Mesele tabi ki çocuk değil, Mesele İslam

Tabi ki mesele İslam.

İslam olmadan bu kadar insanın 6 yaşında bir çocuğun tecavüzüne sessiz kalamaz. İyi insanların kötü şeyler yapması için din gereklidir.

İslam, Kuran’da pedofiliye hem izin verir hem de şartlarını düzenler. Kuran’da izin verip düzenlediğini de sünnet ile teyit eder.

Kuran, pedofiliye nasıl izin verir?

Kuran’da boşanma ile ayetler boşanma ile ilgili kuralları düzenler.

Bakara 228 – Kadınların boşanırken 3 aylık (3 regl döngüsü) bekleme süresini (iddet) belirler.

Ancak Ahzab 49’da “eğer onlara dokunmadı iseniz beklemeye gerek yoktur” der. Yani 3 aylık iddet süresinin gerekli olması için seks yapılması gerekli.

Peki “hem seks oldu, hem de adet görmeyen kadınlar var, bu durumda ne yapacağız?”

O zaman da Talak 4 imdada yetişiyor. “Kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmemiş bulunanların iddet (bekleme süre)leri, -eğer şüpheye düşecek olursanız (bilin ki- |üç aydır. Hamile kadınların bekleme-süresi ise, yüklerini bırakmaları (ile biter). Kim Allah’tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir.”

Talak 4’teki “henüz adet görmemiş” ifadesini “hiç adet görmemiş” olarak çevirip, bunu da “tıbbi sebeplerle adet görmeyen kadınlar” olarak algılayan, böylece “yaşı çok küçük olduğu için henüz adet görmemiş” problemini yok saymaya çalışan meal’ler ve tefsirler bulunmaktadır.

Muhammed’in Ayşe ile 6 yaşında evlendiği, 9 yaşında ilişkiye girdiğine dair hadisler sahih olarak görülmektedir.

Talak 4’ün Kütübi Sitte’deki açıklaması da “henüz adet görmemiş” şeklindedir.

Bazı İslami apolojistler, “evet henüz adet görmemişe nikah yapılır ama İslam, bir müminin zarar göreceği bir şeye izin vermez bu sebeple nikah ayrıdır, ilişki ayrıdır, nikah olabilir ancak ilişki için ruhen ve fiziken hazır olunduğu yaşa kadar beklenmelidir” şeklinde bir açıklama getiriyor.

Daha önce de sordum, yine soruyorum zira tatmin edici bir açıklama asla gelmedi.

İslam’da, alkol almak haram. Tereddüt yok.

Put yapıp tapmak haram. Tereddüt yok.

Kan içmek haram. Tereddüt yok.

Domuz eti yemek haram. Tereddüt yok.

İslami usulle kesilmemiş hayvan yemek de haram. Tereddüt yok.

Zina haram. Tereddüt yok.

Homoseksüel ilişki haram. Tereddüt yok.

Gel gelelim mevzu pedofiliye geldiğinde eeee ööö islam kimseye zarar gelmesine izin vermez de bilmem ne… sürüyle kıvırtma.

Arkadaşım sizin tanrınız net bir şekilde “18 yaşından önce evlenmek yasaktır” yazmayı akıl edememiş mi? Bugün alkol almayan, domuz yemeyen, zina yapmayan, homoseksüel ilişkiye girmeyen hacılar hocalar ne hikmetse pedofiliye sarmış durumda.

Ben tanrı olsam, insanların barış içinde güzel yaşamlar sürerek yaşamasını sağlayacak bir kural kitabı göndermeye niyet etsem en başa kocaman harflerle “asla çocuklarla evlenmeyin, çocuklarla cinsel ilişkiye girmeyin” yazarım. Yani domuzu alkolü falan yazan allah çocuk tecavüzünü yasaklamayı akıl edemiyor, bu gariban cemaat nedense 1400 yıldır sürekli “pedofili olaylarını nasıl örteriz”le uğraşmak zorunda kalıyor.

Hani islam kolaylık diniydi? Dünya üzerinde pedofiliyi örtmek ve meşru göstermek kadar zor ikinci bir iş düşünemiyorum açıkçası.

Nereye kayboldum?

Bir arkadaşım vasıtasıyla insanların nereye kaybolduğumu merak ettiğini öğrendim.

Öncelikle bir yere kaybolmadım, hayattayım ve gayet iyiyim.

Blogu 3-4 senedir güncellememin sebeplerinin başlıcası blogun admin login şifresini unutmuş olmam. Aksi gibi blogda kullandığım email domain’i de kapandı.

Ara ara eskiden kullandığım şifreleri deneyerek login olmaya çalışıyordum, nihayet denediğim şifrelerden birisi çalıştı.

Peki niye yedekleri kullanarak blogu tekrar başka bir isimle açarak yazmaya devam etmedim?

Çünkü özellikle bilimsel şüphecilik ve ateizm’le alakalı yazılabilecek şeylerin çoğunu yazdık, konuştuk. Göklerden bir güncelleme(!) gelmedikçe yazdığımız, konuştuğumuz şeyler, yaptığımız eleştiriler hala geçerli.

Blog istatistiklerinden görüyorum ki hala linkleniyor, hala referans gösteriliyor. Hiç bir güncelleme olmamasına rağmen yüz binlerce görüntülenme var. Bu memnuniyet ve gurur verici.

Bu kısa postu bitirirken 8 yıl önce tanıştığım ve dünyanın değişik yerlerinde bir araya geldiğim dostlarıma selam eder, sevgilerimi sunarım.

Ş.M.

Bu ülkede arkan sağlam olacak

Dünden beri olanları hayretle izliyorum.

(Burada parantez açmam lazım. Normalde, güncel olaylarla ilgili yazmayı pek sevmiyorum, zira o bir kaç gün için güncel iken,  6 ay sonra anlamsızlaşıyor yazı – diğer yazılar gibi açıp seneler sonra okuyamıyor insan; ancak burada bir istisna yapacağım. Blog benim değil mi? İster istisna yaparım, ister yapmam). 

Geçtiğimiz haftadan beri, Cemaat’in “valla biz yapmadık” demesine rağmen bariz bir şekilde hükümete operasyon yapmasını izliyoruz. Geçen hafta oğulları göz altına alınan üç bakan dün istifa etti, Egemen Bağış da dün gece kabineden çıkarıldı.

Ancak esas hayret verici olay, “2. dalga” adı verilen ve 100 milyar dolarlık demiryolları ile ilgili yolsuzluk iddiaları ile ilgili olarak savcılık tarafından gözaltına alınması istenen isimlerin polis tarafından ısrarla tutuklanmaması. Ahmet Şık dün dosyanın ayrıntılarını paylaştı. İddialar doğruysa, durum çok fena.

Tayyip dün gece apar topar yeni bir kabine açıkladı. Ancak yeni kabinedeki kritik görevler milletvekili değil, yani Erdoğan’ın sürekli “atanmışlar seçilmişler” argümanını yalanlar nitelikte.

En önemli kişi şüphesiz, Tayyip Erdoğan’ın oğlu (ya da oğulları). Tayyip Erdoğan’ın Pakistan dönüşü uçaktayken “oğlum üzerinden bana gelmek istiyorlar” dediği iddia ediliyor bugünkü gazetelerde.

Yani arkan sağlamsa, baban başbakansa, istediğin haltı ye, ama yargı yolu açılırsa “gelmem” diyebiliyorsun bu ülkede. Süper olay.

Ancak benim anlayamadığım bir nokta var.

Madem hakkında (ya da oğlunun hakkında) iddialar var, şeffaf bir şekilde yargıya gidin?

Madem yargıya güvenmiyorsun, o zaman Ergenekon ve Balyoz gibi davaların da haksız olduğunu ifade et?

Bir de 11 senedir sen değil misin bu ülkeyi neredeyse tek adam iktidarıyla yöneten? Niye yargıda reform yapmadın? Kendi oğluna komplo yaptığını söylediğin yargı-polis sistemi bu noktaya gelene kadar nerdeydin ? Adalet sarayı binaları inşa edince adalet kendiliğinden gelecek mi sandın?

Gerçekçi olmak gerekirse Tayyip Erdoğan’ın çok az seçeneği var.

1-Yargı güvenilirdir diyerek soruşturmayı tıkamaktan vazgeçmesi, gerekirse istifa etmesi.

2-“Yargı komplocular tarafından ele geçirilmiştir” demesi ve ardından “11 yıldır ben bu ülkeyi yönetirken bunu göremedim/engelleyemedim, bu işi düzeltecek birine yerimi bırakıyorum” diyerek istifa etmesi ve erken seçimlere gitmesi.

Tayyip gerçi bunları asla yapmayacak, yine “bizi çekemeyen iç-dış güçleeğğrr.. allaağğğhh.. iradeğğğ… sandıığğk” diye demagoji yapmaya devam edecektir.

Hoş muhalefetin omurgasızlığı sebebiyle erken seçim neye yarar bilmiyorum; ama yolsuzluğu, devlet içinde devleti engelleyemeyen; dış politikada sürekli çuvallayan; ekonomiyi dışarıdan gelen sıcak paraya bağımlı bir hale getirerek incecik bir ipte yürür duruma getiren AKP hükümetinden kurtulmamız bile bir iyileşmedir diye düşünüyorum.

Bence muhalefet liderleri de “oooh nihayet sıra bize geliyor gün bizim günümüzdür” diye ellerini ovuşturacaklarına, hemen istifa etmeli ve yüzü eskimemiş, genç ve gerçekten fark yaratabilecek kişileri parti yönetimine getirmelidirler. Bu hem sol hem de sağ kanat için geçerli. Zira bu ülke partiye ya da kadroya değil, doğrudan lidere oy veren bir halka sahip. Eğer lider başarılıysa, parti başarılı. Liderde iş yoksa, partiden de iş çıkmıyor ülkemizde.

Hatta daha da iyisi, yeni bir merkez parti kurulması ve yönetim ve kadroların gerçekten işini bilen (Ekonomi bakanı olarak müteahhit, ya da eğitimden sorumlu bakanı olarak mühendis görevlendirilmesin mesela?) kişilerden oluşması.

Ne yazık ki bu son dileğim, yılbaşında piyangoyu tutturmak kadar uzak bir ihtimal.

Pür dikkat izlemeye devam ediyorum olan biteni.

Millet Meclisi ve başörtüsü polemiği

Açtım bayramlık ağzımı.

Tayyip’in yine saklayacak bir şeyleri var olsa gerek, yine mecliste baş örtülü vekil olur mu olmaz mı tartışması alevlendi.

Gazetelerden görebildiğim kadarıyla şu üç isim “biz türbanla/baş örtüsüyle geleceğiz” demişler.

Nurcan Dalbudak – Denizli milletvekili

Sevde Bayazıt Kaçar – Kahramanmaraş milletvekili

Gülay Samancı – Konya milletvekili.

Açıkçası beni insanların ne giydikleri çok ilgilendirmez. İsterse palyaço kıyafetiyle ya da baskılı siyah metalci tişörtüyle gelebilir meclise.

Beni bir vatandaş olarak ilgilendiren yegane şey, o vekilin yaptığı işlerdir.

Bu üç ismin Mecliste yaptıkları faaliyetlere baktığım zaman gördüğüm şey, bu kişilerin temsil ettikleri halkın faydasına olan işler yapmaktan çok, padişah Erdoğan’ın “oylama vekili” oldukları.

Üşenmedim bu üç potansiyel baş örtülü vekilin TBBM.gov.tr sitesinde bulunan yasama faaliyetlerini inceledim. Altta özeti görebilirsiniz.

Bir de, karşılaştırma olması açısından, CHP’li Emine Ülker Tarhan’ın faaliyetlerini ekledim. Kim daha çalışkan, kim temsil ettiği insanları daha iyi temsil ediyor, kim patron’un emir eri görebilelim diye.

Yasama Faaliyetleri özetleri.  

 

İlk İmza Sahibi Olduğu Kanun Teklifleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan:  16
İmzası Bulunan Kanun Teklifleri

Nurcan Dalbudak: 6
Sevde Bayazıt Kaçar: 5
Gülay Samancı: 8
Emine Ülker Tarhan: 17

Sahibi Olduğu Yazılı Soru Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 32

İlk İmza Sahibi Olduğu Genel Görüşme Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan:  3
İmzası Bulunan Genel Görüşme Önergeleri

Nurcan Dalbudak:  0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan:  4

İmzası Bulunan Meclis Soruşturma Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 1

İlk İmza Sahibi Olduğu Meclis Araştırma Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 3
İmzası Bulunan Meclis Araştırma Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 8
Sevde Bayazıt Kaçar:5
Gülay Samancı:2
Emine Ülker Tarhan: 13

İlk İmza Sahibi Olduğu Gensoru Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 3
İmzası Bulunan Gensoru Önergeleri

Nurcan Dalbudak: 0
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:0
Emine Ülker Tarhan: 3

Genel Kurul Konuşmaları

Nurcan Dalbudak: 2
Sevde Bayazıt Kaçar:0
Gülay Samancı:4
Emine Ülker Tarhan: 62 (yanlış saymadıysam)

Özetle görüyoruz ki, bu 3 vekilin ismini, bu başörtüsü kavgası olmasaydı duymayacaktık, bilmeyecektik. Zira bu kişiler “aman bayan da olsun bulunsun” mantığından çok da uzak olmayan bir mantıkla listelere dahil edilmiş ve seçtirilmiş, bana sorarsanız boşuna maaş alan vekiller.

Dileyen, bu 3 vekilin imzalarının olduğu kanun teklifleri ve araştırma önergelerine bakabilirler. Tamamı AKP’nin merkezden yönettiği sansasyonel araştırmalar. Karşılaştırma için Emine Ülker Tarhan’ın imzası olan çalışmalara bakın, ve hangisi millet için daha kıymetli kendiniz karar verin.

Bu isimleri internette arattığımızda da pek bir habere vs rastlamak mümkün değil. Özetle çok bir iş yapmadıkları neticesine varıyorum üzülerek.

Doğru dürüst temsil edilmeyen 3 milletvekili değerinde seçmen var demek ki.

Başörtüsü, İslam’ın kadına “haddini” bildirmek için, “yerini” bildirmek için kullandığı bir baskı aracıdır. Başörtüsüyle meclise gireceğim diye tutturan bu vekillerimizin de ne yazık ki görünen o ki, İslam’daki kadın modeline uygun bir öz geçmişleri bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerde yerel yönetimlerde bile çok daha donanımlı ve çalışkan siyasiler, devlet görevlileri varken, bu üç isim – muhtemelen başörtüsü krizinde kullanılmak üzere önceden hesaplanarak- meclise girmişlerdir.

Gerçi, hayatındaki tek başarısı (!) Abdullah Gül’le 15 yaşındayken evlenmek olan bir First Lady varken, hiç bir elle tutulur iş yapmayan vekillerimiz olmuş çok mu?…

 

Kaynaklar – TBMM.gov.tr

Nurcan Dalbudak
Sevde Bayazıt Kaçar
Gülay Samancı
Emine Ülker Tarhan

 

Parayı idare edemeyen Allah

Ne ilginçtir ki, Hrıstiyan’ından Müslüman’ına kadar, hiç bir millette “bize bu kadar para yeter” diyen bir ruhban sınıfı olsun.

Amerika’da mega kiliselerden tutun, kenardaki köşedeki ufak kiliselere kadar istisnasız hepsi tanrı için para isterler. Aynısı bizde de vardır. Amerika’daki sistemde devlet dini işlere karışmaz, dini kurumlardan vergi de almaz. Yani bir kiliseye giden insanların verdiği bağışlar, o kilisenin bütçesinde önemli bir kalemdir. Elbette düğün, cenaze, vaftiz vs gibi törenler için de para alırlar.

Bizde ise durum bildiğiniz gibi farklı. Devlet her şeyden vergi alır, ve bu vergilerin (fazlasıyla büyük) bir kısmıyla da Diyanet’i işletir.

Ama her ne hikmetse, ne Amerika’da, ne Türkiye’de, ne de muhtemelen hiç bir yerde bu “Tanrı’nın evi” kurumlarına para yetmez.

Som altından çatısı olan saraylarda yaşayan Vatikan’daki papazlar bile ‘para lazım’ diyorlar hala? Bakınız “Peter’s Pence

“show me the money”

Bugün gördüğüm bir haber de tam olarak bundan bahsediyor.

Diyanet, 11 bakanlıktan fazla para aldığı halde “paramız bitti” diyerek hükümetten ek ödenek istemiş.

Biraz bayat bir haber olacak ancak, AKP iktidara geldiğinden beri Diyanet’in artan bütçesine bir göz atalım (Kaynak):

2003 – 771 MİLYON TL

2004 – 1 MİLYAR TL

2005 – 1 MİLYAR TL

2006- 1.3 MİLYAR TL

2007- 1.6 MİLYAR TL

2008 – 2 MİLYAR TL

2009 – 2.5 MİLYAR TL

2010 – 2.7 MİLYAR TL

2011 – 3.2 MİLYAR TL

2012 – 3.9 MİLYAR TL

2013 – 4.6 MİLYAR TL

Yani 10 senede neredeyse 6 kat arttı bütçe.

Yine bayat bir haber olacak, ancak Diyanet bütçesinin solladığı diğer bakanlıklara bakalım (Kaynak):

Diyanet İşleri Başkanlığı 4 milyar 604 milyon liralık bütçe büyüklüğüyle; İçişleri Bakanlığı (İdris Naim Şahin) 2 milyar 888 milyon, Sağlık Bakanlığı (Recep Akdağ) 2 milyar 490 milyon, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Teknoloji Bakanlığı (Nihat Ergün) 2 milyar 469 milyon, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (Erdoğan Bayraktar) 1 milyar 880 milyon, Kültür ve Turizm Bakanlığı (Ertuğrul Günay) 1 milyar 851 milyon, Dışişleri Bakanlığı (Ahmet Davutoğlu) 1 milyar 614 milyon, Ekonomi Bakanlığı (Zafer Çağlayan) 1 milyar 381 milyon, Kalkınma Bakanlığı (Cevdet Yılmaz) 1 milyar 198 milyon, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (Taner Yıldız) 600 milyon, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı (Hayati Yazıcı) 503 milyon ile Avrupa Birliği Bakanlığı’nı (Egemen Bağış) 213 milyon solladı.

Yani Türkiye’de din, sağlıktan da, bilim, sanayi ve teknolojiden de, çevre ve şehircilikten de, kültür ve turizmden de, dışişlerinden de, kalkınmadan da, enerji ve tabii kaynaklardan da daha mühim.

Şu yukarıdaki listede “ha neyse bari çok para vermemişler” dediğim tek isim Egemen Bağış ve Avrupa Birliği Bakanlığı.

Eğitim bütçesi her ne kadar yüksek olsa da, içeriğin ne kadar dandikleştirildiği, ne kadar din eksenine kaydırıldığına hepimiz şahidiz. Çocukları ilk okula başlayan anne babaların korku hikayelerini duyuyorum sık sık.

Özetle mutlu insanların yaşadığı ülkelerde iyi yapılan tüm şeyler, bizde dini hizmetlerin gerisinde kalıyor.

Sonra niye mutsuzuz?

Bundan işte. İşe yarayacak şeylere para harcayacağımıza, ruhban sınıfı olmayan, cami’ye gerek olmayan, herkesin istediği takdirde kolaylıkla öğrenebileceği ve temelinde kişisel olması gereken bir dini kuruma harcadığımızdan.

Tanrı, dualara cevap veremediği, türlü belayı masum insanlara musallat olmaktan alıkoyamadığı, kötülerin kötülük yapmasını engelleyemediği gibi, parayı da idareli kullanmaktan aciz.

En azından bu meseleye mizahla yaklaşabilen birileri var(dı):

 

 

2013 Yılı M.E.B. Ders programı

Giderek distopik bir film senaryosuna benzemeye başlayan ülkemizden güzel bir haber daha. MEB’de ilk okul 5. sınıf öğrencilerinin ders programı.

Ders saatleri

Toplamda 6 saat din dersi. Buna karşın matematik 5 saat, Fen ve Teknoloji (doğal bilimler ve teknoloji bir arada) 4 saat. İngilizce 3 saat. Müzik 1 saat. Bilişim teknolojileri ve yazılım 2 saat.

Özetle, çocuklarımızı dünya vatandaşı, uluslararası ortamda rekabet edebilir bir seviyeye getirecek dersler, Din dersinin 3’te biri, 6’da biri, yarısı gibi oranlarla veriliyor.

İşin kötü tarafı, hepimizin bildiği üzere, “Hz Muhammed’in Hayatı” dersinde anlatılacak tarihi bilgiler, gerçek tarihi bilgiler değil, sulandırılmış, tatlı su müslümanlığına uygun konular olacaktır.

Örneğin Kuran-ı Kerim dersinde kölelikten, küçük çocuklarla evlilikten, ya da dünyanın düz olduğundan bahsedilmeyecek.

Ya da Din Kültürü ve Ahlak dersinde, Ahlak olarak adlandırılan davranışın din dışı (doğal) kaynaklarından bahsedilmeyecek.

Ya da Muhammed’in hayatı hakkında bildiğimiz tatsız olaylardan hiç bahsedilmeyecek.

Özetle İslam’a getirilen eleştirilerden hiç bahsedilmeyecek.

Onun yerine Kuran’daki (sahte) mucizelerden bahsedeceklerdir.

Çünkü bu eleştirilere “yalandır, bunlar zındıktır” dışında verebilecekleri doğru düzgün cevap yok.

Kuran, Muhammed ve din hakkında anlatılması gereken gerçekler – Nat Geo Wild

MEB’in haftalık 6 saat din temalı derslerinde anlatılacak olan versiyonu. Disney’den Aslan Kral

Bakınız sağ tarafta duran amca nasıl da Ebu Cehil’e, yanındaki sırtlanlar da Mekkeli müşriklere benziyor.

Ateyizler hadi bunu da açıklayın!

Çocuklara nasıl düşüneceklerini değil, “ne” düşüneceklerini öğretmeye tam gaz devam.

Bosuna demiyoruz

Rocky 5 filminde de oynamış olan, eski ağır siklet boks şampiyanı Tommy Morrison, 44 yaşında vefat etti.

Ölüm sebebi, AIDS.

Ancak bilindiği gibi AIDS artık tedavisi olmayan ve öldüren hastalık sınıfından çıkmış ve şeker gibi tamamen tedavi edilemese de yönetilebilir bir hastalık haline gelmiştir.

Ancak Morrison, HIV tanısı konduktan sonra internette tüm olayın bir “komplo” olduğunu okuyup buna inanmış ve tedaviyi reddetmiş.

“That’s the way Tommy took off after he was told he was HIV-positive,” Holden added. “When he first was told, I was taking him to seek treatment and to different doctors around the country. And then he started research on the Internet and started saying it was a conspiracy. He went in that direction and never looked back.”

“İlk öğrendiğimizde onu ülkedeki değişik doktorlara tedavi için götürmeye çalıştım. Sonra (Morrison) internette araştırmaya başladı ve her şeyin bir “komplo” olduğunu söyledi, bu fikri savundu”

Geçen sene vefat eden Steve Jobs da tedavi edilebilir nadir kanser türlerinden olan hastalığını ilk öğrendikten sonra normal tedavi yöntemlerini bir kenara bırakıp “alternatif tıp” yöntemlerini deneyip vakit kaybettiği için, kemoterapiye başladığında artık çok geçti.

Dünyanın en zeki insanlarından olduğu su götürmez olan Jobs, “alternatif tıp”la zaman kaybettiği için genç yaşta aramızdan ayrıldı.

İşe yarayan tıp’ın ismi var: Tıp. İşe yaradığını bildiğimiz ilaçların ismi var: İlaç.

“Alternatif”, “tamamlayıcı”, “bitkisel”, “homeopatik”, “holistik”, “doğu tıbbı” gibi isimlerle anılan tıp, işe yararlığı ispat edilememiş tıptır.

Doktorunuza güvenin. Doktorunuza güvenmiyorsanız, gidip güvenebileceğiniz başka bir doktor bulun.

Doktorunuza güvenmiyor oluşunuz gidip büyücü doktorda şifa aramanız için geçerli bir sebep değil.

DuranAdam

Dün akşam çok güzel bir protesto gördük hep beraber.

Taksim meydanında, tek başına saatlerce AKM’ye doğru bakan bir kişinin sessiz, slogansız eylemi. Ayakta durmak.

Bu kişinin ismi, Erdem Gündüz. Ancak kişinin kendisinin çok bir önemi yok. Gündüz’ün ilham verdiği onlarca kişi, dün geceden beri değişik yerlerde sessizce ayakta durma eylemine başladılar. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yer, İzmir, hatta Sivas’taki eski Madımak oteli – yeni bilim ve kültür müzesi önünde sessizce ayakta duran kişiler var.

Benim değinmek istediğim nokta, bir komplo teorisi. O da bu eylemin CIA güdümlü olduğuna ispat olarak gösterilen “el kitabı” ya da kılavuz.

Teoriye göre bu arkadaş CIA’in hazırladığı bir el kitabına bakıp bu eylemi gerçekleştirmiş.

Yaklaşık 2 dk süren bir araştırma sonucunda, tüm listeye ulaşabildim.

Bu üstteki kısa alıntı toplamda 198 maddeden oluşan ve “şiddet içermeyen protesto yöntemleri” listesinden.

Liste, 1973 yılında yayınladığı kitap için Gene Sharp isimli 3 kez Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmiş bir siyaset bilimi profesörü tarafından hazırlanmış ve tarihte şahit olunan şiddet içermeyen protesto-sivil itaatsizlik eylemlerinin bir listesi.

Bu listede topluluk önünde konuşma yapmaktan (Madde 1) tutun, basın açıklaması yapmaya (Madde 4), bayrak asmaktan tutun (Md 18), şarkı söylemeye (Md 37), yürüyüşler yapmaktan tutun (Md 39)grev yapmaya (Md 85) kadar yöntemler var. Yani özetle bugün siz belli bir markanın ürünlerini satın almıyor iseniz (İsrail malları boykotunu hatırlayalım) bu da bu listeye dahil (Md 71).

Özetle, eğer ki siz Erdem Gündüz CIA ajanı diyorsanız, muhtemelen siz çok daha eskiden beri CIA için çalışıyorsunuz demektir.

Hatta daha da ilginci, madde 70’te karşımıza çıkıyor.

70. Protest emigration (hijrat)

Madde 70 – Protesto göçü – hicret.

Eğer sadece ayakta duruyor ve sessiz, şiddetsiz protesto ediyor diye Erdem Gündüz’ü CIA ajanı yapabiliyorsak, o zaman tarihteki en meşhur Hicret’i başlatan Muhammed’i de bir nevi ajan-provakatör olarak düşünmemiz gerekmez mi ?

Elbette bunlar saçma komplolar. Standart itibarsızlaştırma denemeleri. Muhtemelen bu itibarsızlaştırma taktiklerinin CIA el kitaplarında daha çok yeri vardır.

Gezi direnişçilerinin dünya kadar provokasyona karşı neredeyse hiç şiddet göstermemiş olmalarına ve direnişi daha çok zeka işi esprilerle yürütmelerine rağmen ellerinden gelen yegane şey devlet kaynaklarıyla mitingler yapmak ve o da işe yaramayınca döner bıçaklarıyla, demir sopalarla “adam dövmeye” çıkmak olan marjinal bir grubun nasıl karşısında duracaklarını bilmedikleri yeni bir eylem.

Sabah erken saatlerde öğrendiğime göre ayakta durma eylemi yapanları polis göz altına almış. Evet, Türkiye, sadece ayakta durduğunuz için göz altına alınabileceğiniz bir ülke haline geldi.

Yaşasın ileri demokrasi. Demokrasinin götünün kılıyık.

 

*Gene Sharp’ın Wikipedia sayfasını okursanız CIA ile ilgili bağlantılardan bahsedildiğini görebilirsiniz (Criticism başlığı altında). Burada referans gösterilen yegane linkteki kaynakları incelemeye çalıştım ama kaynak gösterilmemiş. Sadece iddialar var, ancak ilginç bir referans, 11 Eylül saldırıları komplocusu Thierry Meyssan‘a dair. Meyssan 2002’de daha sonra Loose Change ve Zeitgeist gibi sözde-belgesellere kaynaklık etmiş olan “The Big Lie” isimli 11 Eylül komplo teorisinin yazarı. Özetle kaynağın sağlamlığı konusunda ciddi şüpheler var. 

Direngezi

Bazen vaktim olduğunda yaptığım şeylerden birisi Crime Library sitesinden rastgele bir makale okumaktır. Üşengeçler için kısaca tanımlayayım, tarihteki meşhur seri katiller, gangsterler, teröristler, kısacası “suçlu” olarak tanımlanabilecek kişilerin biyografileri ve yaptıklarını özetleyen bir sitedir. Burayı gezmekteki amacım, bir çoğumuzun “bir insan bunu nasıl yapabilir” dediğimiz şeyleri gerçekleştirmiş olan kişinin psikolojisini anlamaya çalışmak, ya da kişiyi bu noktaya getiren çevresel faktörlerdeki benzerlikleri yakalamaya çalışmak. Örneğin bir çok şiddete meyilli suçlunun çocukluklarında yetişkinlerden (ebeveyn ya da değil) şiddet gördüğü, cinsel istismara uğradığını görebilirsiniz.

Bu hobiyi edindiğimden beri, güncel olaylardaki davranışların arkasındaki psikolojiyi ve bu davranışı ortaya çıkaran şartları tahmin etmeye çalışmak da otomatik bir tepki oldu. Elbette bir psikolog  ya da psikiyatr derinliğinde çözümlemeler, ya da belgeler ve tanıklıklarla olayı parça parça bir araya getiren araştırmacılar ya da tarihçiler gibi eksiksiz bir resim ortaya koyabilmeyi ummuyorum. Dediğim gibi, basit bir hobi. Film izlerken katilin kim olduğunu tahmin etmeye çalışmak gibi.

Yaklaşık 2 haftadır tüm Türkiye (bir noktaya kadar Dünya) İstanbul Taksim’deki Gezi Parkını korumak için başlayan sonra da tüm şehirlere sıçrayan ve Erdoğan hükümetinden duyulan bıkkınlık, yorgunluk ve kızgınlığın kanalize olduğu olaylara kilitlenmiş vaziyette.

Benim esas ilgilendiğim ise, Erdoğan’ın niye olayları bu kadar eskale etmeyi seçtiği, niye işin başındayken “tamam tekrar görüşürüz, madem istenmiyor alternatifler üzerinde Sivil Toplum Kuruluşlarıyla oturur konuşur arkadaşlarımız” gibi bir açıklamayla “geliyorum” diyen ölümlerin, yaralanmaların, kavgaların ve maddi zararın önüne geçmemesi – onun yerine tam tersi bir tutum takınması.

Muhtemelen yaptığım tespitler doğru değil. Muhtemelen zaman geçip olaylarla ilgili daha çok bilgi edindikçe de şimdi yaptığım tespitlerin yanlışlığını görebileceğiz. Ancak eldeki veriler ışığında, Erdoğan’ın düşünce zincirinin aşağı yukarı şu şekilde olduğunu düşünüyorum.

  1. Gezi Parkında direnişçiler, Erdoğan’ın “yapacağız” dedikleri Topçu Kışlası projesine karşı eylem ve gösteriler yapıyor.
  2. Erdoğan “dağıtın” diyor.
  3. Halk dağılmadığı gibi sayılar bir anda inanılmaz büyüyor, başka şehirlere sıçrıyor, sivil itaatsizlik ve muhalif söylemler tavan yapıyor.
  4. Erdoğan bugüne kadar titizlikle inşa ettiği “geri adım atmaz” imajını bozamayacağı için klasik demagojiden geçilmeyen açıklamalarında göstericileri itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Afrika gezisi öncesi ve sonrasında tıpatıp aynı eksende açıklamalar yapıyor. Halk Bankasını kullanarak İstanbul borsasında ciddi düşüşlere sebep oluyor. “Bakın bize karşı olanlar yüzünden ekonomi batıyor, yatırımcılar kaçıyor” imajı yaratıyor. Bir yandan da klasik “karanlık güçler” açıklamalarına devam. Faiz lobisi – sermaye grupları vs. gibi terimlerle “bakın bizi sindirmeye çalışıyor büyük kötü zenginler” mesajı veriliyor.

  5. Erdoğan’ın buradaki esas hedefi, müdahale ettiği takdirde çok büyük tepkiyle karşılaşacağını bildiği halk eylemlerinin şeklini ve dışarıdan görünüşünü değiştirmek. Tarihteki diğer sivil itaatsizlik olaylarında olduğu gibi, çok geçmeden her daim muhalif olan marjinal grupların Gezi Parkı hareketine kendilerini ekleyeceklerini, hareketin ivmesinden faydalanmak isteyeceklerini çok iyi biliyor.
  6. Bir kaç gün geçmeden beklediği gibi aşırı sol gruplar, bayrakları, flamaları, sloganları, gazete – dergileri ve posterleri ile Taksim meydanını tabiri caizse işgal ediyorlar. Tüm resimlerde görülebilecek şey etrafın “Devrim” “Sosyalizm” “Komunizm” odaklı kırmızı-sarı bayraklarla, pankartlarla ve posterlerle donatıldığı. Bu tür eylemlerde deneyimli ve eylemlere hazırlıklı olan aşırı sol gruplar, Gezi parkını savunmak ve kısıtlanan özgürlüklerle ilgili seslerini duyurmak istedikleri için , hayatlarında ilk defa bu tür bir olaya karışan genç ve genellikle eğitimli grupların aksine, az kişiyle çok yaygara koparmayı başarıyorlar.

    9 Haziran AKM

  7. Hükümet, çoğunlukla doğrudan yalanlarla, bazen de yarı-gerçeklerle olayın bir “halk hareketi” olmadığını, “marjinal uç grupların provokasyonu” olduğu masalını yaymaya başlıyor. Taksim meydanındaki görüntü bunu destekliyor. Hatta bir çok gezi direnişçisi “flamasız direniş” istediklerini belirten mesajlar gönderiyorlar.

  8. 11 Haziran sabahı polis “meydanı aşırı sol grupların pankart ve bayraklarından arındırmak” amacıyla meydana geliyor. Sabah saatlerinde ellerinde SDP bayrağı tutan 6-7 kişilik bir grup, ilk kez görülen molotov kokteyllerini polise doğru atıyor, polis de bu eylemcilerin etrafına su sıkıyor. Ama ne hikmetse polis bu eylemcileri, daha önce yaptığı gibi durdurmaktan imtina ediyor. Bu gösterinin sivil polisler tarafından gerçekleştirilen bir tiyatro olduğu, 10. dakikada ayyuka çıkıyor. Ancak zaten gerekli imaj oluşturuldu bile. Bir çok hükümet yanlısı tweet ve haber portalında “polise molotov kokteyli atıldı” tarzında mesajlar geçiliyor. Özetle ne kadar acemice yapılmış olursa olsun, bu tiyatro amacına ulaşmış oluyor.

  9. 11 Haziran akşamı, marjinal grupları bahane ederek tüm halka karşı harekat başlatılıyor. On binlerce kişinin toplandığı Taksim meydanında akşam saatlerinde uyarı yapılmadan gaz bombaları atılmaya başlıyor. Sabah 2 saatte 6-7 tane molotov kokteyli atan göstericiyi dağıt(a)mayan polis, 2 dk içerisinde on binlerce kişiyi dağıtmayı başarıyor. Bu ivmeden hareketle polis Taksim meydanında net bir hakimiyet kurdu. Gezi parkı da, dün akşam atılan gaz bombalarından nasibin aldı. Revire sürekli gaz bombası atıldığına dair tweetler tüm gece geldi.
  10. Bugün çıkan yandaş gazetelerde hep “marjinal gruplar” vurgusu yapıldı.

    Üstüne tıklayıp büyük boy görebilirsiniz.

  11. Erdoğan, marjinal gruplar masalını kullanarak “biz demokratik haklarını icra eden çocuklarımıza dokunmadık, marjinal gruplar polisimize molotov atmıştır, onları temizledik, kimse kusura bakmasın, zaten cami’de içki içenler de bu marjinaller aslında…” tarzında açıklamalar yapacak.

Bu süreçte hükümete bağlı kaynakların yerel ve dünya basınında söylediği yalanları tekrar etmiyorum. Herhalde olayın doruk noktaları Dolmabahçe cami imamının yalanlanması, düşerek ölen polis için “eylemciler attılar” yalanı ve Erdoğan’ın “bizi sanattan anlamayan ZENCİ sanıyorlar” açıklamasıydı.

Böylelikle Erdoğan neyi başarmış olacak ?

1-100% demokratik olan Taksim Gezi direnişi marjinalleştirilmiş, itibarsızlaştırılmış olacak. Karşıt görüş otomatikman “haklı” konuma geçecek.

2-Erdoğan’a karşı olan söylemler Gezi parkıyla ilişkilendirilecek ve haklı eleştiriler de itibarsızlaştırılacak.

3-Erdoğan bitmeyen mağduriyetini ve demagojiyi kullanarak “Türkiye’yi süper güç olarak görmek istemeyenler var, yolumuza taş koyuyorlar” odaklı açıklamalarla oy toplamaya çalışacak.

 

Burada Gezi parkı direnişçilerinin yapmış olabilecekleri bir stratejiyi paylaşmadan geçemeyeceğim. Olay büyüyüp resim değişmeden önce (ya da açıkça söyleyeyim, aşırı sol gruplar bayrak-pankart vs ile olayın bokunu çıkarmadan önce) Gezi parkı direnişçileri bir basın açıklaması yaparak şunu diyebilirlerdi.

“Biz halk olarak, gençlik olarak Gezi Parkının korunması isteğimizi duyurduk, bir çok şehirden de destek aldık. Devlet yöneticilerinin bu mesajı iyi algılamalarını umuyoruz. Şimdi de barışçıl sebeplerle başlattığımız eylemleri, yine barışçıl bir şekilde bitiriyoruz.

Ancak buradan evlerimize gittiğimizde koltuğa oturup kalacağımız düşünülmesin. Artık hepimiz, ailelerimize, çevremize, arkadaşlarımıza aktif bir şekilde bu hükümetin, Erdoğan’ın niye Türkiye için zararlı olduğunu anlatıyor olacağız. Tüm enerjimizi ve birikimimizi AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın seçimlerde tekrar eski oy oranlarını almaması için harcayacağız. Erdoğan bildiği gibi devam etsin, biz hiç bilmediği bir şeyle karşısında duracağız.”

Bu noktadan sonra ne Erdoğan Gezi direnişçilerini “marjinal küçük anarşist gruplar” diyerek yaftalayabilirdi, ne de “molotov” tiyatrolarıyla suçlayabilirdi.

Elbette bu gençler, bu yukarıdaki örnek basın açıklamasındaki öneriyi şimdi de yapabilirler. Ancak iş şimdi daha zor. Oyunu AKP’ye veren kişilerin artık kafasında belli bir “Gezi direnişçisi bu.. anarşik bu.. komonist!” imajı oluşmuş durumda. İlk baştaki “artık tepesi atan normal insanlar” imajı ne yazık ki kaybolmak üzere. İnsanların fikirlerini değiştirmek zaten zor, ama hele bir de ön yargıya karşı mücadele ediyorsanız, işte bu çok daha zor. Umarım bu noktada yanılıyorumdur.

Bitirirken bir yarı-tespitimi daha paylaşmak istiyorum.

Machiavelli bile, Erdoğan gibi bir yöneticiyi hayal edemezdi.

Hadis İnkarcılığı

Bugünlerde pek popüler bir tatlı su müslümanı davranışı, hadislerde bulunan ama bugünün ahlak ve vicdan anlayışıyla  bağdaşmayan durumların “yalandır, uydurmadır” denilerek reddedilmesidir.

Hadis inkarcılığını, hadis tenkitçiliğinden ayırmak gerekir. Hadis tenkitçiliği, kaynak ve içerik bakımından tarihi vesikalarla örtüşmeyen hadislerin ayıklanmasıdır. Tenkitçilik, daha ilk hadisçilerle birlikte başlamış ve hala sürmekte olan bir filtreleme işlemidir. Ancak burada tenkitçilerin çok dikkat ettiği bir konu vardır, ve İslam’ın kendi kuralları içerisinde baktığınızda 100% mantıklı bir yaklaşımdır. O da kendi değer yargılarının, İslam’la “gelen” değer yargılarına ters düştüğünde, meseleye olabildiğince objektif bakma amacında olmalarıdır. Bunda başarılı olurlar, olamazlar ayrı mesele. Ancak burada hoşlarına gitmeyen hadisi yalan, hoşlarına gideni gerçek diye nitelendirmemeye özellikle dikkat ederler.

Buhari hakkında anlatılan meşhur rivayet vardır; netten aynen kopyalıyorum – anlatanların yalancısıyım:

Herhangi bir hadisi kitabına yazmadan önce gusledip iki rekat namaz kılarmış. Sonra istiharede bulunup manevi bir işaret ararmış. Sonra da hadisin doğru olduğuna karar verirmiş. Kitabını bu şekilde 16 yılda yazmış. 600.000 (ALTIYÜZBİN) hadisten seçerek kitabına 9082 hadis almış.

Tenkit yapılırken tenkidi yapan kişinin önceliklerinden birisi “ben Allah’ın yolladığı peygamberin yapmış olabileceği, söylemiş olabileceği bir şeyi yalanlıyor muyum, söylemiş olmayabileceği, yapmış olmayabileceği bir şeyi ona isnat ediyor muyum, ona yüklüyor muyum” düşüncesidir. Özetle tenkid eden kişi, kendisinin Peygamber ve Allah’tan “daha iyi ve doğru” bilmediğini göz önünde bulundurarak, şirk koşmaktan korkarak tenkidi yapmaya çalışır. En azından teoride böyle.

Hadis inkarcılığı ise, gerek kişisel değer yargıları, gerek bir hadisin gerçek tarihi yansıttığından 100% emin olunamaması gibi sebeplere dayandırarak hadislerin bir bölümünü ya da tümünü reddetmektir. Buradaki kilit nokta, yani tenkid’den ayrılan nokta, ilk olarak tarihi açıdan üzerinde durulan hadisin gerçekleşmiş, veya gerçekleşmemiş olmasına dair somut kanıtları es geçmeleridir, ikincisi de tenkidin aksine, meseleleri bugünün değer yargıları ve anlayışı ile (Zeitgeist’ı ile) değerlendirip “Benim peygamberim böyle söylemiş olmalıdır” veya “benim peygamberim böyle bir şey yapmış olamaz” şeklinde olaya yaklaşmalarıdır.

Halbuki bu yaklaşımın devamındaki motiv şudur “çünkü bu benim vicdan, ahlak ve anlayışıma uygun/ters”.

Konuyu biraz açmakta fayda var.

Öncelikle hadislerin ne kadar güvenilir olduğu meselesi var. Yazdıkları bugüne ulaşmamış olsa bile, sonraki çalışmalarda kendisine referans verilen en eski İslam tarihçisi, Urwah ibn Zübeyr‘dir. Ibn Zübeyr Halife Osman zamanında doğmuştur ve ölümü 713’tür. Yine en eski tarihçilerden İbn İshak’ın doğumu 704 yılıdır. Hicret’ten 80 küsür yıl sonra. Bugün en sahih (güvenilir, hakiki) olarak kabul edilen hadis kaynaklarından Buhari‘nin doğumu Hicret’ten 194 sene sonra, Muhammed’in ölümünden 140 sene sonra, 810 yılındadır.

Özetle hadislerin, ya da İslam tarihinin güvenilirliği, zaten en baştan tartışma konusudur. Muhammed’in ölümünden 140 sene sonra, binlerce km uzakta doğmuş bir kişinin, sözlü aktarılmış hadisleri toplayıp bir araya getirmesi ve bunların hakikaten Muhammed’in ağzından çıktığı gibi aktarılması, cidden büyük bir iddiadır.

Şahsen ben, müslüman olduğum dönemlerde bile, hadislerin tamamına karşı ekstra şüpheyle yaklaşıyordum. Daha 35 sene önce ölen Amerikalı şarkıcı Elvis’in en sevdiği yemeğin ne olduğuna dair tartışmaların olduğunu hatırlayalım. Elvis, 1935’te doğdu ve 1977’de öldü. Hayatı boyunca okuma yazma bilen, TV ve radyo kullanan insanlar arasında yaşadı. Onunla yaşayan insanların bir çoğu hala hayatta. Buna rağmen adamın en sevdiği yiyeceğin fıstık ezmeli muzlu sandviç mi olduğu, yoksa tavuk kanadı mı olduğu tartışmalı.

20.yy’da yaşamış çok meşhur ve hayatının bir çok anı kayda alınan bir adamın en sevdiği yemeğin bile tartışılabildiği bir dünyada, 600lü yıllarda yaşamış ve hayatı en erken 100 sene sonra kayda alınmaya başlamış bir adamın hayatına dair detayların sağlıklı olarak bilinmesi, cidden çok zor.

Ancak;

Kuran’da, doğrudan peygamberi referans gösteren ayetler mevcut. Kuran’da olmayan ama İslam için elzem olan konular sadece hadislerde var. Bir örneği namaz. Diğer bir örneği erkek çocukların penislerinin ucundaki derinin kesilmesi. Kuran’da doğrudan Muhammed’e referans veren ayetler:

Ahzab 21:

Andolsun ki Allah’ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var, o,
size en güzel bir numune ve Allah’tan mükafat umana ve ahiret gününde mükafat
umana ve Allah’ı çok çok anana da en güzel bir örnektir o.

Nur Suresi 52

Ve kim Allah’a ve Peygamberine itaat eder, Allah’tan
korkar ve ondan çekinirse o çeşit kişilerdir muratlarına erenlerin, kurtulup
nusret bulanların ta kendileri.

Öte yandan, Kuran’da “başka kitapların yasaklandığı” ayetler de var. Acaba bu ayetler, Kuran haricinde İslam’a dair kitapları mı kastediyor, yoksa İslam’a rakip kitapları mı kastediyor? Benim nacizane görüşüm, bu ayetleri “İslam’a rakip kitaplar” şekliyle okuduğumuzda hiç bir problem olmadığı hatta, o zamanki olaylarla (Müseyleme) daha uygundur.

Ancak burada esas problem, tarihin kayda alınırken 100% doğru alınamaması, hadislerin uydurma olanlarının araya karışması değildir.

Allah’ın, yazdırdığı söylenen kitabında, bu meseleyi net bir şekilde kurala bağlamamasıdır.

Allah’ın, her şeyi bilme vasfını göz önünde bulundurursak, 140 sene sonra Buhari’nin geleceğini, ne bileyim Tırmızi’nin İslam tarihini yazacağını, ve bugün bir çok müslümanın kabul etmek istemeyeceği Benu Kureyza’da cinsel organları etrafında tüylenme başlayan çocukların “yetişkin” sayılarak diğer erkeklerle birlikte kafaları kesilerek idam edildiğini, Muhammed’in karnı ağrıyan kişilere “deve sidiği için” dediğini, bu kişiler deve çobanını öldürüp develeri çalınca ve yakalanınca onları ellerini ayaklarını kesip, sonra gözlerini oyup çöle susuzluktan ve kan kaybından ölüme terkettiğini, 6 yaşında bir çocukla evlenip, 9 yaşında onunla cinsel ilişkiye girdiğini, ya da Halife Ali’nin (Muhammed değil) İslam’dan ayrılan ve putlara tapmaya dönen mürtedleri yakarak öldürdüğünü, Muhammed’in yine mürtedleri idam ettirdiğini, evli olduğu halde zina yapan kişilere recm cezasını uyguladığını , bugün tüm dünyanın tiksintiyle karşıladığı kız çocuklarına sünneti tavsiye ettiğini  (Ebu Davud), cehennemin büyük oranda kadınlarla dolu olduğunu anlatan hadisleri de kitabına koyacağını biliyordu.

Yani bu olayların yaşanmadığını, ya da Muhammed’in olayları çok farklı yönettiğini düşünsek bile, Allah, 200 sene sonra bir kitabın yazılarak, geri kalan 1000 küsür sene boyunca bu kitabın İslam kaynaklarından sayılacağını, bir çok kaidenin bu hadis kitaplarından gelen bilgiler ışığında değerlendirileceğini, kıyamete kadar koruyacağız dediği dini bozacağını biliyordu.

Burada tatlı su müslümanları için bir problem ortaya çıkıyor.

1-Allah peygamberi öldükten bir zaman sonra peygamberin söylediği (ya da ona isnat edilen) sözlerin kayda alınıp, Kuran’dan sonra ikinci kaynak olarak kullanılacağını, bu kitapların ışığında bir çok katliam yapılacağını, küçük kız çocukların evlendirileceğini, mürtedlerin idam edileceğini be daha bir çok başka kötü şeyin yanlış bir şekilde Allah adına yapılacağını bilmiyor muydu?

2-Biliyordu da umursamıyor muydu?

3-Biliyordu ve onaylıyor muydu?

 

Hadis inkarcılığının temel motivlerinden birisi olan “benim peygamberim böyle bir şey yapmış olamaz” bakış açısı, bu kişilerin işlerine gelen hadisleri kabul edip (örneğin Muhammed’in uyuyan kediyi uyandırmamak için elbisesini kesip de kalkması gibi inceliğini, nazikliğini gösteren hadisler) işlerine gelmeyen hadisleri (yukarıda örneklerini verdiğim hadisler) reddetmelerine sebep olmaktadır. Örneğin kızlara sünneti ilkellik olarak görürken, bizzat aynı kitaptan gelen erkek sünnetini gayet doğal ve kabul edilebilir bir şey olarak görürler.

Elbette buradaki problem, neye dayanarak bir olayın olduğunu veya olmadığını söyleyememeleridir.

“Böyle bir şey hiç olmuş olabilir mi?” kulağa mantıklı gelse de, aslında belki de tarihin en dayanaksız ve zayıf argümanıdır.

Size tarihte gerçekleşmiş ve “böyle bir şey nasıl olabilmiş” dedirtecek olaylardan bahsedeyim.

10. yy; bir Viking kabile reisinin cenazesi.

Ölen reis, 10 günlüğüne geçici bir mezara konur ve o 10 günde reis için yeni kıyafetler dikilir. Reisin haremindeki cariyelerinden birisi, onunla birlikte “öte dünya”ya yolculuğa çıkmak için gönüllü olur. Bu 10 günlük sürede kıza sarhoş edici içecekler verilir. 10 gün sonra reisin gemisi karaya çekilir ve tahta sal üzerine yerleştirilir. Gemi üzerine reis için bir yatak yapılır, ve silahları, meyveler, telli bir çalgı aleti, ve şaraplar etrafına yerleştirilir. Reise yeni kıyafetler giydirilir. İki at koşturularak terletilir ve sonrasında parçalara ayrılarak etleri gemiye atılır. Son olarak bir tavuk ve horoz kurban edilir.

Bu sırada, cariye kız çadırdan çadıra giderek erkeklere cinsel ilişkiye girer. Her erkek kıza “efendine söyle, bunu ona olan sevgimden dolayı yapıyorum” der. Sonra kız kapı çerçevesine benzeyen bir dikdörtgene konur ve erkekler çerçeveyi başlarının üstüne 3 kere kaldırırlar. Kız her kalkışta gördüklerini söyler. İlk kalkışta “anne ve babasını”, ikinci kalkışta “tüm akrabalarını” ve son kalkışta “efendisini” gördüğünü söyler. Sarhoş edici içecekler sayesinde kızın bir nevi “psişik” güçler edindiği sanılır.

Uzatmayayım, kız sonra gemiye çıkarılır ve yaşlı köy büyücüsü kadın tarafından reisin yattığı çadıra (geminin üstünde bir çadır daha var) sokulur ve bundan sonra erkekler kılıçlarıyla kalkanlarını birbirine vurmaya başlarlar ve gürültü yaparlar. 6 erkek çadıra girer ve kızla tekrar cinsel ilişkiye girerler. O da bittikten sonra kızın boynuna halat dolanır, ve cadı kızın göğsüne bıçak sokarak kızı öldürür.

Sonrasında reisin akrabaları gemiyi ateşe verirler.

Nasıl? Böyle vahşice bir olay olmuş olabilir mi? Ama olmuş işte. Muhammed’den 300 sene sonra hem de.

Bir diğeri de cadı avları sırasında.

Altta Almanya’da 1626-1631 yılları arasında Würzbüg cadı avları olarak bilinen dönemde yakılarak öldürülen kişilerin listesi. Tam liste Wiki’de mevcut. Altta ise seçmece yaptığım kısa bir liste var.

Eczacının karısı ve kızı

Belediyeci Stolzenberg’in karısı, kızı ve iki küçük oğlu.

12 yaşındaki öksüz çocuk

9 yaşındaki kız çocuğu.

9 yaşından küçük bir kız çocuğu.

Aynı kızın kız kardeşi, anneleri ve teyzeleri.

12 yaşında iki erkek çocuğu.

15 yaşında bir kız.

Rotenhahn ailesinin varisi, 9 yaşında erkek çocuğu.

10 yaşında bir çocuk.

12 yaşında bir çocuk.

Johannes Junius – Belediye başkanı (bu Bamberg isimli başka bir yerde)

1630’lu yıllarda, Almanya’da, 9-10 yaşındaki çocuklar büyü yaptıkları, cadı oldukları gerekçesiyle yakılarak idam ediliyorlar. Nasıl bir vahşet? Olmuş olabilir mi? Olmuş olmaması lazım, fakat olmuş işte. İnsanların işkenceyi, kurbanın işkence dursun diye kafasından bir suç uyduracağı seviyeye kadar çıkartarak suçsuz insanları yaktığı bir dünyada yaşıyoruz.

Karınızın, kocanızın ya da küçük çocuklarınızın “cadı” diye yakıldığını düşünün. Nasıl olmuş olabilir? Ama olmuş işte.

Bu iki olay gibi sürüyle absürt olay var tarihte. Akıl almaz vahşetlerin görüldüğü, akla hayale sığmayacak acaipliklerin yaşandığı sürüyle olay var. Hatta bir çoğu bizim yaşadığımız yıllarda yaşanmış olaylar. 600lü yıllarda Arabistan’da bunların yaşanmış olamayacağını hangi dayanakla söyleyebiliriz ki? Söyleyemeyiz. Çok daha kötüsü, hem Muhammed’den önce, hem de sonra defalarca yaşanmış.

Bu yüzden “benim peygamberim böyle bir şey yapmış olamaz” argümanı, hele ki Muhammed’in peygamber olduğuna inanmayanlar için hiç bir şey ifade etmediği gibi, tarihi gerçeklerle de örtüşmeme olasılığı olan, İslami açıdan da şirk tehlikesi bulunan bir argümandır. İnançlı kişinin, İslam’ı kendi anlayışını onaylayan bir din olarak görmesine yardımcı olduğu şüphe götürmez elbette, ama mesele din olunca, içinden karpuz seçer gibi seçmece yapmanız, eğer Allah varsa benimle birlikte cehennemde yanmanız olasılığını epey yükseltecek bir davranıştır.

Siz kim oluyorsunuz da Allah’ın onaylamış olabileceği, Peygamberin yapmış olabileceği bir şeyi, bir sözü beğenmiyor, onu kabul etmiyor ve daha iyisini yapabileceğinizi iddia ediyorsunuz?