Ahkaf Suresi ve Wabar kraterleri

www.Yenimucizeler.com adresindeki yeni mucizelere dair yaptığım çalışamaya devam ediyorum. Bugünkü “mucize”miz bir önceki mucize gibi Ad kavmiyle alakalı.

Ad kavmiyle alakalı bu mucizenin tam metni şu adresten okuyabilirsiniz. Ben yine özetini geçeyim.

Ahkaf Suresi 21-21. ayetler Ad kavminin helak olduğu yere işaret ediyorlar. Bu yerde 6400 sene önce düştüğü tahmin edilen bir meteor krateri bulunmaktadır ve bu da Kuran’da haber verilen “Ad kavminin helakı” olayının geçtiği yerdir. Wabar kraterlerinin olduğu yer de 21 ve 22. enlemlerin tam ortasına 21 derece 30 dakikaya denk geliyor.

Öncelikle bakalım bu mucizeye dair iddialar neler:

1-Ad kavmi Wabar kraterlerinin olduğu yerde – ya da oraya yakın yaşıyordu (net değil, oraya yakın yaşadıklarının kastediliyor olması daha olası).
2-Bu krateri oluşturan meteor Hiroşima atom bombası patlamasıyla kıyaslanabilecek bir şiddetle yere çarptı ve Ad kavmi çarpmanın etkisiyle oluşan bulut ve şiddetli rüzgarla helak oldu.
3- Bu helak vakası 6400 sene önce oldu.

Öncelikle Ad kavminin başkenti olarak bilinen Ubar kentiyle Wabar kraterlerinin arasındaki uzaklığa bakalım. Ubar kentinin lokasyonu 1992’de uydu fotoğraflarıyla belirlenmiş. Bu lokasyon da bir önceki mucizemizde de bahsettiğimiz Batı Umman – Doğu Yemen’de bulunan Dhofar bölgesi. Arkeolojik alanlardan birisi Umman’daki Şisar bölgesi (Shisur ya da Ash Shişar olarak da geçiyor) Wabar kraterlerine uzaklığı 490 km kadar.

Şisar ve Wabar arası kuş uçuşu mesafe

Ad Kavmi’nin Umman dışında bir yerde yaşadıklarına dair bir kaynak bulamadım. Bulabildiğim tüm kaynaklar Ubar ve Ad kavmiyle ilişkilendirilen tüm diğer şehirleri Umman’ın batısına yerleştiriyor. 1992’den sonraki Arkeolojik çalışmalara dair bir NOVA röportajını şuradan okuyabilirsiniz.

Peki Wabar’daki meteorit ne kadarlık bir çarpma etkisine sahipti? Bilim adamlarına göre bu meteorit 1908’deki Tunguska meteorundan daha küçük (zira zemin çarpmanın şiddetini azalatacak olan yumuşak kumdan oluşuyor) bir etkiye sebep oldu. Mucize iddiasında Hiroshima bombasının etkisine eş bir etkiye sebep olduğu iddia ediliyor.

O halde Hiroşima’ya atılan Atom bombasının etki alanına bir bakalım. Atom bombası şehrin 580 metre üstünde havada patlatıldı ve yaklaşık 13 tonluk TNT patlamasına eş değer bir gücü vardı. Bu patlama 1.6 km’lik bir alanda yıkıma sebep oldu ve toplamda 11 km karelik bir alan yangınlardan doğrudan etkilendi. Nagazaki’ye atılan bombanın yıkım etkisi de aynı oranlardaki alanı etkiledi.

1908’de Tunguska’ya düşen meteorun 2150 km karelik bir alanı etkilediği biliniyor. Bu da 52 km çapında bir dairesel alana denk geliyor. Wikipedia’da olayın görgü tanıklarının ifadeleri var. Buradaki görgü tanıklarının o anda bulundukları yerlerin patlama noktasına uzaklığına dikkat çekmek istiyorum.

65 km uzaklıkta olup da olayı 20 sene sonra anlatabilen kişilerin tanıklıkları var. Yani 490 km ötedeki Ad kavminin bu meteorun düşmesi sebebiyle etkilenmeleri olasılığı neredeyse yok. Patlama çok fazla küçük, mesafe fazla uzak.

Fakat işin en komiği, mucize diye sevinenlerin bu olayın ne zaman olduğu konusunda adam gibi araştırma yapmamış olmaları.

Bu olayın 6400 sene önce olduğuna dair referans olarak American Scientific dergisinin 1998 yılındaki bir sayısındaki makale gösteriliyor. Ne şanslıyım ki makalenin orijinalini PDF formatında buldum. Hakikaten meteordan alınan parçaların 6400 senelik olduğu yönünde 1970’lede araştırmalar yapılmış, ancak aynı makalede 6400 sene tarihini veren paragraftan hemen sonra yazının son sayfasında şu söyleniyor :

 Field evidence, however, hintsat a more recent event. … We were able to collect several samples of sand beneath this impactite lining for thermoluminescence dating. The results, prepared by John Prescott and Gillian Robertson of the University of Adelaide, suggest that the event took place less than 450 years ago.

 Yani

Saha kanıtları daha yakın tarihli bir olaya işaret ediyor. Termoluminant tarihleme amacıyla bir kaç örnek topladık. Adelaide üniversitesinden John Prescott ve Gillian Robertson tarafından sunulan sonuçlara göre olay son 450 sene içerisinde olmuş.

Mucizecilerin aynı makaleyi çevirirken 6400 seneye atlaması ama “kanıtlar 450 sene diyor” kısmını itinayla es geçmeleri ilginç olmuş.

Bu tarihleme çalışmasıyla ilgili başka referans var mı diye ararken 2004 tarihli bir çalışmaya denk geldim ve bu çalışma da olayın tarihini 290 seneye 38 yıllık bir sapma payıyla yerleştirmiş. Kullanılan teknik Luminescence tarihleme.

Şimdi bir de işin daha ilginci var. Yine aynı Scientific American makalesinde 1861 veya 1893 yıllarında gerçekleştiği söylenen Nejd meteoritleri olayı. Bu meteoritler Riyad semasından geçerek Wabar yönüne gidiyorlar. Nejd meteoritlerinden kopan parçaların kimyasal analizi gösteriyor ki Nejd meteoritleri Wabar’da bulunan meteoritlerle çok benzer bir yapıda. Bu Nejd meteoritleriyle ile olan ilişkiyi doğrulamaya çalıştım ancak daha fazla bilgi bulamadım. Scientific American’ın güvenilirliği ölçüsünde güvenilir bir bilgi. Yine de Mucizecilerin bu olayı da “es geçmiş” olmaları pek ilginç.

Özetle,

Bu mucizedeki 3 maddelik iddiaların hiç birisi gerçeği yansıtmıyor. Ad kavminin Wabar meteoritlerinin yakınlarında yaşadığına dair, orada bir şehrin var olduğu ve yıkıldığına dair bir kanıt yok. Ad kavmiyle ilişkilendirilen şehirler 500 km ötede bulunuyor ve Wabar’daki meteorun sebep olduğu patlama ya da rüzgarın o mesafeye ulaşması imkansız. Çok daha büyük patlamalar (Tunguska) çok daha küçük etkilere sebep olmuşlarken Wabar’daki meteor çarpmasının nasıl Umman’a kadar ulaşabildiği bir muamma. Ancak en önemlisi, bu meteorlar 6400 sene önce değil en fazla 320 sene önce dünyaya çarpmışlar. Yani Muhammed Kuran’ı yazdıktan yaklaşık bir 1000 sene sonra.

Mucizecilere haklarını teslim etmek gerekir – Wabar meteorit alanı gerçekten de enlem olarak 21 derece 30 dakika’da bulunuyor. En azından onu tutturmuşlar.

 

 

Kuran Mucizeleri : Ankebut Suresinde Ad ve Semud’un Koordinatları

www.yenimucizeler.com sitesinin sahibi eksik olmasın bloguma uğrayıp fikir alış verişi ve tartışma zahmetinde bulunmuş ve yorumlarının birisinde bu apaçık mucizeden bahsetmiş.
Sitesinin reklamını yapmak istemediğimi bu yüzden de bu “mucize”yi görmezden geleceğimi iddia etmiş. Öncelikle hemen sitesinin reklamını yapalım – sitenin ismi Yeni Mucizeler ve adresi www.yenimucizeler.com. Yeni ve apaçık olarak tanımladığı ve benim bugün inceleyeceğim mucizenin linki ve başlığı da şu şekilde : ANKEBUT SURESİNDEKİ MUCİZEVÎ COĞRAFİ İŞARETLER.
Evet reklamlar bittiğine göre bu mucizeyi dikkatlice inceleyelim. Belki daha önceki apaçık mucizelerin aksine bu mucize biraz bilimsel şüphecilik karşısında çöküvermez.
Mucizenin açıklamasının detayını sitenin kendisinden okuyabilirsiniz ben tekrar etmeyeyim. Mucizenin özeti şu şekilde :
“Ankebut suresinde Ad ve Semud kavminin yaşadıkları yerin enlem-boylam olarak koordinatları verilmektedir. Bu da o zamanların bilgisiyle imkansızdır. Bu da demektir ki Kuran mucizevi bir kitaptır, Muhammed peygamberdir”.
Mevzubahis ayet 29. sure olan Ankebut suresinin 38. ayeti. Haritada 29 Doğu boylamı 38 Kuzey enleminde de Ad ve Semud kavimlerinin yaşamış oldukları iddia ediliyor. Ayetin meali de şu şekilde aktarılmış :
“Ad ve Semud da, oturdukları yerler de size açıklandı, ve şeytan onlara amellerini süsledi böylece onları yoldan alıkoydu ve görülenler oldular”
Aynı ayetin diyanet tercümesi şu şekilde : “Ad ve Semûd kavimlerini de helak ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Halbuki onlar gözü açık kimselerdi.”
Özetle deniyor ki “bu ayette Ad ve Semud kavminin yaşadıkları yerden bahsediyor ve ayetin numarası (29:38) tam da enlem boylam olarak bu kavimlerin yaşadıkları yeri gösteriyor.
Şimdi buradaki mucizenin iki bileşeni var.
1-Kuran’daki ayet-sure numaraları enlem boylam cinsinden tercüme edilebilir ve kontekstle alakalı yerlere işaret ederler.
2-Ad ve Semud kavimleri Ankebut 38’den çıkardığımız enlem-boylamın kesiştiği yerde yaşıyorlardı. Yazar Hicr bölgesinde yaşadıklarını bu bölgenin de Şam’dan Medine’ye kadar olan bölgeyi kapsadığını, iki şehir arasında düz bir çizgi çekersek 29:38 noktasının bu çizginin tam ortasına işaret ettiğini bunun da ayetteki anlamla desteklenerek Kuran’da Ad-Semud’un yaşadıkları yerin yazdığını iddia ediyor.
Öncelikle Ad ve Semud’un yaşadıkları yerler nereleriymiş bir bakalım. Hemen Wikipedia’ya bakıyoruz ve Ad – Semud kavimlerini araştırıyoruz.
Ad kavmi, Umman’da Dhofar bölgesiyle Güney Arap Yarımadasındaki Rub’al Khali bölgeleri arasında yaşadığı düşünülen eski bir kavim. Başkenti artık kayıp bir şehir olan Ubar (İram) ve günümüze kalan tek kalıntı yine Dhofar bölgesindeki bir kervansaray – vaha durağı. Özetle Ad kavmi bugünkü Umman ve Yemen sınırına yakın bir yerde yaşıyorlarmış. 29:38’e yakın bile değil.

Dhofar bölgesi

Semud kavmiyle ilgili bilinenler daha fazla. Bir kere bu kavmin yaşadığı şehirlerin kalıntıları bugün bile gezilebilen turistik yerler. Kuran’da araf suresinde Salih peygamberden bahsederken dağlara evler oyduklarından bahsediyor :
Araf 74: “Hatırlayın ki Allah Âd kavminden sonra, sizi onların yerine getirdi ve sizi yeryüzünde yerleştirdi. Yerin ovalarında köşkler kuruyor, dağları oyup evler yapıyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini anın da yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”
Bu dağların oyulması referansı Semud kavminin Kuran’daki lokasyonunu bulmamızda çok yardımcı oluyor zira bu yapılar hala ayakta duruyorlar ve Mada’in Salih şehrinin yakınlarındadırlar. Bu yapılar Unesco Dünya Mirası parçasıdır aynı zamanda.

"Dağları oyup evler yapıyorsunuz"

Bu eski şehrin koordinatları (Google maps’e göre) : 26.806127,37.962377. 29D, 38 K’de değil. Bu şehir peki Şam – Medine arası çekilen düz çizgide tam ortada mı? MS Paint sağolsun onu da kontrol ettik:

Mada'in Saleh'in Şam-Medine çizgisine olan uzaklığı

Özetle ne Ad kavmi ne de Semud kavmi iddia edilen 29:38 koordinatlarında değiller.
Gelelim ilk iddiaya.
Farzedelim ki gerçekten Ad ve Semud kavimleri aynı yerde yaşamış olsunlar, ve hakikaten bu kavimlerin yaşadıkları yerde kalıntıları olmuş olsa, ve Kuran’ın 29:38’deki ayeti bu lokasyona işaret etse. Bunu bir tesadüf değil de mucize olarak kabul edebilmemiz için ne gerekli? Olağanüstü iddialar olağanüstü kanıtlar ister. Benim aklıma gelen olağanüstü kanıt Kuran’daki başka ayetlerin aynı şekilde başka yerleri gösterip göstermediği olurdu. Bu “mucize” Kuran’ın genelinde görülen bir mucize olsaydı o zaman burada olağandışı bir durum olduğunu düşünebilirdik.
E bakalım o halde gerçekten de başka ayetlerde bu türden bir mucize var mı yoksa bu olay tesadüfi mi?
Bakara 50 (2:50) : Hani, sizin için denizi yarmış, sizi kurtarmış, gözlerinizin önünde firavun ailesini suda boğmuştuk.
Burada Kuran’ın Musa’nın denizi yarıp Firavunu ve ailesini suya boğduğu yerden bahsetmesini bekleriz – ama 2:50 Somali açıklarında bir noktayı gösteriyor.
Yunus 83 (10:83) : firavun ve ileri gelenlerinin kötülük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsâ’ya iman etmedi. Çünkü firavun o yerde zorba bir kişi idi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi.
Firavun’un yerinden bahsediyor. Hesaba göre Bengal körfezi (hatta tam ortası).
Tamam, sanırım bu şekilde olmayacak. O zaman Firavun’un yaşadığı yerlerin koordinatlarına denk düşen ayetlerde neden bahsediyor bir görelim:
Luxor şehri Eski Mısır’daki Yeni Krallık döneminde bir başkentti. Musa zamanında yaşadığı düşünülen 2. Ramses’in de başkentiydi. Koordinatları 25:32 olarak veriliyor.
25:32 – Furkan suresi 32. ayet:” İnkar edenler, “Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!” dediler. Biz Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.”
Burada ayet Muhammed’e sesleniyor.
Başka bir başkent deneyelim – Memphis. Memphis de eski krallık döneminde bir başkentti. 29:31 koordinatlarında bulunuyor.
Ankebut 31: “Elçilerimiz (melekler) İbrahim’e müjdeyi getirdiklerinde, “Biz bu memleket halkını helak edeceğiz, çünkü oranın ahalisi zalim kimselerdir” dediler.”
Hayır yine Firavun’dan ya da mısırdan bahsetmiyor.
Peki son bir şey deneyelim, acaba Kabe’nin koordinatlarındaki ayet neden bahsediyor?
Kabe’nin koordinatları 21:39
Enbiya 39 : “İnkar edenler, yüzlerinden ve sırtlarından ateşi savamayacakları ve hiçbir yardım da görmeyecekleri vakti bir bilseler!”
Hayır, Kabe’den bahsetmesi gereken ayette de Kabe’ye bir referans yok.
Elbette bir de işin Ad ve Semud kavminden bahseden diğer ayetler boyutu var. Kuran’da 25 ayette Semud kavminden bahsediliyor. Bunların hangisinin koordinat hangisinin olmadığını neye göre ayıracağız belli değil. Bazı örnekler ve enlem-boylam olarak karşılık geldikleri yerler:
Araf 73 – 7:73 : Hint Okyanusu
Tevbe 70 – 9:70 : Arap Denizi – Bu ayette yerle bir olan şehirlerinden bahsediyor.
Hud 61 – 11:61 : Lost adası (güney Hint Okyanusu) Yine burada yer yüzünden ve imarından bahsediyor.
Dileyen geri kalanı da kontrol edip
Özetle bu Kuran mucizesi de 45 dakikalık bir çalışma neticesinde çökmüş görünüyor. Ne iddia gerçekle örtüşüyor ne de iddiayı genişletip zorladığımızda gerçeklere yaklaşıyoruz. Diğer Kuran mucizeleri gibi apaçık bir hüsnü kuruntu.
Hah, unutmadan – Mada’in Saleh’in koordinatlarına (26.806127,37.962377) denk gelen Kuran Ayeti :
Şuara suresi 38. ayet :”Sana bütün usta sihirbazları getirsinler.”.
E gelmiş sihirbazlar, kollarından “mucize”ler çıkartmakla meşguller.

Gökten inen demir

Kuran’ın iddia edilen mucizelerinden birisi Hadid suresinde geçen demir’in indirilmesinin, süpernovalarla oluşan demir elementinin dünyaya ulaşmasını tasvir ettiği şeklindedir. Hatta Hadid suresinin 57. sırada olması da bir mucize olarak görülür zira Al-Hadid olan orijinal ismin ebced hesabıyla değeri 57’dir.
Öncelikle  söz konusu ayeti, yani Hadid suresinin 25. ayetini bir inceleyelim.
1. lekad : andolsun
2. erselnâ : biz gönderdik
3. rusule-nâ : resûllerimiz
4. bi el beyyinâti : beyyineler ile, deliller ile, ispat vasıtaları ile
5. ve enzelnâ : ve indirdik
6. mea–hum : onlarla beraber
7. el kitâbe : kitap
8. ve el mîzâne : ve mizan
9. li yekûme : ikâme etsinler, yerine getirsinler
10. en nâsu : insanlar
11. bi el kısti : adalet ile
12. ve enzelnâ : ve indirdik
13. el hadîde : demir
14. fî-hi : onda, onun içinde
15. be’sun : sertlik
16. şedîdun : kuvvetli
17. ve menâfiu : ve pekçok menfaatler, faydalar
18. li en nâsi : insanlar için
19. ve li ya’leme : ve bilsin, belirtsin, belli etsin
20. allahu : Allah
21. men : kim, kimse(ler)
22. yansuru-hu : ona (kendisine) yardım edecek
23. ve rusule-hu : ve onun resûlleri, resûlleri
24. bi el gaybi : gaybda, görmeden
25. inne : muhakkak
26. allahe : Allah
27. kavîyyun : kavî, kuvvetli
28. azizun : azîz
Ayetin Türkçe dilbilgisine göre düzenlenmiş meali şu şekilde:
Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.
Diyanet eski meali:
And olsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru (adaletli) hareket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik; pek sert olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri de indirdik. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarması içindir. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.
Belli ki mucizeciler tarafından buradaki “indirdik” ifadesi demirin gök yüzünden “inmesi” şeklinde kelime anlamıyla alınıyor.
Demir, çok büyük ve çok sıcak (2.5 milyar kelvin – Güneşin yüzey ısısı 5000 kelvin civarında) yıldızlarda silikon yanma süreci adı verilen bir kimyasal süreç sonunda oluşuyor. Yıldız bu süreç sonunda soğumaya ve demiri biriktirmeye başlıyor. Ta ki enerjisi kütlesini sürdürmeye yetmeyecek noktaya gelene dek. Bu noktada yıldız çöküyor ve süpernova haline geliyor. Süpernovalarla etrafa yayılan maddeler de gezegenler ve diğer yıldızları oluşturuyorlar.
Şimdi Kuran’a geri dönelim. Eğer gerçekten ayet “demir’i indirdik” derken “yarattık” ya da “oluşturduk” yerine “gökten indirdik” manasında kullanıyorsa, o zaman Kuran bilimsel olarak yanılıyor demektir. Zira demir, dünya oluştuktan sonra patlayan yıldızlardan yer yüzüne düşen bir madde değil. Dünya ve Güneş oluşurken var olan bir madde.
Bir diğer nokta, eğer ayet “demiri indirdik” diyorsa yine Kuran’da anlatılan “Ol dedi ve oldu” şeklindeki yaratılış hikayesiyle çelişmiş oluyor. Zira Güneş sisteminden önce Güneş sistemini ve gezegenleri oluşturacak bir süpernova patlamasının gerekli olduğunu ima ediyor. Yani “ol dedi ve oldu” senaryosu geçerliliğini yitiriyor. Bir “önceki hal” gerekliliği doğuyor.
Ancak eğer Kuran “demiri indirdik” derken gökten düşen demir meteoritlerinden sözediyorsa, bu Muhammed zamanında zaten bilinen bir olaydı. Tibet’te MÖ 1000 yıllarında yapıldığı belirlenen ve Thokcha adı verilen süs eşyaları demir meteoritlerinden yapılıyordu. Frigyalılar MÖ 7. yy’da “gökten düşen ve “Kibele’nin iğnesi” adı verilen, daha sonra Roma’ya götürülen bir demir meteorit’e tapıyorlardı. Mısırlılar demire “bja” ya da diğer manasıyla “göklerin/cennetin imal edildiği madde” diyorlardı. Yani Muhammed zamanında demir meteoritlerinin gökten düştüğü yaygın, eski ve bilinen bir bilgi/inanç idi.
Günümüzde de Dünya’ya kadar ulaşan meteorların 90%ının demir meteoritleri olduğu bilinmektedir. Bunun sebebi bu meteorların taşlardan kolayca ayırt edilebilmesi ve hem atmosfere girerken, hem de yere çarptıktan sonra oluşan aşınmaya görece daha uzun dayanabilmesi.
Buradaki esas soru, acaba Kuran gerçekten “indirdik” derken, kelime manasıyla bir inişten mi, bir alçalmadan mı bahsediyor sorusu. Bunu anlamak için ayetin Arapçasındaki “indirme” manasına gelen kelimeye yani NZL kökünden gelen “enzelna” kelimesine bakmamız gerekmekte. Eğer dikkat edilirse, Hadid 25’te bu kelimenin iki kere geçtiği görülecektir. Birincisi “deliller ve adalet (terazi veya denge olarak da tercüme edilir) ile indirilen peygamberler” ve diğeri “indirilen demir“. Eğer burada doğrudan kelime anlamı ile alırsak sadece demir değil, peygamberlerin de indirildiğini düşünmemiz gerekir. Ancak İslam’a göre indirilen bir peygamber var ise o da Adem’dir. Geri kalan tüm peygamberlerin mucizevi bile olsa (İsa) doğum yoluyla dünyaya geldiğini söyler. Açık ki burada “ispatlar ve deliller” ile indirilen kişi derken ikna etmek için Havva’dan başka kimsesi olmayan Adem’i değil, çoğalan ve Hak yolunu unutan insanları ikna etmek için gönderilen peygamberleri kastediyor.
“NZL” ya da “Enzele” kelimesi sadece bu ayette geçmiyor tabi ki. Zümer suresi 6. ayette de “ve enzele lekum mine-l-en’ami semaniyete” diyor, yani “sizin için dört ayaklı hayvanlardan 8 tane indirdi”. Ayetin tamamının Elmalılı meali şu şekilde:
O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa yaratıp duruyor. İşte Rabbiniz Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka tanrı yoktur. O halde nasıl haktan çevrilirsiniz?
Dikkat edilirse burada kelimenin aynısı kullanılmasına rağmen gayet net bir şekilde “indirdi”nin “yarattı”, “verdi” manasında kullanıldığı görülüyor. Halbuki kelime manasıyla almış olsa idik gökten indirilen hayvanlardan bahsediyor olmamız gerekirdi.
Aynı kelimenin sözlük anlamıyla kullanıldığı yerler de var. Örneğin Bakara 22. Diyor ki Kuran “ve enzele min es semai maen” yani “gökyüzünden su (yağmur) indirdi” Burada “enzele” kelime manasıyla alınıyor, ancak ayetin tamamına bakarsak bunun niye öyle olduğu görülebilir :
O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.
Burada net bir şekilde “gökten su indirdi” diyerek kelime manasıyla kullanıldığı görülebiliyor. Fakat “demir”den bahseden ayette “gökten indirdi” ya da “yıldızların olduğu yerden indirdi” gibi bir detaylandırma yok. Dünyanın atmosferinde oluşan yağmur ve uzaydan gelerek atmosfere giren meteorlar arasında da bir paralellik olmadığı gayet açık.
Yani “indirdik” derken Kuran’ın “yarattık”, “oluşturduk”, ya da hitap ettiği kitleyi düşünürsek “size bağışladık” diyor olması daha mantıklıdır.
Kuran’daki 57. surenin adı olan ve  ebced hesabıyla 57 değerini veren al-hadid kelimesinin tesadüfen bu şekilde olmadığı iddia edilmektedir. Öncelikle bir şeyin “tesadüfen” olmadığını iddia etmek için onun bilinçli ve bilerek yapılmış olduğunun ispat edilmesi gerekmektedir. Yani “bu tesadüf olamayacak kadar tekil bir olay, nadir bir olay” demek ispat değildir. Kaldı ki Hadid suresinin Nuzl sırası 94’tür ve Kuran bir araya getirilirken kullanılan sıra ile 57. sıraya oturmuştur.
Demir’in atomik ağırlığının surenin sırasıyla örtüştüğü de iddia edilir. Ancak buradaki iddia biraz esnetmeli, zira demirin atom ağırlığı 55.845 amu’dur ve mucizeciler bunu 56’ya yuvarlarlar – ancak 57. sırada değil, 56. sırada olabilmesi için derler ki “Fatiha suresi bir duadır ve aslında Kuran’a sonradan eklenmiştir”. Bu noktada Kuran’ın eksiği ve fazlası olmayan Allah kelamı olduğu iddiasına güle güle demek zorunda kalırlar.
Edip Yüksel mealinde şöyle bir dipnot var:
Edip Yüksel Meali Meali 25. Ayet Açıklaması
Demirin öneminden ve özelliğinden söz eden biricik ayetin yer aldığı Demir Suresi, demir elementinin bazı kimyasal özelliklerini sayısal ilişkilerle vermektedir. HHaDYD (demir) kelimesinin ebced, yani sayısal değeri, 8+4+10+4=26 olup demir elementinin atom numarasına denktir. EL-HHaDYD (belli bir demir) kelimesinin sayısal değeri de, 1+30+8+4+10+4=57 olup demirin belli bir izotopunun atom ağırlığına eşittir. Kuşkusuz, bunu, Kuran’dan da önce varolan Arapça dilinin ilginç bir rastlantısı olarak değerlendirenler olacaktır. Ne var ki aynı kelimeyle isimlendirilen bu Surenin sıra numarasının 57 olması Kuran’ı düzenleyenin bu “rastlantı”dan haberli olduğuna işaret ediyor. Demir elementinden sözeden bu ayet, Besmele dahil edilirse, Surenin 26’ıncı ayetidir; yani demirin atom numarasına denktir. (Kuran’ın 19 kodlu matematiksel sisteminde, numarasız Besmeleler kelime sayımlarına katılmamakta ancak Kuran ayetlerinin sayımına katılmaktadır). Bu Suredeki toplam ayetler Besmele’siz 29, Besmele dahil 30 olup, herbiri demir atomunun dört izotopundan ikisinin nütron sayılarına denktir. Tanrı isminin Sure içindeki tekrar sayısı da geride kalan izotopun nütron sayısını vermektedir. Surenin başından itibaren 26’ıncı Tanrı ismi demirden söz eden ayetin içindedir. Ayetteki “indirdik” kelimesinin kullanılışı da ilginçtir. Yıldızların ve gezegenlerin oluşumu konusunu inceleyen modern astronomi kitaplarına bakarsanız, gezegenlerin yaratılışında demir elementinin rolunu ve “yarattık” yerine “indirdik” sözünün tercih edilme nedenini öğrenebilirsiniz. Bu konu üzerindeki gözlemlerim ve yorumlarım, 1986 yılında “Kuran’da Demirin Kimyasal Esrarı” adlı kitapçıkta yayımlandı. Bak 4:82.
Evet demirin atom numarası 26dır. Diyelim ki Kuran bunu gizli bir mesaj olarak vermek istedi. Acaba Kuran’daki diğer bahsi geçen elementlerde bu durum tekrarlanıyor mu?
Ali İmran suresi 14. ayette altın ve gümüşten bahsedilir. Altın’ın arapçası Zahab’dır ve altının atom numarası 79’dur.
Ali-İmran suresi Kuran’da 3. suredir. Ebced hesabım pek iyi değildir, fakat kelimenin kökü tahmin ettiğim gibi ZHB ise, harf değerlerine göre 900+5+2’den ebced değeri 907 olur. 907 rakamı, altın elementinin herhangi bir özelliğinde karşımıza çıkan bir sayı değil.
Aynı şeyi gümüş için deneyelim. Arapça’da gümüş “fiddah” olarak adlandırılır. Kökü FDDH ise, 80+800+800+5’ten 1685 olur. Atom numarası 47 olan gümüşün herhangi bir özelliğine denk gelen bir sayı değil 1685.
Başka elementlerin bahsi geçiyorsa bile rastladığım ilk iki tanesinde bu hesabın tutmaması, Hadid suresindeki ebced değeri ve atom numarasının eşit olmasının bir tesadüf olduğu izlenimini yaratıyor.
El-Hadid’in ebced hesabıyla 57’yi vermesi konusuna gelirsek, demirin 58-FE isimli izotopunun ağırlığının 56.9353940(7) olduğu bilinmektedir. Yani 57’ye eşit değildir. Altın Oran mucizesindeki gibi yaklaşık işler yapan bir Tanrı’dan sözediyoruz sanırım.
Edip Yüksel sonra başka bir esnetme mucize olan 19 mucizesine göre ayetleri sayarak, 25. ayeti 26. ayet yapmış. Suredeki toplam ayet sayısı besmele dahil 30, hariç 29u verir, doğrudur. Ancak demirin doğal 4 izotopunun sadece 1 tanesinin nötron sayısı 30dur. 54-FE’nin nötron sayısı 28dir. Diğer ikisininki 31 ve 32’dir. Ayrıca demirin 45-FE’den başlayıp 72-FE’ye kadar giden ve 19’dan başlayıp 46’ya kadar giden nötron sayılarına sahip olan toplam 27 izotopu bulunmaktadır. Yani bir olasılığın tutabilmesi için fazlasıyla müsait sayıda izotop mevcuttur.
Edip Yüksel de “indirdik” sözünün “gök yüzünden inen demir” manasına geldiğini ve astronomik olarak bir gönderme yapıldığını düşünmüş.
Özetle, rahatlıkla denilebilir ki, suredeki “indirdik” ifadesinin kelime manasıyla gökten bir inişi kastediyor olması mucize değil, zira gökten düşen meteorlar var. Eğer maden halindeki demirin gökten düştüğü ifade ediliyorsa bilime uygun değil, zira demir dünya oluştuktan sonra gökten düşmedi, dünya oluşurken zaten ortamda mevcut idi. Yine aynı şekilde demirin dünya yaratıldıktan sonra gökten düştüğü ifade ediliyorsa yine bizzat Kuran’da anlatılan yaratılışla çelişen bir ifade kullanılmış oluyor.
En mantıklı açıklama, “indirme”nin, örnek gösterdiğim diğer ayetlerdeki manası ile paralel bir şekilde “yaratma” manasında kullanıldığı ve burada demirin dünyaya düşmesi gibi bir anlam olmadığı.

Güneşin battığı yer

Kuran’daki Kehf Suresi 86. ayette çok ilginç iki ifade geçer : güneşin battığı yer ve güneşin battığı balçıklı su birikintisi.

Ayetin mealini bir çok değişik mealciden görebiliyoruz. Parantez içindeki ifadeler orjinalde yok. Diyanet meali şu şekilde:

Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.

Abdülbaki Gölpınarlı:

Nihâyet güneşin battığı yere gelince görmüştü ki güneş, kara bir balçığa batmada ve orada bir topluluğa rastladı. Dedik ki: Ey Zülkarneyn, istersen azaplandırırsın bunları, istersen iyilik edersin onlara.

Yine diyanet’in eski mealinde:

 Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu, kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı. ‘Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin’ dedik.

Ibn-i Kesir:

En sonunda güneşin battığı yere vardığı zaman; onu kara bir suda batıyor buldu. Orada bir kavme rastladı. Zülkarneyn, onlara azab da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin, dedik.

Tefsirlerde bu ayetlerin gerçek anlamda değil, mecazi olarak ele alınması gerektiği anlatılmakta. Yani güneşin battığı yer spesifik olarak güneşin yere ya da başka bir yere battığı yerden ziyade güneşin batıyor gibi göründüğü yer. Örneğin

Muhammed Eset tefsiri:

85 – Yahut: “derin, bol bir suya” -ki bu karşılık, pek çok lugatçiye göre (başta Tâcu’l-‘Arûs), birincil anlamı “kaynak/göze” olan ‘ayn sözcüğünün anlamlarından biridir. Tam karşılığı “[güneşi] … batar buldu (vecedehâ)” olan ama bizim “ona … dalıyormuş gibi göründü” sözcükleriyle aktardığımız ifadeye gelince, bu hususta bkz. Râzî ve İbni Kesîr, bu müfessirlerin ikisi de bu ifadede güneşin “denize dalıp kaybolması” şeklinde cereyan eden genel göz aldanmasından mülhem bir mecaz karşısında olduğumuza işaret etmektedirler. Râzî, bilimsel bir doğrulukla, bu göz aldanmasının yerin küresel olmasından ileri geldiğini ifade eder. (Burada kaydedilmesi ilginç olacak olan şudur: Râzî’ye göre, bu açıklama daha önce, H. 303 yılında -M. 915 ya da 916- ölen ünlü Mutezilî alim Ebû Ali el-Cubbâ‘î’nin halen kayıp bulunan Kur’an tefsirinde yer almıştır.)

Ya da Taberi meali ve tefsiri:

(Gide gide) güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi, sıcak ve kara balçıklı bir gözede batıyor buldu. Orada bir kavme rastladı. Biz, Zülkalneyn’c: “Ey Zülkarncyn, onları ya cezalandırırsın veya onlar hakkında iyi davranırsın” dedik.

Âyet-i Kerimede, Züîkarneyn’in, güneşin kara balçıklı bir gözeye battığını gördüğü zikredilmektedir. Âyet-i Kerime, güneşin gerçekten bir şeye battığını değil, Zülkameyn’in, güneşi batarken görme şeklini tasvir etmektedir. Bir insan deniz kenarında durup güneşin batışını seyrettiğinde onu, denizin içine batıyormuş gibi görür. İşte Zülkameyn’in durumu da bunun gibidir.

Son olarak Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinden aynı ayet:

86-88- Nihayet güneşin battığı yere ulaştı. Yerleşmiş olduğu yerin gün batı tarafından ta sonuna kadar vardı. Tefsir bilginlerinin de yaptıkları açıklamaya göre, Okyanus denilen Atlas Okyanusunun batı kenarına ulaştı. Bu Okyanus denizinde “Halidat” ismi verilen adaların bir zamanlar uzunluk (boylam) başlangıcı olarak kabul edildiklerini kaydediyorlar. Bununla birlikte biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu tayin edemiyoruz. Özetle uzak batıya vardığı vakit güneşi (sanki) siyah bir çamura batıyor buldu. Veya “hâmiye” kırâetine göre, kızgın bir pınar içinde batıyor buldu. Tefsir bilginleri buradaki aynı, su pınarı; hamieyi balçıklı; hâmiye’yi de kızgın mânâsına tefsir etmişlerdir ki, güneşi balçıklı veya kızgın bir pınar içinde batıyor buldu demek olur. Bu şekilde bu su pınarından maksat, okyanus ve özellikle denizin ufuktaki batış noktasıdır. Batıya varıncaya kadar geçtiği memleketlerde birtakım saltanatların batışını görerek giden Zülkarneyn, uzak batıda geçtiği yolda önüne çıkan Okyanus kenarında güneşin batışını seyretmek için ufka baktığı zaman Allah mülkünün genişliği ve yüceliği içinde o koca okyanus etrafı gök ile çevrilmiş bir kuyu havzası gibi sınırlı bir su kaynağı manzarasını alıyor. Fakat içilebilecek parlak ve duru bir kaynak gibi değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez karanlık bir kuyu gibi görünüyor ve güneş bunun ufkunda batarken zayıflamaya başlayan parıltısı, allı morlu yansımalarıyla puslar içinde çalkalanarak karanlık bir batağa batıyor da, battığı nokta balçıklı bir göz gibi bulanıp kararırken aynı zamanda renk ve buharıyla kaynayan kızgın bir köz halinde bulunuyor. Demek Zülkarneyn’in vicdanında güneş batışının bıraktığı intiba bu olmuştur ki, bu müşahedenin en ibret verici mânâsı, en son bir sınırda duracağı kesin olan dünya ululuğunun sınırlı olduğunu görmek ve geçici olduğunu anlamaktır.

 Bu açıklamalar görünürde mantıklı.

Ancak ayetin manası, o zamanın coğrafya ve kozmoloji teorisini işin içine soktuğumuz zaman daha fazla tefsire, açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar netleşiyor.

Düz dünya teorisi.

Antik dünya tasviri

 

Resmi bir parça daha iyi görebilmek için üstüne tıklayabilirsiniz.

Görüldüğü gibi Muhammed zamanında Dünya, en doğusu ve en batısında cennetin temelleri olan, Güneş , Ay ve yıldızların Cenneti taşıyan kubbenin iç tarafında kalan bir şekilde hayal ediliyordu.

Bu model, Saffat suresi 6. ayetteki “Biz, en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.” ifadesiyle de tutarlıdır. Aynı zamanda Yasin suresi 40. ayetinde geçen “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” ayetiyle de tutarlıdır. Dünya’nın merkezde Ay ve Güneş’in de Dünya’nın etrafındaki kubbe içinde dolaştığı düşünüldüğünde Yasin 40 çok fazla açıklamaya gerek kalmadan anlamlı hale gelmektedir.

Veya Neml 61’i ele alalım. Diyanet meali şu şekilde:

“Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Hayır, onların çoğu bilmiyor!”

Şimdi üstteki resme tekrar bakalım ve ayeti tekrar okuyalım. İki deniz arasında engel gibi duran sabit dağlar.

Kuran, yazıldığı zamanın coğrafya ve kozmoloji bilgisinin sınırlarına takılmış, Dünya’yı düz sanıp merkeze yerleştirmiş, Dünya’nın yuvarlak olduğunu göstermek  Macellan’a , Ay ve Güneş’in Dünya’nın etrafında dönmediğini göstermek de Galileo’ya kalmıştır.

Kuran’daki bilimsel mucizeler – İki denizin karışmaması

Nedense tekrar tekrar karşıma gelen bir mucizeyi yazma vakti geldi de geçti bile.

Kuran’daki Rahman ve Furkan surelerinde iki denizin birbirine “kavuştuğu” ama “karışmadığı”na dair bir olay, Tanrı’nın gücünün delili olarak gösterilir. Söz konusu ayetleri bir kaç değişik meal ile aktaralım:

Rahman suresinden ilgili ayetlerin Diyanet meali:

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. 20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Elmalılı Hamdi Yazır meali:

19. Salıvermiş iki denizi daima birbirleri ile çatışıyorlar;
20. aralarında bir engel vardır, birbirlerine karışmazlar;
21. şimdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?
22. Onlardan inci ile mercan çıkar;
23. şimdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?

Muhammed Esed tefsirinden:

19. O, birbirlerine kavuşup karışabilmeleri için iki büyük su kütlesini serbest bırakmıştır:
20. [ama] aralarında aşamayacakları bir engel var. (8)
21. Öyleyse, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini inkar edebilirsiniz?
22. Bu [su kütle]lerinin ikisinden büyüklü küçüklü inciler çıkar.
23. Öyleyse, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini inkar edebilirsiniz?

Aynı olaydan bahseden Furkan suresindeki ilgili ayet:

Diyanet:

53. O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır.

Elmalılı :

İki denizi birbirine salıveren O’dur. Şu tatlı, yürek tazeler, şu da tuzlu, çorak; aralarına da bir berzah (dil) ve bir hicri mehcür (kıstak) koymuştur.

Bu da Muhammed Esed tefsirinden:

53. İKİ BÜYÜK su kütlesini (41) -ki bunlardan biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır– birbirine salıveren ve ikisinin arasına bir engel, karışmalarını önleyen bir perde koyan O’dur. (42)

41 – Genellikle “deniz” anlamına gelen bahr ismi aynı zamanda nehir, göl gibi büyük tatlı su kütleleri için de kullanılır; yukarıdaki anlam örgüsü içinde bahreyn ismi yeryüzünde yan yana (ya da iç içe) bulunan –tuzlu ve tatlı- “iki büyük su kütlesi” anlamındadır.

42 – Yani, bu iki su kütlesinin, sürekli birbiriyle karşılaşıp okyanuslara karıştıkları halde, sanki aralarında görünmeyen bir perde, bir engel varmışcasına terkiplerindeki (karışımlarındaki) farklılığı korumasını sağlamaktadır; suyun çevrimsel dönüşümünde (yahut küresel dolaşımında), yani tuzlu denizlerden buharlaşarak yükselip bulutları oluşturarak, sonra yoğunlaşıp kar ve yağmur yoluyla dereleri, ırmakları besleyerek tekrar denize dönmesinde- kendini gösteren Allah’ın yaratma planına ilişkin dolaylı bir hatırlatma. Bazı Müslüman sûfîler, bu iki su kütlesinin vurgulanmasında, insanın ruhsal algı ve kavrayışlarıyla dünyevî ihtiyaç ve tutkuları arasındaki uçuruma -ve aynı zamanda etkileşime- ilişkin bir temsîl bulmaktadırlar.

Yani elimizdeki bilgiler nedir?

  • Birinin suyu tatlı, diğeri tuzlu iki adet su gövdesi var. Tatlı olan içilebilir bir su (susuzluğu giderici ve ferahlatıcı tanımı yapılıyor)
  • Bu iki su birbiriyle karşılaşıyor ama aralarındaki bir perde yüzünden karışmıyorlar.
  • Bu iki suda da mercan ve inciler bulunmaktadır.

Bu bilgilere ek olarak, bazı mucizeci sitelerde “yüzey gerilimi yüzünden iki su kütlesinin karışmadıkları” veya bunu fark eden Jacques Cousteau’nun İslam’ı kabul ettiği gibi güzel detaylar verilir. Hatta bunu Cebelitarık boğazındaki Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’in sularının karışmadığını farkettikten sonra yaptığı söylenir.

Şimdi burada iki senaryo muhtemel. Rahman suresinde bahsi geçen iki deniz, gerçekten de iki deniz ve Furkan suresinde birinin tatlı olduğunu belirttiğine göre bir tatlı su kütlesi ( suyu içilebilir göl, nehir gibi) ve bir tuzlu su kütlesi (deniz) olmak üzere iki ayrı durumdan söz ediliyor ve ayrı ayrı incelenmesi gerekiyor. İkinci senaryo ise Rahman suresinde bahsi geçen olay Furkan suresindekiyle aynı, ama tatlı-tuzlu ayrımı yapılmamış.

İddiayı sağlam bir şekilde incelemiş olmak için ilk senaryoyu yani Rahman ve Furkan surelerinde ayrı olayların anlatıldığını kabul ederek devam edeceğim. Zaten bu haliyle ikinci senaryoyu da kapsamış olacak.

Deniz suları gerçekten karışmaz mı?

Kısa cevap:

Karışır. Karışmaması gibi bir şey söz konusu değildir.

Uzun cevap:

Okullarda anlatılan fen derslerinde farklı sıcaklık ve yoğunluklara sahip (aynı türden) sıvıların karışmasının geciktiğinden bahsedilir. Denizlerde de aynı durum söz konusudur. Genel olarak daha tuzlu ve soğuk su derinlere çökerken daha sıcak ve tuzsuz su yüzeye yaklaşır. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu su gövdelerinin birbiriyle etkileşimidir. Bu su kütlelerinin arasında “perde” benzeri bir sınırlandırma yoktur. Bunun yerine iki su kütlesi arasında gradyan yani aşama aşama bir geçiş vardır. Örnekle gösterelim:

İki su kütlesi arasında "Perde" modeli

İki su kütlesi arasında "Perde" modeli

İki su kütlesi arasında gerçekte olan aşamalı ayrılma

İki su kütlesi arasında gerçekte olan gradyan (aşamalı) karışma

Eğer iki su kütlesi yeterince uzun süre aynı ortamda kalırsa tamamen homojenleşene kadar karışmaya devam edeceklerdir. Eğer okyanusta olduğu gibi akıntılar ayrı sıcaklıktaki ve tuzluluktaki su kütlelerini hareket ettirirse aradaki gradyan (suların karışmaya başladığı) bölge kalacak ve temas noktasına uzak olan sular karışamadan akmaya devam edeceklerdir. Fakat bu iki su kütlesi arasında aşılamayacak olan bir perde olmasından değil, farklı sıcaklık ve yoğunluktaki suların karışmasının homojen kütlelere göre daha geç olmasındandır.

Alttaki resimde okuldayken bol bol sözü geçen Gulstream akıntısının termal resmi görülebilmektedir. En kırmızı olan kısımlar 25 derece civarı.

Gulstream - Aşamalı soğumaya dikkatinizi çekerim

Gulstream - Aşamalı soğumaya dikkatinizi çekerim

Rahman suresindeki iki deniz (tuzlu su gövdeleri)’in görünmeyen bir perdeyle karışmaması, ancak yeni karşılaşmış su gövdeleri için geçerlidir. Bu gövdelerin de arasında bir perde yoktur, şekildeki gibi homojenleşmeye başlamış bir ara kütle vardır. Bu kütle bir perde değil, karşılaşan iki suyun karışımı olan bir “ara form”dur (tashih kastidir :))

Cebelitarık karışmıyor mu yani?

Cebelitarık boğazı’nda da aynı durum sözkonusudur. Hatta meseleyi merak eden bir vatandaş Tübitak’a soru sormuş ve cevabını almıştır:

Cebelitarıktaki şu ünlü karışmama olayının nasıl olduğunu sormak istiyorum. (Murat Kırık)

Karışmama diye bir olayın varlığı kesinlikle doğru değildir. Karışmama değil aksine karışma iletişim aklınıza ne gelirse hepsi var.

http://earthsci.terc.edu/content/investigations/es2202/es2202page05.cfm”

Konu ile ilgili bir alan buradan da Cebelitarık boğazındaki karşımın Akdeniz için önemi deniz bilimleri açısından değerlendirilmekte. Özetle karışmama diye bir olay olmadığı gibi Atlantik sularının Doğu Akdeniz’de dahi izlenebilmesi mümkün olabilmektedir.

A. Cemal Saydam

Ek bilgi, Cemal Saydam eski Tübitak başkan yardımcısı ve Meteoroloji profesörüdür.

Kaptan Cousteaou Müslüman olmamıştır. 1991’de Cousteau vakfına yapılan bir başvurudan gelen cevap ve Cousteau’nun cenazesinin Katolik geleneklerine göre kaldırılması buna kanıttır. 1991’deki dokümanda basitçe “Size söyleyebiliriz ki kumandan Cousteau müslüman değildir ve bu dayanaksız bir iddiadır.”

Furkan’daki ayette bahsi geçen biri tatlı ve tuzlu su kütlelerine gelecek olursak, burada da bir karışmama söz konusu değildir ve bunun kanıtı da nehirlerin denize döküldüğü yerlerdir. Denizlere dökülen tatlı su, deniz suyuyla karışır ve homojenleşir. Denizlerde tuzlu suyla karışmamış serseri mayın gibi dolaşan tatlı su gövdeleri yoktur. Bu sular, homojenleşir ve karışırlar. Aralarında bir perde yoktur.

Peki Muhammed niye böyle bir yorumda bulundu?

Hem de iki kere?

Aslında su kütlelerinin ayrıymış gibi görünmesi hadisesi gözlemlenebilir bir olaydır. Nehirlerin denize döküldüğü yerlerde nehir suyunun denizin içine doğru uzandığı gözlemlenebilir. Bu bilgi de Muhammed’den 600 sene önce yaşamış olan Büyük Pliny (Pliny the Elder)’ın Naturalis Historiae isimli eserinde bahsi geçen bir olaydır. Kendisi bu olaydan şu şekilde bahseder (It is very remarkable that fresh water diye başlayan paragraf) :

Tatlı suyun denize borulardan akıyormuş gibi ulaşması muhteşemdir. Ancak suyun doğasıyla ilgili harika şeylerin sonu yok gibidir. Tatlı su deniz suyunun üstünde yüzer, şüphesiz ki daha hafif olması sebebiyle.

Eğer surelerin devamlarına bakarsak, sureler gözlemlenebilir olayları göstererek onların hepsinin Allah’ın işi olduğunu söylemektedir. Suların karışmaması hadisesi de bu yüzden anormal ya da dönemin insanlarına anlamsız gelmiş bir bilgi değildir, deniz görmüş her 7.yy arabının bildiği bir şey bile olabilir. Yoğunlukla ilgili bilgilerin MÖ 2.yy’da yaşamış olan Arşimed’e kadar uzandığını hatırlatmakta fayda var.

Peki bu sularda bulunan inci ve mercanlar meselesi ne?

Aslında bu mucizeyi iki ayrı senaryo halinde ele almamın sebebi bu inci ve mercanlar bahsidir. Eğer Rahman suresindeki “iki deniz” ifadesini tatlı ve tuzlu suya sahip iki ayrı kütle olarak algılasaydık burada bir başka problem ortaya çıkıyordu. O da tatlı sularda inci oluşabilse bile, mercanlar sadece tuzlu sularda oluşur. Yani eğer Kuran’da iki ayrı surede aynı olaya işaret ediliyorsa (Furkan suresinde belirleyici olarak tatlı ve tuzlu sulardan bahsedildiği için Rahman suresindeki örnekte de otomatikman yine tatlı ve tuzlu sulardan bahsettiği çıkarımını yapmamız gerekiyor) o zaman burada bir değil iki yanlış söz konusu. Zira bu durumda Rahman suresindeki “ikisinde de mercanlar vardır” ifadesi yanlış oluyor. Eğer iki ayrı olaydan bahsediliyorsa o zaman sadece tek bir yanlış var, o da suların perde gibi birbirinden ayrıldıkları ve karışmadıkları iddiası.

E yüzey gerilimi diyorduk?

Yüzey gerilimi, su kütlelerinin farklı yoğunluktaki bir başka gövdeyle (gaz, katı, başka bir sıvı) temas ettikleri yerde oluşan bir tür rezistanstır. Suda yürüyen sinekler suyun yüzeyinde oluşan gerilimden faydalanırlar. Suyun içine atılan zeytinyağı da benzer bir gerilimden faydalanır ve karışmaz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, karşılaşan iki kütle arasındaki moleküler farklardır. Yağ ve suyu karıştırmak çok zordur, ancak buradaki belirleyici etki yüzey gerilimi değil, moleküler farklardır. Yoğunluk ve sıcaklıkları farklı iki su arasında bu türden bir moleküler fark olmadığı için yüzey gerilimi burada önemli bir belirleyici değildir.

Denizlerdeki akıntıların karışmasına tanıdık bir örnek, Marmara denizi:

Dikkatli bakıldığında Karadeniz’den Marmara’ya ve Marmara’dan Ege’ye akan az tuzlu (ve hafif olduğu için üstten akan) su görülebilmektedir. Bu sular hareketlerine bir süre devam etmekte ve sonra büyük kütledeki suyla karışmaktadırlar.

Sonuç olarak

  • Muhammed zamanından çok önce, tuzlu ve tatlı suların karışmakta geciktikleri biliniyordu. Bu suların hiç karışmadıklarını söylediği için Kuran’da mucize değil hata bulunmaktadır.
  • Deniz suları ve tatlı sularının karışmasını tamamen ve kesin olarak engelleyen bir perde yoktur. Yüzey gerilimi burada belirleyici değildir.
  • Eğer Rahman ve Furkan surelerinde bahsedilen olay aynı olay ise Kuran tatlı sularda mercan yaşadığını iddia ederek bir hata daha yapmaktadır.

Kuran’ın ilahi ilhamla yazılmış olması olağanüstü bir iddiadır ve iki denizin karışması hadisesi daha olağan bir şekilde açıklanabildiği için bu olağanüstü iddiaya kanıt teşkil etmekten uzaktır.

Bir mucizenin daha sonuna geldik. Bir dahaki mucizede görüşmek üzere, esen kalınız.

Kuran’daki bilimsel mucizeler – Parmak izleri

İddiaya göre Kıyamet suresi 4. ayette 1800’lerin ikinci yarısına kadar bilinmeyen her insanın parmak izinin farklı olduğu bilgisi 7.yy’da verilmiştir. Bu Kuran’ın bilimsel mucizelerinden bir tanesidir.

Bakalım söz konusu ayet tam olarak ne diyor? :

  • Diyanet: Evet bizim, onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.
  • E.Hamdi Yazır : Evet derleriz, parmak (uç)larını bile tesviyeye (eski haline getirmeye) gücümüz yeter!
  • Y.Nuri Öztürk: Hayır, sandığı gibi değil! Biz onun parmak uçlarını da tam bir biçimde düzenlemeye gücü yetenleriz.
  • Muhammed Esed: Hayır, kesinlikle! Onu parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kâdiriz!

Evet ilk bakışta gerçekten parmak uçlarını düzenlemekle ilgili bir ayetin varlığı parmak uçlarının özel bir şey olduğunun ve Kuran’da bu yüzden geçtiği izlenimini veriyor. Parmak uçlarıyla ilgili özel olan şey elbette ki her insanda farklı olmaları.

Peki bu ayeti kontekst içinde alırsak ne manaya geliyor? Surenin başından itibaren ele alalım :

Diyanet :

1. Kıyamet gününe yemin ederim.
2. (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).
3. İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?
4. Evet bizim, onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.
5. Fakat insan önünü (geleceğini, kıyameti) yalanlamak ister.

1. Kıyamet gününe yemin ederim.
2. (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz)
3. İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?
4. Evet bizim, onun parmak uçlarını bile düzenlemeye gücümüz yeter.
5. Fakat insan önünü (geleceğini, kıyameti) yalanlamak ister.

Muhammed Esed tefsirinden:

1.KIYAMET Günü’nü tanıklığa çağırırım! (1)
1 – “Onu tanıklığa çağırarak”, yani Kıyamet Günü’nden sanki meydana gelmiş gibi söz ederek, yukarıdaki ifade, o günün gelip çatacağının kesinliğini bildirmeyi amaçlamaktadır.
2.İnsan vicdanının kınayan sesini (2) tanıklığa çağırırım!
2 – Lafzen, “[kendi-kendini] kınayan nefsi”: yani, insanın kendi kusurlarının ve eksikliklerinin farkında oluşunu.
3.İnsan, [onu tekrar diriltip] kemiklerini yeniden bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?
4.Hayır, kesinlikle! Onu parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kâdiriz!
5.Ama yine de insan, önüne serilmiş olan şeyi inkara kalkışır,

Burada gayet net bir şekilde görülüyor ki, Kuran parmak izinden değil insanları kıyamet gününde parmak uçlarına kadar tekrar yaratacak Tanrı’dan bahsediyor.

Kuran eğer parmak izini insanlara bir mucizevi bilgi olarak vermek isteseydi niye doğrudan şöyle bir ayet bulamıyoruz? “O ki her insanın parmak uçlarını birbirinden farklı kılmıştır”

Her şeyi yaratan her şeyi bilen iyi kalpli (mecazen) Tanrı için çok zor olmayan bir iş olsa gerek bu türden bir delil. Böyle apaçık bir delil vereceğine Tanrı insanları korkutarak inandırma yoluna gitmiş ki bence bu Tanrı gibi üstün bir varlıktan beklenmemesi gereken hareket.

Dipnot: bu “mucize”nin kaynağı olarak bir çok yerde bizim meşhur Harun Yahya görünüyor. Keşke inananlar bu türden çarpıtmaları ve aldatmacaları değil de daha makul argümanları sunabilseler.

Muhammed’in okur yazarlığı

Muhammed’in kesin olarak okuma yazma bilip bilmediğine dair bir tarihi vesika bulunmamaktadır. Elimizdeki kaynaklar tarihi kaynaklar, Hadis kitapları ve Kuran’dan ibarettir. Peki bunlardan Muhammed’in okur yazarlığına dair makul bir çıkarım yapmak mümkün müdür? 100% kesinlikle olmasa bile Muhammed’in okur yazar olduğuna dair ikna edici ipuçlarını bu yazıda ele alacağım.

Tarihsel olarak 6yy.’da Mekke’de okur yazarlık:

İslam Öncesi Arap yarımadasında şairler, aynı zamanda tarihçi, kahin ve siyasetçi olarak görüldüklerinden önemli yer işgal ederlerdi. Her sene Ukaz festivalinde şiir yarışması düzenlenir ve en çok beğenilen şiirler başkaları tarafından da ezberlensin diye kabe duvarına asılırdı. Şairler kabilenin bir nevi gurur kaynağı idi ve bazen şairler arasındaki atışmalar kabileler arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesinde kullanılan (gerçek savaşların yerine geçen) bir araçtı.

Tarafa bin el-Abdülbekir (öl. 564), İmrülkays (öl. 565), Amr bin Kulsûm (öl. 600′den önce), Haris bin Hillize el-Yeşkûri (öl. 570 veya 580), Antere bin Şeddad (öl. 600), Züheyr bin Ebi-Sülma (öl. 608), Lebid bin Rebia (öl. 661) gibi önemli İslam öncesi şairlerin Kabe duvarına asılan şiirleri Muallakat-ı Seba ismi altında daha sonra toplanmıştır.

Oxford Üniversitesi’nde Tarihçi olan MCA Macdonald’a göre MÖ 100 ve MS 400 yılları arasında batı Arabistan halkı tüm diğer eski dünya milletlerine oranla daha çok okuma yazma biliyordu. Hatta bazı bölgelerdeki göçebelerde bile okur yazarlık oranının yüksek olduğu geride bırakılan kaya ve duvar yazılarından anlaşılıyor. Yazılarda günlük yaşam, sosyal sistem, yazarların hissiyatı da dahil olmak üzere Mısır hariç hiç bir ülkede bulunamayan ayrıntılar bulunabiliyor.

Özetle 6.yy Arap yarımadası okuma yazma becerisine yabancı bir coğrafya değil.

Muhammed’in İslam öncesi hayatından gelen ipuçları:

Arap kavimleri daha çok ticaretle meşgul olduklarından ticaret yürütebilmek için sayı saymayı bilmek zorundaydılar. Ancak bizim bugün bildiğimiz numara sistemi 8.yy’a kadar Arap yarımadasında bilinmiyordu. Onun yerine her harfe bir sayının verildiği Ebced hesabı kullanılıyordu. Bu hesabı Roma rakamlarının aslında harf olmaları gibi bir benzetmeyle açıklayabiliriz. Yani bir tüccarın hesap tutabilmesi için harfleri de bilmesi gerekiyordu. Harfleri bilen birisinin okumayı bilmemesi gibi bir şeyin düşünülmesi güç olduğundan tüccarların işlerini yapabilmeleri sadece hesap tutacak kadar bile olsa okuma yazmayı biliyor olmaları gerekiyordu.

Muhammed de, bilindiği gibi ilk eşi Hatice’nin kervanlarından sorumluydu ve çevresinde dürüst bir tüccar olarak tanındığına dair rivayetler olduğuna göre dürüst ve işinin ehli bir tüccar olarak Muhammed’in de hesap-kitap ve dolayısıyla okuma yazma bilmesi gereklidir.

Kuran’dan gelen ipuçları – Ümmi Peygamber :

Muhammed’in okur yazar olmadığı halde Kuran gibi bir eseri ortaya çıkarmış olmasının mucizevi olduğu iddiası çok meşhur, ancak dayanaksız bir iddiadır. Bu iddianın iki temel dayanak noktası vardır.

1-Muhammed ilk kez Cebrail’den vahiy aldığında Cebrail’in onu 3 kez sıkarak “Oku” dediği, Muhammed’in de her seferinde “ben okuma bilmem” dediği Ayşe tarafından nakledilir (Buhari Hadis no:3)
2-Kuran’da değişik yerlerde Muhammed’in “ümmi” olduğu yazar.

İlk maddedeki sözü geçen ayet, Alak 1. ayetidir : “Yaratan Rabbinin adıyla oku”. Ancak buradaki “oku” kelimesi bir şeyi okumak değil, “nakletmek, tekrar etmek” manasına da gelebilir. Nitekim Muhammed Esed de tefsirinde bu noktaya değinmiştir:

Zımnen, “bu ilahî kelâmı”. İkra’ emri, “oku” yahut “telaffuz et/dile getir” olarak çevrilebilir. Birinci çeviri, bana göre, bu bağlamda daha tercihe şayandır; çünkü “telaffuz etmek/dile getirmek” kavramı, yalnızca o anda yazılı olan veya hafızada bulunan bir şeyi -anlayarak veya anlamadan- dil ile söylemeyi ifade eder; oysa “okumak”, bir dış kaynaktan, burada Kur’an mesajından, alınan sözleri veya düşünceleri, yüksek sesle olsun veya olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmeyi ifade eder.

Ayşe’nin naklettiği hadiste Muhammed’in “ben okuma bilmem” demesi, eğer “ikra” kelimesini “naklet, dile getir” olarak algılarsak “neyi nakledeyim” diye sormasını gerektirir. Burada ilginç sorular ortaya çıkıyor. Cebrail Muhammed’in okur yazar olup olmadığını bilip bilmiyor muydu sorusu en başta akla gelen soru. Tanrı’nın vahiy meleğinin peygamberin okur yazarlığından habersiz olarak “(bir şeyi) oku” demesi, Muhammed’in de her seferinde “ben okuma bilmem” diye cevap vermesi pek olası görünmüyor. Cebrail 3. seferde ikna olup “yaratan Rabbinin adıyla oku” diye cümlenin devamını mı getirmiş oluyor? Yani Tanrı’nın 4 büyük meleğinden birisi ancak 3. seferde ikna olarak söyleceğinin devamını söylüyor gibi bir durum çıkıyor orataya. İkinci soru surenin devamını içeriyor. 4. ayette diyor ki “[insana] kalemi kullanmayı öğretendir,“. Demek ki Tanrı son ve en sevdiği peygamberine kendi sözü olan kitabı göndermeye karar verdiği zaman dem vurduğu ilk şey okuma, ve hemen arkasında yazma. Muhammed’in gerçekten de o ana kadar okuma yazma bilmediğini varsaysak bile Tanrı’dan gelen bu kesin emiri dinlemeyerek okuma ve yazma öğrenmemiş olması bizi sadece iki sonuca götürebilir.
A)Muhammed Cebrail’le karşılaştı ama doğrudan Tanrı’dan gelen “oku” emrini pek iplemedi ve “ümmi” kaldı.
B)Muhammed Cebrail’le hiç bir zaman karşılaşmadı o yüzden de kendini okuma yazma öğrenme zahmetine girmek zorunda hissetmedi.

Ya da daha akla yatkın bir açıklama Muhammed’in “ikra” olarak aktardığı emirin anlamının “bir yazıyı oku” şeklinde değil, “anla ve naklet, ilan et” şeklinde bir anlam taşıdığı ve Muhammed’in “neyi nakledeyim?” diye sorduğu. Zaten surenin devamındaki ayetler de nakledilecek şeyleri saydığı için bu açıklama çok daha mantıklı duruyor.

Bu hadiste anlatılan olay, Eski Ahit’te bulunan Yeşeya (Isaiah) 40:6 ‘ya çok benziyor, ama tesadüfi olabilir elbette:

O zaman RAB’bin yüceliği görünecek, Bütün insanlar hep birlikte onu görecek. Çünkü bu sözler RAB’bin ağzından çıktı.”
Ses, “İlan et” diyor. “Neyi ilan edeyim?” diye soruyorum.

İkinci argüman, “ümmi” kelimesinden geliyor.

“Ümmi” kelimesi Araf 157-158’de; Al-i İmran 20’de, 75’te; Cuma 20’de, Bakara 78’de geçer.

“Ümmi” kelimesi bu ayetlerin tamamında “kitap ehli” kişilerin bir karşıtı gibi kullanılmıştır. Zira “ümmi” kelimesinin bir anlamı okur yazar olmayan, diğeri de Ehli kitap olmayandır (İng. gentile). Burada Kuran insanları kitap ehli ve okur yazar olmayanlar diye değil, kitap ehli olan (Yahudi-Hrıstiyan) ve kitap ehli olmayan (geri kalan insanlar, pratik anlamda Araplar) diye ikiye ayırmıştır. Diğer bir deyişle eğer kelimenin anlamını “okur yazar olmayan” şeklinde alırsak bu ayetlerde insaların Kitap Ehli (Yahudi-Hrıstiyan) ve okur yazar olmayanlar olarak ayrıldığını düşünmemiz gerekir.Bu durumda da Kuran’ın Araplar arasındaki okur yazarların varlığında haberi olmadığını kabul etmemiz gerekir.

Burada tefsircilerin yaptıkları bir hata “ümmi” kelimesinin anlamını yerine göre “kendilerine vahyedilmiş bir kitabı olmayan topluluklar” anlamında yerine göre de “okur yazar olmayan” olarak kabul etmeleridir. Bu türden bir anlam seçmecesi için Muhammed Esed’in tefsirinde Araf 157-158 ve Ali İmran 20’ye bakalım :

Ali İmran 20 :

O halde [ey Peygamber,] seninle tartışanlara de ki: “Ben tüm benliğimi Allah’a teslim ettim ve bana tâbi olan herkes [de öyle yaptı]!” Daha önce vahiy verilmiş olanlara ve kitap ile ilgisi olmayanlara (14) sor: “Siz [de] kendinizi O’na teslim ettiniz mi?” Ve eğer O’na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler; ama yüz çevirirlerse, unutma ki senin görevin sadece mesajı iletmektir: zira Allah, yarattıklarını[n kalplerindeki her şeyi] görür.

14 – Râzî’ye göre bu ifade (ümmiyyîn) kendilerine vahyedilmiş belli bir kitabı olmayan toplumlara işaret etmektedir.

Ancak aynı tefsirde Araf 157 için ne diyor?

onlar ki, ellerindeki Tevrat’ta ve [daha sonra da] İncil’de tanımlanmış bulacakları (124) Elçi’nin, okuması yazması olmayan Haberci’nin izinden gidecekler; [ve o Elçi ki] onlara yapılması doğru olanı buyurup yapılması yanlış olanı yasaklayacak; yine onlara temiz ve hoş şeyleri helal, kötü ve çirkin şeyleri haram kılacak; onların sırtlarına vurulmuş yükü indirip boyunlarına geçirilmiş zincirleri çözecek. (125) Ve sonuç olarak, o’na inanan, o’nu yüce tutup destekleyen ve yücelerden bahşedilen ışığın ardına o’nunla birlikte düşenler; işte böyleleri, nihaî kurtuluşa, esenliğe erişen kimseler olacak”.

124 – Bu bölümün tamamı, İncil’in Hz. İsa’ya vahyedilmesinden yüzlerce yıl önce yaşayan Hz. Musa ve İsrailoğulları’na hitab ettiğinden, ayeti aktarırken İncil sözcüğünden önce parantez içinde “daha sonra da” şeklinde bir ilave yapmamız gerekli olmuştur. (Kur’ânî bir kavram olarak İncil için karş. 3. sure, 4. not.) Bu surede Hz. Nûh’la başlayıp Hz. Musa ve İsrailoğulları’yla biten ilk peygamberlerin bazılarına ilişkin bütün bu kıssalar, Muhammed (s)’e “okuması-yazması olmayan bu Peygamber”e uyulması konusundaki bu buyruğa bir çeşit giriş oluşturmaktadırlar. Burada o’nun “okuma-yazma bilmeyen” (ümmî) biri olduğu konusundaki vurgu, o’nun bu ilk peygamberler ve onlardan aktardığı öğretiler hakkındaki bilgisini, Kitâb-ı Mukaddes’le şu ya da bu şekilde aşinalık içinde olmasına değil, yalnızca ilahî vahye borçlu olduğunu belirtmeye matuftur. -Eski Ahid’de Peygamber Muhammed (s)’in zuhuruna dair işaretler için (özellikle Tesniye xviii, 15 ve 18) bkz. 2. sure, 33. not; Yeni Ahid’de bulunan işaretler için de bkz. 61:6 ve ilgili 6. not.

Halbuki, “ümmi” kelimesini “okur yazar olmayan” anlamıyla değil de “Tevrat’la İncil’le bir ilgisi olmamış olan” anlamıyla alsak bile ilgili ayetlerde bir çelişki olmuyor. Burada Kuran’ın söylediği şey “Muhammed’in İncil ve Tevrat’tan intihal yaptığını iddia ediyorsunuz ama o daha önce bu kitaplarla hiç haşır neşir olmadı, onları incelemedi“. Bir çok açıdan “ümmi” kelimesini “kitap ehli olmayan” anlamıyla kabul etmek “okur yazar olmayan” anlamıyla kabul etmekten daha mantıklı görünüyor.

Diğer bir deyişle, Muhammed’in okur yazar olmadığı halde Kuran’ı yazdırmış olması İslam savunucularına daha çekici geldiği için “ümmi” kelimesi “okur yazar olmayan” anlamıyla tercüme ve tefsirlere girmiştir.

Kuran’da doğrudan Muhammed’e “sana okutacağız” dediği ayete gelelim :

Ala suresi 6. Ayet: Arapçası : Senukriüke fela tensa. Tercümesi (Diyanet): Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen onu unutmayacaksın.

Bu ayette ikra kökünden türeyen kelimeyi (Senukriüke) görebilmek için Arapçasını da yazdım. Eğer, ikra bir şeyden okumak manasındaysa (okur yazarların yaptığı gibi) o zaman Kuran’da Muhammed’in okuyabildiği açıkça söylenmiş oluyor. Eğer Alak suresinde olduğunu söylediğim gibi “anla, ilan et” manasında ise o zaman Alak suresindeki ifade desteklenmiş oluyor. Benzer ifadeye Nahl 98’de de rastlanıyor:

Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.

Ya da İsra 45:

Kur’an okuduğunda, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz.

Burada hitap edilen peygamber ise, okuma yazma bildiğine dair açık delil, eğer hitap edilen peygamber değilse (ki İsra’da bir kaç ayet öncesinde “de ki” diye başlıyor) bile Kuran’ın okunmasının önemli bir şey olduğu belirtiliyor ve okumanın önemi yine belirtilmiş oluyor. Eğer Alak suresindeki ayetleri ciddiye almadıysa kişi, sadece Kuran okuyabilmek için bile okuma yazma öğrenmesinin gerekli olduğu çıkarımını yapabilir.

Son olarak da Kalem suresinin ilk iki ayeti :

Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.

Yani Tanrı Muhammed’in satır satır yazdıkları üzerine yemin ederek onun deli olmadığına şahitlik ediyor.

Düzeltme: Burada üzerine yemin edilen Muhammed’in yazdığı değil, kalemin ve eli kalem tutanların yazdıkları. Burada bir hata yapmışım, yemin edilen Muhammed’in yazdıkları değil. Bu son kısmı dikkate almamanızı rica ediyorum. Muhammed Esed tefsirindeki şu tercüme beni yanılttı :
Nûn. (1) DÜŞÜN kalemi; ve [onunla] yazdıklarını! (2)

1 – Bu, Kur’an’ın birçok suresinin başında yer alan “birbirinden kopuk”/”kesik” (yani, münferit) harflerin (mukatta‘ât) kronolojik olarak ilk kullanılışıdır: Bu harfler konusundaki çeşitli teoriler için bkz. Ek II. Çoğunlukla Taberî tarafından nakledilen bazı önceki müfessirlerin, nûn olarak telaffuz edilen n harfinin hem “büyük balık” hem de “mürekkep hokkası” anlamına gelen aynı telaffuza sahip ismin kısaltılması olduğu şeklindeki görüşleri, bazı tanınmış otoriteler (mesela Zemahşerî ve Râzî) tarafından gramatik gerekçelerle reddedilmiştir.

2 – Bu cümlenin başındaki ve yemin edatının anlamı için bkz. 74:32 ile ilgili not 23’ün ilk yarısı. “Kalem”in zikredilmesi, ilk Kur’an vahyi olan 96. surenin ilk beş ayetini hatırlatmak ve böylece Muhammed (s)’in peygamberliği gerçeğini vurgulamak içindir. “Kalem” kavramının sembolik anlamı konusunda bkz. 96:3-5 ve ilgili not 3.

Hadislerden gelen ipuçları:

Buhari’nin aktardığı şu hadise bakalım :

Seleme İbnu Nuaym İbnu Mes`ud el-Eşcai, babası (ra)`ndan anlatıyor: “Resulullah (sa)`ın, Müseylime`nin kendisine yazdığı mektubu okuyunca, mektubu getiren iki elçiye şöyle söylediğini işitmiştir: “Bu yazdığı meselede siz ne diyorsunuz?” Elçiler: “Biz de onun söylediğini söyleriz!” dediler. Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam: “Eğer elçileri öldürmemek kaide olmasaydı boyunlarınızı muhakkak uçururdum!” buyurdular.

Bu hadise göre Muhammed mektubu kendisi okumuştur. İbn İshak tarihinde (ki hem Hadislerden hem de diğer Tarihçilerden daha önce yaşamış ilk İslam tarihçilerinden) Museylime‘ye (peygamberliğini iddia eden bir başka Arap) giden Muhammed’in ağzından yazılmış (kimin yazdığı belli değil) bir cevap da vardır.

Bir diğer ipucu da Hudeybiye barışından geliyor. Barış anlaşmasının yazılması sırasında meydana gelen olaya bakalım (Kaynak: Hasan Arıkan Muhtasar İslam Tarihi) :

Anlaşmanın şartlarını Hz.Ali yazmağa başladı. Müşrikler, baş tarafa «Bismillâhirrahmânirrahîm» yazılmasına razı olmadılar, sâdece «Allah adıyla» yazılmasını kabul ettiler.Daha sonra Allah Rasûlü Hz.Ali’ye; “Bu, Allâh’ın Rasûlü Muhammed ile Süheyl bîni Amr arasında barıştır.” kelimelerini yazdırınca, Süheyl buna îtiraz etti ve, “Biz eğer senin Rasüllüğünü kabul etseydik niye Sana muhâlefet edelim? Niye sizi Kâbe’yi ziyâretten men edelim?” dedi. Rasûlü Ekrem; “Siz tekzib etseniz de Ben yine Allâh’ın Rasûlüyüm. Yâ Ali! Süheyl’in dediği gibi muahedeyi «Abdullah’ın oğlu Muhammed» diye yaz” dedi. «Allâh’ın Rasûlü» kelimelerini silmek Hz.Ali’ye çok ağır geldi. Silemedi. Kenara çekildi. Bu sefer Rasûlü Ekrem onu kendi eliyle sildi. Hz.Ali de «Abdullah’ın oğlu Muhammed» diye yazdı.

Muhammed okuma bilmeseydi nereyi sileceğini nasıl bilebilirdi? Bu hikayenin bir başka versiyonunda Muhammed’in “neresi silinecekse gösterin sileyim” diye sorduğu anlatılıyor. Bulabildiğim kadarıyla bu versiyonun kaynağı 1492’de ölen Mevlana Abdurrahman Cami’nin yazdığı K- Şevâhid-Ün Nübüvve (Peygamberlik Müjdeleri) isimli kitaptır. Onun kaynağı nedir bilemiyorum, ancak başka yerlerde kaynak olarak Buhari gösteriliyor. Ne var ki Buhari’ye baktığımızda “neresi silinecekse gösterin ben sileyim” ifadesini bulamıyoruz.  (Hadis no 1158)

Bedir savaşından sonraki esirlerin durumunda da konumuzla ilgili bir ipucu var:

Kurtuluş fidyesi karşılığında salıverme; ya esir mübâdelesi, ya da bir bedel karşılığında serbest bırakmayı ifade eder. “Bundan sonra esirleri ya karşılıksız ya da fidye karşılığında salıvermek vardır” (Muhammed, 47/4) ayeti bunun delilidir. İslâm’da ilk kurtuluş fidyesi Abdullah b. Cahş’ın Amr b. el-Hadrami’yi öldürmesi ile ilgili olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Bedir Gazvesi’nden iki ay önce, bu seriyye tarafından yakalanan iki esir için kurtuluş fidyesi aldı (Zeylâî, a.g.e., II, 403). Bundan sonra Bedir Gazvesi esirlerinin kurtuluş fidyesi dört bin dirhemdir. (Beş dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir). Bunu temin edemeyen esirler ise, ashâb-ı kirâm çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakıldılar.

Buna göre fidye ödeyemeyen esirleri çocuklara okuma yazma öğretecekler. Peki niye çocuklara? Eğer iddia edildiği gibi okuma yazma oranı yetişkinler de dahil olmak üzere düşükse niye esirler sadece 10 çocuğa okuma yazma öğretiyor? Niye atıyoum 50 kişilik topluluklara öğretilmiyor? Benim çıkardığım sonuç okuma yazma ihtiyacının yetişkinlerde pek olmadığı ve sadece çocuklarda olduğu. Diğer bir nokta, parası olmayan ve okuma yazma bilmeyen esirlere ne olduğuna dair bir bilgiye rastlamadım. Buradan çıkarılabilecek sonuç okuma yazmaya bilmeyen esir olmadığı, ya da okuma yazma bilmeyenlerin fidyeyi bulabildiği – ki hatırlatmakta fayda var, 800 koyun değerinde bir paradan bahsediyoruz. Elbette bu konuda kesin bir şey söylemek imkansız, okuma yazması ve parası olmayan esirler köleleştirilmiş, idam edilmiş ya da salıverilmiş olabilirler. Bu noktayla ilgili bir bilgiye rastlarsam burayı güncellerim.

Sonuç:
Burada muhtemelen atladığım başka ipuçları da vardır, ancak şu kısa araştırmadan bile çıkarılabilecek makul sonuç Muhammed’in okur yazar olduğu, 6.yy’da okur yazarlığın sonradan gelen İslam alimlerinin iddia ettiğinin tersine yaygın olduğu ve Kuran’ın bile Muhammed’in okur yazar olduğunu onayladığıdır.

Peki varsayalım Muhammed gerçekten okur yazar değildi. Bu neyi değiştirir?

Tarih boyunca bir çok kör yazar bulunmaktadır. İrlandalı yazar James Joyce, gözleri artık hiç görmediği zamanlarda kitaplarının son bölümlerini dikte ettirerek yazdırmıştır. Benzer bir şekilde İspanyol yazar Jose Luis Borges de gözleri ilerleyen yaşında artık hiç görmemesine rağmen annesine dikte ettirerek kitap yazmaya devam etmiştir. MÖ 8. yy’da yaşayan ve İlyada ve Odyssey’i yazdığına inanılan Homeros‘un da kör olduğu düşünülmektedir. Ya da başka bir daldan örnek vermemiz gerekirse, Beethoven meşhur 9. senfonisini bestelediği zaman kulakları hiç duymamaktadır. Hatta 9. senfoni konserde çalınıp bitirildiği zaman Beethoven alkışları duymadığı için arkasına dönmemiş, ancak etraftakiler onu çevirince kalabalığın coşkusunu görerek ağlamaya başlamıştır. Veya daha güncel bir örnek ünlü fizikçi Stephen Hawking. Bırakın yazı yazmayı adam konuşamıyor bile. Ancak bu onun bizim neslimizin en ilgi çeken teorisini (Büyük Patlama) ve bir sürü başka olayı anlattığı kitabı “Zamanın kısa tarihi” ve bir çok başka kitabı-makaleyi yazmasını engellememiş. Kemal Atatürk, 10 ciltlik Nutuk’un tamamını dikte ettirmiş.  Bu uç örnekler okuma yazma bilmeyen ama zeki birisinin 23 yıllık süre zarfında dikte ettirerek Kuran gibi üstünkörü anlatılmış eski masallar, bolca tekrar, bilinen gerçeklerin farklı açılardan dile getirilmesinden oluşan bir kitabı yazdırmış olabileceğini göstermektedir. Yani Muhammed’in okur yazar olmaması gerçekse bile çok büyük bir mucize değildir.

Kuran’daki bilimsel mucizeler – Ay’ın yörüngesi

Yasin suresi 39. ayette Ayın eğik bir hurma dalı gibi dönmesinin Ay’ın yörüngesine işaret ettiği ve bir mucize olduğu iddia edilmektedir. Ancak Muhammed Eset tefsirindeki anlam bu yönde değildir :

ve ay[da da bir işaret vardır ki] Biz onu, kuru ve eğik bir hurma dalını (20) andırır hale gelinceye kadar çeşitli safhalardan geçirdik:

20 – Bu tanımlama, ‘urcûn isminin karşılığıdır -kuruduğunda ve eskidiğinde bir yarım ay gibi incelen ve bükülen hurma salkımı (karş. Lane V, 1997).

Aynı ayetin Diyanet çevirisi :

Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.

Elmalılı çevirisi:

Aya da; ona da bir takım menziller tayin etmişizdir, nihayet dönmüş (dolanmış) eğri bir hurma dalı gibi olmuştur.

Burada hurma dalı gibi olan şey Ay’ın kendisi gibi bir anlam çıkmaktadır. Ayın izlediği yol değil. Bu konuya geri döneceğim ama şimdilik diyelim ki gerçekten de ayet Ay’ın yörüngesine işaret ediyor. Öncelikle iddianın tamamı nasıl bir bakalım. Buna göre Ay Dünyanın etrafında dönerken S harfine benzer bir yörünge izlemektedir. Bu da kurumuş bir hurma dalının kıvrımlarına benzemektedir. Bu kısmı çok da yanlış değil, zira yer çekimi ve eksenlerdeki eğiklik Ay’ın yörüngesinin tam bir elips değil ve S harfine benzer bir hale sokuyor. Ancak buradaki önemli soru bu bilgi Muhammed’in zamanında biliniyor muydu, yoksa modern zamanlara kadar kimse Ay’ın yörüngesinin bu S hareketini gözlemleyememiş miydi?

Kuru Hurma dalı

Kuru Hurma dalı

Ayın S harfini andıran yörüngesi

Ay'ın S harfini andıran yörüngesi

Mul.Apin ismiyle bilinen Babil yazıtları, Babil Astroloji’sinde önemli bir yer tutar ve bu yazıtlarda Ay’ın yörüngesi ve çizdiği S şekli MÖ 600’lı yıllarda bu yazıtlarda kayda geçmiştir. Hatta sadece Ay değil, diğer gezegenlerin de yörüngeleri, gökyüzündeki görünebilir yıldızlar ve konumları, güneş tutulmaları gibi şeyler Babil’lilerin bildikleri şeylerdi. Yani Muhammed’in zamanından 1200 sene önce bu bilgi Arap yarımadasına çok da uzak olmayan bir yerde biliniyordu.

Ancak bu kadarla bitmiyor, Ay’ın yörüngesi ile ilgili çalışmaları MÖ 2.yy’da önce Hipparchus sonra da MS 1. yy’da Batlamyus da tekrarlamış ve daha kesin sonuçlar ortaya koymuşlardı. Yani Ay’n yörüngesi Muhammed’in zamanından yüzlerce hatta 1000 sene öncesinden bilinen bir şeydi.

Geri gelelim ayetin anlamına. Acaba gerçekten burada Ayın yörüngesinden mi yoksa Ay’ın hilal şeklinin hurma dalına benzemsinden mi sözediyor? Hem Muhammet Eset, hem Diyanet hem de Elmalılı Hamdi Yazır çevirisinde açıkça görülüyor ki, hurma dalına benzetilen şey Ay’ın gittiği yol değil, Ay’ın kendisi. Ay’ın da her 20 küsür günde bir hilal şeklini aldığını düşünürsek bu benzetme çok da abes değildir.

Özetle elimizde bir mucize var demek için yeterli şartlar mevcut değil.

Kuran’daki bilimsel mucizeler – Gökyüzünün 7 katı

Mülk suresi 3. Ayet : O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?

Bakara 29. ayet: Ve dünya üzerinde ne varsa sizin için yaratan, plan ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök (20) şeklinde düzenleyen O’dur; ve yalnızca O’dur her şeyin tam bilgisine sahip olan.

Bakara 29’un Mülk 3. ayete de uyan Muhammed Eset tefsirindeki anlamı :

Semâ terimi, başka bir şey üzerine çadır gibi serilmiş herhangi bir şey için kullanılır. Bu nedenle, yer üzerinde kubbe gibi yükselen ve onun adeta çatısını oluşturan görülebilir göklere “semâ” adı verilir. Ve terimin Kur’an’daki asıl anlamı da budur. Daha geniş anlamda ise “kozmik sistem” çağrışımına sahiptir. “Yedi gök” ibaresine gelince, Arapça kullanımında -diğer Semitik dillerde de olduğu gibi- “yedi”nin çoğu kez “birkaç/birçok” kelimesiyle eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır (bkz. Lisân’ul-‘Arab). Tıpkı, “yetmiş” veya “yediyüz”ün de, genellikle, “çok” yahut “pek çok” anlamına geldiği gibi (Tâcu’l-‘Arûs). “Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle bir semâ’dır” (Râğıb) şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, “yedi gök” ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi anlaşılır.

Demek ki ayetin anlamı kesin olarak 7 tane gök anlamına gelmiyor. Ancak tartışmanın devamı açısından 7 tane gök olduğu bunun da Atmosfer’in 7 katmanını ifade ettiği iddiasını inceleyelim.

Öncelikle burada Atmosferden bahsetmediğini (ki gerçekten 7 katmandan oluşur) düşünmemiz için yeterli bilgilere sahibiz.

Galileo ve Kopernik’e kadar Evren’in merkezi olarak Dünya düşünülüyordu. Geo-merkezcilik olarak bilinen bu modelde Dünya ortadadır ve Güneş ve diğer gezegenler ve Ay Dünya’nın çevresinde dolaşmaktadır. İşin ilginç yanı, Dünya’nın etrafında dolaşan bu parlak nesnelerin Pagan dinlerinde tanrılarla eşleştirilmiş olmasıdır.

Geo-merkezci Evren modeli

Geo-merkezci Evren modeli

Bu modelde görülebilen parlak cisimler sırasıyla Ay – Merkür -Venüs- Güneş – Mars – Jüpiter ve Satürn’dür ve şekildeki gibi hepsi kendi kürelerinde belli yollarda dolaşan tanrılar olarak düşünülmüşlerdir. Bu küreler de gökyüzündeki 7 kat fikrinin çıkış noktasıdır. Haftanın günleri de bu 7 tanrıdan gelmektedir.

Cumartesi (haftanın ilk günü) : Satürn’ün günü Dies Saturni (Saturday buradan delir)
Pazar : Güneşin günü : Dies Solis – (İng. Sunday)
Pazartesi : Ay günü, Dies Lunae – (İng. Monday, Fr. Lundi, İsp. Lunes..)
Salı : Mars günü – Dies Martis – (Fr. Mardi)
Çarşamba : Merkür günü – Dies Mercurii – (Fr. Mercredi)
Perşembe : Jüpiter günü – Dies Jovis – (Fr. Jeudi)
Cuma : Venüs günü – Dies Veneris – (Fr. Vendredi)

Bu fikir daha sonra Yahudiliğe girmiştir ve sonrasında da İncil’de de izleri görülebilmektedir :

İncilden :

2. Korintliler 12:2 “On dört yıl önce alınıp üçüncü göğe götürülmüş bir Mesih izleyicisi tanıyorum. Bu, bedensel olarak mı, yoksa beden dışında mı oldu, bilmiyorum, Tanrı bilir.

Yahudilikte’de 7 gök Yahudi Midrash‘ında karşımıza çıkar :

When Adam sinned, the Shechinah departed to the First Heaven. The sin of Kayin forced it to the Second Heaven; the Generation of Enosh to the Third; the generation of the Flood to the Fourth; The generation of the Dispersion to the Fifth; Sodomites, to the Sixth; Egypt of Avraham’s day, to the Seventh.  (Bereishis Rabbah 19:7)

Yani:

Adem günah işlediğinde Shechinah birinci göğe gitti. Kayin’in günahı onu 2. göğe gitmeye zorladı. Enosh’un nesli 3., Sel nesli 4., Dağılmanın olduğu nesil 5., Sodomlular 6. ve İbrahim zamanında Mısır’da bulunanlar 7.ye ..

Yahudilik’te 7 rakamıyla sembolize edilen çok şey vardır: 7 günde yaratılış (dinlenme günü dahil); Jericho kuşatması sırasında 7 kere şehrin etrafını dolaşma; Kudüs tapınağındaki 7 kollu mumluk; Mısırdaki 7 salgın hastalık; 7 yıldız; 7 trompet; 7 dağ; 7 kral

Tevrat’ın milattan önce 1000 yılından başlanarak, Midrash’ın milattan sonra 0 ve 200 yılları arasında yazıldığını da belirtirsek Muhammed’in yaşadığı zamanda Yahudiler’in bolca yaşadığı bir coğrafyada Muhammed gibi çok gezmiş birisinin göğün 7 kat olduğunu öğrenmiş olmasının çok zor olmadığı ortaya çıkar. Yani bu ayetten çıkarılan “mucize”nin gayet mantıklı bir açıklaması vardır. Bu ayet’in gökler derken atmosferi ve 7 derken “çok” değil de gerçekten “7” rakamını kastettiğini iddia edenlerin daha sağlam kanıtlar getirmesi gereklidir.

Tanrı’nın bilimsel gerçekler vermek ve mucize göstermek gibi endişeleri olduğunu ve açıklayabileceği bir sürü mucizeyi bir yana bırakıp (dünyanın yuvarlaklığı, yer çekimi, hastalıklara mikropların sebep olduğu) atmosferi anlatacağını düşünsek bile bunu daha net ortaya koyabilirdi diye düşünüyorum.

(İncil’deki alıntılar için Kutsalitap.org adresindeki tercümeyi kullandım)

Kuran’daki bilimsel mucizeler – Hayvanların Sütü

Nahl 66 : Şüphesiz (sağmal) hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (süzülen) içenlere halis ve içimi kolay süt içiriyoruz.

Bu ayetin Muhammed Eset tefsiri şu şekildedir :

Bir salgı bezi ürünü olan süt, ana-hayvanın hayatı için (yahut metindeki mecazî tanımla “kanı” için ) zarurî bir madde değildir; beri yandan, hayvan bedeninin, kendi metabolizması bakımından artık hiç yararı kalmadığı için dışarı atması gereken bir madde de değildir: bunun içindir ki, ayette “[hayvan bedeninden] atılacak artıklarla kan arasından [salgılanan]” bir sıvı olarak tanımlanıyor.

Burada fışkı kelimesinin manası hayvanın dışarı attığı şeyler (idrar dışkı). Yani ayetin geleneksel tefsiri sütün ne kan gibi vücudunda tutması gereken ne de dışkı gibi atması gereken bir şey olmadığı, ikisinin arasında bir şey olduğu ve bu şekilde tanımlandığı.

Peki buradaki mucize nerede? Gayet açık ki sütün dışkı veya kandan farklı bir şey olduğu gözlemle anlaşılabilecek bir şey. İçene serinlik verdiği de öyle.

İddiaya göre mucize şurada. Buna göre Kuran 1400 sene öncesinden kan dolaşımını sütün yenilen besinlerden geldiğini vesaire bilerek bir mucize göstermiş oluyor. Bu mucize gördüğüm en zorlamalardan birisi. Ayeti en basit anlamıyla ele alırsak sütü, kan ve dışkı arasında bir yere koyuyor. Diyor ki “bakın Tanrı kan ve dışkı arasından sütü çıkarabilen ve size sunabilen bir yaratıcıdır”. Burada herhangi bir şekilde (önceki ve sonraki ayetlerde de) sütün nasıl oluştuğuna dair bir bilgi yok. Kuran’da başka bir çok yerde görülebilen “halihazırda gözlemlenebilen doğa olaylarının arkasında Tanrı vardır” temasının bir parçası sadece.

Kaldı ki ayette “hayvanın karnında” diyor. Hayvanın karnı midesi ve bağırsaklarının olduğu yer. Halbuki sütü üreten salgıu bezlerinin bağırsaklarla hiç bir ilgisi yok. Dışkı ve kanın arasından derken eğer biyolojik olarak kan ve dışkının içinden süt üretildiğini iddia ediyorsa Kuran yanılıyor zira dışkı bağırsaklarda bulunan ve canlının herhangi bir ihtiyacı kalmayan ve dışarı atılmayı bekleyen artıklardır, herhangi bir şekilde sütün oluşumuna artık katkısı yoktur.