Mesele tabi ki çocuk değil, Mesele İslam

Tabi ki mesele İslam.

İslam olmadan bu kadar insanın 6 yaşında bir çocuğun tecavüzüne sessiz kalamaz. İyi insanların kötü şeyler yapması için din gereklidir.

İslam, Kuran’da pedofiliye hem izin verir hem de şartlarını düzenler. Kuran’da izin verip düzenlediğini de sünnet ile teyit eder.

Kuran, pedofiliye nasıl izin verir?

Kuran’da boşanma ile ayetler boşanma ile ilgili kuralları düzenler.

Bakara 228 – Kadınların boşanırken 3 aylık (3 regl döngüsü) bekleme süresini (iddet) belirler.

Ancak Ahzab 49’da “eğer onlara dokunmadı iseniz beklemeye gerek yoktur” der. Yani 3 aylık iddet süresinin gerekli olması için seks yapılması gerekli.

Peki “hem seks oldu, hem de adet görmeyen kadınlar var, bu durumda ne yapacağız?”

O zaman da Talak 4 imdada yetişiyor. “Kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmemiş bulunanların iddet (bekleme süre)leri, -eğer şüpheye düşecek olursanız (bilin ki- |üç aydır. Hamile kadınların bekleme-süresi ise, yüklerini bırakmaları (ile biter). Kim Allah’tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir.”

Talak 4’teki “henüz adet görmemiş” ifadesini “hiç adet görmemiş” olarak çevirip, bunu da “tıbbi sebeplerle adet görmeyen kadınlar” olarak algılayan, böylece “yaşı çok küçük olduğu için henüz adet görmemiş” problemini yok saymaya çalışan meal’ler ve tefsirler bulunmaktadır.

Muhammed’in Ayşe ile 6 yaşında evlendiği, 9 yaşında ilişkiye girdiğine dair hadisler sahih olarak görülmektedir.

Talak 4’ün Kütübi Sitte’deki açıklaması da “henüz adet görmemiş” şeklindedir.

Bazı İslami apolojistler, “evet henüz adet görmemişe nikah yapılır ama İslam, bir müminin zarar göreceği bir şeye izin vermez bu sebeple nikah ayrıdır, ilişki ayrıdır, nikah olabilir ancak ilişki için ruhen ve fiziken hazır olunduğu yaşa kadar beklenmelidir” şeklinde bir açıklama getiriyor.

Daha önce de sordum, yine soruyorum zira tatmin edici bir açıklama asla gelmedi.

İslam’da, alkol almak haram. Tereddüt yok.

Put yapıp tapmak haram. Tereddüt yok.

Kan içmek haram. Tereddüt yok.

Domuz eti yemek haram. Tereddüt yok.

İslami usulle kesilmemiş hayvan yemek de haram. Tereddüt yok.

Zina haram. Tereddüt yok.

Homoseksüel ilişki haram. Tereddüt yok.

Gel gelelim mevzu pedofiliye geldiğinde eeee ööö islam kimseye zarar gelmesine izin vermez de bilmem ne… sürüyle kıvırtma.

Arkadaşım sizin tanrınız net bir şekilde “18 yaşından önce evlenmek yasaktır” yazmayı akıl edememiş mi? Bugün alkol almayan, domuz yemeyen, zina yapmayan, homoseksüel ilişkiye girmeyen hacılar hocalar ne hikmetse pedofiliye sarmış durumda.

Ben tanrı olsam, insanların barış içinde güzel yaşamlar sürerek yaşamasını sağlayacak bir kural kitabı göndermeye niyet etsem en başa kocaman harflerle “asla çocuklarla evlenmeyin, çocuklarla cinsel ilişkiye girmeyin” yazarım. Yani domuzu alkolü falan yazan allah çocuk tecavüzünü yasaklamayı akıl edemiyor, bu gariban cemaat nedense 1400 yıldır sürekli “pedofili olaylarını nasıl örteriz”le uğraşmak zorunda kalıyor.

Hani islam kolaylık diniydi? Dünya üzerinde pedofiliyi örtmek ve meşru göstermek kadar zor ikinci bir iş düşünemiyorum açıkçası.

Bu ülkede arkan sağlam olacak

Dünden beri olanları hayretle izliyorum.

(Burada parantez açmam lazım. Normalde, güncel olaylarla ilgili yazmayı pek sevmiyorum, zira o bir kaç gün için güncel iken,  6 ay sonra anlamsızlaşıyor yazı – diğer yazılar gibi açıp seneler sonra okuyamıyor insan; ancak burada bir istisna yapacağım. Blog benim değil mi? İster istisna yaparım, ister yapmam). 

Geçtiğimiz haftadan beri, Cemaat’in “valla biz yapmadık” demesine rağmen bariz bir şekilde hükümete operasyon yapmasını izliyoruz. Geçen hafta oğulları göz altına alınan üç bakan dün istifa etti, Egemen Bağış da dün gece kabineden çıkarıldı.

Ancak esas hayret verici olay, “2. dalga” adı verilen ve 100 milyar dolarlık demiryolları ile ilgili yolsuzluk iddiaları ile ilgili olarak savcılık tarafından gözaltına alınması istenen isimlerin polis tarafından ısrarla tutuklanmaması. Ahmet Şık dün dosyanın ayrıntılarını paylaştı. İddialar doğruysa, durum çok fena.

Tayyip dün gece apar topar yeni bir kabine açıkladı. Ancak yeni kabinedeki kritik görevler milletvekili değil, yani Erdoğan’ın sürekli “atanmışlar seçilmişler” argümanını yalanlar nitelikte.

En önemli kişi şüphesiz, Tayyip Erdoğan’ın oğlu (ya da oğulları). Tayyip Erdoğan’ın Pakistan dönüşü uçaktayken “oğlum üzerinden bana gelmek istiyorlar” dediği iddia ediliyor bugünkü gazetelerde.

Yani arkan sağlamsa, baban başbakansa, istediğin haltı ye, ama yargı yolu açılırsa “gelmem” diyebiliyorsun bu ülkede. Süper olay.

Ancak benim anlayamadığım bir nokta var.

Madem hakkında (ya da oğlunun hakkında) iddialar var, şeffaf bir şekilde yargıya gidin?

Madem yargıya güvenmiyorsun, o zaman Ergenekon ve Balyoz gibi davaların da haksız olduğunu ifade et?

Bir de 11 senedir sen değil misin bu ülkeyi neredeyse tek adam iktidarıyla yöneten? Niye yargıda reform yapmadın? Kendi oğluna komplo yaptığını söylediğin yargı-polis sistemi bu noktaya gelene kadar nerdeydin ? Adalet sarayı binaları inşa edince adalet kendiliğinden gelecek mi sandın?

Gerçekçi olmak gerekirse Tayyip Erdoğan’ın çok az seçeneği var.

1-Yargı güvenilirdir diyerek soruşturmayı tıkamaktan vazgeçmesi, gerekirse istifa etmesi.

2-“Yargı komplocular tarafından ele geçirilmiştir” demesi ve ardından “11 yıldır ben bu ülkeyi yönetirken bunu göremedim/engelleyemedim, bu işi düzeltecek birine yerimi bırakıyorum” diyerek istifa etmesi ve erken seçimlere gitmesi.

Tayyip gerçi bunları asla yapmayacak, yine “bizi çekemeyen iç-dış güçleeğğrr.. allaağğğhh.. iradeğğğ… sandıığğk” diye demagoji yapmaya devam edecektir.

Hoş muhalefetin omurgasızlığı sebebiyle erken seçim neye yarar bilmiyorum; ama yolsuzluğu, devlet içinde devleti engelleyemeyen; dış politikada sürekli çuvallayan; ekonomiyi dışarıdan gelen sıcak paraya bağımlı bir hale getirerek incecik bir ipte yürür duruma getiren AKP hükümetinden kurtulmamız bile bir iyileşmedir diye düşünüyorum.

Bence muhalefet liderleri de “oooh nihayet sıra bize geliyor gün bizim günümüzdür” diye ellerini ovuşturacaklarına, hemen istifa etmeli ve yüzü eskimemiş, genç ve gerçekten fark yaratabilecek kişileri parti yönetimine getirmelidirler. Bu hem sol hem de sağ kanat için geçerli. Zira bu ülke partiye ya da kadroya değil, doğrudan lidere oy veren bir halka sahip. Eğer lider başarılıysa, parti başarılı. Liderde iş yoksa, partiden de iş çıkmıyor ülkemizde.

Hatta daha da iyisi, yeni bir merkez parti kurulması ve yönetim ve kadroların gerçekten işini bilen (Ekonomi bakanı olarak müteahhit, ya da eğitimden sorumlu bakanı olarak mühendis görevlendirilmesin mesela?) kişilerden oluşması.

Ne yazık ki bu son dileğim, yılbaşında piyangoyu tutturmak kadar uzak bir ihtimal.

Pür dikkat izlemeye devam ediyorum olan biteni.

Millet Meclisi ve başörtüsü polemiği

Açtım bayramlık ağzımı.

Tayyip’in yine saklayacak bir şeyleri var olsa gerek, yine mecliste baş örtülü vekil olur mu olmaz mı tartışması alevlendi.

Gazetelerden görebildiğim kadarıyla şu üç isim “biz türbanla/baş örtüsüyle geleceğiz” demişler.

Nurcan Dalbudak – Denizli milletvekili

Sevde Bayazıt Kaçar – Kahramanmaraş milletvekili

Gülay Samancı – Konya milletvekili.

Açıkçası beni insanların ne giydikleri çok ilgilendirmez. İsterse palyaço kıyafetiyle ya da baskılı siyah metalci tişörtüyle gelebilir meclise.

Beni bir vatandaş olarak ilgilendiren yegane şey, o vekilin yaptığı işlerdir.

Bu üç ismin Mecliste yaptıkları faaliyetlere baktığım zaman gördüğüm şey, bu kişilerin temsil ettikleri halkın faydasına olan işler yapmaktan çok, padişah Erdoğan’ın “oylama vekili” oldukları.

Üşenmedim bu üç potansiyel baş örtülü vekilin TBBM.gov.tr sitesinde bulunan yasama faaliyetlerini inceledim. Altta özeti görebilirsiniz.

Bir de, karşılaştırma olması açısından, CHP’li Emine Ülker Tarhan’ın faaliyetlerini ekledim. Kim daha çalışkan, kim temsil ettiği insanları daha iyi temsil ediyor, kim patron’un emir eri görebilelim diye.

Yasama Faaliyetleri özetleri.  

 

İlk İmza Sahibi Olduğu Kanun Teklifleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan:  16
İmzası Bulunan Kanun Teklifleri

Nurcan Dalbudak: 6
Sevde Bayazıt Kaçar: 5
Gülay Samancı: 8
Emine Ülker Tarhan: 17

Sahibi Olduğu Yazılı Soru Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 32

İlk İmza Sahibi Olduğu Genel Görüşme Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan:  3
İmzası Bulunan Genel Görüşme Önergeleri

Nurcan Dalbudak:  0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan:  4

İmzası Bulunan Meclis Soruşturma Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 1

İlk İmza Sahibi Olduğu Meclis Araştırma Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 3
İmzası Bulunan Meclis Araştırma Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 8
Sevde Bayazıt Kaçar:5
Gülay Samancı:2
Emine Ülker Tarhan: 13

İlk İmza Sahibi Olduğu Gensoru Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 3
İmzası Bulunan Gensoru Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 3

Genel Kurul Konuşmaları

Nurcan Dalbudak: 2
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:4
Emine Ülker Tarhan: 62 (yanlış saymadıysam)

Özetle görüyoruz ki, bu 3 vekilin ismini, bu başörtüsü kavgası olmasaydı duymayacaktık, bilmeyecektik. Zira bu kişiler “aman bayan da olsun bulunsun” mantığından çok da uzak olmayan bir mantıkla listelere dahil edilmiş ve seçtirilmiş, bana sorarsanız boşuna maaş alan vekiller.

Dileyen, bu 3 vekilin imzalarının olduğu kanun teklifleri ve araştırma önergelerine bakabilirler. Tamamı AKP’nin merkezden yönettiği sansasyonel araştırmalar. Karşılaştırma için Emine Ülker Tarhan’ın imzası olan çalışmalara bakın, ve hangisi millet için daha kıymetli kendiniz karar verin.

Bu isimleri internette arattığımızda da pek bir habere vs rastlamak mümkün değil. Özetle çok bir iş yapmadıkları neticesine varıyorum üzülerek.

Doğru dürüst temsil edilmeyen 3 milletvekili değerinde seçmen var demek ki.

Başörtüsü, İslam’ın kadına “haddini” bildirmek için, “yerini” bildirmek için kullandığı bir baskı aracıdır. Başörtüsüyle meclise gireceğim diye tutturan bu vekillerimizin de ne yazık ki görünen o ki, İslam’daki kadın modeline uygun bir öz geçmişleri bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yerel yönetimlerde bile çok daha donanımlı ve çalışkan siyasiler, devlet görevlileri varken, bu üç isim – muhtemelen başörtüsü krizinde kullanılmak üzere önceden hesaplanarak- meclise girmişlerdir.

Gerçi, hayatındaki tek başarısı (!) Abdullah Gül’le 15 yaşındayken evlenmek olan bir First Lady varken, hiç bir elle tutulur iş yapmayan vekillerimiz olmuş çok mu?…

 

Kaynaklar – TBMM.gov.tr

Nurcan Dalbudak
Sevde Bayazıt Kaçar
Gülay Samancı
Emine Ülker Tarhan

 

Parayı idare edemeyen Allah

Ne ilginçtir ki, Hrıstiyan’ından Müslüman’ına kadar, hiç bir millette “bize bu kadar para yeter” diyen bir ruhban sınıfı olsun.

Amerika’da mega kiliselerden tutun, kenardaki köşedeki ufak kiliselere kadar istisnasız hepsi tanrı için para isterler. Aynısı bizde de vardır. Amerika’daki sistemde devlet dini işlere karışmaz, dini kurumlardan vergi de almaz. Yani bir kiliseye giden insanların verdiği bağışlar, o kilisenin bütçesinde önemli bir kalemdir. Elbette düğün, cenaze, vaftiz vs gibi törenler için de para alırlar.

Bizde ise durum bildiğiniz gibi farklı. Devlet her şeyden vergi alır, ve bu vergilerin (fazlasıyla büyük) bir kısmıyla da Diyanet’i işletir.

Ama her ne hikmetse, ne Amerika’da, ne Türkiye’de, ne de muhtemelen hiç bir yerde bu “Tanrı’nın evi” kurumlarına para yetmez.

Som altından çatısı olan saraylarda yaşayan Vatikan’daki papazlar bile ‘para lazım’ diyorlar hala? Bakınız “Peter’s Pence

“show me the money”

Bugün gördüğüm bir haber de tam olarak bundan bahsediyor.

Diyanet, 11 bakanlıktan fazla para aldığı halde “paramız bitti” diyerek hükümetten ek ödenek istemiş.

Biraz bayat bir haber olacak ancak, AKP iktidara geldiğinden beri Diyanet’in artan bütçesine bir göz atalım (Kaynak):

2003 – 771 MİLYON TL

2004 – 1 MİLYAR TL

2005 – 1 MİLYAR TL

2006- 1.3 MİLYAR TL

2007- 1.6 MİLYAR TL

2008 – 2 MİLYAR TL

2009 – 2.5 MİLYAR TL

2010 – 2.7 MİLYAR TL

2011 – 3.2 MİLYAR TL

2012 – 3.9 MİLYAR TL

2013 – 4.6 MİLYAR TL

Yani 10 senede neredeyse 6 kat arttı bütçe.

Yine bayat bir haber olacak, ancak Diyanet bütçesinin solladığı diğer bakanlıklara bakalım (Kaynak):

Diyanet İşleri Başkanlığı 4 milyar 604 milyon liralık bütçe büyüklüğüyle; İçişleri Bakanlığı (İdris Naim Şahin) 2 milyar 888 milyon, Sağlık Bakanlığı (Recep Akdağ) 2 milyar 490 milyon, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Teknoloji Bakanlığı (Nihat Ergün) 2 milyar 469 milyon, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (Erdoğan Bayraktar) 1 milyar 880 milyon, Kültür ve Turizm Bakanlığı (Ertuğrul Günay) 1 milyar 851 milyon, Dışişleri Bakanlığı (Ahmet Davutoğlu) 1 milyar 614 milyon, Ekonomi Bakanlığı (Zafer Çağlayan) 1 milyar 381 milyon, Kalkınma Bakanlığı (Cevdet Yılmaz) 1 milyar 198 milyon, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (Taner Yıldız) 600 milyon, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı (Hayati Yazıcı) 503 milyon ile Avrupa Birliği Bakanlığı’nı (Egemen Bağış) 213 milyon solladı.

Yani Türkiye’de din, sağlıktan da, bilim, sanayi ve teknolojiden de, çevre ve şehircilikten de, kültür ve turizmden de, dışişlerinden de, kalkınmadan da, enerji ve tabii kaynaklardan da daha mühim.

Şu yukarıdaki listede “ha neyse bari çok para vermemişler” dediğim tek isim Egemen Bağış ve Avrupa Birliği Bakanlığı.

Eğitim bütçesi her ne kadar yüksek olsa da, içeriğin ne kadar dandikleştirildiği, ne kadar din eksenine kaydırıldığına hepimiz şahidiz. Çocukları ilk okula başlayan anne babaların korku hikayelerini duyuyorum sık sık.

Özetle mutlu insanların yaşadığı ülkelerde iyi yapılan tüm şeyler, bizde dini hizmetlerin gerisinde kalıyor.

Sonra niye mutsuzuz?

Bundan işte. İşe yarayacak şeylere para harcayacağımıza, ruhban sınıfı olmayan, cami’ye gerek olmayan, herkesin istediği takdirde kolaylıkla öğrenebileceği ve temelinde kişisel olması gereken bir dini kuruma harcadığımızdan.

Tanrı, dualara cevap veremediği, türlü belayı masum insanlara musallat olmaktan alıkoyamadığı, kötülerin kötülük yapmasını engelleyemediği gibi, parayı da idareli kullanmaktan aciz.

En azından bu meseleye mizahla yaklaşabilen birileri var(dı):

 

 

2013 Yılı M.E.B. Ders programı

Giderek distopik bir film senaryosuna benzemeye başlayan ülkemizden güzel bir haber daha. MEB’de ilk okul 5. sınıf öğrencilerinin ders programı.

Ders saatleri

Toplamda 6 saat din dersi. Buna karşın matematik 5 saat, Fen ve Teknoloji (doğal bilimler ve teknoloji bir arada) 4 saat. İngilizce 3 saat. Müzik 1 saat. Bilişim teknolojileri ve yazılım 2 saat.

Özetle, çocuklarımızı dünya vatandaşı, uluslararası ortamda rekabet edebilir bir seviyeye getirecek dersler, Din dersinin 3’te biri, 6’da biri, yarısı gibi oranlarla veriliyor.

İşin kötü tarafı, hepimizin bildiği üzere, “Hz Muhammed’in Hayatı” dersinde anlatılacak tarihi bilgiler, gerçek tarihi bilgiler değil, sulandırılmış, tatlı su müslümanlığına uygun konular olacaktır.

Örneğin Kuran-ı Kerim dersinde kölelikten, küçük çocuklarla evlilikten, ya da dünyanın düz olduğundan bahsedilmeyecek.

Ya da Din Kültürü ve Ahlak dersinde, Ahlak olarak adlandırılan davranışın din dışı (doğal) kaynaklarından bahsedilmeyecek.

Ya da Muhammed’in hayatı hakkında bildiğimiz tatsız olaylardan hiç bahsedilmeyecek.

Özetle İslam’a getirilen eleştirilerden hiç bahsedilmeyecek.

Onun yerine Kuran’daki (sahte) mucizelerden bahsedeceklerdir.

Çünkü bu eleştirilere “yalandır, bunlar zındıktır” dışında verebilecekleri doğru düzgün cevap yok.

Kuran, Muhammed ve din hakkında anlatılması gereken gerçekler – Nat Geo Wild

MEB’in haftalık 6 saat din temalı derslerinde anlatılacak olan versiyonu. Disney’den Aslan Kral

Bakınız sağ tarafta duran amca nasıl da Ebu Cehil’e, yanındaki sırtlanlar da Mekkeli müşriklere benziyor.

Ateyizler hadi bunu da açıklayın!

Çocuklara nasıl düşüneceklerini değil, “ne” düşüneceklerini öğretmeye tam gaz devam.

DuranAdam

Dün akşam çok güzel bir protesto gördük hep beraber.

Taksim meydanında, tek başına saatlerce AKM’ye doğru bakan bir kişinin sessiz, slogansız eylemi. Ayakta durmak.

Bu kişinin ismi, Erdem Gündüz. Ancak kişinin kendisinin çok bir önemi yok. Gündüz’ün ilham verdiği onlarca kişi, dün geceden beri değişik yerlerde sessizce ayakta durma eylemine başladılar. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yer, İzmir, hatta Sivas’taki eski Madımak oteli – yeni bilim ve kültür müzesi önünde sessizce ayakta duran kişiler var.

Benim değinmek istediğim nokta, bir komplo teorisi. O da bu eylemin CIA güdümlü olduğuna ispat olarak gösterilen “el kitabı” ya da kılavuz.

Teoriye göre bu arkadaş CIA’in hazırladığı bir el kitabına bakıp bu eylemi gerçekleştirmiş.

Yaklaşık 2 dk süren bir araştırma sonucunda, tüm listeye ulaşabildim.

Bu üstteki kısa alıntı toplamda 198 maddeden oluşan ve “şiddet içermeyen protesto yöntemleri” listesinden.

Liste, 1973 yılında yayınladığı kitap için Gene Sharp isimli 3 kez Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmiş bir siyaset bilimi profesörü tarafından hazırlanmış ve tarihte şahit olunan şiddet içermeyen protesto-sivil itaatsizlik eylemlerinin bir listesi.

Bu listede topluluk önünde konuşma yapmaktan (Madde 1) tutun, basın açıklaması yapmaya (Madde 4), bayrak asmaktan tutun (Md 18), şarkı söylemeye (Md 37), yürüyüşler yapmaktan tutun (Md 39)grev yapmaya (Md 85) kadar yöntemler var. Yani özetle bugün siz belli bir markanın ürünlerini satın almıyor iseniz (İsrail malları boykotunu hatırlayalım) bu da bu listeye dahil (Md 71).

Özetle, eğer ki siz Erdem Gündüz CIA ajanı diyorsanız, muhtemelen siz çok daha eskiden beri CIA için çalışıyorsunuz demektir.

Hatta daha da ilginci, madde 70’te karşımıza çıkıyor.

70. Protest emigration (hijrat)

Madde 70 – Protesto göçü – hicret.

Eğer sadece ayakta duruyor ve sessiz, şiddetsiz protesto ediyor diye Erdem Gündüz’ü CIA ajanı yapabiliyorsak, o zaman tarihteki en meşhur Hicret’i başlatan Muhammed’i de bir nevi ajan-provakatör olarak düşünmemiz gerekmez mi ?

Elbette bunlar saçma komplolar. Standart itibarsızlaştırma denemeleri. Muhtemelen bu itibarsızlaştırma taktiklerinin CIA el kitaplarında daha çok yeri vardır.

Gezi direnişçilerinin dünya kadar provokasyona karşı neredeyse hiç şiddet göstermemiş olmalarına ve direnişi daha çok zeka işi esprilerle yürütmelerine rağmen ellerinden gelen yegane şey devlet kaynaklarıyla mitingler yapmak ve o da işe yaramayınca döner bıçaklarıyla, demir sopalarla “adam dövmeye” çıkmak olan marjinal bir grubun nasıl karşısında duracaklarını bilmedikleri yeni bir eylem.

Sabah erken saatlerde öğrendiğime göre ayakta durma eylemi yapanları polis göz altına almış. Evet, Türkiye, sadece ayakta durduğunuz için göz altına alınabileceğiniz bir ülke haline geldi.

Yaşasın ileri demokrasi. Demokrasinin götünün kılıyık.

 

*Gene Sharp’ın Wikipedia sayfasını okursanız CIA ile ilgili bağlantılardan bahsedildiğini görebilirsiniz (Criticism başlığı altında). Burada referans gösterilen yegane linkteki kaynakları incelemeye çalıştım ama kaynak gösterilmemiş. Sadece iddialar var, ancak ilginç bir referans, 11 Eylül saldırıları komplocusu Thierry Meyssan‘a dair. Meyssan 2002’de daha sonra Loose Change ve Zeitgeist gibi sözde-belgesellere kaynaklık etmiş olan “The Big Lie” isimli 11 Eylül komplo teorisinin yazarı. Özetle kaynağın sağlamlığı konusunda ciddi şüpheler var. 

Direngezi

Bazen vaktim olduğunda yaptığım şeylerden birisi Crime Library sitesinden rastgele bir makale okumaktır. Üşengeçler için kısaca tanımlayayım, tarihteki meşhur seri katiller, gangsterler, teröristler, kısacası “suçlu” olarak tanımlanabilecek kişilerin biyografileri ve yaptıklarını özetleyen bir sitedir. Burayı gezmekteki amacım, bir çoğumuzun “bir insan bunu nasıl yapabilir” dediğimiz şeyleri gerçekleştirmiş olan kişinin psikolojisini anlamaya çalışmak, ya da kişiyi bu noktaya getiren çevresel faktörlerdeki benzerlikleri yakalamaya çalışmak. Örneğin bir çok şiddete meyilli suçlunun çocukluklarında yetişkinlerden (ebeveyn ya da değil) şiddet gördüğü, cinsel istismara uğradığını görebilirsiniz.

Bu hobiyi edindiğimden beri, güncel olaylardaki davranışların arkasındaki psikolojiyi ve bu davranışı ortaya çıkaran şartları tahmin etmeye çalışmak da otomatik bir tepki oldu. Elbette bir psikolog  ya da psikiyatr derinliğinde çözümlemeler, ya da belgeler ve tanıklıklarla olayı parça parça bir araya getiren araştırmacılar ya da tarihçiler gibi eksiksiz bir resim ortaya koyabilmeyi ummuyorum. Dediğim gibi, basit bir hobi. Film izlerken katilin kim olduğunu tahmin etmeye çalışmak gibi.

Yaklaşık 2 haftadır tüm Türkiye (bir noktaya kadar Dünya) İstanbul Taksim’deki Gezi Parkını korumak için başlayan sonra da tüm şehirlere sıçrayan ve Erdoğan hükümetinden duyulan bıkkınlık, yorgunluk ve kızgınlığın kanalize olduğu olaylara kilitlenmiş vaziyette.

Benim esas ilgilendiğim ise, Erdoğan’ın niye olayları bu kadar eskale etmeyi seçtiği, niye işin başındayken “tamam tekrar görüşürüz, madem istenmiyor alternatifler üzerinde Sivil Toplum Kuruluşlarıyla oturur konuşur arkadaşlarımız” gibi bir açıklamayla “geliyorum” diyen ölümlerin, yaralanmaların, kavgaların ve maddi zararın önüne geçmemesi – onun yerine tam tersi bir tutum takınması.

Muhtemelen yaptığım tespitler doğru değil. Muhtemelen zaman geçip olaylarla ilgili daha çok bilgi edindikçe de şimdi yaptığım tespitlerin yanlışlığını görebileceğiz. Ancak eldeki veriler ışığında, Erdoğan’ın düşünce zincirinin aşağı yukarı şu şekilde olduğunu düşünüyorum.

  1. Gezi Parkında direnişçiler, Erdoğan’ın “yapacağız” dedikleri Topçu Kışlası projesine karşı eylem ve gösteriler yapıyor.
  2. Erdoğan “dağıtın” diyor.
  3. Halk dağılmadığı gibi sayılar bir anda inanılmaz büyüyor, başka şehirlere sıçrıyor, sivil itaatsizlik ve muhalif söylemler tavan yapıyor.
  4. Erdoğan bugüne kadar titizlikle inşa ettiği “geri adım atmaz” imajını bozamayacağı için klasik demagojiden geçilmeyen açıklamalarında göstericileri itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Afrika gezisi öncesi ve sonrasında tıpatıp aynı eksende açıklamalar yapıyor. Halk Bankasını kullanarak İstanbul borsasında ciddi düşüşlere sebep oluyor. “Bakın bize karşı olanlar yüzünden ekonomi batıyor, yatırımcılar kaçıyor” imajı yaratıyor. Bir yandan da klasik “karanlık güçler” açıklamalarına devam. Faiz lobisi – sermaye grupları vs. gibi terimlerle “bakın bizi sindirmeye çalışıyor büyük kötü zenginler” mesajı veriliyor.

  5. Erdoğan’ın buradaki esas hedefi, müdahale ettiği takdirde çok büyük tepkiyle karşılaşacağını bildiği halk eylemlerinin şeklini ve dışarıdan görünüşünü değiştirmek. Tarihteki diğer sivil itaatsizlik olaylarında olduğu gibi, çok geçmeden her daim muhalif olan marjinal grupların Gezi Parkı hareketine kendilerini ekleyeceklerini, hareketin ivmesinden faydalanmak isteyeceklerini çok iyi biliyor.
  6. Bir kaç gün geçmeden beklediği gibi aşırı sol gruplar, bayrakları, flamaları, sloganları, gazete – dergileri ve posterleri ile Taksim meydanını tabiri caizse işgal ediyorlar. Tüm resimlerde görülebilecek şey etrafın “Devrim” “Sosyalizm” “Komunizm” odaklı kırmızı-sarı bayraklarla, pankartlarla ve posterlerle donatıldığı. Bu tür eylemlerde deneyimli ve eylemlere hazırlıklı olan aşırı sol gruplar, Gezi parkını savunmak ve kısıtlanan özgürlüklerle ilgili seslerini duyurmak istedikleri için , hayatlarında ilk defa bu tür bir olaya karışan genç ve genellikle eğitimli grupların aksine, az kişiyle çok yaygara koparmayı başarıyorlar.

    9 Haziran AKM

  7. Hükümet, çoğunlukla doğrudan yalanlarla, bazen de yarı-gerçeklerle olayın bir “halk hareketi” olmadığını, “marjinal uç grupların provokasyonu” olduğu masalını yaymaya başlıyor. Taksim meydanındaki görüntü bunu destekliyor. Hatta bir çok gezi direnişçisi “flamasız direniş” istediklerini belirten mesajlar gönderiyorlar.

  8. 11 Haziran sabahı polis “meydanı aşırı sol grupların pankart ve bayraklarından arındırmak” amacıyla meydana geliyor. Sabah saatlerinde ellerinde SDP bayrağı tutan 6-7 kişilik bir grup, ilk kez görülen molotov kokteyllerini polise doğru atıyor, polis de bu eylemcilerin etrafına su sıkıyor. Ama ne hikmetse polis bu eylemcileri, daha önce yaptığı gibi durdurmaktan imtina ediyor. Bu gösterinin sivil polisler tarafından gerçekleştirilen bir tiyatro olduğu, 10. dakikada ayyuka çıkıyor. Ancak zaten gerekli imaj oluşturuldu bile. Bir çok hükümet yanlısı tweet ve haber portalında “polise molotov kokteyli atıldı” tarzında mesajlar geçiliyor. Özetle ne kadar acemice yapılmış olursa olsun, bu tiyatro amacına ulaşmış oluyor.

  9. 11 Haziran akşamı, marjinal grupları bahane ederek tüm halka karşı harekat başlatılıyor. On binlerce kişinin toplandığı Taksim meydanında akşam saatlerinde uyarı yapılmadan gaz bombaları atılmaya başlıyor. Sabah 2 saatte 6-7 tane molotov kokteyli atan göstericiyi dağıt(a)mayan polis, 2 dk içerisinde on binlerce kişiyi dağıtmayı başarıyor. Bu ivmeden hareketle polis Taksim meydanında net bir hakimiyet kurdu. Gezi parkı da, dün akşam atılan gaz bombalarından nasibin aldı. Revire sürekli gaz bombası atıldığına dair tweetler tüm gece geldi.
  10. Bugün çıkan yandaş gazetelerde hep “marjinal gruplar” vurgusu yapıldı.

    Üstüne tıklayıp büyük boy görebilirsiniz.

  11. Erdoğan, marjinal gruplar masalını kullanarak “biz demokratik haklarını icra eden çocuklarımıza dokunmadık, marjinal gruplar polisimize molotov atmıştır, onları temizledik, kimse kusura bakmasın, zaten cami’de içki içenler de bu marjinaller aslında…” tarzında açıklamalar yapacak.

Bu süreçte hükümete bağlı kaynakların yerel ve dünya basınında söylediği yalanları tekrar etmiyorum. Herhalde olayın doruk noktaları Dolmabahçe cami imamının yalanlanması, düşerek ölen polis için “eylemciler attılar” yalanı ve Erdoğan’ın “bizi sanattan anlamayan ZENCİ sanıyorlar” açıklamasıydı.

Böylelikle Erdoğan neyi başarmış olacak ?

1-100% demokratik olan Taksim Gezi direnişi marjinalleştirilmiş, itibarsızlaştırılmış olacak. Karşıt görüş otomatikman “haklı” konuma geçecek.

2-Erdoğan’a karşı olan söylemler Gezi parkıyla ilişkilendirilecek ve haklı eleştiriler de itibarsızlaştırılacak.

3-Erdoğan bitmeyen mağduriyetini ve demagojiyi kullanarak “Türkiye’yi süper güç olarak görmek istemeyenler var, yolumuza taş koyuyorlar” odaklı açıklamalarla oy toplamaya çalışacak.

 

Burada Gezi parkı direnişçilerinin yapmış olabilecekleri bir stratejiyi paylaşmadan geçemeyeceğim. Olay büyüyüp resim değişmeden önce (ya da açıkça söyleyeyim, aşırı sol gruplar bayrak-pankart vs ile olayın bokunu çıkarmadan önce) Gezi parkı direnişçileri bir basın açıklaması yaparak şunu diyebilirlerdi.

“Biz halk olarak, gençlik olarak Gezi Parkının korunması isteğimizi duyurduk, bir çok şehirden de destek aldık. Devlet yöneticilerinin bu mesajı iyi algılamalarını umuyoruz. Şimdi de barışçıl sebeplerle başlattığımız eylemleri, yine barışçıl bir şekilde bitiriyoruz.

Ancak buradan evlerimize gittiğimizde koltuğa oturup kalacağımız düşünülmesin. Artık hepimiz, ailelerimize, çevremize, arkadaşlarımıza aktif bir şekilde bu hükümetin, Erdoğan’ın niye Türkiye için zararlı olduğunu anlatıyor olacağız. Tüm enerjimizi ve birikimimizi AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın seçimlerde tekrar eski oy oranlarını almaması için harcayacağız. Erdoğan bildiği gibi devam etsin, biz hiç bilmediği bir şeyle karşısında duracağız.”

Bu noktadan sonra ne Erdoğan Gezi direnişçilerini “marjinal küçük anarşist gruplar” diyerek yaftalayabilirdi, ne de “molotov” tiyatrolarıyla suçlayabilirdi.

Elbette bu gençler, bu yukarıdaki örnek basın açıklamasındaki öneriyi şimdi de yapabilirler. Ancak iş şimdi daha zor. Oyunu AKP’ye veren kişilerin artık kafasında belli bir “Gezi direnişçisi bu.. anarşik bu.. komonist!” imajı oluşmuş durumda. İlk baştaki “artık tepesi atan normal insanlar” imajı ne yazık ki kaybolmak üzere. İnsanların fikirlerini değiştirmek zaten zor, ama hele bir de ön yargıya karşı mücadele ediyorsanız, işte bu çok daha zor. Umarım bu noktada yanılıyorumdur.

Bitirirken bir yarı-tespitimi daha paylaşmak istiyorum.

Machiavelli bile, Erdoğan gibi bir yöneticiyi hayal edemezdi.

Nüfus Cüzdanındaki Din hanesi İnsan Haklarına Aykırıdır

Biraz eski ama konuyla ilgili bir AİHM kararı var, blogda bulunsun dedim.
AİHM: Türkiye’de nüfus cüzdanında din hanesi hak ihlali

AİHM gündeminde bugün Türkiye ile ilgili 11 dava vardı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’de nüfus cüzdanlarında din ibaresinin yer almasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili 9. maddesine aykırı olduğuna hükmetti.

Mahkemenin bu kararı, Sinan Işık’ın 2005 yılında kimliklerdeki din hanesi aleyhinde yaptığı başvuruya yanıttı.

Strasbourg’daki mahkeme, kararını açıklarken kişinin din ve inancını açıklamak zorunda olmadığını belirtti.

Türkiye hükümeti savunmasında 2006 yılından itibaren isteğe bağlı olarak din hanesi boş bırakılabildiğine dikkat çekti.

Ancak AİHM bu savunmayı yeterli bulmadı ve kişinin din ve inancıyla ilgili değerlendirmenin devletin görevi olmadığını kaydetti.

Başvuru sahibi olan Işık, talepte bulunmadığı için maddi tazminata gerek görülmedi.

İzmir’de yaşayan Işık, 2004 yılında nüfus cüzdanındaki din hanesine ”Alevi” yazılması istemiyle mahkemeye başvurmuştu.

İzmir Mahkemesi, Diyanet İşleri Başkanlığından aldığı görüş doğrultusunda, Aleviliğin başlı başına bir din olmadığı gerekçesiyle başvuru yapan kişinin şikayetini reddetmişti.

Bunun üzerine Işık, konuyu din özgürlüğü, adil yargılanma ve ayrımcılığın yasaklanmasıyla ilgili maddelere dayanarak AİHM’ye götürdü.

AİHM konu hakkında sadece Diyanet’e başvurulmasını da eleştirdi.

 Ben herhangi bir konuda Diyanet’e başvurulmasını, danışılmasını yanlış buluyorum, ama gel gelelim güya Laik Devlet bu kurumu benim vergilerimle ayakta tuttuğu gibi her sene astronomik rakamlarda bütçe artışlarını uygun görüyor.

Her neyse, nüfus cüzdanınızdaki din hanesini gidip yenisini çıkartarak boş bıraktırabiliyorsunuz. Standart yenileme işlemi sırasında “din hanesi boş kalsın” diyorsunuz dolduran memura, boş bırakıyorlar.

Faizsiz Bankacılık

Aslında ilk bakışta mantıksal bir imkansızlık olarak görünüyor faizsiz bankacılık. Zira bankaların para kazanma yöntemi neredeyse tamamen kredi olarak verdiği paralardan belli bir zaman sonra borç geri ödenirken aldığı faiz geliridir.

Peki faizsiz bankacılık nasıl oluyor? Hemen anlatayım.

Faizsiz bankacılığın normal bankacılıktan farkı kredi olarak kullanılan paranın mal alımı için kullanılacak olması. Şöyle açayım – siz gidip Bank Asya’dan kredi aldığınız takdirde bu parayla ne yapacağınızı belirtmek ve satın alacağınız şeyin faturasını bankaya ibraz etmek zorundasınız. Çünkü banka size faizle borç para vermiyor, peşin parayla bir mal alıp size vadeyle satıyor. Buraya kadar mantıklı gibi görünüyor.

Peki aynı istekle Garanti Bankasına gittiğimizi varsayalım. Garanti Bankası faizle çalışan normal bir banka. Garanti Bankasına gidip kredi aldığınız takdirde Bank Asya’dan tek farkı aldığınız parayla ne yaptığınızı bankanın bilmemesi. Ve bu sadece tüketici – bireysel destek kredileri için geçerli. Ev, araba alırken ya da iş kurarken banka her türlü bilgiyi gözden geçiriyor. Tıpkı Bank Asya gibi.

Aslında her iki bankadan aldığınız parayla siz bir mal ya da hizmet satın alıyorsunuz ve her iki durumda da dilerseniz/gerekirse bunu bankaya ibraz edebiliyorsunuz. Bank Asya’nın tek farkı ibrazı zorunlu kılması. Garanti bireysel kredilerde parayla ne yaptığınızı umursamıyor.

Elbette aslında vade farkı olarak adlandırılan şey faizin ta kendisi. Bank Asya da bugün verdiği parayı ileriki bir tarihte belli bir yüzde fazlasıyla geri alıyor, Garanti bankası da aynı şeyi yapıyor. Hatta ikisinin de faiz oranları hemen hemen aynı, çünkü Bank Asya diğer bankalardan farklı değil ve piyasadaki kredi ürünleriyle arz talep dengesinde yer edinmek zorunda. Eğer vade farkı/faiz oranını diğer bankalardan aşağı çekerse likidite problemi olacak, yukarı çekerse de vade farkı/faiz işletebileceği borçlar veremeyecek.

Mortgage ürünlerini ele alalım. Garanti bankasında bir ev almak için başvurunuz yapıldıktan sonra eve bir eksper gelir, değer biçer, istediğiniz kredi miktarına belli oranda faiz uygulanır ve taksitlere bölünür.
Bank Asya’da bir ev almak için başvurunuz yapıldıktan sonra eve bir eksper gelir, değer biçer, istediğiniz kredi miktarına belli oranda vade farkı uygulanır ve taksitlere bölünür.

Diğer bir deyişle vade farkı adı verilen şey faizin ta kendisidir. Eğer siz vadeyi uzatmak isterseniz ödeyeceğiniz fark da büyür. Aynen faiz gibi.

Faizsiz bankaların mevduat sahiplerine ödedikleri şeyin adı da kar payıdır. Faiz değil. Peki farklı mı?

Garanti bankasına para yatırdığınız takdirde banka belli bir faiz oranını belli bir süre sonra size ödemeyi taahhüt eder. Bank Asya’ya para yatırdığınızda banka size belli bir süre sonra bir kar payı ödemeyi taahhüt eder. Buradaki yegane fark, bankanın kazandığı para miktarına göre ödenen kar payının değişkenlik göstermesi. Yani bir nevi mevduat sahibini riske ortak ediyorlar. Ancak siz gidip Bank Asya’ya “benim paramın azalma ihtimali var mı?” diye sorarsanız hesap açtırmadan önce, alacağınız cevap “banka kredi verdiği kişilerden gerekirse teminat istiyor bu yüzden zarar etme olasılığı çok düşük”.

Tıpkı diğer bankalar gibi. Garanti de gerekirse teminat istiyor, hatta mortgagelarda ve araba alırken evi/arabayı ipotek etmek standart bir uygulama. Ödeyemezsen banka evi satıp kendi parasını kurtarıyor.

Diğer bankalar da Bank Asya’nın riskini taşıyorlar, Amerika’da daha geçtiğimiz sene yüzlerce ufak banka verdiği kredileri geri alamadığı için battı.

Bank Asya’nın faizle çalıştığına bir diğer kanıt da,  aldığı mevduatlardaki risk faktörünü verdiği kredilere işletmemesi.

Yani, siz Bank Asya’ya mevduat yatırıyorsunuz ve Banka diyor ki, “sen benim riskime ortak ol, ben az kazanırsam sen de az kazan, ya da zarar edersem sen de et”. Ancak siz Bank Asya’dan para alırken “ben bu parayı alıp mal almayı planlıyorum-iş yapmayı planlıyorum amma velakin ben bu alışverişten kar etmezsem, zarar edersem sen de benim zararıma ortak ol, yerine göre daha az vade farkı al” diyemiyorsunuz. Alınan vade farkı tıpkı normal bankalardaki faiz oranı gibi sabit.

Özetle, Bank Asya “faiz haramdır” diye düşünen kişilere bildiğimiz faizsiz bankacılık yapmanın güzel bir yolunu bulmuş gibi gözükse de esasen olan şey koskoca bir aldatmacadan ibaret. Bank Asya da tıpkı diğer bankalar gibi mevduata (değişken faizli olsa bile) faiz ödüyor, verdiği kredilerden de vade farkı adı altında faiz topluyor.

Parasını Bank Asya’da tutan inançlı kişiler de sadece kendini kandırıyor. Eğer faizin haram olduğunu düşünen bir Tanrı varsa onu kandıramadıklarını gözardı etmiş görünüyorlar.

Feragatname: Bu yazıda Bank Asya’yı özellikle hedef almış değilim, faizsiz bankacılık yaptığını iddia eden tüm bankaların iş yapma şekli aşağı yukarı bu şekilde. Yani diğer katılım bankaları cici, Bank Asya kaka gibi bir iddiam yok.

Referandumda neden hayır diyeceğim?

Normalde siyasete pek bulaşmam. Ama bu konu önemli görünüyor. Memleketin malum en popüler meselesi bugünlerde Anayasa değişikliği referandumu. Televizyonlardaki siyasetçi kavgalarından (ki üzülerek söylüyorum her iki tarafta da mide bulandırıcı bir seviyesizlikle sürüp gidiyor) ve tartışma programlarındaki dezenformasyonlardan sıkılıp “neymiş bu değişen maddeler” diye bir bakındım. Ak Parti’nin referandum için kurduğu web sitesinde değişen maddeler ve nasıl değiştikleri güzel bir şekilde gösterilmiş. Ancak bunları okuduktan sonra “buna niye evet diyeyim ki?” diye düşündüm.

Kimseyi etkilemek gibi bir niyetim yok, herkes kendisi için düşünsün ve kendi kararını versin. Benim hayır oyu kullanma sebeplerim altta yazılı.

Öncelikle en önemli nokta 26 maddenin tek bir oylamayla referanduma sunulması. Belki ben 20 tane maddeye evet demek istiyorum, ama 6 tanesinin ülkenin zararına olacağına inanıyorum? Hükümet bana bir iki ucu boklu sopa veriyor bu şekilde oylama yaparak. 6 tane potansiyel zararlı maddeyi reddetmek uğruna 20 tane olumlu maddeden feragat edebilir miyim? Bir vatandaş olarak bana yapılan şey büyük bir haksızlık gibi görünüyor bana.

CHP Venedik komisyonunun yayınladığı “seçimlerde uyulması önerilen prensipler” olarak çevrilebilecek “The Code of Good practice” dokümanını kaynak göstererek, bu kadar çok değişikliğin tek bir oy hakkıyla oylamaya sunulmasının ahlaki olmadığını belirtmiş. Açıkçası aramama rağmen sözkonusu maddeyi ben bulamadım, ama pratikte doğru bir noktaya değinmişler. “Paket programı al ya da alma” şeklindeki oylama, demokratik bir yaklaşım değil gibi geliyor bana.

Gözüme çarpan maddeler şu şekilde (Kararmilletin.com sitesindeki halleriyle – yeni eklenen kısımları italik olarak belirttim):

Madde 10 :

“Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.”
“Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.”

“Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Halihazırdaki maddeye eklenen kısım bu. Çok güzel, ama zaten pratikte bu grupların haklarını 10. maddeye aykırı bulup Anayasa Mahkemesine dava açan kimse var mıdır bilemiyorum. Mantığım muhtemelen olmadığını söylüyor.

Madde 20

Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.
Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.

 

Bu da çok güzel, lakin zaten bu maddenin ilk cümlesi bu sonradan eklenen kısmın ilk cümlesini gereksiz kılmıyor mu? Sonradan gelen cümleler de “biz bunu korumadık, sizi fişledik ama isterseniz bunu değiştirebilirsiniz” manasına geliyor gibi görünüyor bana. Beni en başta doğru ya da yanlış bir şekilde fişleyen ve profilleyen – yani özel hayatımın gizliliğini umursamayan bir otoritenin sırf ben istiyorum diye bilgilerimde değişiklik yapacağına nasıl inanabilirim ki? Aynı maddede “kimsenin üstü hakim kararı olmadan aranamaz” gibi bir ifade de geçiyor. Ayrıca son yıllarda sürüyle dinlenme izlenme vakası oldu ve özel hayata dair bilgiler gazetelerde yayınlandı, tvlerde konuşuldu. Anayasanın bu maddesinin şimdiki haliyle hükümeti özel hayatın gizliliği ilkesini korumaktan nasıl alıkoyduğunu anlayabilmiş değilim. Ortada ya bir beceriksizlik ya da ikiyüzlülük var.

Madde 23

Eski hali : Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir

Yeni hali: Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir.

Sanıyorum burada askerlikten bahsediyor. Erkekler asker kaçağı vs ise yurt dışına çıkması engellenebiliyordu. Şimdi ise yurt dışına çıkışta asker kaçağı olup olmadığına bakılmayacak benim anladığım kadarıyla. Bu maddede bir çelişki var. Eğer sen tüm erkeklerin (sağlık açısından uygun olduğu sürece) askerlik yapmasını şart koşuyorsan, o zaman askerden kaçmak için yurt dışı seçeneğini kullanmak isteyenlerin de önüne geçmen gerekir. Zira yurt dışına kaçmak ile atıyorum polis/asker taramalarından kaçmaya çalışmak arasında bence bir fark yoktur. Parası olan yurt dışına kaçabilir, parası olmayan yakalanıp askere gönderiliri demekten farklı olmuyor bu. Bu madde beni fena halde kıllandırıyor zira cemaatçilerin özellikle Amerika’da bağlantıları ve kaynakları olduğu herkesin malumu. Silahlı Kuvvetler’e katılmak istemeyen bir cemaatçi için yurt dışına kaçmak çocuk oyuncağı. Bu madde sadece ve özellikle bu sebeple konmuş gibi geliyor bana. Oğlu askerlik yapmayan bir başbakanın hükümetinden beklenebilecek bir şey tabi.

Madde 41

Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.

Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.

Bu madde devlete çocuk istismarlarını önleme konusunda daha önce var olmayan nasıl bir güç veriyor anlayabilmiş değilim. Kanunun eski halinin istismarları önleme açısından bir eksiği olduğunu düşünmüyorum:

Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.

Bu madde ya benim göremediğim derin bir anlam taşıyor ve devlete şu anda sahip olmadığı bir yetkinlik/güç veriyor ya da tamamen laf salatası bir değişiklik. Maddenin şu andaki hali sokaklarda yaşayan binlerce, belki yüz binlerce çocukla, aileleri ya da çocuk esirgeme kurumlarında, cemaat okulları ve kurslarında, ışık evlerinde istismar edilen çocukları korumayan, ya da koruyamayan devletin önünde nasıl bir engel de üstteki değişikliğe ihtiyaç duyulmuş açıkçası merak ediyorum. Sanki bu madde de esas önemli maddeleri kabul etmemiz için konulmuş maddelerden birisi.

Madde 53

Memurlar ve diğer kamu görevlileri, toplu sözleşme yapma hakkına sahiptirler.

Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvurabilir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir.

Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü, toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir.

Bu maddeyi AKP memurlara toplu sözleşme hakkı tanıyacağız diye tanıtıyor. Ancak çok önemli bir nokta var o da “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” kısmı. Madde basitçe diyor ki, memurlar ve idare anlaşamazsa olayı Hakem Kuruluna taşırlar ve bu kurulun kararı kesindir (yargıya taşınamaz). Diğer bir deyişle idare memura şartları kabul ettiremezse, hakem kurulu ettirir ve onların sözü son sözdür. Hakem kurulunu kim kuruyor? Hükümet. Yani aslında değişen hiç bir şey yok. Memurlar işçilerinki gibi bir toplu sözleşme hakkına sahip değiller, göstermelik bir kurul oluşturuluyor sadece. Teoride kurulun tarafsız olması gerekir elbette, ama pratikte ne olacağını kestirmek çok zor değil.

Madde 54’ten çıkarılan paragraflar:

Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur.
Siyasî amaçlı
grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.

Yani siyasi amaçlı grev de yapılabilir, siyasi amaçlı grev yapan işçiler işyerine zarar verirlerse maddi zararı karşılamak zorunda bırakılmazlar. AKP bunu “grev hakkının önündeki engel” olarak gösteriyor. Ne alaka? İşçiler özlük hakları için grev yapmalıdır, siyasi görüşlerini iş ortamına taşımamalıdırlar. Bence kanunun eski hali daha doğru. Bu durum işverenlerin işe birisini alırken siyasi görüşlerini de araştırmaları için sebep veriyor. Eğer bir çalışan X bir partiye üye ise işveren “bu adam siyasi sebeplerle işyerinde grev yapabilir, grev organize edebilir, ben de kanunen hiç bir şey yapamam, ayrıca grev sırasında hır gür çıkarsa işyerime zarar gelirse masraf benim cebimden çıkar” diye düşünerek mümkün mertebe apolitik insanları işe almaya çalışacaktır. Şimdiki durumda işverenler için bir çalışanın politik aktifliği potansiyel bir tehdit değildir. Çalışan siyaseti işyerine getiremiyor şimdiki kanunda. Ancak değişiklik buna olanak tanıyor. Yani hükümet gizli bir el yardımıyla siyasi olarak aktif vatandaşların iş bulma ve hayatlarını kazanma haklarının altını oymaya çalışıyor gibi görünüyor. Belki paranoyakça düşünüyorum ama gayet olasılık dahilinde bir şey bu.

Madde 129

Disiplin kararları yargı denetimi dışında bırakılamaz.

Memurların aldıkları disiplin cezalarına yargı yolu ile itiraz hakkı açtığı söyleniyor, ancak benim bildiğim kadarıyla zaten bu pratikte uygulanan bir şey. CHP’nin sitesindeki “neden hayır” broşüründe ilgili maddenin, 2003 yılında mecliste kabul edilen Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni haklar sözleşmesi ile iç hukukun bir parçası haline gelen “adil yargılanma hakkı” kapsamında olduğunu ve zaten pratikte disiplin cezası alan memurların bunu yargıya taşıyabildikleri belirtilmiş. Çok da elzem bir değişiklik değil.

Madde 145

Yeni hali özetle diyor ki, Askeri Mahkemeler askerlerin askerlikle ilgili konularına bakacak. Siviller Savaş hali haricinde (Devletin güvenliğiyle ilgili konular dahil) sivil mahkemelerde yargılanacak.

Bu madde bence iyi bir değişiklik. Evet demek istediğim bir madde bu.

Madde 146

Özet: 11 olan Anayasa Mahkemesi üye sayısı 17’ye çıkarılıyor.

En çok yaygara koparan maddelerden birisi bu. Mevcut durumda tüm üyeleri Cumhurbaşkanı seçiyor, ve şimdiki Anayasa mahkemesi üyelerinin 5 tanesini Abdullah Gül seçti. YEni halinde üyelerin bir kısmını Meclis oylaması belirleyecek. Değişiklik teoride kötü değil, ancak muhalefetin karşı çıktığı şey şu: “şimdi bu rakamı 11’den 17’ye çıkarırsak, AKP yine kendi yandaşlarından oluşan 6 yeni üye seçecek, ve Anayasa Mahkemesinden istediği kararı çıkartabilecek. Buna ileride açılabilecek Yüce Divan davaları da dahil. ”

Pragmatik düşünelim – Anayasa mahkemesi üye sayısını 11’den 17ye çıkarmak için iyi bir sebep var mı? Ben açıkçası göremiyorum. Peki atamaları Cumhurbaşkanı’na ek olarak meclis oylamasına sunmak için iyi bir sebep var mı? Aslında var, demokratik bir seçim olacak nihayetinde. Muhalefetin endişesi haklı mı? Evet haklı, zira AKP an itibariyle 336 milletvekiline sahip, bu da salt çoğunluk sağlamak için ilk değil ikinci tur oylamayı beklemek dışında yapması gereken bir şey yok (ilk turda 2/3 çoğunluk gerekiyor, eğer o olmazsa 2. turda salt çoğunluk aranıyor). Yani AKP için yeni üyeleri istediği kişilerden ataması çocuk oyuncağı. Aynı türden bir değişiklik Hakimler ve Savcılar yüksek kurulu için de düşünülüyor:

Madde 159

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yirmi iki asıl ve oniki yedek üyeden oluşur; üç daire halinde çalışır.

Halihazırda üye sayısı Başkan (Adalet Bakanı) dahil 7. Kanunun yeni hali teoride kötü değil, sadece Cumhurbaşkanı’nın atayacağı isimler değil, İdari ve Adli hakim ve Savcıların seçeceği (ki yeni kurulun yarısını yargıçlar ve savcılar oylama yaparak kendileri seçiyor) isimlerden oluşacak. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı üye sayısı 4. Hakimler ve savcıların seçeceği üye sayısı 11. Geri kalan üyeler Yargıtay, Danıştay, Adalet Akademisi arasından seçiliyorlar. Bu madde de evet diyebileceğim bir madde. Ancak muhalefetin endişesini yine haklı buluyorum. Eğer AKP söylendiği gibi kendi yandaşlarını hakim ve savcı olarak atarsa memlekette zaten ağır aksak işleyen adalet bu sefer belli bir zümrenin tarafına kayabilir. Cemaatlerin nasıl işlediğini az çok bildiğimiz için bence bu da çok yüksek olasılık. Ayrıca AKP mevcut durumun işleyişi nasıl baltaladığını anlatma zahmetine girmemiş. Değişiklik niye gerekli? Var olan sistemdeki eksiklik ne ki 7 kişiden 22ye çıkarıyoruz üye sayısını? Bu belli değil.

Geçiçi madde 15

Özetle 12 Eylül darbesini yapanların yargıdan kurtulmasını sağlayan madde kaldırılacak.

Ancak bu otomatikman darbecilerin yargılanması manasına gelmiyor zira hukukçuların söylediğine göre sorumluluk bir kere kalktıktan sonra kişi geriye dönük olarak sorumlu tutulamaz. Yani darbecilere yargı yolu açılacak belki, ama yargılanacaklar mı? Hukukçular hayır diyor. Göstermelik bir madde. Anladığım kadarıyla muhalefetin “darbe teşebbüsü yaptığını iddia ettiğiniz adamları içeride tutuyorsunuz ama darbeyi gerçekten yapan insanları yargılamıyorsunuz” eleştirisine bir cevap olması düşünülmüş, ancak pratikte bomboş bir değişiklik gibi görünüyor.

Özetle, AKP’nin yapmak istediği değişikliklerin bir bölümü göstermelik ve mevcut durumdaki eksiklikleri düzeltmeye yönelik değil. Önemli değişiklikleri kabul ettirebilmek için araya eklenmiş “tabak süslemesi” gibi görünüyor. Esas önemli değişiklikler teoride faydalı görünse de AKP’nin bugüne kadar nasıl iş yaptığını 8 yıldır yeterince gördüğümden muhalefetin endişesini ben de taşıyorum. İyi niyetli olduklarına zerre inanmıyorum ve bu sebeplerle referandumda hayır oyu vereceğim.

Umarım bu yazı “hayır da niye hayır?” diye düşünen, sırf AKP olduğu için hayır oyu vermenin doğru olmadığını düşünen ve tereddütte olan ve referandum oylamasında muhalefetin ve hükümetin çingene kavgasını andıran atışmalarından sıkılıp elle tutulur bilgi arayan ve kendi kararını vermeye çalışanlara faydalı olur.