Kuran’daki bilimsel mucizeler – Ay’ın yörüngesi

Yasin suresi 39. ayette Ayın eğik bir hurma dalı gibi dönmesinin Ay’ın yörüngesine işaret ettiği ve bir mucize olduğu iddia edilmektedir. Ancak Muhammed Eset tefsirindeki anlam bu yönde değildir :

ve ay[da da bir işaret vardır ki] Biz onu, kuru ve eğik bir hurma dalını (20) andırır hale gelinceye kadar çeşitli safhalardan geçirdik:

20 – Bu tanımlama, ‘urcûn isminin karşılığıdır -kuruduğunda ve eskidiğinde bir yarım ay gibi incelen ve bükülen hurma salkımı (karş. Lane V, 1997).

Aynı ayetin Diyanet çevirisi :

Ayın dolaşımı için de konak yerleri (evreler) belirledik. Nihayet o, eğrilmiş kuru hurma dalı gibi olur.

Elmalılı çevirisi:

Aya da; ona da bir takım menziller tayin etmişizdir, nihayet dönmüş (dolanmış) eğri bir hurma dalı gibi olmuştur.

Burada hurma dalı gibi olan şey Ay’ın kendisi gibi bir anlam çıkmaktadır. Ayın izlediği yol değil. Bu konuya geri döneceğim ama şimdilik diyelim ki gerçekten de ayet Ay’ın yörüngesine işaret ediyor. Öncelikle iddianın tamamı nasıl bir bakalım. Buna göre Ay Dünyanın etrafında dönerken S harfine benzer bir yörünge izlemektedir. Bu da kurumuş bir hurma dalının kıvrımlarına benzemektedir. Bu kısmı çok da yanlış değil, zira yer çekimi ve eksenlerdeki eğiklik Ay’ın yörüngesinin tam bir elips değil ve S harfine benzer bir hale sokuyor. Ancak buradaki önemli soru bu bilgi Muhammed’in zamanında biliniyor muydu, yoksa modern zamanlara kadar kimse Ay’ın yörüngesinin bu S hareketini gözlemleyememiş miydi?

Kuru Hurma dalı

Kuru Hurma dalı

Ayın S harfini andıran yörüngesi

Ay'ın S harfini andıran yörüngesi

Mul.Apin ismiyle bilinen Babil yazıtları, Babil Astroloji’sinde önemli bir yer tutar ve bu yazıtlarda Ay’ın yörüngesi ve çizdiği S şekli MÖ 600’lı yıllarda bu yazıtlarda kayda geçmiştir. Hatta sadece Ay değil, diğer gezegenlerin de yörüngeleri, gökyüzündeki görünebilir yıldızlar ve konumları, güneş tutulmaları gibi şeyler Babil’lilerin bildikleri şeylerdi. Yani Muhammed’in zamanından 1200 sene önce bu bilgi Arap yarımadasına çok da uzak olmayan bir yerde biliniyordu.

Ancak bu kadarla bitmiyor, Ay’ın yörüngesi ile ilgili çalışmaları MÖ 2.yy’da önce Hipparchus sonra da MS 1. yy’da Batlamyus da tekrarlamış ve daha kesin sonuçlar ortaya koymuşlardı. Yani Ay’n yörüngesi Muhammed’in zamanından yüzlerce hatta 1000 sene öncesinden bilinen bir şeydi.

Geri gelelim ayetin anlamına. Acaba gerçekten burada Ayın yörüngesinden mi yoksa Ay’ın hilal şeklinin hurma dalına benzemsinden mi sözediyor? Hem Muhammet Eset, hem Diyanet hem de Elmalılı Hamdi Yazır çevirisinde açıkça görülüyor ki, hurma dalına benzetilen şey Ay’ın gittiği yol değil, Ay’ın kendisi. Ay’ın da her 20 küsür günde bir hilal şeklini aldığını düşünürsek bu benzetme çok da abes değildir.

Özetle elimizde bir mucize var demek için yeterli şartlar mevcut değil.

Kuran’daki bilimsel mucizeler – Gökyüzünün 7 katı

Mülk suresi 3. Ayet : O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun?

Bakara 29. ayet: Ve dünya üzerinde ne varsa sizin için yaratan, plan ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök (20) şeklinde düzenleyen O’dur; ve yalnızca O’dur her şeyin tam bilgisine sahip olan.

Bakara 29’un Mülk 3. ayete de uyan Muhammed Eset tefsirindeki anlamı :

Semâ terimi, başka bir şey üzerine çadır gibi serilmiş herhangi bir şey için kullanılır. Bu nedenle, yer üzerinde kubbe gibi yükselen ve onun adeta çatısını oluşturan görülebilir göklere “semâ” adı verilir. Ve terimin Kur’an’daki asıl anlamı da budur. Daha geniş anlamda ise “kozmik sistem” çağrışımına sahiptir. “Yedi gök” ibaresine gelince, Arapça kullanımında -diğer Semitik dillerde de olduğu gibi- “yedi”nin çoğu kez “birkaç/birçok” kelimesiyle eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır (bkz. Lisân’ul-‘Arab). Tıpkı, “yetmiş” veya “yediyüz”ün de, genellikle, “çok” yahut “pek çok” anlamına geldiği gibi (Tâcu’l-‘Arûs). “Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle bir semâ’dır” (Râğıb) şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, “yedi gök” ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi anlaşılır.

Demek ki ayetin anlamı kesin olarak 7 tane gök anlamına gelmiyor. Ancak tartışmanın devamı açısından 7 tane gök olduğu bunun da Atmosfer’in 7 katmanını ifade ettiği iddiasını inceleyelim.

Öncelikle burada Atmosferden bahsetmediğini (ki gerçekten 7 katmandan oluşur) düşünmemiz için yeterli bilgilere sahibiz.

Galileo ve Kopernik’e kadar Evren’in merkezi olarak Dünya düşünülüyordu. Geo-merkezcilik olarak bilinen bu modelde Dünya ortadadır ve Güneş ve diğer gezegenler ve Ay Dünya’nın çevresinde dolaşmaktadır. İşin ilginç yanı, Dünya’nın etrafında dolaşan bu parlak nesnelerin Pagan dinlerinde tanrılarla eşleştirilmiş olmasıdır.

Geo-merkezci Evren modeli

Geo-merkezci Evren modeli

Bu modelde görülebilen parlak cisimler sırasıyla Ay – Merkür -Venüs- Güneş – Mars – Jüpiter ve Satürn’dür ve şekildeki gibi hepsi kendi kürelerinde belli yollarda dolaşan tanrılar olarak düşünülmüşlerdir. Bu küreler de gökyüzündeki 7 kat fikrinin çıkış noktasıdır. Haftanın günleri de bu 7 tanrıdan gelmektedir.

Cumartesi (haftanın ilk günü) : Satürn’ün günü Dies Saturni (Saturday buradan delir)
Pazar : Güneşin günü : Dies Solis – (İng. Sunday)
Pazartesi : Ay günü, Dies Lunae – (İng. Monday, Fr. Lundi, İsp. Lunes..)
Salı : Mars günü – Dies Martis – (Fr. Mardi)
Çarşamba : Merkür günü – Dies Mercurii – (Fr. Mercredi)
Perşembe : Jüpiter günü – Dies Jovis – (Fr. Jeudi)
Cuma : Venüs günü – Dies Veneris – (Fr. Vendredi)

Bu fikir daha sonra Yahudiliğe girmiştir ve sonrasında da İncil’de de izleri görülebilmektedir :

İncilden :

2. Korintliler 12:2 “On dört yıl önce alınıp üçüncü göğe götürülmüş bir Mesih izleyicisi tanıyorum. Bu, bedensel olarak mı, yoksa beden dışında mı oldu, bilmiyorum, Tanrı bilir.

Yahudilikte’de 7 gök Yahudi Midrash‘ında karşımıza çıkar :

When Adam sinned, the Shechinah departed to the First Heaven. The sin of Kayin forced it to the Second Heaven; the Generation of Enosh to the Third; the generation of the Flood to the Fourth; The generation of the Dispersion to the Fifth; Sodomites, to the Sixth; Egypt of Avraham’s day, to the Seventh.  (Bereishis Rabbah 19:7)

Yani:

Adem günah işlediğinde Shechinah birinci göğe gitti. Kayin’in günahı onu 2. göğe gitmeye zorladı. Enosh’un nesli 3., Sel nesli 4., Dağılmanın olduğu nesil 5., Sodomlular 6. ve İbrahim zamanında Mısır’da bulunanlar 7.ye ..

Yahudilik’te 7 rakamıyla sembolize edilen çok şey vardır: 7 günde yaratılış (dinlenme günü dahil); Jericho kuşatması sırasında 7 kere şehrin etrafını dolaşma; Kudüs tapınağındaki 7 kollu mumluk; Mısırdaki 7 salgın hastalık; 7 yıldız; 7 trompet; 7 dağ; 7 kral

Tevrat’ın milattan önce 1000 yılından başlanarak, Midrash’ın milattan sonra 0 ve 200 yılları arasında yazıldığını da belirtirsek Muhammed’in yaşadığı zamanda Yahudiler’in bolca yaşadığı bir coğrafyada Muhammed gibi çok gezmiş birisinin göğün 7 kat olduğunu öğrenmiş olmasının çok zor olmadığı ortaya çıkar. Yani bu ayetten çıkarılan “mucize”nin gayet mantıklı bir açıklaması vardır. Bu ayet’in gökler derken atmosferi ve 7 derken “çok” değil de gerçekten “7” rakamını kastettiğini iddia edenlerin daha sağlam kanıtlar getirmesi gereklidir.

Tanrı’nın bilimsel gerçekler vermek ve mucize göstermek gibi endişeleri olduğunu ve açıklayabileceği bir sürü mucizeyi bir yana bırakıp (dünyanın yuvarlaklığı, yer çekimi, hastalıklara mikropların sebep olduğu) atmosferi anlatacağını düşünsek bile bunu daha net ortaya koyabilirdi diye düşünüyorum.

(İncil’deki alıntılar için Kutsalitap.org adresindeki tercümeyi kullandım)

Kuran’daki bilimsel mucizeler – Hayvanların Sütü

Nahl 66 : Şüphesiz (sağmal) hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (süzülen) içenlere halis ve içimi kolay süt içiriyoruz.

Bu ayetin Muhammed Eset tefsiri şu şekildedir :

Bir salgı bezi ürünü olan süt, ana-hayvanın hayatı için (yahut metindeki mecazî tanımla “kanı” için ) zarurî bir madde değildir; beri yandan, hayvan bedeninin, kendi metabolizması bakımından artık hiç yararı kalmadığı için dışarı atması gereken bir madde de değildir: bunun içindir ki, ayette “[hayvan bedeninden] atılacak artıklarla kan arasından [salgılanan]” bir sıvı olarak tanımlanıyor.

Burada fışkı kelimesinin manası hayvanın dışarı attığı şeyler (idrar dışkı). Yani ayetin geleneksel tefsiri sütün ne kan gibi vücudunda tutması gereken ne de dışkı gibi atması gereken bir şey olmadığı, ikisinin arasında bir şey olduğu ve bu şekilde tanımlandığı.

Peki buradaki mucize nerede? Gayet açık ki sütün dışkı veya kandan farklı bir şey olduğu gözlemle anlaşılabilecek bir şey. İçene serinlik verdiği de öyle.

İddiaya göre mucize şurada. Buna göre Kuran 1400 sene öncesinden kan dolaşımını sütün yenilen besinlerden geldiğini vesaire bilerek bir mucize göstermiş oluyor. Bu mucize gördüğüm en zorlamalardan birisi. Ayeti en basit anlamıyla ele alırsak sütü, kan ve dışkı arasında bir yere koyuyor. Diyor ki “bakın Tanrı kan ve dışkı arasından sütü çıkarabilen ve size sunabilen bir yaratıcıdır”. Burada herhangi bir şekilde (önceki ve sonraki ayetlerde de) sütün nasıl oluştuğuna dair bir bilgi yok. Kuran’da başka bir çok yerde görülebilen “halihazırda gözlemlenebilen doğa olaylarının arkasında Tanrı vardır” temasının bir parçası sadece.

Kaldı ki ayette “hayvanın karnında” diyor. Hayvanın karnı midesi ve bağırsaklarının olduğu yer. Halbuki sütü üreten salgıu bezlerinin bağırsaklarla hiç bir ilgisi yok. Dışkı ve kanın arasından derken eğer biyolojik olarak kan ve dışkının içinden süt üretildiğini iddia ediyorsa Kuran yanılıyor zira dışkı bağırsaklarda bulunan ve canlının herhangi bir ihtiyacı kalmayan ve dışarı atılmayı bekleyen artıklardır, herhangi bir şekilde sütün oluşumuna artık katkısı yoktur.

UFO Kaçırılma Vakaları

Eylül 1961’de Betty ve Barney Hill isimli 40 lı yaşlardaki çift, tatil dönüşü arabayla ilerlerken New Hampshire’da gece vakti değişik ışıklar saçan bir gök cismi görürler. Cisim arabaya yaklaşınca Barney arabayı durdurup cisme dürbünle yakından bakmak ister. Cisim çok büyüktür ve dürbünle gördüğü kadarıyla 10-12 insanımsı figür camlardan bakmaktadır. Cismin alt kısmından yere doğru “kollar” inmeye başlayınca Barney kaçırılacaklarını düşünerek arabaya atlar ve kaçmaya başlarlar. Bu sırada arabadan ilginç sesler de gelmektedir.

Şafak vakti eve varırlar ancak değişik şeyler hissettiklerini farkederler. Örneğin Betty bavullarını boşaltmaktansa kapının yanında tutmakta ısrarcıdır. Barney, sürekli aynada cinsel organını inceleme isteği duymaktadır, ama anormal bir şey görememektedir. İkisi de uzun banyolar yapmaya başlarlar. İkisi de arabadan gelen seslerden eve varışlarına kadarki olayları tam hatırlayamadıklarını farkederler. “Kayıp” bir zaman sözkonusudur. 21 Eylül’de çift olayı Amerikan ordusuna ihbar eder. Ertesi gün 30 dakika süren bir telefon görüşmesi sonrasında hazırlanan rapor, UFO’ları inceleyen ordu komitesi olan “Project Blue Book“a gönderilir. Olaydan bir kaç gün sonra Betty, kütüphaneden UFO’larla ilgili bir kaç kitap alır.

Betty, 2 hafta sonra tekrar eden kabuslar görmeye başlar. Hatırlayamadıkları zaman dilimi hipnozcu doktorların yardımıyla açığa çıkar. Buna göre Betty ve Barney Hill, insansı uzaylıların bulunduğu uzay gemisine götürülmüş ve üstlerinde deneyler yapılmıştı. Uzaylılar ufak tefektir ve aksanları kötü olsa da İngilizce konuşmaktadırlar. Uzaylılardan bir tanesi Betty’den deri, tırnak, saç örnekleri alır; karnına uzun bir iğne batırır ve Betty acı duyunca elini Betty’nin kafasına koyar ve acı kaybolur.

Betty “lider” olarak tanıtılan uzaylıyla konuşurken içeri bir başka uzaylı girer ve değişik bir dilde lidere bir şeyler anlatır, sonra ikisi birden odadan ayrılır. Geri geldiklerinde lider Betty’nin dişlerini inceleyip sökmeye çalışır, ama beceremez. Niye Barney’in dişlerinin kolayca çıktığını sorunca Betty onların protez olduğunu ve insanların yaşlandıkça dişlerini kaybettiklerini söyler. Lider “yaşlanma” kavramını anlayamamıştır. Betty “yıl” kavramını anlatmaya çalıştıysa da onu da anlamamıştır.

Betty bu karşılaşmayı ispatlayabilmesi için bir “hatıra” ister. Lider de kadını bir başka odaya götürerek geniş bir kitapı almasına izin verir. Betty sonra nereden geldiklerini sorar. Lider de bir yıldız haritası çıkarır. Haritada değişik yıldızlar ve rotalar işaretlidir. Uzaylı Betty’e dünyanın yerini haritada bulup bulamayacağını sorar, o da bulamayacağını söylediğinde Betty’e konuya yabancı olduğu için nereden geldiğini anlatamayacağını söyler.

Bu sırada Barney odaya getirilir ve gemiden dışarı yönlendirilirler. Ancak uzaylılar aralarında tartışmaya başlarlar ve lider Betty’e verdiği kitabı geri ister. Diğer uzaylıların bu karşılaşmayı hatırlamasını bile istemediğini söylerler ama Betty “ne olursa olsun bir gün bu olayı hatırlayacağım” şeklinde cevap verir. Betty ve Barney Hill arabalarına geri bırakılır ve gemi uzaklaştıktan sonra tekrar yola koyulur ve eve giderler.  (Wikipedia’dan özet tercüme).

Betty ve Barney Hill

Uzaylıların dünyayı ziyaret ettikleri ve bazı insanları kaçırıp üstlerinde deneyler yaptıkları çok yaygın bir inanış. Amerikalıların yarısı bu somut kanıtı olmayan olağanüstü iddiaya inanıyor. Ancak bu kaçırılma olaylarının detayları biraz incelendiğinde gerçek olmama olasılıkları, gerçek olma olasılıklarının önüne geçiyor. Öncelikle daha önce de belirttiğim gibi, evrende başka bir yerde aynı bizimki gibi bir bilinçli türün evrimleşmiş olma ihtimali var. Öte yandan evrim her zaman zeki canlılar oluşturacak diye bir kaide de yok – o yüzden evrendeki tek zeki canlı örneği biz de olabiliriz. Bu konuda bir şey söylemek için yeterli kanıtımız yok. Ancak unutulmaması gereken şeylerin en başında yıldızlararası yolculuğun hiç de
kolay olmadığı geliyor.

Bizim Güneşten uzaklığımız 500 ışık saniyesi. Güneşe en yakın yıldız 4 ışık yılı uzaktaki Alpha Centauri. Bu kulağa yakın gibi gelse de aslında 42,5 trilyon kilometre uzakta. Saatte bir milyon km hızla gidiyor olsak bile oraya varmamız 4850 yıl sürer. An itibariyle en hızlı uzay aracı olan Helios, saatte 253000 km hızla gidebiliyor ve onun Alpha Centauri’ye varması 19000 yıl alır. İnsanlığın bilinen tarihinin topu topu 10.000 sene kadar olduğunu düşünürsek bu sürenin ne kadar uzun olduğunu anlayabiliriz. (Rakamlar yaklaşıktır)

Diğer gezegenlerdeki zeki yaşam ihtimaline rağmen, o gezegenlerden yayınlanacak bir radyo sinyalinin üstünde yaşam olan başka bir gezegene rastlaması olasılığı çok düşük. Tam olarak nereye gideceğinizi bilmeden uzayda zeki yaşam aramak boş bir uğraş olurdu. Bununla birlikte sinyali sonunda aldığımızda ve yerini belirlediğimizde bile o sinyalin kaynağından yüzlerce hatta binlerce yıl önce çıktığını düşünürsek o kaynağın artık o noktada olmama olasılığını da düşünmemiz gerekir.

Diğer bir deyişle, evrende zeki canlıların var olması ihtimali varken o canlılara ulaşmak (ya da onların bize ulaşması) ve o canlıların yerini tespit etmek (ya da onların bizi bulması) çok da kolay işler değil. Zeki canlıların yerini tespit etsek bile onlara ulaşabilmemiz için binlerce yıl sürecek yolculukları yapabiliyor olmamız gereklidir. Bu da yolculuğu gerçekleştirecek kişileri (ve/veya torunlarını) binlerce yıl canlı tutabilmeyi, binlerce yıllık uzay yolculuğuna dayanabilecek gemiler inşa edebilmeyi gerektirir. Bu problemler aşılması imkansız olmasa da yıldızlararası yolculuğun gerçekleşme ihtimalini epey düşürdükleri açık.

Olasılıklar çok düşük olsa da, uzay seyahati imkansız değil. Belki de gerçekten gerekli teknolojiye sahip, bu yolculukları yapabilecek kaynaklara sahip medeniyetler var. Peki böyle bir medeniyetten gelen uzaylılar dünyaya insanları kaçırıp üstlerinde ilkel deneyler mi yapmaya geliyorlar? En basitinden daha doğru dürüst uzaya çıkamamış olan insanoğlu, DNA’yı kullanarak klonlar üretebiliyor. Uzaylılar zeki canlılar niye sürekli insanları (ya da hayvanları) kaçırıyorlar? Bir tanesini kaçırıp ondan DNA örneği alıp sonra o DNA örneğinden ne istiyorlarsa öğrenmeyi akıl edemiyorlar mı? Ya da Hill’lerin hikayesini ele alalım. Sizce bu uzaklıkları aşmayı becermiş bir medeniyet, Betty’nin aktardığı şekilde bir muayeneye ihtiyaç duyar mı? Ya da hala kitap kullanır mı?

Peki bu hikayelerdeki bir çok ortak noktayı nasıl açıklarız? Çok basit, o da insanların başına gelen doğal olayların algılanışının kültür vasıtasıyla aktarılan bilgilerin süzgecinden geçmesi ve kişinin başından geçen olayı farklı yorumlaması. Bugün hemen hemen hepimiz uzaylıların en popüler tasvirine aşinayız. Bu bilgi bize medyadan, filmlerden, kitaplardan ve başka insanlardan geliyor. Tariflere uyan doğal bir olay yaşadığımızda ne yaşadığımızı bilmiyorsak, ama tarifini bildiğimiz bir şeye uyuyorsa o zaman yaşadığımız olayı en iyi bildiğimiz tarife uydurmak bizim için gayet doğal bir tepki. Örneğin “uyku felci” olarak bilinen şeyi doğu medeniyetleri karabasanlara atfederken, batıda bu olay 1940’lara kadar cinlere ve şeytanlara; 1940’lı yıllar gelip bilim kurgu yayınları popülarite kazanınca da uzaylılara atfedilmeye başlandı. Halbuki insanlar uyku felcinin ne olduğunu bilseler, ne karabasanlar ne de uzaylılara gerek kalmadan yaşadıklarını açıklayabiliyor olacaklardı.

Betty ve Barney Hill olayındaki hipnoz seansından bahsetmiştik. Bu seans sırasında Barney’in yaptığı uzaylı tarifi, 12 gün önce yayınlanan bir bilim kurgu dizisi olan “The Outer Limits”teki uzaylı tarifine tıpatıp uyuyordu. Buna benzer bir şekilde, uzaylı kaçırmalarına dair en temel temalar da 1930’larda yayınlanan “Buck Rogers” isimli çizgi roman serisinde bulunabiliyor.

Bu tema çoğunlukla

  • kaçırılma, (burada önce muayene, sonra uzaylıların kaçırdıkları kişiyle sohbet etmeleri gemiyi gezdirmeleri gibi şeyler de görülür)
  • olayı hatırlamama – hafıza kaybı – kayıp zaman dilimleri,
  • hipnoz seansı sonrasında kaçırılma ve deneyleri hatırlama,

şeklinde oluşur. Bazı kaçırılma vakalarında kurbanlar kendilerine bir mikroçip ya da benzeri bir cisim yerleştirildiğini söylerler ve buna kanıt olarak yara izlerini gösterirler. Hepsi de uzaylıları aşağı yukarı aynı fiziksel özelliklere sahip olarak tarif ederler.

Uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını iddia edenlerin tek kanıtları, kendi sözleridir. Ünlü UFO araştırmacısı (ve çürütücüsü) Philip Klass “insanoğlu hatıra biriktirmeyi çok seven bir türdür.  Niye bu insanların hiç birisi karşılaşmalarını kanıtlayabilecek bir hatıra almayı akıl edemiyor?” diye sormuştur. Görgü tanıklığının güvenilmezliğine daha önce değinmiştim.

Betty ve Barney Hill vakasında bir diğer ilginç olay yıldız haritasıdır. Betty Hill, uzaylıların kendisine gösterdiği yıldız haritasını sonradan çizmiştir ve bu haritanın Zeta Reticuli yıldız sistemi perspektifinden Dünya ve çevresindeki gezegenler olduğu iddia edilmiştir. Hemen altta Carl Sagan’ın konuyu ele aldığı 10 dakikalık videoyu izleyebilirsiniz. Video İngilizce ve youtube’da. İzlemek istemeyenler için özetleyeyim; Betty Hill’in çizdiği haritadaki yıldız noktaları arasında belli bir şekilde çizgiler çekilirse o zaman yıldız haritası gerçekten de Zeta Reticuli yıldız sistemi perspektifinden çizilmiş gibi görünebilmektedir. Ancak çizgiler olmadan baktığımızda herhangi bir benzerlik görülmemektedir.Video’da 5. dakikadan sonraki kısımda resimlerle izleyebilirsiniz.


(Ktunnel vs gibi siteler vasıtasıyla izlemek için videonun tam ismi : “Cosmos – 12: Encyclopedia Galactica 1/6” )

Bu insanların yaşadığı şey nedir peki? Bu olayları en iyi “ortak kültürel yanılgı” terimiyle açıklayabiliyoruz. Bu olay “near death experience” ya da NDE (ölüme yaklaşan kişilerin deneyimleri) olarak bilinen “tünelin ucundaki ışık, büyük bir huzur hissi, kendi vücuduna yukarıdan bakma” hislerini yaşayan insanlarınkine benzerdir. Bu ortak deneyimler bu deneyimlerin fantazi olmadığını ispatlamaz. Büyük ihtimalle benzer hayat deneyimleri ve ölüm beklentilerine sahip insanların benzer beyinsel durumlara (yüksek stres altında beynin salgıladığı kimyasallar ya da elektrik tepkiler) sahip olduklarında gördükleri şeylerdir. Elimizdeki iki alternatif NDE yaşayan insanların deli ya da gerçekten öteki dünyaya gidip geri geldikleri değildir. Üçüncü bir alternatifimiz vardır ve olayla ilgili gayet doğal açıklamalar mevcuttur.

Uzaylılar tarafından kaçırılanların durumları da buna çok benzerdir. Her iki grubun da yaşadıkları deneyime dair tek kanıtları, kendi ifadeleri ve olayla ilgili hatırladıklarıdır. Uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını idda edip de uzaylılarla ilgili bir kitap okumamış olan, bir film izlememiş olan birisini bulmak çok zordur. Bir de “hipnoz seansı” sırasında kişinin yaşadıklarını telkin yoluyla anlatması için cesaretlendirerek yönlendiren UFO heveslisi terapistleri hesaba katarsak (evet böyle kişiler var) o zaman bu ifadelerin niye şüpheyle yaklaşılması gerektiğini anlayabiliriz.

Eğer yazının başında biraz bahsettiğimiz büyük mesafeleri katedebilecek kadar zeki canlılar dünyayı ziyaret ediyorsa, bu ziyaretleri tarih boyunca yaptıklarını düşünmek çok da saçma olmayacaktır. Ancak eski insanların yanılgıları uzaylıları değil cinleri – şeytanları içeriyordu. Uzaylılar, 20. yüz yılda ortaya çıkan bir kavram. Bugün biz nasıl bir şeytanın bir hayvan kılığında gelip bir kadını hamile bıraktığı iddiasına gülebiliyorsak uzaylıların birilerini cinsel ilişki ve deneyler için kaçırdığı iddiasına da 15.yy’da yaşayan kişilerin gülmesi çok büyük olasılıktır. Zira bu olaylar karşılıklı olarak iki grubun da önyargılarına ve beklentilerine ters düşüyor. Sanat eserlerinde görüldüğü iddia edilen uçan daireler de uçan daire ya da uzaylı değil, tamamı dini motiflerdir.

Uzaylılar tarafından kaçırılma vakalarında hüsnü kuruntunun yerini de yadsımamak gereklidir. Bu hayattan daha yüksek bir boyuta geçmek, üstün bir varlık tarafından bir görev için seçilmek, bu vücudu ve hayatı daha iyi bir boyut için terketmek isteği hem uzaylı kaçırmalarını hem de dini deneyimleri etkileyebilecek doğal isteklerdir.

Bu insanların yaşadıkları şeylerde tarif ettikleri ortak noktaların beyinde fiziksel karşılıkları da olabilir. Makinedeki Hayalet isimli yazıda kendisinden bahsettiğim Michael Persinger NDE yaşayan kişilerin yaşadıklarını beynin belli yerlerini uyararak tekrar edebileceğimizi göstermiştir. Buna benzer bir şekilde pilot eğitimlerinde yüksek G gücüne maruz kalan kişiler de bayıldıklarında hemen hemen aynı deneyimi geçirmişlerdir. Yani belli beyinsel durumlar, belli hayalleri oluşturabilmektedir. Uzaylılar, konuşulan dil, görülen semboller gibi şeyler de spesifik bir beyin durumuyla ilgili olabilir. Bu beyin durumu da uyku felci, hafif epilepsi krizleri gibi şeylerle ilgili olabilir. Uyku felci uyku hali ve uyanıklık arasındaki durum olan ve Hypnagogia (uykuya dalma) veya hypnopompic (uykudan uyanma) olarak bilinen vücut durumunda oluşur ve bu iki hal bazı insanların halisünasyon görmelerine sebep olmaktadır. Kaçırıldığını iddia eden kişilerin “hareket edememe, korku duyma, sesinin çıkmaması, yanında birisinin varlığını hissetmesi, göğsüne birisinin bastırması” gibi şeyleri tarif etmesi uyku felcine birebir uyan semptomlardır. Aynı şekilde bizde karabasan diye bilinen olay da uyku felciyle ve bazen oluşan halisünasyonlarla açıklanabilir.

Elbette bir de psikolojik hastalıklar konusu var. Nöro taşıyıcıların hareketlerini düzenleyen ilaçlarla tedavi edilen şizofreni ya da manik depresyon hastaları sık sık Tanrı, Şeytan, uzaylılar, cinler, devlet görevlileri (gizli ajanlar vs) ile ilgili olaylar yaşadıklarını sanırlar.

UFOların indiği iddia edilen İngilterede bir çiftlik

UFO'ların indiği iddia edilen İngiltere'de bir çiftlik

Uzaylıların insanları kaçırdığına dair hikayeler makul ve akla yatkın gelmese de somut kanıt sunulduğu takdirde en katı şüpheci bile olayla ilgilenecektir. Ne yazık ki, bu olaylarla ilgili sunulan somut kanıtlar yetersizdir. Örneğin uzaylıların indiği iddia edilen yerlerde görülen izler incelendiğinde bunların mantar olduğu ya da başka doğal açıklamalar olduğu görülmüştür.

Ya da kaçırıldığını iddia eden kişilerin vücutlarında bulunan izler vardır. Bu izler de gayet doğal olaylarla açıklanabilmektedir. Bazı durumlarda bu kişiler vücutlarına mikroçip – verici gibi şeyler yerleştirildiğini iddia etmektedir ancak iş bu iddiayı ciddi bir şekilde incelemeye geldiğinde kimse vücuduna yerleştirilen mikroçipleri ya da vericileri standart bilimsel deneylere tabi tutmaya yanaşmamaktadır. Özetle, kaçırılma vakalarındaki kanıtlar arasında fiziksel kanıtlar en zayıfı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ufoloji

UFO, ya da İngilizce açılımıyla Unidentified Flying Objects , Türkçe ismiyle Tanımlanamayan Uçan Nesneler, kesinlikle var. Eğer gökyüzünde uçan ve tanıdık gelmeyen bir nesne görürseniz bu o nesneyi birisi (ya da siz) tanımlayabilene kadar UFO kategorisine sokuyor. Örneğin uçaklar hakkında çok fazla bir şey bilmeyen benim için yerden baktığım zaman havada giden bir nesne tanımlayamadığım bir uçan nesne iken uçakları ve havacılığı hobi olarak benimseyen yakın bir arkadaşım nesnenin arkasında bıraktığı egzosta ve tahmimi yüksekliğine bakarak uçağın modelini bile söyleyebiliyor. Buna benzer bir şekilde geceleyin gökzüyünde görülen ilginç ışıklar hareket ettiğinde uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine tüm kalbiyle inanan bir başka arkadaşım onları hemen “uçan daire” sınıfına sokarken, kıyısından köşesinden Astronomiye meraklı olan bir başka arkadaşım ışıkların atmosfere girip yanan meteorlar olduğunu söyleyebiliyor. O yüzden “tanımlanamayan uçan nesne” kavramı hem subjektif hem de bir çok şeyi içine alabilen bir tanım.
Peki tanımlanamayan uçan nesnelerin Dünya dışı varlıklarla ilgili olduğunu nereden çıkarıyoruz.
1-Gördüğümüz şey bildiğimiz şeylere benzemiyor.
2-UFO’larla ilgili koşullanmalarımız başka açıklamaların önüne geçiyor.
Tanımlanamayan uçan nesneleri inceleyen insanlar yaptıkları şeyin bir bilim olduğunu ve isminin UFOloji olduğunu söylüyorlar. Peki Uofoloji gerçek bir bilim olarak kabul edilebilir mi? Emekleme aşamasında bir bilim mi, keşfedilmeyi bekleyen bir bilim mi yoksa sadece toplu bir histeri mi?
Öncelikle UFO’ların gerçekten uzaylıların taşıtları olma ihtimali, yani uzay gemisi olma ihtimali var. Her şey mümkün. Evren çok büyük ve eğer canlı yaşam Dünya’da oluşmuşsa, başka gezegenlerde de oluşabilir. İhtimal düşük, ama İnsanoğluna benzer bir akıllı ırk da oluşmuş olabilir. Bu ırk belki bizden daha önce gelişip teknolojide bizden ileri de gitmiş ve inanılması güç uzaklıkları aşabilecek uzay gemileri yapmış da olabilir. Diğer bir deyişle kimse 100% eminlikle UFO olaylarında uzaylıların parmağı olmadığını söyleyemez. Ancak diğer taraftan bakınca da, kimse sırf tatmin edici bir şekilde açıklanamıyor diye “UFO’lar uzaylıların gemileridir” gibi bir çıkarım da yapamaz.
Ufoloji, geleneksel bilim tarafından çoğunlukla dikkate alınmayan bir konu. Ufoloji meraklıları ise kendilerini Galileo, Pasteur ve Darwin gibi zamanının “kafir” ve sonradan haklı çıkan bilim adamları gibi olduklarını ve bir gün haklılıklarının kanıtlanacağını, bugün kendilerini ciddiye almayanların sadece geri kafalı olduklarını söylüyorlar. Ancak işin gerçeği, geçmişte “kafir” olarak adlandırılan ve teorileri kabul görmeyen bilim adamlarının çok çok azının fikirleri 100 sene sonra da kabul görüyor. Bilim hatalarını ayıklayarak problemleri çözerek ve işe yaramayan teorileri çöpe atarak ilerleyen bir yönteme sahip. Tarihte çok fazla Galileo, Pasteur ya da Darwin yok. Onların bile yanıldıkları noktalar var. Bilimise  işine yarayan kısımları saklayıp gerisini bırakarak ilerlemeye devam ediyor. Peki Ufoloji ne kadar ilerlemiş durumda?
UFO’ların ortaya çıkışından 60 yıl sonra bile elimizde tek bir sağlam somut kanıt yok. Bir tane bile. Bu 60 sene zarfında Dünya ve Evreni hem mikro hem de makro seviyede anlayışımızda dramatik değişiklikler olmasına rağmen UFO’larla ilgili bildiklerimiz hala 60 sene önceki seviyede.
Geleneksel bilimin Ufoloji ile ilgili şüpheleri Ufolojinin kendisinden kaynaklı problemlere dayanıyor. Ufoloji hakkındaki negatif görüşlerin büyük bir kısmı -ufolojiye ciddiyetle yaklaşan bir avuç insana rağmen- şarlatanların ve sahtekarların konuya olan yakın ilgisi yüzünden ortaya çıksa da, ufolojinin temelinde yatan felsefi problemler konunun ciddi olarak ele alınmasının ve meşru bir bilim dalı olarak kabul görmesinin önündeki engel olarak karşımıza çıkıyor.
Ufolojinin en çok eleştiri aldığı nokta diğer bilim dallarıyla aynı kurallara göre ele alınmak istememesi ve özel muamele talep etmesi. Bu özel muamele Ufolojinin bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu bilginin sağlamasının yapılması, test edilmesi ve ispat yükümlülüğü prensiplerinden muaf olmasını gerektiriyor. Ufolojistlerin en büyük kozu, on binlerce UFO vakasının çok çok küçük bir kısmının sıradan fenomenler aracılığıyla henüz açıklanamıyor olması. Ancak bu geçerli bir argüman olmaktan çok uzak. Varsayımsal bir negatiften (tüm çabalara rağmen bazı UFO olayları açıklanamıyor) bir pozitif (UFO’lar uzaylıdır) çıkarım yapmak bariz bir mantık hatasıdır.
Bilimin bir negatifi ispat etmesini beklemek yanlıştır ve ispat yükümlülüğünün haksız bir şekilde karşı tarafa atılmasıdır. İspat yükümlülüğü açıklanamayan uçan nesne vakalarının alt alta sıralanmasıyla değil, bir tane bile olsa dünya dışılığı kesin olan bir somut kanıtla yerine getirilmelidir. Bilgi eksikliği, gözlemin tekrarlanamaması, yanlış tanıklık, kişisel eğilimler ve önyargıların tanık ifadelerini güvenilmez kılması, yalanlar, dedikodular, aldatmacalar ve benzeri sebepler yüzünden açıklanamayacak UFO vakalarının olması kesindir. Açıklanamayan az sayıdaki olay, “uzaylı hipotezi”ni çürüten on binlerce aydınlatılmış olayı bir yana atarak uzaylı hipotezini kabul etmemiz için yeterli bir kanıt değildir.
UFO gözlemlerini çürütmek için güvenilir olmayan, sarhoş, yalancı tanıklar düşünmemize gerek yoktur. UFO gördüğünü iddia eden insanların büyük çoğunluğu olağanüstü durumlarla karşı karşıya kalmış dürüst, ayık ve zeki insanlardır. Ancak daha önce de bahsettiğim gibi dürüst ifadelerin güvenilir olmaktan uzak olmasına sebep olan faktörler vardır. Garip tesadüfler, insan algısı ve hafızasının yetersizliği, nadir görülen ve henüz tam anlaşılamayan doğal olaylar sebebiyle bir miktar açıklanamayan olay zaten olacaktır. Bunlara ek olarak insanların sorumlu olduğu ve gizli tutulan olaylar da bu açıklanamayan olayların arkasındaki sebep olabilir. Askeri güvenliğe, kanun dışı aktivitelere ya da doğrudan cehalete bağlanabilecek olaylar da bu açıklanamayan uçan nesnelerin aydınlatılmasının önüne geçebilmektedir. Bu olaylar belki hiç bir zaman aydınlatılamayacak, ancak bu “doğaüstü kartı”nı oynamak için bir sebep değil.
Bu olaylara benzer şekilde çözülemeyen cinayetler, bulunamayan kayıp insanlar, aydınlatılamayan uçak ve araba kazaları ve bunlara benzer şekilde konuyla ilgili bilgimizin tam olmaması sebebiyle açıklanamayan olaylar söz konusu olduğu zaman bunların “doğaüstü katiller” ya da “insanları kaçıran olağanüstü fidyeciler” ya da “dünya dışı trafik sabotajcıları” olduklarını düşünmediğimiz gibi açıklanamayan UFO vakalarında da doğaüstü bir müdahaleyi senaryoya dahil etmek için bir sebebimiz yoktur. Bu olaylar hiç bir hipotez için kanıt oluşturamazlar.
Durum buyken Ufoloji meraklılarının ortaya koydukları “kanıtların” somut kanıt değil de daha çok “ikna”ya dayalı ifadeler olduğunu görmek bizi şaşırtmamalı. Hatta reklamcıların kullandıkları taktikleri Ufoloji meraklılarının bol bol kullandığını görebiliyoruz. Otoriteye dayanan argüman (30 yıllık pilot uzay gemileri gördü, falanca üniversitede ufoloji üzerine çalışmalar yapılıyor) ; sonuçlara atıfta bulunmak (Evren o kadar büyük ki , akıllı başka ırklar bulunuyor olmalı) ; topluluğa dayanan argüman (dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor); komplo argümanı (hükümetler uzaylıları gizliyorlar) ve daha bir çok tanıdık mantıksal safsata UFO vakaları ve Ufolojiyle ilgili konularda karşımıza çıkıyor. Bu tür mantık hatalarını (ya da bilinçli olarak kullanılan mantık oyunlarını) tanıyabilmek, UFO’larla ilgili gerçeklere ulaşmamızda çıkmaz sokaklara girmemize engel olacağından önemli diye düşünüyorum.
Bunlara ek olarak UFO’larla ilgili yayınlanan bilgilerin çok büyük bir kısmı tamamen saçmalıktan ibaret. UFO’ların ilgi çekici bir konu olması medyanın bundan faydalanarak sansasyonel haberleri gerçeklerin önüne geçirmesine sebep oluyor ve bu durum insanların büyük bölümünün UFO’lar hakkındaki bilgilerinin bu yanlış haberler sonucunda şekillenmesine yol açıyor. Bu yüzden de “dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor” derken uzaylı ziyaretlerinin gerçekliğinden değil, medyanın insanları bu hikayelere ne kadar iyi inandırdığından bahsetmiş oluyoruz.
Örnek vermek gerekirse Amerikan Başkanı Jimmy Carter 1969 yılında vali iken bir UFO gördüğünü bildirir. Bir çok Ufoloji meraklısı bunu bir kanıt olarak kabul etse de olaya şüpheyle yaklaşan Robert Sheaffer isimli araştırmacı tarafından incelendi ve aydınlatıldı. Buna rağmen medya aydınlatılan bir UFO vakasını sansasyonel haberden saymadığı için Jimmy Carter’ın UFO hikayesi bugün bile tekrarlanan bir hikaye olarak güncelliğini koruyor. Bu olayların açıklandığı UFO meraklılarına söylendiği zaman da cevap hazır “hükümet gizliyor”.
Bu olay Ufolojinin felsefesindeki zayıflığı ortaya koyan cinsten. İspat yükümlülüğü, iddia sahibindedir. Ancak UFO konusunda tanımlanamayan cismin dünyevi bir olay olduğunu ispatlama yükümlülüğü nedense UFO’lara şüpheyle yaklaşanlara yüklenmeye çalışılmaktadır. Yine de bir çok UFO olayını aydınlatan olayları oldukları gibi ve uzaylılara kanıt olarak kabul eden Ufoloji meraklıları değil, olaydan şüphe duyan skeptiklerdir.
Buna rağmen bilimin kuralları açık ve nettir : olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıtlar gerektirir. Eğer kanıtlara dayanan dünya görüşümüzü değiştireceksek bunu sağlam ve somut kanıtlara dayanarak yapmamız gerekir. Ancak Ufoloji meraklılarına göre açıklanamayan olayların varlığı, dünya görüşümüzü ve bilimi değiştirmek için yeterli bir sebeptir. Bu da açıktır ki Ufolojinin bir bilim olmadığını göstermeye yetmektedir.
Peki Ufoloji bir bilim değilse nedir? Bir hobi, bir merak, bir eğlence olabilir. Gerçek bilimi zor ya da sıkıcı bulan ama bir şekilde dünyayı anlamaya çalışan insanların bu ihtiyaçlarını giderebildikleri bir araç da olabilir. Belli olan bir şey var ki, o da Ufoloji meraklıları bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu katı bilimsel yöntemleri kullanmaya başlamadan ne sağlam bilgiler sunabilir ne de bir bilim dalı olarak kabul edilebilir.
Belki ileriki yıllarda bilimsel tetkiklere dayanabilecek kadar sağlam kanıtlar çıkar ve bu gerçekten de bilimsel olarak çok önemli bir mihenk taşı olur. Ancak an itibariyle sağlam kanıtlara sahip olmadığımız gibi, açıklanamayan olaylar için uzaylıları suçlamamızın hiç bir anlamı yoktur.

UFO, ya da İngilizce açılımıyla Unidentified Flying Objects , Türkçe ismiyle Tanımlanamayan Uçan Nesneler, kesinlikle var. Eğer gökyüzünde uçan ve tanıdık gelmeyen bir nesne görürseniz bu o nesneyi birisi (ya da siz) tanımlayabilene kadar UFO kategorisine sokuyor. Örneğin uçaklar hakkında çok fazla bir şey bilmeyen benim için yerden baktığım zaman havada giden bir nesne tanımlayamadığım bir uçan nesne iken uçakları ve havacılığı hobi olarak benimseyen yakın bir arkadaşım nesnenin arkasında bıraktığı egzosta ve tahmini yüksekliğine bakarak uçağın modelini bile söyleyebiliyor. Buna benzer bir şekilde geceleyin gökzüyünde görülen ilginç ışıklar hareket ettiğinde uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine tüm kalbiyle inanan bir başka arkadaşım onları hemen “uçan daire” sınıfına sokarken, kıyısından köşesinden Astronomiye meraklı olan bir başka arkadaşım ışıkların atmosfere girip yanan meteorlar olduğunu söyleyebiliyor. O yüzden “tanımlanamayan uçan nesne” kavramı hem subjektif hem de bir çok şeyi içine alabilen bir tanım.

Peki tanımlanamayan uçan nesnelerin Dünya dışı varlıklarla ilgili olduğunu nereden çıkarıyoruz?

  • Gördüğümüz şey bildiğimiz şeylere benzemiyor.
  • UFO’larla ilgili koşullanmalarımız başka açıklamaların önüne geçiyor.

Tanımlanamayan uçan nesneleri inceleyen insanlar yaptıkları şeyin bir bilim olduğunu ve isminin UFOloji olduğunu söylüyorlar. Peki Uofoloji gerçek bir bilim olarak kabul edilebilir mi? Emekleme aşamasında bir bilim mi, keşfedilmeyi bekleyen bir bilim mi yoksa sadece toplu bir histeri mi?

Öncelikle UFO’ların gerçekten uzaylıların taşıtları olma ihtimali, yani uzay gemisi olma ihtimali var. Her şey mümkün. Evren çok büyük ve eğer canlı yaşam Dünya’da oluşmuşsa, başka gezegenlerde de oluşabilir. İhtimal düşük, ama İnsanoğluna benzer bir akıllı ırk da oluşmuş olabilir. Bu ırk belki bizden daha önce gelişip teknolojide bizden ileri de gitmiş ve inanılması güç uzaklıkları aşabilecek uzay gemileri yapmış da olabilir. Diğer bir deyişle kimse 100% eminlikle UFO olaylarında uzaylıların parmağı olmadığını söyleyemez. Ancak diğer taraftan bakınca da, kimse sırf tatmin edici bir şekilde açıklanamıyor diye “UFO’lar uzaylıların gemileridir” gibi bir çıkarım da yapamaz.

Ufoloji, geleneksel bilim tarafından çoğunlukla dikkate alınmayan bir konu. Ufoloji meraklıları ise kendilerini Galileo, Pasteur ve Darwin gibi zamanının “kafir” ve sonradan haklı çıkan bilim adamları gibi olduklarını ve bir gün haklılıklarının kanıtlanacağını, bugün kendilerini ciddiye almayanların sadece geri kafalı olduklarını söylüyorlar. Ancak işin gerçeği, geçmişte “kafir” olarak adlandırılan ve teorileri kabul görmeyen bilim adamlarının çok çok azının fikirleri 100 sene sonra da kabul görüyor. Bilim hatalarını ayıklayarak problemleri çözerek ve işe yaramayan teorileri çöpe atarak ilerleyen bir yönteme sahip. Tarihte çok fazla Galileo, Pasteur ya da Darwin yok. Onların bile yanıldıkları noktalar var. Bilimise  işine yarayan kısımları saklayıp gerisini bırakarak ilerlemeye devam ediyor. Peki Ufoloji ne kadar ilerlemiş durumda?

UFO’ların ortaya çıkışından 60 yıl sonra bile elimizde tek bir sağlam somut kanıt yok. Bir tane bile. Bu 60 sene zarfında Dünya ve Evreni hem mikro hem de makro seviyede anlayışımızda dramatik değişiklikler olmasına rağmen UFO’larla ilgili bildiklerimiz hala 60 sene önceki seviyede.

Geleneksel bilimin Ufoloji ile ilgili şüpheleri Ufolojinin kendisinden kaynaklı problemlere dayanıyor. Ufoloji hakkındaki negatif görüşlerin büyük bir kısmı -ufolojiye ciddiyetle yaklaşan bir avuç insana rağmen- şarlatanların ve sahtekarların konuya olan yakın ilgisi yüzünden ortaya çıksa da, ufolojinin temelinde yatan felsefi problemler konunun ciddi olarak ele alınmasının ve meşru bir bilim dalı olarak kabul görmesinin önündeki engel olarak karşımıza çıkıyor.

Ufolojinin en çok eleştiri aldığı nokta diğer bilim dallarıyla aynı kurallara göre ele alınmak istememesi ve özel muamele talep etmesi. Bu özel muamele Ufolojinin bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu bilginin sağlamasının yapılması, test edilmesi ve ispat yükümlülüğü prensiplerinden muaf olmasını gerektiriyor. Ufolojistlerin en büyük kozu, on binlerce UFO vakasının çok çok küçük bir kısmının sıradan fenomenler aracılığıyla henüz açıklanamıyor olması. Ancak bu geçerli bir argüman olmaktan çok uzak. Varsayımsal bir negatiften (tüm çabalara rağmen bazı UFO olayları açıklanamıyor) bir pozitif (UFO’lar uzaylıdır) çıkarım yapmak bariz bir mantık hatasıdır.

Bilimin bir negatifi ispat etmesini beklemek yanlıştır ve ispat yükümlülüğünün haksız bir şekilde karşı tarafa atılmasıdır. İspat yükümlülüğü açıklanamayan uçan nesne vakalarının alt alta sıralanmasıyla değil, bir tane bile olsa dünya dışılığı kesin olan bir somut kanıtla yerine getirilmelidir. Bilgi eksikliği, gözlemin tekrarlanamaması, yanlış tanıklık, kişisel eğilimler ve önyargıların tanık ifadelerini güvenilmez kılması, yalanlar, dedikodular, aldatmacalar ve benzeri sebepler yüzünden açıklanamayacak UFO vakalarının olması kesindir. Açıklanamayan az sayıdaki olay, “uzaylı hipotezi”ni çürüten on binlerce aydınlatılmış olayı bir yana atarak uzaylı hipotezini kabul etmemiz için yeterli bir kanıt değildir.

UFO gözlemlerini çürütmek için güvenilir olmayan, sarhoş, yalancı tanıklar düşünmemize gerek yoktur. UFO gördüğünü iddia eden insanların büyük çoğunluğu olağanüstü durumlarla karşı karşıya kalmış dürüst, ayık ve zeki insanlardır. Ancak daha önce de bahsettiğim gibi dürüst ifadelerin güvenilir olmaktan uzak olmasına sebep olan faktörler vardır. Garip tesadüfler, insan algısı ve hafızasının yetersizliği, nadir görülen ve henüz tam anlaşılamayan doğal olaylar sebebiyle bir miktar açıklanamayan olay zaten olacaktır. Bunlara ek olarak insanların sorumlu olduğu ve gizli tutulan olaylar da bu açıklanamayan olayların arkasındaki sebep olabilir. Askeri güvenliğe, kanun dışı aktivitelere ya da doğrudan cehalete bağlanabilecek olaylar da bu açıklanamayan uçan nesnelerin aydınlatılmasının önüne geçebilmektedir. Bu olaylar belki hiç bir zaman aydınlatılamayacak, ancak bu “doğaüstü kartı”nı oynamak için bir sebep değil.

Bu olaylara benzer şekilde çözülemeyen cinayetler, bulunamayan kayıp insanlar, aydınlatılamayan uçak ve araba kazaları ve bunlara benzer şekilde konuyla ilgili bilgimizin tam olmaması sebebiyle açıklanamayan olaylar söz konusu olduğu zaman bunların “doğaüstü katiller” ya da “insanları kaçıran olağanüstü fidyeciler” ya da “dünya dışı trafik sabotajcıları” olduklarını düşünmediğimiz gibi açıklanamayan UFO vakalarında da doğaüstü bir müdahaleyi senaryoya dahil etmek için bir sebebimiz yoktur. Bu olaylar hiç bir hipotez için kanıt oluşturamazlar.

Durum buyken Ufoloji meraklılarının ortaya koydukları “kanıtların” somut kanıt değil de daha çok “ikna”ya dayalı ifadeler olduğunu görmek bizi şaşırtmamalı. Hatta reklamcıların kullandıkları taktikleri Ufoloji meraklılarının bol bol kullandığını görebiliyoruz. Otoriteye dayanan argüman (30 yıllık pilot uzay gemileri gördü, falanca üniversitede ufoloji üzerine çalışmalar yapılıyor) ; sonuçlara atıfta bulunmak (Evren o kadar büyük ki , akıllı başka ırklar bulunuyor olmalı) ; topluluğa dayanan argüman (dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor); komplo argümanı (hükümetler uzaylıları gizliyorlar) ve daha bir çok tanıdık mantıksal safsata UFO vakaları ve Ufolojiyle ilgili konularda karşımıza çıkıyor. Bu tür mantık hatalarını (ya da bilinçli olarak kullanılan mantık oyunlarını) tanıyabilmek, UFO’larla ilgili gerçeklere ulaşmamızda çıkmaz sokaklara girmemize engel olacağından önemli diye düşünüyorum.

Bunlara ek olarak UFO’larla ilgili yayınlanan bilgilerin çok büyük bir kısmı tamamen saçmalıktan ibaret. UFO’ların ilgi çekici bir konu olması medyanın bundan faydalanarak sansasyonel haberleri gerçeklerin önüne geçirmesine sebep oluyor ve bu durum insanların büyük bölümünün UFO’lar hakkındaki bilgilerinin bu yanlış haberler sonucunda şekillenmesine yol açıyor. Bu yüzden de “dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor” derken uzaylı ziyaretlerinin gerçekliğinden değil, medyanın insanları bu hikayelere ne kadar iyi inandırdığından bahsetmiş oluyoruz.

Örnek vermek gerekirse Amerikan Başkanı Jimmy Carter 1969 yılında vali iken bir UFO gördüğünü bildirir. Bir çok Ufoloji meraklısı bunu bir kanıt olarak kabul etse de olaya şüpheyle yaklaşan Robert Sheaffer isimli araştırmacı tarafından incelendi ve aydınlatıldı. Buna rağmen medya aydınlatılan bir UFO vakasını sansasyonel haberden saymadığı için Jimmy Carter’ın UFO hikayesi bugün bile tekrarlanan bir hikaye olarak güncelliğini koruyor. Bu olayların açıklandığı UFO meraklılarına söylendiği zaman da cevap hazır “hükümet gizliyor“.

Bu olay Ufolojinin felsefesindeki zayıflığı ortaya koyan cinsten. İspat yükümlülüğü, iddia sahibindedir. Ancak UFO konusunda tanımlanamayan cismin dünyevi bir olay olduğunu ispatlama yükümlülüğü nedense UFO’lara şüpheyle yaklaşanlara yüklenmeye çalışılmaktadır. Yine de bir çok UFO olayını aydınlatan olayları oldukları gibi ve uzaylılara kanıt olarak kabul eden Ufoloji meraklıları değil, olaydan şüphe duyan skeptiklerdir.

Buna rağmen bilimin kuralları açık ve nettir : olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıtlar gerektirir. Eğer kanıtlara dayanan dünya görüşümüzü değiştireceksek bunu sağlam ve somut kanıtlara dayanarak yapmamız gerekir. Ancak Ufoloji meraklılarına göre açıklanamayan olayların varlığı, dünya görüşümüzü ve bilimi değiştirmek için yeterli bir sebeptir. Bu da açıktır ki Ufolojinin bir bilim olmadığını göstermeye yeter diye düşünüyorum.

Peki Ufoloji bir bilim değilse nedir? Bir hobi, bir merak, bir eğlence olabilir. Gerçek bilimi zor ya da sıkıcı bulan ama bir şekilde dünyayı anlamaya çalışan insanların bu ihtiyaçlarını giderebildikleri bir araç da olabilir. Belli olan bir şey var ki, o da Ufoloji meraklıları bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu katı bilimsel yöntemleri kullanmaya başlamadan ne sağlam bilgiler sunabilir ne de bir bilim dalı olarak kabul edilebilir.

Belki ileriki yıllarda bilimsel tetkiklere dayanabilecek kadar sağlam kanıtlar çıkar ve bu gerçekten de bilimsel olarak çok önemli bir mihenk taşı olur. Ancak an itibariyle sağlam kanıtlara sahip olmadığımız gibi, açıklanamayan olaylar için uzaylıları suçlamamızın hiç bir anlamı yoktur.

Bu yazı tam 30 sene önce Astronom James Oberg tarafından yazılan bir makalenin çoğunlukla tercümesi yer yer de değiştirilmesiyle hazırlandı. İşin ilginç yanı 30 sene önce yazılan bir makalenin bugün bile Ufolojinin içinde bulunduğu duruma neredeyse 100% uyuyor oluşu.

Görgü tanıklığının güvenilirliği üzerine

UFO’lar (ve diğer paranormal olaylar) sözkonusu olduğu zaman, olayı gören insanların tanıklıkları genellikle sunulan kanıtların başında gelir. “20 yıllık pilot gökyüzünde daha önce hiç bir yerde görmediği türden uçan nesneler gördü” ya da “boş arazide arabayla giden adam hemen üstünden inanılmaz hızla bir nesnenin ses çıkarmadan uçtuğunu gördü” şeklindeki ifadeler, UFO hikayelerinin neredeyse klişesidir. Ancak insanların tanıklığının ne derece güvenilir olduğu burada hesaba katılmamaktadır.

Genel kanı, insanların tanıklığının çok sağlam bir kanıt oluşturduğudur. Ancak hukuk sistemi, görgü tanıklarının ifadesini diğer kanıtlardan çok daha az güvenilir bulmaktadır. Görgü tanıklarının ifadeleri, bir olayın gerçekten olup olmadığını değil, tanığın o olayla ilgili anılarını yansıtırlar. Bu tanığın yalan söylediği manasına gelmez ancak algı, zaman algısı, hız, ağırlık, boyut algısı ve detayları hatırlamayla ilgili bilinen problemler dürüst de olsa bir tanığın ifadesinin güvenilirliğini azaltmaktadır.

Tanık ifadelerinin birbirinden farklılık göstermesinin nedenlerinden birisi de budur. Hepsi dürüstçe gördüğü şeyleri anlatan insanlar aslında gerçekte var olanı değil gördüklerine inandıkları ve hatırladıkları şeyi anlatmaktadır ve hem algı hem de hafızadan kaynaklanan limitasyonlar ve problemler; her insanda bulunan önyargı ve eğilimler bu dürüst insanların söylediklerini güvenilir olmaktan uzaklaştırmaktadır.

Burada ufak bir sapma yaparak insanların nasıl duyu organlarından gelen bilgiye anlam kazandırdıklarını gözden geçirelim. Görme duyusunu ele alalım. Göz, retinaya düşen ışığı sinirler vasıtasıyla kodlayarak beyne iletir ve beyinde kodlanmış bilgi çözülerek bir resim oluşur. Buradaki önemli nokta, beynin gelen bilgiyi işlerken sadece gelen bilgiyi işlememesi ve önceki deneyimler ve bilgileri de hesaba katmasıdır. Diğer bir deyişle gözden gelen bilgiler, beyinde zaten var olan deneyim ve önceki bilgilerin filtresinden geçip anlam kazanmaktadır. Beyin gözden gelen problemli bilgilerde ise boşlukları kendisi doldurmaktadır. Sadece boşlukları doldurmakta kalmamakta, aynı zamanda kendisine ters gelen bilgileri de değiştirmektedir.

Bunu bir örnekle açalım. Bir fotokopi makinesi hayal edelim. Fotokopi makinesine bir resim koyuyoruz, ancak kopyalama esnasında resmin kendisinden ya da ortamdan kaynaklanan problemler yüzünden resim fotokopi makinesinin işlemcisine eksik ve yer yer bozuk gidiyor. Normal hayatta, fotokopi makinesi problemli kısımları ayırt etmez ve bastığı resimde yer yer bozulmalar ve boşluklar görülür. Fakat fotokopi makinesinin işlemcisinin boşlukları kendi kafasına göre doldurduğunu ve düzelttiğini varsayalım. Bu durumda basılan resimde boşluklar ya da bozulmalar görünmez, ancak çıkan resim, ilk baştaki resmimizden biraz farklı olur.

Beyin ve duyu organları arasındaki ilişki de bu türden bir ilişkidir. Beyin kendisine gelen problemli bilgilerdeki boşlukları kendisi doldurur, bozuk gördüğü yerleri kendisi düzeltir. Bu yüzden kişinin beynindeki resim ile baktığı şey arasında farklar var olabilir.

1932 yılında Sir Frederic Bartlett tarafından ortaya atılan Şema Teorisine göre insanlar dünyayı daha kolay ve çabuk algılamak için “şemalar” kullanırlar. Örneğin herkesin beynindeki “merdiven” şeması daha önce hiç görmediğiniz bir merdiveni çıkmanızı kolaylaştıran bir araçtır. Yeni bir merdiven gördüğünüz her seferde bir bebek gibi “bu ne acaba” diye düşüneceğimize önümüzdeki merdiveni “merdiven şeması”na oturtup o şemaya göre davranıyoruz.

Ancak şemalar faydalı gibi görünseler de alışılmadık ve şemalara uymayan bilgilerin algılanması ve hatırlanmasında problemlere yol açıyorlar. Örneğin iyi giyimli birisi sokak serserisine bıçak çekerse, olayı görenler daha sonra sokak serserisinin iyi giyimli adama bıçak çektiğini hatırlayabiliyorlar.

Peki beyne problemli bilgi nasıl ulaşır? Yine göz duyusuyla devam edelim. Hepimizin bildiği gibi sağlıklı görebilmek için uygun ışık, uygun uzaklık gibi çevresel faktörlerin belli sınırlar arasında olmasına ihtiyacımız var. Örneğin 3km ötede gece gördüğümüz bisiklet ile 10 metre ötede gündüz (ya da yeterince ışıkla) gördüğümüz bisiklet arasındaki fark aslında aynı olan bisikletin farklı bisikletler olduğunu düşünmemize yol açabilir. Yaşa ya da genel sağlığa bağlı olarak duyu organının kendisinin de problemli olma ihtimali vardır. Ya da yine aynı sebeplerden ötürü beyinde de bir problem olma ihtimali vardır.

Her durumda görgü tanıklarının ifadelerindeki en belirleyici etken hafızadır. Önümüzde duran bir şeyi tam ve gerçeğine en yakın bir şekilde görmüş olsak bile bu şeyin anısı beynimizde sanki bir hard diskte saklanmıyormuş gibi kalmaz. Hafıza bozulmaya eğilimlidir. Bazı parçalar hatırlanırken bazıları unutulabilir, bazı parçalar aslına uygungen bazı parçalar aslından sapabilir. Zaman, önyargı ve önceki deneyimler, dışarıdan gelen etkiler sağlıklı bir şekilde hafızaya yazılmış olan bir anıyı gayet kolay bozabilen faktörlerdir.

Özetle, insanların tanıklığının hem görülen şeylere dair çevresel faktörler, hem görülen şeyin beyinde anlamlandırılması, hem de hatırlanması süreçlerinde gerçekte meydana gelen olaydan sapmalara sebep olabilecek bir çok faktör var. Bu sebeple de insanların tanıklıkları çoğu zaman güvenilir değil ve bir şeyin gerçekliğini ispatlayabilmek için “somut kanıt” dediğimiz şeylere ihtiyacımız var.

Bu konuyla ilgili olarak “Anektod Temelli Kanıtlar” isimli yazıyı da okumak isteyebilirsiniz.

UFO – Tanımlanamayan Uçan Nesneler : Giriş

Bugün bir süre boyunca ele alacağım bir konu olan UFO’larla ilgili diziye başlıyorum. UFO’ların yani tanımlanamayan uçan cisimlerin ne oldukları, Dünya dışı ırkların uçan araçları olup olmadıkları, UFO kaçırmalarının gerçekliği, tarlalarda beliren büyük şekillerin kaynağı, hükümetlerin UFO’ları saklayıp saklamadıkları, UFO videoları, tarihi vesikalarda UFO’lara rastlanıp rastlanmadığı, UFO’ların teoride mümkün olup olmaması gibi temel soruların yanında meşhur UFO olayları ve görüntülerini düzenli olmayan aralıklarla ele alacağım.Ancak önce giriş mahiyetinde kısa bir tarihi bilgi vermek istiyorum.

UFO’lar 1940’lardan beri insanların bir çoğunun ilgisini çeken bir olay olarak zaman zaman özellikle medyada, edebiyat ve sinemada yer bulan bir olgu. En meşhur ve ilk sayılabilecek olay, Amerikalı pilot Kenneth Arnold’un 1947’de gördüğünü iddia ettiği uçan nesneler. Bu tarihten sonra tek tük olan tanımlanamayan uçan nesnelere dair ihbarlarda dramatik bir artış görülmeye başlanıyor. Pilotlar, polisler, askerler, normal halk gördüğü UFO’ları otoritelere ihbar etmeye başlıyor. 1947 yılından itibaren askeri ve hükümete bağlı komiteler ile üniversitelerdeki çalışma grupları bu UFO olaylarını araştırıyorlar. Bu araştırmaların hepsinin vardığı sonuç, UFO vakalarının hepsi olmasa da çoğunun dünyevi kaynaklı olduğu ve tatminkar bir şekilde açıklanabildikleri. Açıklanamayan küçük yüzdelerdeki olayların ise dünya dışı kaynaklı olduğunu düşünmek için yeterli kanıt olmadığı yargısına varılıyor.

Diğer yandan, bir çok ülkede UFO’lara meraklı araştırmacı-teorisyen grupları oluşuyor. Konuyla ilgili kitaplar yazılıyor, o kitapları çürüten başka kitaplar yazılıyor ve konuyla ilgili belgeseller, filmler yapılıyor. Bir çok medya kuruluşu bu ilginç olayları tirajı artırmak için kullanarak abartılı haberler yayınlıyor.

51. Bölge ve Roswell UFO kazası olayı, Amerikan hükümeti başta olmak üzere otoritelerin UFO’ları halktan gizlediği fikrini doğuruyor.

1960’larda SETI olarak bilinen ve konuya bilimsel açıdan bakmayı hedefleyen çalışmalar başlıyor. Basitçe özetlemek gerekirse araştırmacılar dünya dışı medeniyetlerden gelebilecek elektromanyetik iletileri yakalamayı umuyorlar. Bu araştırmalar hala devam etmektedir.

Aynı zamanda yeni bir fenomen ortaya çıkmıştır, uzaylı kaçırması. En meşhur örneği Betty ve Barney Hill vakasıdır. Amerikalı karı koca, 1961’de UFO’lar tarafından kaçırıldıklarını ve üstlerinde deneyler yapıldığını iddia etmişlerdir. Bu olay hem büyük yankı getirmiş hem de uzun uzadıya incelenmiştir. Bu olaylara ek olarak Billy Meier ve Daniel Fry vakaları gibi uzaylılarla doğrudan temas ve iletişim kurduğunu iddia eden kişiler de vardır.

Betty ve Barney Hill

Betty ve Barney Hill

Bir diğer fenomen de ekin tarlalarındaki büyük şekillerdir. Bu şekiller geceleyin oluşmakta ve hem çok büyük hem de çok düzgün görünmektedirler. Türkçeye ekin çemberi olarak çevrilmiştir. Buna benzer olarak Peru’da Nazca düzlüklerinde çok büyük şekilleri UFO’ların yaptığı söylenmektedir.

Günümüzde UFO’ların dünya dışı kaynaklarına dair somut ve sağlam kanıt bulunmasa da incelenmeye değer olaylar olduğu su götürmezdir. Peki gerçekten bu incelenmesinde fayda olan olaylar dünya dışı akıllı varlıklara mı işaret ediyor? Bir çok UFO sitesinde gururla anlatılan olayların mantıklı ve dünya kaynaklı açıklamaları var mı? İleriki yazılarda bunları ele almayı planlıyorum.

Sünnet 3. Bölüm : AIDS ve Sünnet ilişkisi

İlk iki yazıda ele aldığım Sünnet uygulamasında AIDS’i önleme faktörüyle ilgili ek bulgular sebebiyle bu üçüncü yazıyı yazıyorum.

Sünnet ve AIDS arasındaki ilişkiyi ortaya koyan çalışmalardaki ana iddia sünnetin kadından erkeğe AIDS virüsünün geçişini zorlaştırdığı ve yüksek riskli kişilerin ek bir önlem olarak sünnet yaptırmalarının faydalı olduğu.

2000lere kadar gözleme dayalı araştırmalar sünnet ve AIDS oranları arasında negatif bir korelasyon olduğunu ortaya koydular ancak 2003’e kadar randomize kontrollü deneyler yapılmamıştı.

Birleşmiş Milletler’den fon sağlayan 3 ekip yaptığı çalışmalar sonucunda sünnetin AIDS’e karşı etkili bir önlem olduğu sonucuna vardı.

Bu üç araştırmaya aşağıdaki linklerden ulaşmak mümkün:

Güney Afrika’da Bertran Auvert başkanlığındaki çalışma;
Kenya’da Robert C Bailey ve Stephen Moses başkanlığındaki çalışma;
Uganda’da Ronald H Gray başkalığındaki çalışma.

Bu üç çalışma WHO (Dünya Sağlık Örgütü)’nun sünneti Sahra çölünün güneyinde kalan ve AIDS oranları yüksek olan ülkelerde sünneti önermesini sağlayan çalışmalar olarak 2006 ve 2007’de bir çok habere konu oldular.

Peki sünnet AIDS’i nasıl önlüyor? Biyolojik olarak mümkün mü?

Bazı çalışmalar kesin sonuçlarla ortaya koyamasalar da sünnet derisinin AIDS virüsünün hedeflediği türden hücreler barındırdığı ve sünet derisinin AIDS virüsünü taşıyan sıvıların erkekle temasını uzatan bir torba görevi gördüğünü bunun da AIDS riskini artırabileceğini söylüyorlar.

Ancak bu WHO’nun sünnet kampanyasını tetikleyen çalışmaların ve çıkarılan sonuçların problemleri var ve bunlar bir çok başka doktor tarafından dile getirildi.

Öncelikle belirtmem gerekir ki, bu üç çalışmanın başkanları çalışmalardan önce de sünnet yanlısı olarak biliniyorlar. Hepsinin çalışmalar başlamadan önce sünnetin faydalarına dair çalışmaları mevcut. B Auvert 2003, RC Bailey ve S Moses 1998 ve RH Gray 2005′te zaten sünnetle ilgili araştırmalar yayınlamışlardı. Yani bu üç araştırmayı yürüten araştırmacıların sünnetin faydasını ölçmekten çok faydasını ispatlama gibi bir eğilimleri olabileceğine dair eleştiriler var.

Auvert çalışmasına dair eleştiriler ve bazı eleştirilere yazarların verdikleri cevaplar şuradan okunabilir.

Bu çalışmalara getirilen eleştiriler neler?

Öncelikle bu çalışmalar AIDS’in sadece kadından erkeğe geçişinde azalmalar olduğunu ortaya koyuyor. Oysa AIDS’in bulaşmasına yol açan bir çok başka durum var :

  • Anneden çocuğa bulaşma;
  • Kan nakli;
  • Steril olmayan şırınga kullanımı;
  • Heteroseksüel ve Homoseksüel Anal seks;
  • Uuyuşturucu kullanımı sırasında şırınga paylaşma;
  • Geleneksel Afrika yara ve dövme uygulamaları;
  • Kabile sünneti;
  • Kadın sünneti;
  • Erkekten kadına heteroseksüel ilişki;
  • Kadından erkeğe heteroseksüel ilişki;

Bu üç araştırmanın sonucunda sünnetin yaygın olarak uygulanması belki son maddedeki bulaşmayı önleyecektir ancak geri kalanı için bir koruma sağlamayacaktır.

Her üç çalışma da planlanandan erken durduruldu. Bu durumun ileriki zamanlarda sünnetli erkeklerin AIDS kapma oranlarının sünnetsizleri yakalama olasılığını ortaya koy(ama)ma açısından araştırmanın güvenilirliğini zedelediği belirtiliyor. 700’den fazla deneğin takibi yapılamadı. 700 kişi, sünnet sayesinde AIDS’den korunduğu iddia edilen kişi sayısının 4.5 katı. Deneklere bedava prezervatif ve hastalıkla ilgili bilgiler verildi. Bu ekstra önlemlerin araştırmaların sonuçlarına etkisi kontrol edilmedi.

Sünnetli ya da sünnetsiz, etkisi kanıtlanmış prezervatif kullanılması önerilmektedir. Fakat sünnet sonucunda his ve zevk kaybına uğrayan erkekler bir de prezervatif kullanarak daha fazla his kaybına uğramak istemeyebilirler. Bu da sünnetin çözdüğünden daha büyük bir probleme yol açabileceğine işarettir. Zaten az olan prezervatif kullanımını da azaltabileceği belirtiliyor. Erkeklerin yanlış bir “güvenlik hissi”ne kapılıp daha çok risk alabileceğine dair eleştiriler mevcut.

Afrika’da “kuru seks” yani vajinanın içerisine kurutucu maddeler sokarak içerideki kayganlaştırıcı sıvıyı kurutmak yaygın. Bu alışkanlık vajina içinde sürtünmeye bağlı yaraların çoğalmasına ve AIDS’in bulaşması için daha uygun ortam oluşmasına yol açmaktadır. Sünnetli penisler de vajina içindeki sıvılığı azaltıp aynı etkiye sebep olabilmektedir. Bu iki uygulama bir araya geldiğin etki daha da çoğalacaktır ve artmış bir riks oluşacaktır.

Bu araştırmalar yetişkin ve seksüel olarak aktif erkeklerin sünnet edilmesi için destekleyici kanıtlar sunsa da bu kanıtların cinsel yaşamı olmayan ve/veya risk faktörü çok düşük ülkelerde yaşayan çocukların sünnetini desteklemek için kullanılması yanlıştır. Çocuklar cinsel yolla AIDS kapamazlar, ancak sünnet oldukları takdirde her açık ameliyatta bulunan risklere maruz kalırlar. Bu riskler arasında enfeksiyon (ki bazen ölüme sebep olabilmektedir), kanama; ameliyatın yanlış yapılmasına bağlı riskler (fistula, penile denudation) bulunmaktadır.

Bu risklerin Afrika’nın güneyi gibi sefaletle boğuşan, çok az devlet kontrolü olan yerlerde daha da büyüyeceğini tahmin etmek çok zor değil.

Zaten WHO da sünnet kampanyasında sünnetin gönüllülük esasına göre yapılması gerektiğini söylerken hiç bir yerde rutin olarak çocuklara yapılmasını önermiyor. Şu broşürün 10. sayfasında bebeklere yapılacak sünnet için anne babalara yeterli ve gerekli bilgilerin verilmesini ve sünnet geri döndürülemez bir işlem olduğu için ailelerin kararı çocuklarına bırakma seçeneklerinin olduğunu belirtiyor. Pratikteki bir uygulama örneğinin sunulduğu bir sonraki sayfada Güney Afrika’da 18 yaşından önce sünnet yasak, 21 yaşından önce de aile rızası bulunması gerekiyor.

Diğer bir deyişle, sünnet AIDS’in kadından erkeğe geçişinde etkili bir yöntem olsa bile (ki hatırlatmak istiyorum yapılan çalışmalar nihai değil) çocukların rutin olarak sünnet edilmesini, hele AIDS riskinin düşük olduğu yerlerde, meşru kılmıyor.

Peki bu araştırmaların söylediğinin tersini söyleyen araştırmalar var mı? Elbette var. Bir araştırma sünnetin erkek ya da kadın için herhangi bir belirleyiciliği olmadığını ortaya koymuş. Bir başkası sünnetin kadınlar için daha çok risk yarattığını söylüyor. Bir araştırmada Tanzanya’da sünnetli erkeklerde daha çok AIDS vakasına rastlanmış. Bir başkasında sünnetsizliğin AIDS bulaşmasında etkili olmadığı sonucuna varmış. Güney Afrika’daki bir başka çalışmada sünnetin sadece çok düşük bir koruma sağladığı görülmüş. Amerikan deniz kuvvetlerinde yapılan bir çalışmada AIDS’in sünnetle herhangi bir korelasyona sahip olmadığı görülmüş. Nüfusun geneline bakıldığında bir araştırmada sünnetliliğin 8 ülkeden sadece 2sinde daha düşük AIDS oranlarına sebep olduğu sonucuna varılmış. Yine benzer bir şekilde, Tanzanya’daki bir başka karşılaştırmada, tüm erkekleri sünnet eden kabileler ve hiç sünnet etmeyen kabileler arasındaki AIDS oranlarında bariz bir fark görülmemiş. Aynı araştırma Auvert araştırmasını sonuçları ve çıkarımları abartılmış olduğu için eleştiriyor.

Bilim adamlarının AIDS’in çözümü için en büyük umutları bir aşı. Bill ve Melinda Gates vakfı, sünnet kampanyası için 50 milyon dolar bağışlamıs olsalar da bir aşı için 287 milyon dolar bağışladıklarını göz önüne alırsak onların da sünnetin kesin ya da çok etkili bir çözüm olmadığının farkında oldukları açık.

WHO kampanyası her yerde kabul görmüş değil. Brezilya sağlık bakanı araştırma sonuçlarını nihai bulmadığını ve WHO’nun önerisini ürkütücü bulduğunu, Brezilya’da geniş kapsamlı bir sünnet kampanyası başlatmayacaklarını belirtmiş.

Sonuç olarak;

Sünnetin AIDS’i önlediğine dair çalışmalar WHO tarafından desteklense de bir çok başka kaynak çalışmaların yeterince nihai olmadığını, çalışmalarda problemler olduğunu ve daha çok çalışma yapılması gerektiğini belirtiyor. Taraflardan hiç birisi AIDS’e karşı sünnetin karar verecek olgunluğa ulaşmamış ve rızası olmayan çocuklara uygulanmasını önermiyor. Hem sünnet taraftarları hem de karşıtları AIDS’e karşı etkinliği kanıtlanmış prezervatif ve sorumlu cinsel yaşamı öneriyorlar. Diğer bir deyişle elimizde tüm tarafların önerdiği ve etkinliği kanıtlanmış yöntemler ve tartışmalı bir ekstra önlem var. Ekstra önlem olan sünnetin hem etkinliği, hem uygulanabilirliği hem de etik olarak meşruluğu tartışılıyor. Özetle AIDS ve sünnet arasındaki ilişki, sünnetin rutin olarak çocuklara yapılmasını meşru kılabilecek bir bahane olmaktan çok çok uzak.

Ateistlere ibretlik dersler – Kuşların pusulası

Benim gibi ateistlere haddini bildirmeyi amaç edinmiş “İlme davet” sitesinden örnekler sunmaya devam ediyorum. Bugün de hayvanlar aleminden bir örnekle karşımızdalar. Yazının ismi “Kuşların pusulası mı var?”. Yazı zaten kısa hemen şurada alıntılıyorum.

Kuşların pusulası mı var?
Göç mevsimi geldiğinde, kuşların başka memleketlere göçtüklerini görürüz.
Vızvız, bıldırcın, sığırcık gibi kuşlar 7.000 km.lik bir göç yapar.
Orta Avrupa leyleği ise 10.000 Km.lik bir göç yapar. Günde 150 Km. yol alır.
Göç şampiyonu ise Deniz kırlangıcı denilen bir kuştur ki 25.000 Km.lik bir seyahat yapar.
Bir mağaradan, bir yarasa alınmış, ışık geçirmez bir kafese konulmuş. 300 Km. uzaktan bırakılmış, yarasanın mağarasına döndüğü tespit edilmiş.
Bilim adamları, kuşların yönlerini dünyanın manyetik alanından veya yıldızlardan bulduklarını söylemişlerse de bir deneyle bu batıl fikirlerini kendileri çürütmüşler.
Şöyle ki; Hiç göçe çıkmamış bir leylek kafes içerisinde İtalya’ya götürülmüş. Göç mevsimi serbest bırakılmış. Görülmüş ki, bu leylek, en kısa yolu takip ederek 125 gün sonra neslinin göç ettiği memlekete varmıştır.
Şimdi, kuşları bir kenara bırakalım da kendimize bakalım; elimize bir adres verilse bile, çoğu zaman gideceğimiz yeri bulamayız, kayboluruz. Hatta bir hastaneye girsek, çıkış kapısını bulmakta zorlanırız. Bir de yollardaki işaret levhalarını kaldırsalar ve bizden İstanbul’dan, Kars’a gitmemizi isteseler, her halde ömrümüzün sonuna kadar oraya ulaşamazdık.
Acaba kuşlar bizden daha mı akıllı?
Yoksa onlara ilham eden birimi var?
Demek Allah’ı inkâr etmek kuştan daha ahmak olduğunu kabul etmek ile mümkündür.

Bu yazıya göre kuş beyinlinin tekiyim. Ama yine de ben şansımı bilimsel araştırmalardan yana kullanarak bakmak istiyorum acaba gerçekten kuşları gidecekleri yere ulaştıran ilahi bir müdahele mi var yoksa kuşlarn pusulası mı var?

Koltuklarınıza tutunun – kuşların hem pusulası hem de GPS’leri var. 30 seneden fazladır kuşların (ve bazı balıkların ve arıların) kafataslarında (veya burunlarında veya gövdelerinde) yer alan minik mıknatısların yardımıyla dünyanın manyetik alanını algılayıp yönlerini ve yerlerini bulabilmek için kullandıkları zaten biliniyor. İlme davet sitesi manyetik alan fikrinin çürütüldüğünü söylese de kaynak göstermediği için bunu kontrol edemiyorum. En azından ben çürütüldüğüne dair bir bilgiye rastlamadım. Fakat albatrosların manyetik alanı yön bulmak için kullanmadıklarına dair bir araştırma buldum.

Bu mekanizmanın nasıl işlediği tam olarak açıklanmış değil, ancak bazı deneylerde manyetik ortamı manipüle eden deneylerde güvercinlerin yön duygusunun değiştiği ve kontrol grubunun gittiği noktaya gidemedikleri gözlemlenmiş. Yarasaların da manyetik alanlara tepki verdiği bir başka araştırmanın vardığı sonuç. En muhtemel senaryo, kuşların hem bu mıknatıslar yardımıyla manyetik alanı kullandıkları hem de daha önce gittikleri yeri hatırlayarak buna göre yönlerini ve bulundukları yeri belirledikleri. Bazı araştırmalar kuşların bu araçlara ek olarak güneşi ve geceleyin görünen gök cisimlerini de kullanarak pusulalarını bir nevi kalibre ettiklerini göstermiş. Antartika gibi manyetik alanın normal habitatlarına göre farklı olduğu yerlerde yön bulma becerileri incelenen serçelerin açık havada yönlerini kapalı havaya oranla daha iyi bulabildikleri gözlemlenmiş.

İlme Davet sitesinde yanlış aktarılan bir nokta yeni doğan kuşların gidecekleri yeri biliyor olması.

Yapılan bir deneyde göçleri izlenen kuşların bazıları sürüden ayırılıp göç rotası olmayan yerlerde bırakılmışlar ve yetişkin kuşlar doğru rotaya tekrar uçarken ilk kez göç eden kuşlar sadece doğru yöne uçmuşlar. Yani kuşlar pusulaları sayesinde hangi yöne (kutup veya ekvator, çok genel olarak doğru yöne) göç etmeleri gerektiğini bilirken yetişkin ve daha önce göç etmiş kuşlar sadece gitmeleri gereken yönü değil, sürünün geçtiği rotayı da tekrar bulabiliyor. Yani bir öğrenme  ve hatırlama durumu söz konusu.

Kuşların bulundukları yeri nasıl anladıklarına dair ise iki ana teori var. Birincisi kokulara göre tayin, diğeri ise yine yer yüzünün manyetik alanına göre tayin. Kokulara göre tayin teorisine göre kuşlar geçtikleri yerlerdeki kokuları hatırlayarak bulundukları yeri tayin ediyorlar. Yavru kuşlar da bu kokuları göç ettikçe öğreniyor. Diğer teorinin çıkış noktası ise manyetik alanın bozuk olduğu yerlerde (örneğin yüzeye yakın bir demir madeni varsa) kuşların yönlerini hemen bulamaması gözlemi. Kuşlar salındıkları noktadaki manyetik bozukluk yüzünden önce gidecekleri yönü şaşırıyor, bozukluktan uzaklaştıktan sonra rotasını düzeltiyor.Ancak her iki teorinin de tam ve tatminkar açıklamalar getirmediğini belirtmek gerekiyor. Özetle bu alanda yapılması gereken daha çok çalışma var.

Özetle kuşların nasıl yollarını bulduklarına dair gayet makul ve bilimsel bilgiler mevcut. Gidişatı göz önünde bulundurursak kuşların bu araçları tam olarak nasıl kullandıklarının açıklanması da artık bir zaman meselesi.

Eğer insanların da dünyanın manyetik alanını algılayıp ona göre yönünü bulabileceği bir organı olsaydı muhtemelen İstanbul’dan Kars’a gitmek çok büyük bir problem olmayacaktı.

İlme davet sitesinin yaptığı şey “god of gaps” yani “boşlukların tanrısı” hatasına düşmek ve bilimin tam ve tatmin edici bir şekilde açıklayamadığı her yerde “ilham veren Tanrı” kartını kullanmak.