Cevab veremedi

Vakti zamanında, bir doğu ilinde Melek deyu bir gariban yaşarmış. Adı Melekmiş ama, meleklerle perilere, hayaletlerle gulyabanilere, cinlerle şeytanlara, büyücülerle sihirbazlara, Zümrüd-ü anka kuşlarıyla cehennem zebanilere inanmazmış. Bunu duyan padişah göndermiş adamlarını, aldırmış Melek’i getirtmiş huzuruna.

“Ey Melek!”, demiş. “Derler ki sen Kitab’a da iman etmezsin”.

“Ey hükümdarım, etmem doğrudur”, demiş Melek.

“Seni tanırım bilirim, kimseye zararın yoktur, ama niye herkesin iman ettiğine sen karşı durursun, nedir derdin?” diye sormuş Padişah.

“Kitab iyidir hoştur amma, kainatı yaratan, böyle satırlar yazmış olamaz, bunu insan yazmıştır” demiş Melek.

“Nerden biliyorsun?” diye sormuş Padişah.

“Ey Padişahım, bu koca kainatı birisi yarattıysa, O çok güçlü değil midir?” diye sormuş Melek.

“E güçlüdür tabi”

“O her şeyi bilmez mi?”

“E bilir tabi”

“O ki sonsuz iyilik sahibi, rahmet sahibi değil midir?”

“Öyledir elbette”

“O ki her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeye gücü yeten, her iyiden de iyi ve yüce olan, mükemmel değil midir?”

“Mükemmeldir elbette” demiş Padişah.

“Peki O mükemmelse, niye mükemmel bir kitap yazmamıştır? Kendini anlatırken mükemmel bir kitap indirmemiştir?” diye sormuş Melek.

“Ama kitab da mükemmel!” diye cevap vermiş Padişah. “İçinde tek bir hata, çelişki bulamazsın.”

“Acaba öyle mi? Padişahım, bana söyler misiniz Şeytan cin midir, melek midir?”

Padişah durur biraz, sonra cevap verir “Cindir”.

“Hem evet, hem hayır” der Melek. Buyrun kitab’a soralım :

Melektir:

Bakara 34: 34. Hani meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.

Cindir:
Kehf 50: Hani biz meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!

Melektir:
Sad 71: Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım.”
72. “Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin.”
73. Derken bütün melekler topluca saygı ile eğildiler.
74. Ancak İblis eğilmedi. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
75. Allah, “Ey İblis! “Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?” dedi.
76. İblis, “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.

Cindir:
Hicr: 27. Cinleri de daha önce dumansız ateşten yaratmıştık.
Araf 12: Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi.

“İslam alimleri de bu konuda tartışmamışlar mıdır?” diye sorar Melek.

“Tartışmışlardır” diye cevaplar Padişah ulemaya doğru bakıp onay aldıktan sonra.

“Peki insanlar arasından kitabı en iyi bilenlerin bile tartışmasına, anlaşamamasına sebep olan, apaçık bir çelişki bulunduran bir şey O’nun kelamı olabilir mi?”

Padişah kaşlarını çattı, önüne baktı.

Bir an ağzını açsa da, vazgeçti. Cevab veremedi.

Sinemacılar yalan söylese olur mu?

Muhtemelen herkes 10 yıl önce sinemalarda gösterilen Blair Cadısı – The Blair Witch Project filmini hatırlayacaktır. İzlememiş olanlar için kısa bir özet geçmem gerekirse, film 3 tane sinema öğrencisinin Blair Cadısı ismiyle bilinen ve çocukları etkisine aldığı bir evsize öldürten bir cadının 100 küsür sene önce yaşadığına inanılan bir ormanda geçirdikleri bir kaç günü videoya almaları, sonra öğrencilerin kaybolması ama bir zaman sonra kamp eşyalarının ve çektikleri videoların bulunmasına dayanıyor.

Polisler kamera kayıtlarını incelediklerinde bildiğimiz hayalet öykülerine benzeyen bir şeyler görülüyor. Videolarda cadının kendisi hiç görünmese de belgesel kıvamındaki film sinema severleri 1.5 saat boyunca korkudan koltuğa çiviliyordu. Açıkçası benim izlediğim en korkutucu filmlerden birisiydi.

Film çıktığı senelerde, filmin resmi hikayesi olan “3 genç ormana gider, kaybolurlar ama çektikleri görüntüler bulunur, görüntülerde de hayalet falan var” teması tahmin edilebileceği gibi gerçekmiş gibi algılandı bazı insanlar tarafından. Hatta öyle ki meşhur şehir efsanesi sitesi Snopes bile bunun gerçek olmadığını hatta filmde “öldü kayboldu” denilen aktörlerin filmin premier gösteriminden önce röportajlar verdiklerini yazmıştı.

Benim bahsetmek istediğim iki film de bu türden bir “gerçek olaylara dayanmaktadır” iddiası taşıyan filmler.

Birincisi aynı Blair Witch gibi bir el kamerasıyla çekilmiş ve gerçek bir ev videosu havasındaki “Paranormal Activity” isimli film.

Paranormal Activity

Film 2006 yılında 7 günde, çoğunlukla bir el kamerasıyla toplamda 5 aktörle, yönetmen Oren Peli’nin evinde çekilmiş. Filmin fragmanı gerçekten de ürkütücü :

Filmin sitesinde 3 tane fragman var. İlginç bir detay da filmin orijinal bitişinin filmi izleyen ve çok korkunç bulan Steven Spielberg’ün önerisiyle değiştirilmiş olması.

Filmin “yalancılığı” konusuna gelince.

Filmin yapımcıları aslında tam yalan söylüyorlar sayılmaz. Zira filmin resmi sitesine gidip bakma zahmetini göze alan herkes filmin nasıl çekildiğini detayıyla anlatan uzunca bir makale buluyorlar. Ancak filmin afişinde, ya da filmin kendisinde herhangi bir “credits” yani normalde gördüğümüz “yazan:falanca, yöneten: filanca, esas oğlan: Berke, esas kız: Nilüfer” türündeki jeneriğin var olmaması. Anlatılana göre (filmi izleyenlerin forumlara yazdıklarının yalancısıyım) filmin başında “filmde anlatılanlar gerçek olaylardır” gibisinden bir yazı beliriyormuş. Film bittikten sonra da muhtemelen bunun inandırıcılığını artırmak için yönetmenin ya da oyuncuların ya da başka kimsenin (hatta filmi dağıtan Paramount şirketinin bile) ismi geçmiyor. Bu da insanların filmde gösterilen görüntülerin gerçek olduğunu veya gerçek görüntülere bakılarak tekrar çekildiğini vs düşündürüyor.

Tam olarak yalancılık olmasa bile gerçekleri bir miktar gizleyip yanlış kanıların oluşmasına yol açabilecek bir şey .

Bahsetmek istediğim ikinci film ise The Fourth Kind.

The Fourth Kind

The Fourth Kind ise, Fifth Element’ten beri sevdiğimiz, Resident Evil’da daha da çok sevdiğimiz Milla Jovovich’in oynadığı bir başka korku filmi. Bu seferki temamız ise hayaletler ya da iblisler değil, insan kaçıran uzaylılar.

The Fourth Kind, ya da Türkçe’siyle Dördüncü Tür, Üçüncü Türden Yakınlaşmalar – Close Encounters of the Third Kind filmindeki sınıflandırmayı kullanıyor ve çıtayı biraz yükseltiyor. Bu “yakınlaşmalar”ı anımasayacak olursak

1. Türden yakınlaşmalar : Uzaktan UFO görmek. Gökyüzünde hızla sağa sola giden ışıklar saçan bir cisim görüyorsunuz. Uzaylı sanıyorsunuz.

2. Türden yakınlaşmalar: Daha yakından UFO görmek. Boş bir arazide arabanızla giderken uzay gemisi hemen üstünüzden sessizce geçiyor. Uzay gemisinden başka bir şey görme ihtimaliniz az. Hayal görmüyorsanız ya da gördüğünüz gizli bir askeri uçak, meteoroloji balonu vs gibi şeyler değilse elbette. Fiziksel etkiler söz konusu. Yanmış toprak ya da bitki örtüsü, radyasyon, TV ve radyo sinyallerinde bozulma vs.

3. Türden yakınlaşmalar: Daha da yakından gözlemle sadece uzay gemisini değil, içindeki uzaylıları da görüyorsunuz. Arabanızın üstünden geçen geminin pencerelerinde masa tenisi oynayan küçük yeşil adamlar var.

4. Türden yakınlaşmalar: Uzaylıları sadece görmüyorsunuz, bir de onlarla temas kuruyorsunuz. Genellikle bu kaçırma şeklinde vuku buluyor.

Filmin fragmanı epey güzel. Fragmanda Ekim 2000’de gerçekleşen olayların orijinal görüntülerle desteklenmiş dramatizasyonunu izleyeceğimiz söyleniyor.

Paranormal Activity’dekine benzer bir şekilde gerçek olaylara dayandığı iddia edilse de, fragmanın sonunda bu sefer credits/jenerik kısmı var. Filmin yönetmeni Olatunde Osunsanmi hem yazar hem de senarist olarak görünüyor. Ama mesela IMDB’deki film özetinde gerçek olaylara dayandığı iddiası tekrarlandığı gibi, devletin olayı örtbas ettiği bile söylenmiş.

Kısa hikaye, film yüksek ihtimal gerçek olaylara dayanmıyor. Zira filmin geçtiği söylenen Alaska’daki Nome şehrinde filmdeki esas karakter olan Dr. Abigail Tyler’a dair herhangi bir kayıt yok. Elbette isim sahte olabilir. Ancak Alaska’daki Nome şehri filmde gösterilen lokasyon olmadığı gibi (film Bulgaristan’da çekilmiş) gerçek Nome’daki şehir sakinlerine göre uzaylı kaçırmalarına dair hiç bir dedikodu bile yokmuş. 1960’lardan beri 20 küsür insanın kaybolduğu doğru, ancak olayı araştıran FBI olayların alkolü fazla kaçırıp nehire düşen veya karda donan insanların, uzaylılara kıyasla daha makul bir açıklama olduğunu düşünüyor.

Filmin fragmanındaki “Sümerce konuşan” uzaylı da neredeyse imkansız, zira Sümerce’nin nasıl konuşulduğuna dair bir bilgimiz yok. Elimizde tonla Sümer yazıtı var, ama dilin nasıl telafuz edildiği büyük ölçüde bir muamma.

Bir de esas soru fragmanda gördüğümüz görüntüler, gerçek insanların görüntüleri ise niye bu görüntüler SETI’ye, NASA’ya ya da Dünya dışı akıllı canlılarla ilgili bilimsel çalışmalar yürüten başka kurumlara ulaştırılmadı ve doğrulukları onaylanmadı da, bir film yönetmenine ulaştırıldı? Yüzyılın hatta bin yılın keşfi olabilecek bir şey, nasıl olur da bir sinema filminde, daha geçen sene zombi kovalayan bir aktrisle insanlara sunulabilir?

Cevap basit. Çünkü hepsi hayal ürünü de ondan. Bunlar işe yaradığı defalarca kanıtlanan “viral marketing” taktikleri.

Tıpkı yakında gösterime girecek olan 2012 isimli film gibi.

Ama “2012 kıyameti”, başka bir yazının konusu 🙂

Sinemacılar bize çoğunlukla eğlence satıyorlar. Çoğu zaman izlediğimiz şeylerin gerçek olmadığını ve bizim zevkimize hitap edebilmesi için özellikle üretildiğini biliyoruz. Ancak tıpkı doğa üstü güçlere sahip olduğunu söyleyen ilüzyonistler gibi gerçek olaylara dayanmadığı halde öyle olduğunu söyleyen sinemacılar bir parça yalancılık yapıyorlar gibi geliyor bana.

 

UFO Otopsi Videosu

Sene 1995, gazetede bir haber “…UFO otopsisinin bir basın toplantısıyla halka gösterileceği..” Gördüklerime inanamadım. Sonunda gerçekten UFO’ların uzaylıların işi olduğunu ispatlayan bir şey vardı. Bir uzaylının neye benzediğini görmekle kalmayacak iç organlarının çıkartılmasını da görebilecektik (evet o yaşlarda Stephen King okurdum epeyce). O yıllarda Internet’in varlığından haberdar olmadığım için tek bilgi kaynağım TV, gazeteler ve seneler önce alındığı için güncelliğini yitirmiş ansiklopediler, ve olmazsa olmaz dedikodulardı.

UFO otopsisini yıllar sonra bir belgeselde görebildim. Masaya yatırılmış bir uzaylıya otopsi yapıldığını siyah beyaz bir filme çekmişlerdi. Film 2 bölüm halinde Youtube’da bulunabiliyor. Belki hiç izlememiş olabilirsiniz diye buraya iki bölümü asıyorum.

*K-tunnel gibi siteler aracılığıyla girenler için ilk bölümün ismi “Santilli Roswell footage part 1”

Video elbette yayınlandığı tarihte inanılmaz ratingler getirmiş ve bilim adamları ve UFOloji heveslileri arasında epey yankıya sebep olmuştu. Günümüzde ise videonun İngiliz film yapımcısı Ray Santilli’nin kurguladığı bir aldatmaca olduğu biliniyor.

Ancak ne yazık ki filmi gerçekmiş gibi yayınlayan bir çok UFO sitesi var. Bir tanesi de meşhur UFOcumuz Haktan Akdoğan’ın Sirius UFO sitesi. Bu adamın derdi nedir bilmiyorum ama bu sahte filmi sitesinde gerçekmiş gibi göstermesi ya ultra saflıktan ya da İstanbul’daki başta olmak üzere UFO müzelerine müşteri çekebilmek amacıyla bilinçli olarak yalan söylemeyi meşru saymasından başka neyle açıklanabilir bilmiyorum.

Akdoğanın UFO müzesindeki bir otopsi canlandırması

Akdoğan'ın UFO müzesindeki bir otopsi canlandırması


bir varmıış, bir yokmuş..

"bir varmıış, bir yokmuş.."

Elbette Santilli filmine “sahte” diyerek bırakmayacağım. Elbette Santilli’nin kendisinin bile filmi kendilerinin çektiklerini kabul etmesinin üzerine ne gibi bir ispat gerekir bilmiyorum, ama yine de filmin neden sahte olarak kabul edildiğine dair detaylardan belki birilerinin işine yarar diye bahsedeceğim.

Santilli’nin filmi TV kanallarına satarken anlattığı hikayenin tamamına Sirius UFO sitesinden ulaşmak mümkün. Ben kısa bir özet geçeyim yine de :

Santilli, uzaylı otopsisi filmini, 1990ların başında Elvis Presley’in Amerikan ordusundaki kariyeriyle ilgili bir film yapmak için araştırma yaparken karşılaştığı emekli kameraman Jack Barnett’ten aldığını, onun da orduda 1940’larda çalışırken bizzat bu videoyu çektiğini ama bir şekilde bu filmin bir parçasının kendisinde kaldığını iddia etmektedir. Film 1995’te çeşitli tv kanallarında yayınlanır. Filmle ilgili şüpheler ortaya çıkar, hatta doğrudan alıntı yapayım :

Tüm bunlara rağmen, şüpheci kesim (benim gibi her güzel hikayeye inanmayan insanlar) film hakkındaki tartışmalarına devam etmiştir. Böyle şaşırtıcı ve radikal bir belgenin gerçeklere dayandığının kanıtlanması için belirli kriterlere uyması gerektiğini belirten şüpheciler, belgenin kaynağının bilinmesi ve tanımlanması gerektiğini söylemişlerdir. Fakat Santilli, ABD Hükümeti’nin Ordu sırlarını açıkladığı için ona karşı misilleme yapabileceğini söyleyerek Jack Barnett hakkında daha fazla bilgi vermeyi reddetmiştir. Şüpheciler ayrıca, belgenin doğruluğunun kanıtlanması için yaşının ve fiziki özelliklerinin de tespit edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.

Filmin yaşının tespit edilmesi için Kodak’a başvurulur, ve Santilli filmin tamamı yerine sadece filmin üstünde resim karesi olmayan bir kaç santimlik bir giriş kısmını yaş tespiti için verir. Orijinal UFO otopsisinin çekildiği film olup olmadığı belli olmayan bu film şeridine yaş tespiti yapılır ve Kodak filmin 1927, veya 1947 veya 1967’de üretildiğini beyan eder. Ancak bantın üretim tarihinin filmin çekildiği tarihi yansıtmadığı ve Kodak’ın bu filmin gerçekten 1947’de çekilip çekilmediğini belirten herhangi bir yorumu olmadığı özellikle belirtilir. Yazışmalara şuradan ulaşmak mümkün.

Aslında film ilk izleyişte gerçek gibi duruyor. Ortam, duvardaki saat, çekim kalitesi, medikal aletler hepsi filmin çekildiği iddia edilen zamana uygun. Fakat tecrübeli gözlerden kaçmayan problemler var. İlk önce uzaylıyı ele alalım. Filmi izleyen Hollywood özel efekt sanatçılarının hepsi filmdeki uzaylının bilinen kukla ve özel efekt teknikleriyle yapılabileceğini hatta söz konusu uzaylının bu türden bir kukla olduğunu söylemişler. Bir özel efekt sanatçısına ait şuradaki sitede uzaylı kuklanın problemleriyle ilgili detaylar mevcut. Ben en önemlilerini sayayım.

Uzaylının masada yatış pozisyonu yatan bir vücudu değil, ayakta duran bir vücudu andırıyor. Bu da kuklanın kalıbı çıkarılırken muhtemelen ayakta duran bir insan manken kullanıldığını düşündürüyor. Dikkatli bakıldığında bacaklarındaki kasların ayakta duran birisi gibi kasıldığı görülebilir. Ancak ölülerin kaslarında kasılma olmaz. Bir diğer nokta filmdeki kayıp dakikaların tam Hollywood stilinde stratejik anlara denk gelmesi. Neşterle kesilmeye başladıktan sonra video doğrudan kesilmiş ve derisi sağa sola sıyrılmış gövdeyi çekiyor. Bu da kuklanın içinin normalde boş olması, önce kesilmesi ve sonra içine (hayvan organlarından oluşan) iç organların yerleştirilmesi ve rötuşların yapılması sebebiyle. Neşter kesilirken oluşan kanamaları da yapmanın iki yolu var, 1-Neşterin kameraya bakmayan yüzüne ince bir boru yerleştirip neşterle silikondan yapılan deriyi keserken kuklaya hafifçe kan pompalamak veya 2-Tiyatro ve film malzemeleri satan şirketlerden temin edilebilen ve normalde renksizken birbirine temas edince koyu kırmızı bir sıvı haline gelen A-B sıvılarından kullanmak. Vücuda iki sıvıdan birini, neştere diğerini sürdüğünüzde neşter vücuda değdiği anda kırmızı karışım ortaya çıkıyor.

Otopsiyi gerçekleştiren doktorların hareketleri de şüpheli. Örneğin otopsi yapılırken zamanın film teknolojisinden çok daha net görüntüler sağlayabilecek olan fotoğraf çekilmemesi, doktorların ameliyat maskesi giymemesi ve organlara muamele tarzları gerçek otopsi uzmanlarının şüphelenmelerine sebep oluyor. Doktorları geçtim, biraz CSI New York izleyen birisi bile otopsinin pek de gerçekçi görünmediğini anlayabilir.

Kameramanın hareketleri de uzman askeri kameramanların tekniklerine ve eğitimine uzak olarak değerlendiriliyor.

Ray Santilli

Ray Santilli

Santilli, tüm bu film orataya çıkmadan önce ve çıktıktan sonraki demeçlerinde çelişkili ifadeler veriyor. Önceleri 15 tane 10 dakikalık makara olan film sonradan 22 tane 3 dakikalık makaraya dönüşüyor. Londra’daki Royal Society’nin dijital sistemleri sayesinde filmin kalitesinin düzeltildiğini söylüyor, ama Royal Society’nin bundan haberi yok. Üzerinde film karelerinin olduğu makara’nın Kodak’a verilip gerçekliğinin teyit edilip edilmeyeceği sorulduğunda filmin kendilerine gönderildiği ve ulaşır ulaşmaz Kodak’la paylaşılacağını söylüyor, aradan seneler geçiyor.

Başka bir TV programında Kodak’a üstünde resim kareleri olan filmin İngiliz ve Fransız yayıncılar tarafından gönderildiğini söylüyor ama ne Kodak’ın bundan haberi var ne de bu isimsiz yayıncıların kim olduğu bulunabiliyor.

Kodak 1995’ten beri filmin tarihini netleştirebilmek için filmi incelemek için ettikleri açık teklife cevap bekliyor.

Santilli’nin filmi satın aldığını iddia ettiği “özel koleksiyoncu”nun Avusturya’da yaşayan Alman Volker Spielberg olduğu ortaya çıkıyor. Kendisi Santilli’nin söylediği gibi zengin bir koleksiyoncu değil, bir film dağıtımcısı. Bu ortaya çıktıktan sonra Santilli epey yaygara çıkartıp mahremiyetinin ihlal edildiğinden bahsediyor.

Tüm bu şaibelerin üstüne tuz biber ekip bu filmi meşhur aldatmacalar arasına koyan olay Nisan 2006’da Ray Santilli’nin filmin çok büyük bir kısmını Londra’da boş bir apartman dairesinde iki tane kukla ve kasaptan alınarak reçele yatırılmış koyun ve tavuk iç organları kullanarak çektiklerini itiraf etmesi oldu. Kuklalar profesyonel bir özel efekt sanatçısına yaptırılmıştı ve doktorlardan birisini bu özel efektçi oynamıştı. Filmde kimliğini bir yazı okuyarak belgeleyen kameraman’ın da bir motelde filme alınan Los Angeles’lı bir evsiz olduğu da bu itirafla ortaya çıktı. Santilli, söz konusu filmi kurgulayıp çektiklerini itiraf etse de aslında 1992’de izlediği aslını temel aldığını ve orijinal filmin ısı ve nem yüzünden bozulduğu ve kendi filmlerinde orijinal filmden bir kaç kare kullandıklarını iddia etti. Elbette orijinal filmin karelerinin hangileri olduğunu tam olarak gösteremedi.

Daha uzun bir şekilde ele alınan hikayeyle ilgili detayları alttaki linklerde bulabilirsiniz.

http://www.csicop.org/specialarticles/show/klass_files_volume_37/

http://www.v-j-enterprises.com/kjeff396.html

Loch Ness Canavarı

Van Gölü canavarından bahsetmeden Loch Ness Canavarı’ndan bahsetmek olmaz, o yüzden yazının başında bahsedip kurtulmak istiyorum. İşte oldu, bahsettim. Şimdi esas konumuza geçebiliriz.

Loch Ness Canavarı, ya da daha samimi olanların taktığı ismiyle Nessie, 1900lerin ilk yarısından itibaren yaşadığı iddia edilen ve İskoçya’daki Loch Ness gölünde yaşadığı söylenen dinozor benzeri bir su canlısına verilen isim. Önce biraz tarihinden bahsedelim.

1933’te İngiliz gazeteci Alex Campbell’in göl etrafında tatil yapan George Spicer isimli adam ve karısının “tarih öncesi yaratıklara çok benzeyen ve ağzında bir başka hayvanı taşıyan bir yaratığın” göle doğru gittiğini anlattığını haber yapmasıyla olaylar başlar. Bir kaç gazete çıkan haberden sonra birazdan tekrar ele alacağımız “Cerrah fotoğrafı” ya da orijinal ismiyle “The surgeon’s photograph” gazetelerde yer alır.

Cerrah Fotoğrafı olarak bilinen fotoğraf

Cerrah Fotoğrafı olarak bilinen fotoğraf

Bu fotoğrafta boyun ve kafa kısmı net olarak seçilen Loch Ness canavarı büyük üne kavuşur ve olayı araştıran gazeteciler, bölgede 6. yy’dan beri canavar hikayeleri anlatıldığını ortaya çıkarırlar.

Adomnan tarafından yazılan Aziz Columba‘nın hayatında, İrlandalı manastır rahibi Columba köylülerin bir adamı gömdüğünü görmüş, ölüm nedenini sorunca adamın Ness nehrinde bir canavarın adamı suya çektiğini ve sonradan cesedinin bulunduğunu öğrenmiş bunun üzerine yardımcısını nehre yüzmeye göndermiş ve canavar ortaya çıkınca haç işareti yaparak onu kovalamış.

Ancak 6.yy’daki bu hikayeden 1933’e gelene kadar bir “canavar geleneği”nden sözetmek güç. Esas olay 1933’ten sonra patlak veriyor.

Neyse devam edelim, 1933’ten sonra günümüze kadar çeşitli görülme vakaları yaşanmış ve görgü tanıklarına göre uzun boyunlu küçük kafalı, 8 metre uzunluğunda ve ön ayakları balina yüzgeçlerine benzeyen bir tarif yapılmış.

Ama esas üstünde duracağım şey görgü tanıklarının güvenilir (!) ifadeleri değil, somut kanıtlar.

Cerrah fotoğrafı.

Bu fotoğrafın bir aldatmaca olduğu 1994’te ortaya çıktı. Aslında olan bir intikam hikayesiydi. Marmaduke Wetherell bu fotoğrafın ilk basıldığı Daily Mail gazetesine kendisiyle ilgili bir haber yüzünden kin besliyordu ve bunun initkamını almaya karar vermişti. Aslında 90 santimden büyük olmayan, tahta ve plastikten oluşan bir kafanın oyuncak bir denizaltıya yerleştirilmesiyle meydana getirilen maketin fotoğraflarını, haberlerde isminin çıkmasını istemeyen ve sadece “Cerrah” olarak tanınan Robert Kenneth Wilson aracılığıyla Daily Mail gazetesinde bastırmayı başarmıştı. Olay 60 sene sonra Wetherell’in damadı olan Christian Spurling tarafından açıklandı.

Cerrah Fotoğrafının kesilmemiş hali, dalgalara oranla canavarın boyutu pek de büyük bir canavar olmadığını gösteriyor

Cerrah Fotoğrafının kesilmemiş hali, dalgalara oranla canavarın boyutu pek de büyük bir canavar olmadığını gösteriyor

Taylor Filmi

1938’de bir turistin çektiği 16mm’lik renkli film Maurice Burton isimli Loch Ness araştırmacısının elinde ve Burton elindeki filmin incelenmesine izin vermiyor. Filmden tek bir kare Burton’un kendi yazdığı kitapta görülebiliyor.

Dinsdale Filmi

1960’ta çekilen Dinsdale filminde sudan çıkan hörgüç benzeri bir şey görülüyor.

Dinsdale filminden bir kare

Dinsdale filminden bir kare

Film çok net olmadığı için kesin olarak yüzen şeyin ne olduğunu söylemek güç olsa da film ilk çekildiği zaman incelendiğinde görünen nesnenin hareketli bir şey olduğu görülmüş. Elbette nihai kanıt oluşturamıyor. Filmin şu andaki sahibi filmin tekrar dijital ortamda ve üstün teknolojiyle incelenmesine izin vermiyor. Bazı araştırmacılar bunun ufak bir tekne kullanan bir adam olduğunu düşünüyorlar.

Holmes filmi

2007 ortaya çıkan Holmes filmi de su da yüzen koyu renkli büyük (14 metre) bir canlıyı gösteriyor. Film youtube’da mevcut.

Holmes’un filminde görünen şeyin ne olduğu kesin olarak görülemiyor, ancak Holmes’un daha önce de canavar gördüğüne dair ifadeleri ve perilerin varlığını kanıtladığını iddia ettiği bir DVD’sinin varlığı tanıklığının ve filminin kredibilitesini biraz düşürüyor.

Google Earth’deki uydu fotoğrafı

Eh, bunu ben zaten daha önce yazmıştım.

Aramalar

Loch Ness canavarını bulabilmek için kapsamlı aramalar da yapıldı. İlk sistematik gözlemin yapıldığı 1934 yılından başlayarak 1960’larda sonar kullanılarak, 70’lerde su altı mikrofonları kullanılarak, çeşitli zamanlarda su altı fotoğraf tekniklerinden faydalanarak ve 80lerde 24 tekneyle yapılan sonar aramaların hiç birisinde nihai kanıt olabilecek bir gözlem yapılamadı.

2003 yılında uydulardan ve 600 ayrı sonardan faydalanılarak yapılan BBC’nin finanse ettiği ve “suda yüzen bir can simidini yakalayabilecek” netlikteki görüntülerde, tarif edilen büyüklükte bir canlıya rastlanmadı. Bilim adamları bu son aramanın Loch Ness canavarının aslında bir masal olduğunu kanıtladığı görüşündeler.

Peki gölde ne var?

Mantıklı açıklamalar yapıldı bununla ilgili. En makul görünenleri gölde yaşayan kunduzlar ve foklar. Kuşların da suda V şeklinde izler bırakabildikleri ve bunun suyun altında yüzen bir canlıymış gibi göründüğü de getirilen açıklamalar arasında. Bu canlıların uzaktan net seçilememesi ve bölgedeki canavar görme beklentisinin sebep olduğu ruh hali bu türden doğal olayları canavar sanmaya sebep oluyor gibi görünüyor.

Loch Ness canavarı 1933’ten beri çoğunlukla görgü tanıklarına dayanan, ama varlığına dair bunca aramaya rağmen tek bir kanıt bulunamayan bir masal. Bölgedeki turizmi canlı tuttuğu gerçek olsa da, ne yazık ki Loch Ness, doğal güzelliği ve etrafındaki tarihi bir kaç bölge dışında pek de ilgi çekici bir yer değil.

Çocuktan al haberi

Bir kaç gün önce, Amerika’da Colorado eyaletinde, ev yapımı bir balonla havalanan 6 yaşındaki Falcon Heene isimli çocuğun haberi yeri göğü oynatmış.

Hikayeye göre, ev yapımı balonun sepetine giren çocuk balonun ipleri çözülünce 2100 metre yükselerek 2 saatte 80 km kadar yol katediyor ve balon sonunda yere indiği zaman içinde sanılan çocuk sepetten çıkmıyor. Bunun üzerine çocuğun düştüğü sanılıyor ve balonun izlediği rota üzerinde bir arama çalışması başlatılıyor. Tam hikaye Wikipedia’da var.

Uçan daireye benzeyen balon şu şekilde:

İşin sonunda çocuğun tüm bu olan bitenler sırasında evlerinin çatı katında bir kutuda saklandığı ortaya çıkıyor.

Falcon bulunduktan sonra babasıyla

Falcon "bulunduktan" sonra babasıyla

Ancak komik kısmı bu değil. Aile ertesi gün Larry King Show’a (Amerika’da bir talk show) katıldıklarında çocuk tüm olayın bir gösteri ve aldatmaca olduğunu ağzından kaçırıveriyor. Videonun 40. saniyesinde çocuğun “bunu şov olsun diye yaptık” dediği duyulabiliyor.

Netekim bir kaç gün sonra ailenin yaşadığı yerin şerifi olayın bir aldatmaca olduğunu ve aile hakkında soruşturma başlatıldığını açıklamış.

Demek ki neymiş? İnsanları kandıracaksan suç ortaklarının 6 yaşında ve yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu bilen çocuklardan oluşmamasına dikkat edeceksin.

Bu arada balonu görerek “UFO” gördüm diyen bir sürü insan olduğuna da bahse girerim.

Akıllı Twitter Ateistleri

Bir kaç haftadır ufaktan ufaktan Twitter’a takılıyorum. Dün benim farketmediğim ama sonradan öğrendiğim eğlenceli bir olay yaşanmış twitter uzayında.

Hrıstiyan Twitter’cılar “Know God, know peace; no God, no peace” yani “Tanrı’yı bilin, huzuru bilin; Tanrı yoksa huzur da yok” şeklinde tweet girmeye başlamışlar. Diğer hrıstiyanlar da bunu kopya ederek profillerine bu mesajı girmeye başlamışlar.

Sonra bir kaç akıllı ateist sadece “no god” (Tanrı yok) kısmını girmişler. Twitter da ilk cümledeki ve ateistlerin “no god” şeklindeki tweetleri görerek “#no god” kelimelerini günün en popüler kelimeleri olarak sağ kolona yerleştirmiş (tamamen otomatik bir şekilde). Hrıstiyanlar bunu görünce ilk cümleyi daha da çok yazmaya başlamışlar ama sonuçta istedikleri kadar çok yazsınlar bir kaç kişinin bile “no god” yazmış olması toplam “no god”ları “no god no peace”lerden fazla yaptığı için “no god”lar daha da yüksek bir sıraya yerleşmiş.

Sonrasında eğlenceli yazışmalar falan işte.. :

https://twitter.com/#search?q=%22No%20God%22

Kuran’daki bilimsel mucizeler – İki denizin karışmaması

Nedense tekrar tekrar karşıma gelen bir mucizeyi yazma vakti geldi de geçti bile.

Kuran’daki Rahman ve Furkan surelerinde iki denizin birbirine “kavuştuğu” ama “karışmadığı”na dair bir olay, Tanrı’nın gücünün delili olarak gösterilir. Söz konusu ayetleri bir kaç değişik meal ile aktaralım:

Rahman suresinden ilgili ayetlerin Diyanet meali:

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. 20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Elmalılı Hamdi Yazır meali:

19. Salıvermiş iki denizi daima birbirleri ile çatışıyorlar;
20. aralarında bir engel vardır, birbirlerine karışmazlar;
21. şimdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?
22. Onlardan inci ile mercan çıkar;
23. şimdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?

Muhammed Esed tefsirinden:

19. O, birbirlerine kavuşup karışabilmeleri için iki büyük su kütlesini serbest bırakmıştır:
20. [ama] aralarında aşamayacakları bir engel var. (8)
21. Öyleyse, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini inkar edebilirsiniz?
22. Bu [su kütle]lerinin ikisinden büyüklü küçüklü inciler çıkar.
23. Öyleyse, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini inkar edebilirsiniz?

Aynı olaydan bahseden Furkan suresindeki ilgili ayet:

Diyanet:

53. O, birinin suyu lezzetli ve tatlı, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da görünmez bir perde ve karışmalarını önleyici bir engel koyandır.

Elmalılı :

İki denizi birbirine salıveren O’dur. Şu tatlı, yürek tazeler, şu da tuzlu, çorak; aralarına da bir berzah (dil) ve bir hicri mehcür (kıstak) koymuştur.

Bu da Muhammed Esed tefsirinden:

53. İKİ BÜYÜK su kütlesini (41) -ki bunlardan biri tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acıdır– birbirine salıveren ve ikisinin arasına bir engel, karışmalarını önleyen bir perde koyan O’dur. (42)

41 – Genellikle “deniz” anlamına gelen bahr ismi aynı zamanda nehir, göl gibi büyük tatlı su kütleleri için de kullanılır; yukarıdaki anlam örgüsü içinde bahreyn ismi yeryüzünde yan yana (ya da iç içe) bulunan –tuzlu ve tatlı- “iki büyük su kütlesi” anlamındadır.

42 – Yani, bu iki su kütlesinin, sürekli birbiriyle karşılaşıp okyanuslara karıştıkları halde, sanki aralarında görünmeyen bir perde, bir engel varmışcasına terkiplerindeki (karışımlarındaki) farklılığı korumasını sağlamaktadır; suyun çevrimsel dönüşümünde (yahut küresel dolaşımında), yani tuzlu denizlerden buharlaşarak yükselip bulutları oluşturarak, sonra yoğunlaşıp kar ve yağmur yoluyla dereleri, ırmakları besleyerek tekrar denize dönmesinde- kendini gösteren Allah’ın yaratma planına ilişkin dolaylı bir hatırlatma. Bazı Müslüman sûfîler, bu iki su kütlesinin vurgulanmasında, insanın ruhsal algı ve kavrayışlarıyla dünyevî ihtiyaç ve tutkuları arasındaki uçuruma -ve aynı zamanda etkileşime- ilişkin bir temsîl bulmaktadırlar.

Yani elimizdeki bilgiler nedir?

  • Birinin suyu tatlı, diğeri tuzlu iki adet su gövdesi var. Tatlı olan içilebilir bir su (susuzluğu giderici ve ferahlatıcı tanımı yapılıyor)
  • Bu iki su birbiriyle karşılaşıyor ama aralarındaki bir perde yüzünden karışmıyorlar.
  • Bu iki suda da mercan ve inciler bulunmaktadır.

Bu bilgilere ek olarak, bazı mucizeci sitelerde “yüzey gerilimi yüzünden iki su kütlesinin karışmadıkları” veya bunu fark eden Jacques Cousteau’nun İslam’ı kabul ettiği gibi güzel detaylar verilir. Hatta bunu Cebelitarık boğazındaki Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’in sularının karışmadığını farkettikten sonra yaptığı söylenir.

Şimdi burada iki senaryo muhtemel. Rahman suresinde bahsi geçen iki deniz, gerçekten de iki deniz ve Furkan suresinde birinin tatlı olduğunu belirttiğine göre bir tatlı su kütlesi ( suyu içilebilir göl, nehir gibi) ve bir tuzlu su kütlesi (deniz) olmak üzere iki ayrı durumdan söz ediliyor ve ayrı ayrı incelenmesi gerekiyor. İkinci senaryo ise Rahman suresinde bahsi geçen olay Furkan suresindekiyle aynı, ama tatlı-tuzlu ayrımı yapılmamış.

İddiayı sağlam bir şekilde incelemiş olmak için ilk senaryoyu yani Rahman ve Furkan surelerinde ayrı olayların anlatıldığını kabul ederek devam edeceğim. Zaten bu haliyle ikinci senaryoyu da kapsamış olacak.

Deniz suları gerçekten karışmaz mı?

Kısa cevap:

Karışır. Karışmaması gibi bir şey söz konusu değildir.

Uzun cevap:

Okullarda anlatılan fen derslerinde farklı sıcaklık ve yoğunluklara sahip (aynı türden) sıvıların karışmasının geciktiğinden bahsedilir. Denizlerde de aynı durum söz konusudur. Genel olarak daha tuzlu ve soğuk su derinlere çökerken daha sıcak ve tuzsuz su yüzeye yaklaşır. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu su gövdelerinin birbiriyle etkileşimidir. Bu su kütlelerinin arasında “perde” benzeri bir sınırlandırma yoktur. Bunun yerine iki su kütlesi arasında gradyan yani aşama aşama bir geçiş vardır. Örnekle gösterelim:

İki su kütlesi arasında "Perde" modeli

İki su kütlesi arasında "Perde" modeli

İki su kütlesi arasında gerçekte olan aşamalı ayrılma

İki su kütlesi arasında gerçekte olan gradyan (aşamalı) karışma

Eğer iki su kütlesi yeterince uzun süre aynı ortamda kalırsa tamamen homojenleşene kadar karışmaya devam edeceklerdir. Eğer okyanusta olduğu gibi akıntılar ayrı sıcaklıktaki ve tuzluluktaki su kütlelerini hareket ettirirse aradaki gradyan (suların karışmaya başladığı) bölge kalacak ve temas noktasına uzak olan sular karışamadan akmaya devam edeceklerdir. Fakat bu iki su kütlesi arasında aşılamayacak olan bir perde olmasından değil, farklı sıcaklık ve yoğunluktaki suların karışmasının homojen kütlelere göre daha geç olmasındandır.

Alttaki resimde okuldayken bol bol sözü geçen Gulstream akıntısının termal resmi görülebilmektedir. En kırmızı olan kısımlar 25 derece civarı.

Gulstream - Aşamalı soğumaya dikkatinizi çekerim

Gulstream - Aşamalı soğumaya dikkatinizi çekerim

Rahman suresindeki iki deniz (tuzlu su gövdeleri)’in görünmeyen bir perdeyle karışmaması, ancak yeni karşılaşmış su gövdeleri için geçerlidir. Bu gövdelerin de arasında bir perde yoktur, şekildeki gibi homojenleşmeye başlamış bir ara kütle vardır. Bu kütle bir perde değil, karşılaşan iki suyun karışımı olan bir “ara form”dur (tashih kastidir :))

Cebelitarık karışmıyor mu yani?

Cebelitarık boğazı’nda da aynı durum sözkonusudur. Hatta meseleyi merak eden bir vatandaş Tübitak’a soru sormuş ve cevabını almıştır:

Cebelitarıktaki şu ünlü karışmama olayının nasıl olduğunu sormak istiyorum. (Murat Kırık)

Karışmama diye bir olayın varlığı kesinlikle doğru değildir. Karışmama değil aksine karışma iletişim aklınıza ne gelirse hepsi var.

http://earthsci.terc.edu/content/investigations/es2202/es2202page05.cfm”

Konu ile ilgili bir alan buradan da Cebelitarık boğazındaki karşımın Akdeniz için önemi deniz bilimleri açısından değerlendirilmekte. Özetle karışmama diye bir olay olmadığı gibi Atlantik sularının Doğu Akdeniz’de dahi izlenebilmesi mümkün olabilmektedir.

A. Cemal Saydam

Ek bilgi, Cemal Saydam eski Tübitak başkan yardımcısı ve Meteoroloji profesörüdür.

Kaptan Cousteaou Müslüman olmamıştır. 1991’de Cousteau vakfına yapılan bir başvurudan gelen cevap ve Cousteau’nun cenazesinin Katolik geleneklerine göre kaldırılması buna kanıttır. 1991’deki dokümanda basitçe “Size söyleyebiliriz ki kumandan Cousteau müslüman değildir ve bu dayanaksız bir iddiadır.”

Furkan’daki ayette bahsi geçen biri tatlı ve tuzlu su kütlelerine gelecek olursak, burada da bir karışmama söz konusu değildir ve bunun kanıtı da nehirlerin denize döküldüğü yerlerdir. Denizlere dökülen tatlı su, deniz suyuyla karışır ve homojenleşir. Denizlerde tuzlu suyla karışmamış serseri mayın gibi dolaşan tatlı su gövdeleri yoktur. Bu sular, homojenleşir ve karışırlar. Aralarında bir perde yoktur.

Peki Muhammed niye böyle bir yorumda bulundu?

Hem de iki kere?

Aslında su kütlelerinin ayrıymış gibi görünmesi hadisesi gözlemlenebilir bir olaydır. Nehirlerin denize döküldüğü yerlerde nehir suyunun denizin içine doğru uzandığı gözlemlenebilir. Bu bilgi de Muhammed’den 600 sene önce yaşamış olan Büyük Pliny (Pliny the Elder)’ın Naturalis Historiae isimli eserinde bahsi geçen bir olaydır. Kendisi bu olaydan şu şekilde bahseder (It is very remarkable that fresh water diye başlayan paragraf) :

Tatlı suyun denize borulardan akıyormuş gibi ulaşması muhteşemdir. Ancak suyun doğasıyla ilgili harika şeylerin sonu yok gibidir. Tatlı su deniz suyunun üstünde yüzer, şüphesiz ki daha hafif olması sebebiyle.

Eğer surelerin devamlarına bakarsak, sureler gözlemlenebilir olayları göstererek onların hepsinin Allah’ın işi olduğunu söylemektedir. Suların karışmaması hadisesi de bu yüzden anormal ya da dönemin insanlarına anlamsız gelmiş bir bilgi değildir, deniz görmüş her 7.yy arabının bildiği bir şey bile olabilir. Yoğunlukla ilgili bilgilerin MÖ 2.yy’da yaşamış olan Arşimed’e kadar uzandığını hatırlatmakta fayda var.

Peki bu sularda bulunan inci ve mercanlar meselesi ne?

Aslında bu mucizeyi iki ayrı senaryo halinde ele almamın sebebi bu inci ve mercanlar bahsidir. Eğer Rahman suresindeki “iki deniz” ifadesini tatlı ve tuzlu suya sahip iki ayrı kütle olarak algılasaydık burada bir başka problem ortaya çıkıyordu. O da tatlı sularda inci oluşabilse bile, mercanlar sadece tuzlu sularda oluşur. Yani eğer Kuran’da iki ayrı surede aynı olaya işaret ediliyorsa (Furkan suresinde belirleyici olarak tatlı ve tuzlu sulardan bahsedildiği için Rahman suresindeki örnekte de otomatikman yine tatlı ve tuzlu sulardan bahsettiği çıkarımını yapmamız gerekiyor) o zaman burada bir değil iki yanlış söz konusu. Zira bu durumda Rahman suresindeki “ikisinde de mercanlar vardır” ifadesi yanlış oluyor. Eğer iki ayrı olaydan bahsediliyorsa o zaman sadece tek bir yanlış var, o da suların perde gibi birbirinden ayrıldıkları ve karışmadıkları iddiası.

E yüzey gerilimi diyorduk?

Yüzey gerilimi, su kütlelerinin farklı yoğunluktaki bir başka gövdeyle (gaz, katı, başka bir sıvı) temas ettikleri yerde oluşan bir tür rezistanstır. Suda yürüyen sinekler suyun yüzeyinde oluşan gerilimden faydalanırlar. Suyun içine atılan zeytinyağı da benzer bir gerilimden faydalanır ve karışmaz. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, karşılaşan iki kütle arasındaki moleküler farklardır. Yağ ve suyu karıştırmak çok zordur, ancak buradaki belirleyici etki yüzey gerilimi değil, moleküler farklardır. Yoğunluk ve sıcaklıkları farklı iki su arasında bu türden bir moleküler fark olmadığı için yüzey gerilimi burada önemli bir belirleyici değildir.

Denizlerdeki akıntıların karışmasına tanıdık bir örnek, Marmara denizi:

Dikkatli bakıldığında Karadeniz’den Marmara’ya ve Marmara’dan Ege’ye akan az tuzlu (ve hafif olduğu için üstten akan) su görülebilmektedir. Bu sular hareketlerine bir süre devam etmekte ve sonra büyük kütledeki suyla karışmaktadırlar.

Sonuç olarak

  • Muhammed zamanından çok önce, tuzlu ve tatlı suların karışmakta geciktikleri biliniyordu. Bu suların hiç karışmadıklarını söylediği için Kuran’da mucize değil hata bulunmaktadır.
  • Deniz suları ve tatlı sularının karışmasını tamamen ve kesin olarak engelleyen bir perde yoktur. Yüzey gerilimi burada belirleyici değildir.
  • Eğer Rahman ve Furkan surelerinde bahsedilen olay aynı olay ise Kuran tatlı sularda mercan yaşadığını iddia ederek bir hata daha yapmaktadır.

Kuran’ın ilahi ilhamla yazılmış olması olağanüstü bir iddiadır ve iki denizin karışması hadisesi daha olağan bir şekilde açıklanabildiği için bu olağanüstü iddiaya kanıt teşkil etmekten uzaktır.

Bir mucizenin daha sonuna geldik. Bir dahaki mucizede görüşmek üzere, esen kalınız.

Vücudunda Arapça yazılar çıkan bebek

Az önce Ekşisözlükte gördüm, Rusya’da 1 yaşındaki bir bebeğin vücudunda Arapça yazılar belirmiş. Türkçe kaynak olarak Mynet haberin sayfası gösteriliyor. Mynette bir video var (ne dediklerini anlayamıyoruz zira Rusça galiba) ama internette aratınca bir kaç yerde olaydan bahsediliyor. Özetle çocuğun bacağında sırtında kırmızı lekeler çıkıyor ve Arapça mesajlar belirmeye başlıyor. Örneğin “Allah” ya da “Mesajımı insanlara iletin” gibi. Neden bahsettiğimizi görebilmek için alttaki resimlere bakalım:

Görüldüğü gibi burada yazıya “benzeyen” bir şeyden değil, noktalama işaretleri de tastamam olmak üzere açık ve net Arapça yazılar var.

Bu da bizi olayın kaynağının doğal olmadığı, yani ya insan eliyle yapıldığı veya gerçekten doğaüstü bir müdahalenin eseri olduğu sonucuna götürüyor.

Genellikle bu türden doğaüstü olayların sonradan kandırmaca olduğu ortaya çıktığı için (kan ağlayan Meryem Ana heykelleri gibi) bu olayın da bilimsel olarak incelendiği takdirde insan eliyle yapıldığının ortaya çıkacağını düşünüyorum. Mynet her ne kadar “bilim adamlarını şaşkına çeviren” ifadesini kullansa da başka bir yerde çocuğun vücudundaki izlerin bilimsel olarak incelenip incelenmediğini doğrulayamadım.

1 yaşındaki bir çocuğu “insanları Allah yoluna çağıracağım” diyerek derisini kızartabilecek (ya da daha kötüsü dağlayabilecek) insanların var olma ihtimali ne yazık ki arzu ettiğimizden (sıfır olmasını arzu ediyorum) daha yüksek. Umalım da olay aydınlığa kavuşsun ve eğer aile çocuğa zarar vermişse ellerinden alınsın.

Ha eğer gerçekse, zaten kıyamet yaklaşmış demektir, çocuk ailede kalabilir.

Torino Kefeni’nin sırrı çözüldü

Torino kefeni İsa’nın öldükten sonra sarıldığı kefen olduğuna inanılan ve İtalya’da bir kilisede saklanan bir kefen bezi.

Şeklen şuna benziyor:

Görüldüğü gibi sakallı ve uzun saçlı bir erkeğin (e kadın olacak değil ya) bir silüeti var bezin üstünde.

Kefen bezi karbon tarihleme yoluyla 1200lü yıllarda yapıldığı ortaya çıkan ve Katolik kilisesinin de gerçekten İsa’nın kefeni olduğunu iddia etmediği bir tür “kutsal emanet”. Bugüne kadar anlaşılamayan şey ise, nasıl olup bu silüetin kumaşa aktarıldığı idiydi.

Reuters’in haberine göre İtalya’da bir organik kimya profesörü bu sırrı da çözerek kefenin bir benzerini yapmayı başarmış. Üstelik kullandığı malzemeler de karbon tarihlemenin bulduğu tarih aralığında bulunan materyaller.

Habere göre işe pamuklu bir kumaşı bir gönüllünün üstüne sererek başlamışlar. Kumaşı pigment boyayla ovalamışlar ve yüz için bir maske kullanmışlar. Daha sonra kumaşı bir fırında ısıtarak pigmenti yaşlandırmışlar ve silüetin flulaşmasını sağlamışlar. Daha sonra kan izleri, yanıklar ve su lekeleri eklemişler. Böylece orijinal kefene çok benzeyen bir kopya yapmayı başarmışlar.

İşin komik tarafı araştırmayı finanse eden kuruluş İtalyan Ateist ve Agnostikleri birliği (ya da buna yakın bir şey), ancak profesör kopyanın tamamen bilimsel yöntemlerle yapıldığını ve finansman sağlayan kuruluşun sonuçlara hiç bir etkisi olmadığını söylüyor ve ekliyor “eğer ileriki çalışmalarımı Kilise finanse etmek isterse ben buradayım!” 🙂