. Benzer “şefkat” davranışları başka hayvanlarda da gözleniyor.  

Burada gözlenen şey, grup olarak hayatta kalma şanslarını artırıcı (böylelikle genlerini sonraki nesle aktarma şanslarını artırıcı) bir davranış olan “muzları paylaşma” düzenine uymayan şempanzenin dışlanması. İnsanlarda da durum farklı değil. Dikkatli incelendiğinde ahlak kurallarının insanların grup olarak bir arada yaşamalarını kolaylaştıran kurallar olduğu ortaya çıkıyor. Elbette zeki canlılar olan insanlardaki ahlak kuralları çok karmaşık. Ancak maymunlarda gözlenen ahlak davranışlarından temelde çok farklı değil.

Peki hayvanlar arasındaki şefkat? Türler içinde bireylerin diğer bireylere karşılıksız yiyecek vermeleri ya da kendilerini grup yararına tehlikeye atmaları hem grubun yaşaması hem de bireyin kendi genlerini aktarma şansını artıran davranışlardır.

Kuşlarda (ve maymun türlerinde) gözlenen bir davranış, bazı bireylerin diğer bireylere yiyecek bağışlamasıdır. Bu ilk bakışta “şefkat” olarak algılanabilir ancak burada çok farklı bir mekanizma çalışmaktadır. O da “reklam”. Kuşun verdiği mesaj (özellikle erkek kuşların dişi kuşlara verdiği mesaj) şudur: “Ben o kadar güçlü ve yetkinim ki, kendimi besleyebildiğim gibi sizi de besleyebiliyorum. Öyle de süper bir bireyim ben”.

Bu mesaj dişilerin reklam yapan bireyle eşleşmelerinde ve diğer erkek bireylerin otoriteye baş kaldırmalarını engellemelerinde etkili.

Benzer bir davranış da “gözcülük” şeklinde ortaya çıkıyor. Örneğin serçelerin yaşadığı bir grupta, yırtıcı kuşlara karşı grubu uyarabilmek için bazı bireyler kendilerini savunmasız bırakma pahasına ağacın en tepesine çıkıyorlar. Burada birey tamamen özveriye dayalı mı hareket ediyor? Hayır. Yine “ben süperim, sizi korumak adına kendimi tehlikeli durumlara sokabilecek kadar güçlüyüm” mesajı gönderiyorlar. Yine yemek paylaşımı örneğindeki gibi bir hedef kitlesi var.

Peki türler arasında, özellikle başka hayvanların yavrusunu evlat edinme meselesi nasıl açıklanabilir? Çok basit. Evrimsel olarak türün daha başarılı adaptasyonunu sağlayan bir özelliğin yan ürünü. Hayvanlar ve insanlarda evrim, yavruların korunmasını sağlayan genleri tutmuştur. Yani ilkel canlılarda yavrusunu koruyan ve belli bir yaşa/büyüklüğe erişinceye kadar bakan hayvanların türünü devam ettirme ihtimali ve genlerini sonraki nesillere aktarma ihtimali daha büyüktür. Yavrusunu daha iyi koruyanın şansı daha da büyüktür. Bunu sağlayan genetik şifreye sahip olanların şansı da doğal olarak daha büyüktür.

Her hayvanın yavrusu çok sevimli

İnsanların “her şeyin yavrusu çok sevimli” demesi de aslında evrimsel bir yan üründür. Evrim süreci, insanların kendi yavrularına daha çok şefkat duymasını sağlamıştır. Bu iki taraflı bir süreçtir. Anne-babaya daha sevimli gelen yavrunun yaşama şansı arttığı gibi, çocuklarının tamamını sevimli ve şefkate değer bulan anne-babaların da genleri sonraki nesillere geçmiştir. Bu içgüdünün nesiller boyunca daha da güçlendiğini düşündüğümüzde bugün bize kendi bebeklerimizi andıran canlıların yavrularını sevimli ve şefkate değer bulmamız tamamen doğaldır. İnsan yavrularını andıran köpek-kedi-ayı-maymun vs yavruları bize sevimli gelir. Ancak aynı şeyi kurbağalar, balıklar, yarasalar ya da atıyorum solucanlar için hissetmeyiz. Kendi türümüzden olmayan canlıların (insan bebeklerini andıran) yavrularına karşı ekstra bir şefkat beslememiz evrimsel bir yan üründür. Kendi türümüzün adaptasyonu ya da yaşamasıyla doğrudan ilgili değil, fakat kendi türümüzün devamını sağlayan bir mekanizmayla çok ilişkili olduğu için korunmuş ve gelişmiş bir özelliktir.

Benzer bir örnek daha vereyim. Işık etrafında sürekli dönen kelebekler. Kelebeklerin ışık görünce ona gelmeleri ve etrafında dönmeleri aslında ışığı, geceleyin yönlerini bulmak için kullandıkları Ay sanmalarıdır. Ay’a doğru gittiğiniz takdirde Ay’ın yeri değişmez. Sürekli sabit bir noktadadır. Ay’ı belli bir açıya yerleştirip uçmaya başlarsanız düz bir çizgide gidersiniz. Ancak dünya üzerindeki bir ışık kaynağına giderseniz etrafında halkalar çizer ve spiral bir şekilde ışık kaynağına varırsınız. Elektrik şokuyla sinek – kelebek avlayan lambalar da bu evrimsel yan ürünü kullanır. Sinekler ve kelebekler Ay ve sahte ışıkları ayıramazlar. Bu sebeple şok lambalarını belli bir açıya alıp döne döne elektrik şokuna girerler.

Dönelim leopar ve babun’a. Burada söz konusu olan şey şefkat değil. Eğer şefkat olsa idi o zaman yavru babuna bir gece boyunca bakmak ve sonunda ölümüne sebep olmak yerine, en başta annesini yememeyi seçmesi gerekirdi leoparın. Burada söz konusu olan şey, evrimsel bir yan ürün. Kendi yavrularına duyacağı şefkat hislerini, başka bir türün yavrusunun ateşlemiş olması. Leoparların kendi yavrularına şefkat göstermeleri leopar neslinin devamını sağlayan bir araç. Tıpkı insanlardaki gibi “yavruyu koruma” içgüdüsü burada da iş başında.

Eğer ki Tanrı hayvanlara bir tür ahlak vermiştir deniyorsa, o zaman homoseksüel davranış gösteren hayvanları ya atladı, veya o hayvanların herhangi bir tanrı yaratmadı.

İmla hataları olabilir, bir kere okudum asmadan önce, düzeltmeler yapılabilir.

Evrim Teorisinin Çöküşü

Haftada bir iki kere Facebook’a girip mesajlara ve arkadaş isteklerine bakıyorum (beni ekleyenlere ve mesaj yazanlara tekrar teşekkürler! :))

Geçtiğimiz günlerde taglendiğim bir videonun altına yorum yazmıştım. Tekrar girdiğimde gördüm ki “Ateizme cevap” isimli kullanıcı, açıkçası saçmalıktan başka bir şekilde nitelendiremeyeceğim bir cevap yazmış. Videonun linki şurada, altında ilgili cevabı da görebilirsiniz.

Bugünkü postumuzun konusu bu “Evrim Teorisinin çöküşü” videosunun çürütülmesi olacak. Din yalanına inananların, 15 dakikaya kaç yalan sıkıştırabileceklerini göreceğiz hep beraber.

Video’dan yer yer alıntı yapıyorum saniyelerle – belki ilk önce videoyu baştan sona izlemeniz daha mantıklı. Linki tekrar veriyorum. Verdim :).

Gezegenimizde canlılar kusursuz uyum içerisinde yaşar (0:25)

Aksine, gezegenimizde sürekli olarak bir mücadele ve değişim vardır. Bilinen türlerin 99%unun türü tükenmiştir. Bugün dünya üzerinde yaşayan iyimser tahminle 3 milyon tür vardır. yani yaklaşık 300 milyon türün nesli o veya bu sebeple tükenmiştir. Herhangi bir gezegende canlılar kusursuz bir uyum içerisinde yaşıyor olsa idi değişim ve “neslin tükenmesi” gibi kavramlardan söz edemezdik. İnsanoğlu, 70 yıllık yaşamı boyunca çok yavaş hareket eden bir değişime bakarak “ne kadar kusursuz bir düzen” diyebilir. Ancak yanılır. Yavaş da olsa değişime sebep olacak bir uyumsuzluk söz konusudur.

Canlılar tasarlanmış olmalıdır, o halde bir tasarımcı olmalıdır. (1:01)

O, gökleri ve yeri var eden Allah’tır. (1:17)

Teleolojik argümanın ilkel hali. Bu konudan daha önce bahsetmiştim.

(Evrim) Canlıların tesadüflere dayalı bir süreç sonucunda yaratıldığını öne sürer (1:37)

Tam olarak değil. Evrim teorisi, canlıların “yaratılması” konusundan ziyade, nasıl çeşitlendiklerini ele alır. Bu çeşitlenmenin mekanizması da, doğa kanunları, sürekli oluşan rastgele mutasyonlar ve doğal seçilimdir. Tesadüfi olan tek şey, rastgele oluşan mutasyonlardır. Bu mutasyonlar konusuna daha sonra tekrar değineceğiz, ama burada söylememiz gerekir ki rastgele mutasyonlar, bugün laboratuvar ortamında gözlemlenmiş ve var olduğu kesin bir şekilde bilinen bir doğa olayıdır. Cümlenin kuruluşu “zar atılmış, canlılık olmuş” izlenimi uyandırmak amacıyla bu şekildedir.

Amatör biyolog Darwin (1:40)

Darwin, günümüzün üniversite diplomasına denk gelecek bir eğitim almıştır. Kaldı ki, Darwin’in eğitiminin bugün Evrim Teorisinin geldiği yer açısından hiçbir önemi yoktur.

Türlerin Kökenine Dair yayınlandıktan sonra çok popüler oldu ama bilimsel değeri için değil, ideolojik anlamıydı. (1:55)

Çarpıtmalı bir iddia. Türlerin kökeni bilim adamları arasında, mevcut bilgilere uyduğu ve makul olduğu için popüler olurken, teorinin kendi masallarına ters düştüğünü anlayan din adamları ideolojik gerekçelerle teoriyi reddetmeye çalışmıştır. Darwin henüz hayattayken gerçekleşen bilim adamı-din adamı münazaraları da buna ispattır. Daha detaylı bilgi Wikipedia’da mevcut.

Materyalist felsefe Darwin’i hararetle destekledi.

Karl Marx Das Kapital’i Darwin’e ithaf etmiş – yolladığı mektuba şöyle bir not düşmüştü : Charles Darwin’e, ateşli bir hayranından. (2:17)

Bu iddianın değişik bir versiyonu Karl Marx’ın Das Kapital’i Darwin’e ithaf etmek istemesi ama Darwin’in kibar bir mektupla reddetmesi olarak da görülür.

Darwin, Ateizm’le ilgili isimsiz bir kitabın kendisine ithaf edilmesini istemediğini anlatan bir mektup yazmıştı, ama bunu Karl Marx’a değil Karl Marx’ın kızıyla evli olan Edward Aveling’e yazmıştı. Edward Aveling öldüğü zaman çalışmaları, Marx’ın kızı Elanor’a kalmıştı ve Marx’ın belgeleriyle karışmıştı. Bu sebeple uzun süre bu mektubun Avering yerine Marx’a yazıldığı düşünülmüştü. Karl Marx’ın Darwin’e kitap ithaf etmek istemesi, aksi kanıtlanmasına rağmen tekrar edilen bir yalandan başka bir şey değil. Burada verilmek istenen mesaj : Komünizm kötü, Marx Darwin’e hayranmış, komünizmin yaptığı kötülüklerin esas sebebi Darwin’dir. Aynı yalanı Hitler’e de uygulamışlardı Evrim inkarcıları.

Darwin teorisini destekleyen hiçbir somut bulgu ortaya koyamıyordu 3:00

Hatta teorisini geçersiz kılan pek çok gerçeğin farkındaydı, bunları kitabına eklediği “Teorinin zorlukları” adlı bölümde kabul etmek zorunda kalmıştı : 3:04

Açık bir çarpıtma daha. 10 saniye düşünen bir insan Darwin’in teorisini ortaya koyarken “Teorinin zorlukları” isimli bir bölüme, teorisini kesin olarak çürüten bilgiler koymayacağını düşünebilir. Eğer teorisini çürüten kesin kanıtlar varsa, niye kasıp tamamlasın ve yayınlasın teoriyi? Niye 100 küsür yıldır tüm üniversitelerde biyolojiden palaentolojiye Darwin’in çalışması temel kaynak olarak alınsın? “Türlerin Kökenine Dair” internetten bedava olarak okunabiliyor. Kitabın 6. bölümünün ismi gerçekten de Teorinin Zorlukları’dır, ancak burada Darwin teorisine gelecek olan eleştirileri ele alıyor ve konuyla ilgili fikirlerini belirtiyor. Bölümün orijinal ismi CHAPTER VI. DIFFICULTIES OF THE THEORY. Okumaya üşenenler için özet: Darwin teorisini yanlışlayacak olan konuları teker teker ele alıyor, eleştiriler yersizse niye olduğunu açıklıyor, eğer eleştiriler yerindeyse, bu konunun eldeki imkanlar dahilinde cevaplanamadığını ve bilimsel gelişmeyle açıklığa kavuşacağını anlatıyor.

Darwin, gelişen bilimin bu zorlukları çözeceğine inanıyordu ama aksine gelişen bilim Darwin’in iddialarını bir bir çürütecekti. 3:29

Aksine, doğal seçilimle evrim mekanizması birbirinden bağımsız bilim dallarınca defalarca kanıtlandı. DNA’dan tutun her sene değişen grip mikrobuna, plastik yiyen bakterilerden tutun Lenski deneylerine kadar evrimin var olduğu ve Darwin’in teorisinde açıklandığı gibi olduğu bugün Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi kadar kesin bir bilgidir.

Darwin “ilk canlı”dan bahsetmemişti çünkü bunun teorisi için büyük bir sorun olduğunun farkında değildi (4:03)

Daha önce ele aldığımız gibi, Darwin’in teorisi canlıların ilk nasıl ortaya çıktıklarından ziyade, canlılardaki çeşitliliği ve kompleksliği açıklayan bir teoridir. Hayatın ilk ortaya çıkması konusu Abiyogenez‘in konusudur. Darwin Türlerin Kökenine Dair’de abiyogenezden bahsetmemesine rağmen 1871 yılında yazdığı bir mektupta, daha sonra çeşitli deneylerle de kanıtlanacak olan “ilkel sıcak çorba” teorisinden bahsetmiştir.

Türlerin kökeninin yayınlanmasından 5 yıl sonra Louis Pasteur şöyle demişti : Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür. 4:40

Daha 5 dakika olmadı ama yalandan geçemiyoruz. Louis Pasteur’un 1859 yılında (Türlerin Kökenine Dair’in ilk yayınlanışıyla aynı sene, 5 sene sonra yalanı Darwin’in sanki Pastör’ün çürüttüğü şeye dayandığı izlenimini uyandırmak için eklenmiş) kanıtladığı şey cansız maddelerden canlı maddelerin oluşamayacağı değil, “Spontaneous generation” ya da Türkçe çevirisiyle “dirimdışı türeme”nin yanlış olduğudur. Pastör’ün söylediği şey videodaki anlamından uzak olarak şudur:

Never will the doctrine of spontaneous generation recover from the mortal blow struck by this simple experiment.

Yani

Dirimdışı türeme bu basit deneyle kesin olarak çürütülmüştür.

Pasteur, cansız moleküllerden canlılığın ortaya çıkamayacağını söylememekte, dirimdışı türemenin geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim daha geçen hafta laboratuvar ortamında ilkel moleküllerin evrimleşerek daha kompleks yapılara kavuştuğu ispatlandı. Miller-Urey deneyi 50 sene önce laboratuvar ortamında basit moleküllerden amino asit oluşturmayı başarmıştı. Abiyogenez henüz 100% kesinlikle ortaya bir model koyabilmiş değil, ancak geçen her gün, böyle bir modele yaklaştığımızı gösteriyor. Kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da yaratılışçıların yalan konusunda hem hevesli hem de beceriksiz oldukları.

Miller-Urey deneyinin gerçekleri yansıtmadığı ilerleyen yıllarda anlaşıldı. (6:00)

Hmm, ben pek öyle duymadım. Miller deneyinin ortaya koyduğu şey hala geçerliliğini koruyor : Karmaşık aminoasitler, ilkel dünya’da var olduğu bilinen maddelerin içerisinde oluşabiliyorlar. Miller’ın 50 sene önce yaptığı deneyleri tekrar ele alan bilim adamları, Miller’ın aslında sanılandan daha başarılı bir deney gerçekleştirdiğini ortaya koydular. Dünya’nın önde gelen bilim adamları Miller deneyini ciddiye alırken bu videoyu yapanların “yanlış olduğu anlaşıldı” demeleri trajikomik olmuş.  Miller deneyi zamanında farklı bilinen şey Dünya’daki atmosferin içeriği idi. Günümüzdeki görüş Miller’ınkinden farklı.

20. yy boyunca yürütülen tüm Evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı: 6:24

WTF?

Jeffrey Bada diyor ki: bugün 20. yüzyılı geride bırakırken hala 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülememiş problemle karşı karşıyayız: “hayat yer yüzünde nasıl başladı?” 6:46

Kaynak olarak gösterilen 1998 tarihli Earth dergisi makalesini buldum. Jeffrey Bada’nın böyle söylediğine dair hiçbir şey geçmiyor. Bada, iki Alman bilim adamının yaptıkları deneydeki bir probleme işaret ediyor. Bu aktarılan cümlenin orijinali, çeşitli yaratılışçı sitelerde (tahmin edin hangisi) görülebiliyor. Bada San Diego üniversitesinde Deniz Kimyası profesörü.

Evrim’in gerçek dışı olduğu bugün bütün bilim dalları tarafından ortaya konmuştur (7:25)

Tekrar : WTF?

Tek bir hücreden canlılığı ortaya çıkarak bir mekanizma da yoktur. (7:42)

Aksine, yaşayan organizmaların geçirdiğini bildiğimiz değişime bir de yüz milyonlarca yıl ve doğal seçilimi eklerseniz elinizde bu çeşitliliği açıklayacak çok makul bir mekanizma olur.

Doğal seleksiyon sadece hasta sakat bireyleri eleyerek türün devamını sağlar. Doğal seleksiyon evrimleştirici bir mekanizma değildir. (8:35)

Kısmen doğru. Doğal seleksiyon hasta ve sakat bireylerin elenmesini de içerir. Ancak doğal seleksiyondaki çevre baskısı çok şiddetliyse, sadece sakat ve hasta bireyleri değil, gayet sağlıklı bireyleri de adaptasyona zorlar. Bu adaptasyona ayak uyduramayan türlerin ise nesli tükenir. Varlığından haberdar olduğumuz türlerin 99%u gibi. Doğal seleksiyonla ve nasıl ispatlanmış olduğuyla ilgili güzel bir makale.

Evrimciler, doğal seleksiyon yanına Mutasyon eklediler. (8:57)

Türlerin kökeninde Darwin mutasyondan sık sık bahseder. (anahtar kelime: variation).

Mutasyonlar, DNA’daki bilgiyi tahrip edip canlıya sadece zarar verirler. Şimdiye kadar gözlenmiş tek bir yararlı mutasyon örneği yoktur. (9:35)

Bir başka yalan. Daha geçtiğimiz hafta 4 tane örneğin incelendiği bir blog yazısına link vermiştim.

Mutasyonlarla bir canlının kanat ya da göz edinmesi imkansızdır (9:51)

Meyve sinekleri üzerinde yapılan sayısız deney mutasyonların sakatlayıcı ya da öldürücü etkileri olduğunu ortaya koymuştur. (10:23)

Aksine, gözün ya da kanatın oluşabildiği canlılardan ve fosil kayıtlarından anlaşılmaktadır. Gözün evrilirken geçirdiği adımları bugün değişik hayvanlarda görebilmekteyiz. Konuyla ilgili güzel bir kaç video:

http://www.youtube.com/watch?v=aGFR-kFi0c8

http://www.youtube.com/watch?v=45ZTLdO2pxQ

http://www.youtube.com/watch?v=wDrhsXAQWGU

Kanat da aynı göz gibidir, fosillerde ve canlılarda uçmaya yarayan kanatların adım adım oluşmasını görebilmekteyiz.

Mutasyonlar bir canlının kusursuz DNA şifresiniz bozar ve onu sakat bırakırlar (10:38)

Mutasyonlar böyle bir olasılığa sebep olabilirler. Canlının işleyişine hiçbir etki etmeyen mutasyonlar da olabilir. Bazı mutasyonlar da çevreye uyumu artırdığı için faydalıdır. Mutasyonların hiç birisi sakatlama harici bir sonuca sebep olmaz demek için insanın kafasının epey güzel olması gerekir. Veya mutasyonun ne olduğunu bilmiyor olması gerekir.

İndirgenemez komplekslik, evrim teorisini kesinlikle yıkmıştır. (11:14)

İndirgenemez karmaşıklık, saçmalıktan başka bir şey değildir.

Mekanik bir saat, bilinçli bir saatçinin varlığını gösterir. Benzer kompleks yapı canlılarda da vardır, o halde kendini yoktan var eden bir tasarımcı vardır. (11:34)

Daha önce bahsettik – Tasarımcı argümanı

Eğer Darwin haklı olsaydı, çok sayıda ara-tür olması gerekirdi. (12:48)

Eğer sürüngenler kuşlara evrimleşseydi sayısız ara tür olması gerekirdi ve bu canlıların eksik organları olması gerekirdi. (13:07)

Öncelikle belirtmek gerekir ki yaratılışçıların istediği türden ara geçiş formları (bir örneği altta) gerçekten yok.

Ancak sürüsüyle ara geçiş formu fosili mevcut.

Darwin, ara türlerin olmadığını bildiğinden Türlerin kökenine şunu yazmıştı: Eğer gerçekten türler diğer türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Niye bunları bulamıyoruz? 13:42

Evet, bu sözler Türlerin Kökeninden alınmadır, ancak Darwin burada kendi kendine bu soruyu sormuyor, sadece yapacağı açıklamadan önce cevap vereceği eleştiriyi formüle ediyor. Videoyu hazırlayanların inanmamızı istedikleri gibi “Darwin bile fosillerde ara geçişlerin olmadığını biliyordu” durumu gerçek değil. Türlerin Kökeninin 6. bölümünde konuyu uzunca ele alıyor Darwin.

Derek Ager diyor ki : Fosil kayıtlarını incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız: kademeli evrimle gelişen değil, aniden yer yüzünde oluşan grupla görürüz.

Kaynak: Nature of the Fossil Record.

Orjinali: Derek V. Ager (Paleontologist at University College, Swansea):

The point emerges that if we examine the fossil record in detail, whether at the level of orders or of species, we find – over and over again – NOT GRADUAL EVOLUTION, but the SUDDEN EXPLOSION of one group at the expense of another.

Böyle bir kitap yok,

Bu paragraf, yaratılışçı siteler haricinde hiçbir yerde yok. Gerçekte varlığından epey şüpheliyim. Ancak eğer alıntı gerçekse bile bir “quote mining” olduğu açık, zira buradaki muhtemel anlam, (Derek Ager’in fosil kayıtlarındaki boşlukların sebebinin büyük yıkımlar (deprem, sel, yanardağ patlaması vs) olduğunu söylemesinden yola çıkarak) kaya katmanları arasında bulunan canlıların adım adım bir evrimden ziyade, katmanlar arasına sıkışmış yeni türler olduğu yönündedir. Bu da zaten Darwin’in Türlerin Kökeni’nde getirdiği açıklamadır. Fosillerin doğası sebebiyle çok az canlının adım adım evrimi gözlenebilmektedir, aynı aileden canlıların fosilleri arasında milyonlarca yıllık aralıklar bulunmaktadır. Bu cümle “tüm canlılar bir seferde hep beraber yaratılmışlardır” anlamına gelmemektedir.

Evet, 15 dakikalık video bize 1750 kelimelik bir yazı yazdırdı. Cumartesi günü hem de. Yaratılışçı-dinciler gece gündüz demeden cumartesi pazar demeden yalan üretmeye devam ediyorsa (15 dakikalık videoda 27 yalan – gayet formdalar) sanırım benim ve benim gibilerin de tatil yapması mevcudiyetimizin ve istikbalimizin önünde duracak bir engel haline gelecektir.

PS: WTF yazdığım yerlerdeki yalanlar o kadar kapsamlı ve saçma ki, cevaplamaya çalışmak çok daha saçma olacağından detaya girmedim – ancak tepkimi de yazmadan edemedim.

PS2: bugün 400.000 ziyareti görür müyüm acaba?

PS3: Ateizme Cevap galiba bir blog. Onu da canımın sıkıldığı bir gün ele alırım. 😉 I eat bigots for breakfast – İngiliz atasözü.

Ps4: İmla hataları olabilir, farkederseniz yorum yazın, düzeltirim. tenk yu.

Abiyogenez şifresini kırmaya az kaldı

Abiyogenez, hayatın kökenini açıklamaya çalışan alt bilim dalıdır. Daha doğru bir tanımla, yaşamın, canlı olmayandan nasıl oluşmuş olabileceğini bulmaya çalışan alt bilim dalıdır.

Bilindiği gibi, Dünya’daki hayatın kökenine dair bugün henüz net ve kesin bilgilere sahip değiliz. Fosil kanıtlarının yetersizliği, dünyanın 4.5 milyar yılda geçirdiği değişim gibi engeller, tam olarak yaşamın nasıl başladığını öğrenmemizin muhtemelen sonsuza dek önünde duracak engeller.

Bugüne kadar çeşitli abiyogenez teorileri ortaya atılmıştı. Miller deneyi (çorba teorisi), deniz altındaki sıcak su kaynakları teorisi ve en önemlilerinden RNA’nın önce oluştuğunu söyleyen RNA dünya teorisi bunların başlıcaları.

Yeni bir araştırma, laboratuvar ortamında, tamamen cansız moleküllerin evrim geçirerek değişmeye uğradıklarını gösterdi. Bu evrim geçirerek daha karmaşık yapılara kavuşan enzimler gerçek anlamda “canlı” değiller. Kendi kendine çoğalan bu yapıların özelliği, kazandıkları ve ortama uyum sağlamakta işlerine yarayan özellikleri sonraki nesillere aktarabilmeleri. Bu keşif, ileride sürecin tam olarak nasıl işlediğinin anlaşılabileceğine dair umutları artırıyor.

Elbette canlıları bir Tanrı’nın yaratıp dünyaya koyduğunu düşünen insanların söyleyeceği ilk şey “dünyada hayatın nasıl başladığını 100% kesinlikle söyleyemezsiniz, çünkü zaman makinesiyle gitmeniz ve olay olurken orada olup gözlemlemeniz gerekir – bu da imkansız!” olacak.

Bu tür deneylerin ya da teorilerin amacı 100% kesinlikle ne olduğunu göstermekten ziyade, bu olayın mümkün olabildiğini göstermektir. Şöyle bir örnek vereyim.

Bir gökdelenin tepesinde bir adam olduğunu varsayalım. Bu adam oraya nasıl çıktı diye soralım kendimize. Olası cevaplar.

1-Adam binaya girdi, asansöre bindi, en tepeye çıkıp merdivenle çatıya çıktı.

2-Adamı bir helikopter oraya bıraktı.

3-Adam bir uçaktan atladı ve paraşütle süzülüp çatıya indi.

4-Adam en tepeye Süpermen gibi uçarak çıktı.

Adam en tepeye çıkarken orada olmadığımız için 100% kesinlikle nasıl çıktığını bilemeyiz. Ancak ilk 3 şıkkın olabilirliğini gösterebiliriz. 4. Şıkkı ise ne kadar denersek deneyelim gösteremeyiz. Abiyogenez  teorileri ilk 3 şıktaki gibi açıklamalardır. Teorileri test eden deneyleri yapanlar da tıpkı asansörle çatıya çıkıp “bakın ben de çıktım, o adam da öyle çıkmış olabilir” diyen birisinin yaptığını yapmaktadırlar. “Bunu biz laboratuvarda yapabiliyoruz, doğada da bu şekilde olmuş olabilir” demektedirler.

Mantıklı ve makul bir insan, olabilirliği somut örneklerle gösterilmiş senaryoları bir yana bırakarak 4. şıkkı seçmez. Ne yazık ki, “Tanrı yaptı” hipotezi, dünyadaki yaşamın kaynağı söz konusu olduğunda 4. şıkkımızdır. Ve yine ne yazıktır ki, insanlığın çok büyük bir bölümü, yaklaşık olarak buna inanmaktadır.

Yararlı değişinimler (mutasyonlar)

Bilim Güncesi’ndeki dostlarım beni Evrim inkarcılarının sık sık tekrarladıkları  “ama organizmaya faydalı mutasyon olmaz, mutasyonlar hep zararınadır organizmanın, sakatlığıa sebep olur” yalanını ele alan güzel bir makaleden haberdar ettiler.

Değişinimler (mutasyonlar), canlılardaki çeşitliliğin ana kaynağıdır. Bir gendeki değişinim, canlının bulunduğu ortamda yaşama ve çoğalma şansını artırıyorsa sonraki nesillerde daha çok canlıya geçerek o genin topluluktaki sayısını artırır. Bulunduğu canlının çoğalma şansını azaltan değişinimler ise daha az canlıya geçtikleri için ayıklanırlar. Yararlı değişinimlerin birikmesi, zararlı olanların ayıklanması sayesinde, bulundukları ortama daha iyi ayak uydurmuş canlılar gelişir.

Değişinim denince akla önce zararlı etkiler gelse de birçok yararlı değişinim vardır ve oluşmaktadır. Bu yazıda önce bilim adamlarınca incelenmiş yararlı değişinim örneklerinden dördünü aktarıyor, ardından değişinimlerin moleküler temeli hakkında bilgi veriyorum.

Yazının devamı için Bilim Güncesi‘ne buyrun.