D&R’da “Çok Satanlar” listesine girmenin kolay yolu

Dün girdiğim D&R mağazasındaki “Çok Satanlar” listesine girmenin kolay yolunu açıklıyorum. Önce Çok Satanlar dolabında duran kitapların fotoğraflarını görelim:

Sporu, diyeti boşverin - düşünerek zayıflayın. Oprah onaylı.

"Belediyede adamım var" devirleri geçti, Evren'den torpil lazım

Buna diyecek bir şeyim yok.

Evren'den torpilli abinin başka bir kitabı. Kapağı aynalı.

Aşkın kuantumu, sevginin akışkan mekaniği

Yazıyı bitirmeden önce kitapların “baskı” ve “adet” sayılarına dikkatinizi çekmek istiyorum. İlk baskısı 100.000, 44. baskısını yapan melek masalları, 94. baskısını yapan çekim yasası kitabı…

Çok satanlar listesine girmenin kolay yol : çok saçmalamak. Bence DR’ın bu listeyi “çok saçmalayanlar” listesi olarak değiştirmesi gayet yerinde olur.

 

Kozmolojik Argüman

Tanrı’nın varlığına dair sunulan argümanlardan birisidir Kozmolojik Argüman. “İlk hareket” argümanı olarak da tanımlanır. Çok basitçe şu şekilde formüle edilebilir:

Başlangıcı olan her şeyin bir sebebi vardır. Evrenin bir başlangıcı vardır. Evreni başlatan bir sebep/ilk hareket vardır.

Elbette argüman burada bitmez. Arkasından gelir:

Bu ilk hareket, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Tanrıdır.

Elbette burada da bitmez, dine göre şu şekilde biter:

O Tanrı da Allahtır.

Kozmolojik Argüman’ın tarihine girmeyeceğim, çok merak eden wikipedia’dan okuyabilir. Konumuz için çok önemli değil. Pratikte bu argüman hem kendi içerisinde hem de bilinen bilimsel gerçekler ışığında zayıf bir argümandır. Madde madde ele alalım:

1-Evrenin oluşumunda bir “ilk hareket”in gerekliliği

İçinde bulunduğumuz ve yaklaşık 13.7 milyar yıl önce Big Bang adı verilen olayla oluştuğu düşünülüen Evrenimizin gerçekten nasıl oluştuğuna dair bir bilgimiz mevcut değil. Teoriler elde bulunan verilerden hareket ederek gerçeklere uyan modeller sunmaktalar. Big Bang de bunların en geniş şekilde kabul göreni. Zira hala devam eden bir genişleme söz konusu, ve bu genişlemenin bir başlangıcı olması gerekiyor. Peki Big Bang’i meydana getiren şey nedir?  Birazdan değineceğiz.

Başlangıcı olan tüm olayların bir “ilk hareket”e ihtiyaç duyduğu iddiası iki açıdan problemli.

a) İlk harekete sebep olan hareketin ne olduğu sorusunu cevapsız bırakıyor. Burada “ilk hareket” olarak anılan şeyin fizik kanunlarına (en azından Newton fiziği) uymamasına rağmen niye böyle olduğu cevaplanmıyor. “İlk hareket nasıl oluyor da bir başka harekete ihtiyaç duymuyor? -Öyle işte, o ilk hareket de ondan” gibi bir cevaptan öteye gitmiyor bu açıklama. Special Pleading ya da mazeret safsatası olarak bilinen mantıksal hata yapılıyor. Bir şeyi açıklarken, aynı şartlara uymayan başka bir şey kullanılıyor.

b) Bir ilk hareketin gerekliliği gözleme ve tümdengelime dayanıyor. Dünyadaki olayları gözlemleyen insanlar, bir ittirici olmadan hiç bir şeyin hareket etmediğini gözlemlemiş ve tümevarımla vardıkları kanıyı kullanarak tümdengelim yapmışlar ve Evren’nin de bir ilk harekete ihtiyacı olduğuna kanaat getirmişlerdir. Halbuki Evren’in bilinmeyen/gözlemlenemeyen yerlerinde başka şartlar geçerli olabilir. Fizik kanunları bizim Dünyamızda işlediği gibi işlemeyebilir.

Ki aslında tam olarak bu gerçekleşmiştir. 20.yy’da Kuantum fiziğinin anlaşılmasıyla görüldü ki atom altı parçacıklar, hiç bir etkene ihtiyaç duymadan hareket etmekteler. Sürekli olarak hem de. Bunu şuna benzetebiliriz – normalde masanın üstünde duran bir saksı yere düşmüşse onu bir şeyin düşürdüğünü varsayarız (köpek, kedi, rüzgar, çocuk vs). Ancak bu saksı kuantum evreninde var olsa idi o zaman saksı kendi kendine masadan düşebilir, tam yere çarpacakken hızla sola doğru uçabilir ve 2 metre gittikten sonra aniden yukarı fırlayarak tavana yaklaşabilir ve tam çarpacakken yine yön değiştirerek pencereden uçup gidebilirdi. Atom altı parçacıkların bu şekilde (şizofren davranışlar göstererek) hareket ettikleri defalarca gözlemlenen bir olay.

“-E peki o ilk atomaltı parçacıklar nereden gelmişler? Mutlaka onları da yaratan bir varlık olmalı?”

sorusu bu aşamada sıradaki sorudur.

Evren oluşmadan önce (Big Bang’den önce) tam anlamıyla bir vakum olduğunu düşünelim. Ne atom, ne atom altı parçacıklar hiç bir şey yok. Ancak burada yine Kuantum fiziği sayesinde anlaşılan başka bir doğa olayı söz konusu o da Kuantum Dalgalanmaları adı verilen olay. Bunlar çok kısa süren minik enerji patlamaları ve bunlar da şizofren atomlar gibi defalarca gözlemlenmiş şeyler. Vakumda durduk yere hiç bir şey yokken minnacık enerji patlamaları gerçekleşiyor.

“E tamam da bu enerji patlamaları nasıl gezegen olmuş yıldız olmuş? Yoksa onlar da mı Darwin’in dediği gibi evrim geçirdiler?”

de bir sonraki sorudur.

Hayır, evrim geçirmediler. Öncelikle bir noktayı açmak gerekiyor. Evrendeki toplam enerji miktarı. Tüm gezegenler, yıldızlar, toz bulutları, kuyruklu yıldızlar, gaz gezegenleri ve anlayamadığımız tüm diğer gök cisimleri ve o gezegenlerde var olan her şeyin toplam enerjisi “0” (sıfır). “Nasıl yani?!?” diye soracaklar olacak,

Çok basit. Evrende madde olduğu kadar anti-madde mevcut ve bu ikisinin toplamı sıfır yapıyor. Yani kuantum dalgalanmalarından bir tanesi, madde anti-madde dengesini (vakum) bozduğu için Big Bang meydana geldi. Big Bang sonrasında maddeler yıldızlara dönüştü, yıldızlardan kopan paçacıklar da dünyaya dönüştüler.

Bu konuyla ilgili çok güzel bir sunum videosu var – Profesör Lawrence Krauss’un sunduğuı “Universe from Nothing” sunumu. Sunum İngilizce ve bir saat kadar sürüyor. Ancak izle(ye)meyecekler için özet geçmek gerekirse Prof Krauss bu kuantum dalgalanmalarıyla meydana gelen Big Bang’i ve Evrendeki enerji toplamının nasıl madde ve anti-madde olarak ikiye ayrıldığını ve toplamlarının sıfır olduğunu güzelce anlatıyor. İngilizceniz ve 1 saatiniz varsa bu ufuk açıcı sunumu izlemenizi tavsiye ederim.

Özetleyecek olursak, bir ilk hareketin gerekliliği argümanı, hem o “ilk hareket”i harekete geçiren bir önceki sebebi açıklamadığı için, hem de Kuantum seviyesinde ittirici bir harekete ihtiyaç duymadan meydana gelen atom hareketleri var olduğu için (ve bu hareketler Big Bang’i gayet güzel açıklayabildiği için) geçersiz bir argümandır.

2- İlk hareketin kimliği

Bu noktada eğer kozmolojik argümana ciddi bir itiraz gelmezse, “ilk hareket” adı verilen şey bir anda “Tanrı” statüsüne yükselir. Halbuki burada iddia sahiplerinin ispatlamaları gereken bir kaç şey vardır – ilk harekete sebep olan şeyin bilinçli bir varlık olduğu ve Evren’in başka türlü bir olayla değil de bilinçli varlık tarafından oluşturulduğunu ispat etmeleri gerekir. Eğer bu iddiayı bir şekilde ispatlayabilirlerse o bilinçli varlığın aynı zamanda bir Tanrı (mucizeler yapabilen, fizik kanunlarını askıya alabilen, sonsuza dek yaşayan, ne bileyim her şeyi bilen her şeye gücü yeten) olduğunu ispatlamaları gerekmektedir. Diğer bir deyişle üstün bir ırk değil, zeki bir robot değil, bir Tanrı olduğunu ispatlamaları gereklidir.

Bu noktada eğer ciddi karşı argümanlar yoksa, iddiayı dile getiren kişi otomatikman “Tanrı” figürünü inanmakta olduğu dininin tanrısının ismiyle değiştirir. Tanrı Allah’a dönüşebilir, Yahveh’e dönüşebilir, Zeus’a dönüşebilir ya da Uçan Spagetti canavarına dönüştürebilir, ancak geçek olan bir şey var ki o da şu: Evreni başlatan Tanrı’dan Allah’a geleceksek, arada bunun doğru olduğunu gösteren çok sağlam deliller olmalıdır. Yani şu şekilde bir diyagram çizilebilir

İlk hareket / Kanıt (ilk hareketin varlığına dair kanıt) / ilk hareket = tanrı? / kanıt (ilk hareketin gerçekten Tanrı olduğuna ve atıyorum uzaylı bir üstün ırk olmadığına dair kanıt) / tanrı = Allah / Kanıt (İlk hareketi gerçekleştiren Tanrı’nın aynı zamanda Kuran’ı da gönderen Allah olduğuna dair kanıt).

Bu kanıtlar geldikten sonraki adım : İddianın prensipte kabul edilmesi. Niye 100% kabul etmiyoruz? Çünkü gerçekte ne olduğunu (Big Bang’e neyin sebep olduğunu) asla bilemeyebiliriz. Eğer üstteki gibi kanıtlar getirebilen bir din olursa, o zaman argüman geçerli olmuş oluyor.

Özetleyecek olursak :

1- İlk hareket 100% gerekli olmayabilir. İlk harekete ihtiyaç duymadan hareket eden atomlar ve yokluktan ortaya çıkan enerji patlamaları mevcut ve bunlar Big Bang’in oluşmasında önemi bir yere sahip olabilirler. Ola ki bilinçli bir ilk hareket var, bu durumda teist görüşlü kişinin o ilk bilinçli hareketin bir uzaylı değil de Tanrı olduğunu, spesifik olarak da inandığı dinin tanrısı olduğunu ispatlaması gereklidir.

Diğer bir deyişle, eğer Teist (Allah’a inanan ve dini takip eden) bir görüşünüz varsa kozmolojik argümanı Tanrınızı isptlamak için mümkün mertebe kullanmayın, hayalkırıklığına uğrarsınız.

Antropik İlke ve İnce Ayarlı Evren

Fizik ve Kozmoloji’de, Antropik ilkeye göre Evren’de gözlemlediğimiz olaylar, insanların gözlemlemesine, dolayısıyla insanların var olmasına izin verecek şekilde gerçekleşir. Diğer bir deyişle Evren, “biz”i var edecek şekilde işlemektedir. Eğer Evren’deki yasalar bu şekilde değil de, farklı olmuş olsalardı, o zaman insanlar var olmayacaklardı. Evren’deki yasaların başka türlü değil de, bu şekilde olmaları tesadüfi değildir, insaları var edecek şekilde “ince ayarlı”dır.

Antropik ilke, insan merkezli bir ilkedir. “Evren, bizi var edecek şekilde tasarlanmıştır” demenin bir başka yoludur. Antropik ilkeyi açıklarken iki önemli hipotez ortaya atılır :

  1. Multiverse, ya da çoklu evren (sonsuz sayıda ve var olabilecek tüm olasılıklar için ayrı ayrı var olan evrenler -örneğin bir evrende dünyada yaşam yokken diğer bir evrende dünyadaki akıllı canlılar kuşlar ya da insanların kanatlı olduğu bir evren gibi. Aklınıza gelebilecek her olasılık ve farklılık için yeni bir evren olduğunu düşünün)
  2. Evrene ince ayar çekerek insanlığın var olmasını sağlayan tasarımcı.

Çokluevren açıklamasında biz sonsuz sayıdaki evrenlerin bir tanesinde yaşıyoruz ve içinde bulunduğumuz evren (biz burada olduğumuza göre) hayata izin verecek doğa kanunlarına sahip. Bu hipotezde herhangi bir “insan odaklı antropik ilke”den bahsetmek biraz güç, zira elinizde 100 milyar tane anahtar olduğunu düşünün, sadece bir tanesi önünüzdeki kapıyı açarsa, orada o anahtarın o kapı için yapılmış olduğunu iddia etmemiz pek doğru olmaz.

Antropik ilkenin din felsefesi açısından bizim ilgilendiğimiz yanı, “ince ayar çeken yaratıcı” hipotezidir.

Akıllı tasarımcı ya da Tanrı, ya Evren’deki doğa olaylarına bizzat müdahale ederek olayların bizim bildiğimiz şekliyle oluşmalarına sebep olmuş, ya da doğa kanunlarını öyle bir şekilde tasarlamıştır ki, olaylar yine bizim bildiğimiz şekilde meydana gelmişlerdir. Buradaki fark önemlidir. İlk senaryoda doğa olayları başka türlü olabilecekken müdahale sonucu oldukları şekilde olmuşlardır. İkinci senaryoda ise doğa olayları, doğa kanunları sebebiyle başka türlü olamayacakları için bizim bildiğimiz şekliyle olmuşlardır. İlk senaryo Teist tanrının yapacağı bir iş gibi görünürken (bir kere müdahale eden tanrı, daha sonra da müdahale edebilir), ikinci senaryodaki tanrı modeli daha çok deist tanrıyı andırmaktadır (evreni ve kanunları yaratıp sonra kendi haline bırakan ve müdahale etmeyen tanrı, muhtemelen daha sonra da müdahale etmeyecektir). Ancak konuyu saptırmayalım, bu farkı bu yazıda görmezden geliyoruz.

Antropik ilkenin problemleri bu ilkenin pek de geçerli olamayacağını bence yeterince ortaya koymaktadır.

Evrenin şu andaki hali insanların var olmasını sağlamıştır. Ancak insanların var olmasına yol açmayacak bir evren modeli, başka türden (akıllı) canlıların var olmasına yol açmayacaktır diyemeyiz. “Eğer evrenin tek bir atomu farklı olsaydı insan var olmayacaktı” gibi bir iddia, o atom farklı olduğu takdirde insandan farklı bir akıllı canlının var olmayacağını söyleyemez.

Evren’in insanların ortaya çıkmasını sağlamak üzere “ince ayarlı” olduğunu söylemek de ince buzda yürüyen bir iddiadır. Öncelikle “insan”ın Evren’deki yerini perspektife koyalım. Bir insanın boşlukta kapladığı yer (hacim) 0,08 metreküp (80 kiloluk bir adam alırsak). Dünyanın hacmi 1,083,207,317,374 metreküp. Yani dünya 13,540,091,467,175 (13.5 trilyon) insan hacminde. Güneşin hacmi, Dünya’nınkinin 1,300,000 katı. Güneşimiz G tipi bir yıldız ve en büyük yıldız tipi olan O tipi yıldızlar Güneş’in 90 katı büyüklüğüne ulaşabiliyorlar. Sadece Samanyolu galaksisinde, bu O tipi yıldızlardan 20.000 kadar olduğu düşünülüyor. Samanyolu galaksisinde 100 ila 400 milyar arası yıldız var ve Galaksimizin iki uzak ucu arasındaki mesafe 100.000 ışık yılı, kısa ucu arasındaki mesafe de 1000 ışık yılı.

Şimdi biraz başımız dönecek. Geceleyin, gökyüzüne baktığınızı ve bozuk para kadar bir alan belirleyip o ufacık noktadan, çok güçlü bir teleskopla baktığınızı hayal edin. Sadece bozuk para kadar bir alan içerisinden baktığımızda bile bugünkü gelişmiş teleskopların gözlemleyebildiği galaksi sayısı yüzbinlerle ifade ediliyor. Gözlemlenebilir Evren’deki toplam galaksi sayısının 100 milyar olduğu düşünülüyor. İnsanın evrendeki yeri, kozmolojik boyutta düşündüğümüz takdirde, vücudunuzdaki mikroplardan bile daha küçük.

Şimdi insanların yaşayabildiğini bildiğimiz alanları bir düşünelim. Dünya’ya geri döndük. Dünya’nın sadece yüzeyinde hayat var. Yüzeyinin 71%i suyla kaplı. Kaldı 29%. Bu oranın 1/3’ü soğuk ve sıcak çöllerle kaplı. Kaldı 20%si. 10% kadarı verimli ve-veya tarım ve hayvancılık yapılabilir toprak. Kalan 10%u da verimsiz topraklar, ormanlar, dağlık alanlar vs. Yani bu kaba hesapla İnsanoğlunun Dünya üzerinde yaşamı devam ettirebileceği alan 10% civarında. Eğer demografik dağılımları incelerseniz, nüfusun büyük çoğunluğunun da deniz ya da su kaynaklarının yakınlarında yaşadığını görebilirsiniz. Yani aslında insanların türlerini devam ettirebilecekleri alan çok sınırlı. Belli bir yüksekliği geçtikten sonra ise insanların hayatta kalması imkansız. Yani atmosfer içerisinde bile, gerekli teçhizat olmadan insanların yaşamaları ya çok zor ya da imkansız. Şimdi Dünya’nın evrendeki yerini tekrar hatırlayalım. Evren’le kıyaslandığında hayatın ortaya çıktığı ve de insanların yaşabildikleri alanlar, herhangi bir “ince ayar” olmaktan çıkıp, tesadüfi bir hale geliyor.

Çok ileri gittiğimi düşünenler için başka bir kıyaslama yapayım. Her hafta çekilen Sayısal Loto’da 6 tutturma ihtimali 14 milyonda 1. Kimse sorsanız bunun bir “şans işi, tesadüfi olay” olduğunu söyleyecektir. Sadece Samanyolu galaksisinde en az 100 milyar yıldız var. 100 milyar yıldızın günümüz teknolojisiyle tespit edebildiğimiz gezegen sayısı 6 milyar kadar. Eğer 6 milyar gezegenin bir tanesinde hayat olması “ince ayar” ise, 14 milyon ihtimalde 1 tane kolonu tutturmak nasıl tesadüf olabilir? Eğer sayısalı tutturmak tesadüfi bir olay ise, 6 milyar (o da görebildiğimiz kadarıyla) gezegende hayata izin verecek koşulların oluşması nasıl “ince ayar” olabilir?

Bir başka açıdan bakalım. Evrenin yaşı 14 milyar yıl kadar. Dünya’nın yaşı ise 5 milyar yıl kadar. Hayat 3 milyar yıl kadar önce mikroskopik seviyede başladı ve 600-700 milyon yıl öncesine kadar doğru dürüst çok hücreli canlılar yoktu. 65 milyon yıl önce dinozorların (aslında belli bir boyutun üstündeki tüm canlıların) ölmesine sebep olan göktaşı çarpması olana kadar en büyük memeli fareden bile küçüktü. İnsana benzeyen memelilerin ortaya çıkması ise 7 milyon yıllık bir olay. Gerçekten “insan” olarak tanımlayabileceğimiz türün geçmişi ise yaklaşık 200.000 sene. “İnsan ortaya çıksın diye ince ayar çekilmiş” bir Evren’de, insanın ortaya çıkması için niye 14 milyar yıl geçmesi gerekiyor?

Size belki daha önce duymuş olduğunuz bir anolojiyi aktarmak istiyorum.

Bir su birikintisinin bir sabah uyanıp şöyle dediğini hayal edin:

“Bu içinde olduğum dünya çok ilginç bir dünya. Bu içinde bulunduğum çukur tam benim boyutlarıma göre. Benim şeklime tam olarak uyuyor, sanki ben gelip içine yerleşeyim diye yapılmış!” Bu fikir o kadar güçlü bir fikir ki, her gün Güneş doğmasına ve su buharlaşıp birikintiyi küçültmesine rağmen, birikinti kendi kendine “her şey yolunda, bu çukur ben içinde olayım diye yaratılmış, bu çukurun var olma sebebi benim, dünyanın var olma sebebi benim varlığım” demeye devam ediyor. Bu yüzden sonunda tamamen buharlaştığı zaman çok şaşırıyor. Bence insanlar olarak biz de aynı hataya düşmemeye dikkat etmeliyiz.

Douglas Adams

Umarım benzetmenin dehasını görebildiniz. “Evren insanlar yaşayabilsinler diye bu şekildeler” demek, aynı su birikintisinin yaptığı hataya düşmek oluyor. Evren, bize göre şekillenmiş değil. İnsanlar, Evren’e uyum sağlayacak şekilde şekillenmişler. “Dünya’nın insanların ortaya çıkabilmesi ve gelişebilmesi için gerekli ortamı tesadüfen sağlaması ihtimali astronomik bir şekilde düşük” derken insanın ve dünyanın evrendeki yerine dair perspektifimizi kaybetmişiz demektir. Yeterince büyük bir evren ve yeterince uzun zamanımız varsa, doğa kanunlarına uyduğu sürece astronomik bir biçimde düşük ihtimallerin bile gerçekleştiğini görmek bizi şaşırtmamalı.

PostScript: Kaynakları ayrı ayrı linklemeye vaktim yok ama 99% oranında Wikipedia’daki makalelerden yararlandım.

Kontekst dışı alıntılar

Kontekst dışı alıntı, yani konunun sadece belli bir kısmını alarak esas mesajdan farklı bir anlama sahipmiş gibi göstermek demagoji yapmanın olmazsa olmazlarındandır.

Çok basit bir örnekle bunu göstermek anlatmaktan daha kolay diye düşünüyorum.

Alttaki paragraf, doğrudan Charles Darwin‘in Türlerin Kökeni isimli ve Evrim Teorisini anlattığı kitabından alıntıdır:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktı.

Bu paragrafı tek başına okuduğumuzda Darwin’in kendisinin bile teorisine inanmadığı zira çok önemli fosillerin var olmadığını söylediğini görüyoruz.

Ancak kitapta yazının devamı okunduğunda ortaya çıkan tablo çok farklı  (Kitap artık “public domain” yani telif hakkı olmayan bir kitap olduğu için tamamını internette bulmak mümkün):

Yukarıda tercümesini aldığımız paragrafın orijinali ve tamamı şu şekilde :

These difficulties and objections may be classed under the following heads:-Firstly, why, if species have descended from other species by insensibly fine gradations, do we not everywhere see innumerable transitional forms? Why is not all nature in confusion instead of the species being, as we see them, well defined?

Secondly, is it possible that an animal having, for instance, the structure and habits of a bat, could have been formed by the modification of some animal with wholly different habits? Can we believe that natural selection could produce, on the one hand, organs of trifling importance, such as the tail of a giraffe, which serves as a fly-flapper, and, on the other hand, organs of such wonderful structure, as the eye, of which we hardly as yet fully understand the inimitable perfection?

Thirdly, can instincts be acquired and modified through natural selection? What shall we say to so marvellous an instinct as that which leads the bee to make cells, which have practically anticipated the discoveries of profound mathematicians?

Fourthly, how can we account for species, when crossed, being sterile and producing sterile offspring, whereas, when varieties are crossed, their fertility is unimpaired?

Bu paragrafların her birisi, Darwin’in teorisine karşı getirilebilecek eleştirileri sıralamaktadır. Toplam dört başlıkta ele aldığı bu eleştirileri de kitabın 6. bölümü boyunca ele alıp cevaplamaktadır. CTRL + F tuş kombinasyonuyla ilgili yerler kolaylıkla bulunabilir.

Kitabın Türkçe tercümesini internette bulamadığım için kitabın satın alınabileceği linki vermek daha mantıklı göründü. Orijinali internette mevcut ve Darwin’in bu 4 ana eleştiriye verdiği cevaplar İngilizce orijinalinden okunabilir.

Kontekst dışı alıntıyı yapan siteler bu paragrafı verdikten sonra “ve Darwin’den veri ara geçiş formu bulunamadı” masalını anlatmaya başlarlar, ki bu da ayrı bir demagojidir. Var olmayan bir yaratık hayal edip sonra buna “ara geçiş böyledir” dedikten sonra “ara geçiş bulunamamıştır, Darwin yanlıştır” demek de Zübükzade İbraam’ın yüzünü kızartacak cinsten bir demagojidir.

 

Aranıp bulunamayan ara geçiş formu - Crockoduck (Timdek)

 

 

Burada önemli olan şey kontekst dışı alıntıların tehlikesidir. “Cımbızla ayıklamak” teriminin uygun olduğu durumlardan birisidir. Sadece eleştirilerin formüle edildiği ama cevapların görmezden gelindiği bir alıntı, Charles Darwin’e aslında hiç aklında olmayan bir şey söyletmektedir.

 

 

Arto’dan takdir edilesi davranış

Bir tv programına katılan Arto ve Rezzan Kiraz arasında ufak bir tartışma yaşanmış. Arto, “bilime inanın, doktorlara inanın, tarotçulara inanmayın” diyerek benim takdirimi kazandı. Rezzan Kiraz da işin ucunun nereye gittiğini anladığından hemen sesini yükselterek Astroloji’yi pozitif bilim olarak göstermeye çalıştı.

İnsanlar ne zaman bu büyücü-muskacı doktorları, astrologları, falcıları ve tarotçuları dinlemeyi bırakacaklar merak ediyorum.

Arto’nun hazırcevap ve taktığı insanı yerin dibine sokabilecek bir dili olduğunu biliyordum, ama bilime kıymet vermesi ve sözdebilimi televizyonda bu şekilde eleştirmesi, açıkçası benim için beklenmedik bir olaydı.

Adamımsın Arto!

Fethullah Hoca’nın fantastik dünyası

Fetullah Hoca’nın fantastik dünyası
Fetullah Gülen’i herkes duymuştur. Büyük İslam düşünürü, dinler arası diyalog insanı, hoşgörü insanı, eğitim insanı. Öte yandan CIA ajanı, Büyük Ortadoğu Projesi piyonu, Cumhuriyet düşmanı, Batı kuklası gibi sıfatlar da yakıştırıldı kendisine.
Bu noktalarla ilgilenmiyorum. Daha önce, konuya benden çok daha vakıf olan insanlar tarafından F. Gülen incenelendi, hakkında yazıldı çizildi.
Benim ilgilendiğim konu, fantastik dünyası. Çünkü birazdan sizin de görebileceğiniz gibi ne bilimsel gerçeklerden haberi var, ne de bilimsel gerçeklerdeki cehaletini gizlemek gibi bir endişesi var. Bilimin bulduklarını öğreneceğine, fantastik masallar anlatarak her şeyi Allah’a bağlamayı çok seviyor. Kendi sitesinden özellikle “metafizik” konu başlığı altındaki yazılardan alıntılarla bu yaşlı amcanın nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını, veya kendisi yaşamasa bile takipçilerine nasıl masallar anlattığını hep beraber görelim.
“İlim Bizi Tasdik Ediyor” isimli yazısından seçmelerle başlayalım.
İlim adamları, üniversite mahfilleri de artık madde ve fizik ötesi güç ve kuvvetlerin olabileceğini kabul etmekte… Eskiden ise bu tür meseleleri dinlemeye dahi tahammülleri yoktu. Hele dindar insanların ağzında dolaşan bazı kerâmetvâri hadiseleri hemen peşin hükümlerle ‘hürâfe’ deyip geçiyorlardı. Halbuki aynı cins hadiseler, bir kısım keyfiyet farkı olmakla beraber, Batılı ilim adamları tarafından nakledilince, bizimkiler ‘kabul’ deyip teslim oluyorlar.
Hangi bilim adamları? Neredeki üniversiteler? Hangi araştırmacılar? Neyi nasıl kabul etmişler? Ne gibi deneyler sonucunda metafizik dünyaya dair işaretler olduğunu söylemişler? Bu türden bir buluş hiç de önemsenmeyecek bir buluş değildir, niye bundan haberimiz yok? Hangi Batılı “ilim” adamları bunu nakletmişler de burada kimler “kabul” deyip teslim olmuşlar? İsim yok, kaynak yok, detay yok.
Yazının devamında ruh çağırma seansına şahit olmuş bir kişininin Gülen’le olan sohbeti anlatılıyor. Gülen’e kahve fincanıyla ruh çağırma seansını anlatan misafire Gülen Meyve’nin altıncı meselesini (ne demekse) aktarıyor.
Bunu anlatırken kurduğu mantık çok naifçe :
Aynen öyle de, bu alem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor.
Ben Türkçe’ye çevireyim, diyor ki “gökyüzünde Dünya’dan çok daha büyük, çok hızlı hareket etmesine rağmen birbirine çarpmadan düzen içerisinde gezinen yıldızlar var. Devam ediyor :
Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bu misafirhane-i Rahmaniyye’de bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lazımdır ki sönmesin… Onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir.
Yani : Dünya’dan bir milyon kat büyüktür, Dünya’dan bir milyon yıl daha eski Güneşi hiç gazyağı olmadan kömür olmadan odun olmadan yakan ve bunları birbirine çarptırmadan dolaştıran Allah’tır.
Gülen, Dünya’nın ve Güneşin büyüklüklerini yaklaşık olarak doğru söylüyor, Güneş Dünya’nın 1.3 milyon katı kadar. Güneşin ve Dünyanın yaşları arasındaki fark da çok büyük değil, Dünyanın yaşı 4.54 milyar yıl; Güneş’inki 4.57. Buralarda problem yok. Ancak hocaefendinin Güneşin yakıtı olarak odunu kömürü gazyağını sayması biraz komik olmuş. Güneşin “yakıt”ı hidrojen ve helyum. Hidrojen bildiğiniz gibi radyoaktif ve bir kaç kiloluk bir hidrojen bombası bir şehri yerle bir etmeye yetecek kadar enerjiye sahip. Yani herhangi bir Tanrı’nın odunla gazla uğraşmasına gerek yok. Hidrojen zaten yanıcı ve enerjiyi ortaya çıkaran bir madde.
Peki bu muhteşem nizam?
Hangi nizam? Güneş 5 milyar yıl sonra bir kırmızı dev yıldıza dönüşerek genişleyecek ve Dünya’yı yutacak. Samanyolu ve Andromeda galaksileri 3 milyar yıl sonra çarpışacaklar ve galaksilerde bulunan milyarlarca yıldız ve gezegenden bir çoğunun çarpışma tehlikesi var. Dünya ise güneşin gittikçe sıcaklaşması sebebiyle 1 milyar yıl sonra yaşamı devam ettiremeyecek kadar sıcak bir yer olacak. Burada nizam görmek, otobanda bir karınca yürürken yanından geçen arabaya bakıp “ne kadar muntazam gidiyor” demesi gibi bir şey. Halbuki aynı araba bir kaç dakika sonra kaza yapabilir. Belki hocanın düzen anlayışı benimkinden farklıdır.
Fakat hocaefendinin esas fantastik öğeleri bunlar değil. Esas fantastik olay “ruh çağırma” noktasında. Hocaefendi devam ediyor :
Ve sonra, kendisine ‘Cevşen okuyayım mı?’ diye teklif ettim. ‘Oku’ dedi. Ben Cevşenü’l-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar sür’atli hareket ediyordu ki, parmağımla zabtedemiyordum. Bir aralık düştü. Hatta bir aralık ‘bırak şu gırgırı’ diye de yazıvermişti.
İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, ‘Bırak şu gırgırı’ diyor. Cevşen’den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..
Bazıları ‘ruh çağırıyoruz’ diyorlar.. herhalde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir, zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka birşey değil.
Koskoca hocaefendi fincanla cin çağırıyor, cin de hocaefendiyle dalga geçip “bırak şu gırgırı” diyor.
Fincanla cin çağırmak ne demek bilmeyenler için kısaca anlatayım. Aslında bir Amerikan icadı olan Ouija tahtasına dayandığını düşündüğüm bir eğlencedir fincanla cin-ruh çağırmak. Bir kağıda harfler ve rakamlar yazılır, köşelere “evet” ve “hayır” yazılır, bir kaç kişi elini fincanın üstüne koyar ve yüksek sesle “ey ruh geldiysen adını söyle” gibi şeyler söylenir ve fincanın dolaştığı harfler ve rakamlar aracılığıyla ruhla temas kurulur.
Ouija tahtası şuna benzer. Orjinalinde fincan yerine ortada harfi görmeye yarayan bir delik olan bir tahta parçası bulunur.
Peki bu tahtalar ya da fincanlar gerçekten ruhlarla mı temas kuruyor? Gerçekten bu basit aletler metafizik dünyaya açılan bir kapı mı?
Hayır elbette değil. Bu olayın açıklaması tamamen doğal. İsmine idiomotor refleks adı veriliyor.
İdiomotor refleks, tıpkı acıya karşı refleks gösterilmesi gibi, kişinin bilinçli olmadan yaptığı hareketlere verilen isim. Burada uyarıcı ise bilinç. Örnek olarak da insanın üzüldüğü ya da duygulandığı zaman ağlamasını gösterebiliriz. Burada meydana gelen olay bilincin bilinç altına etki etmesi ve bilinç altının bilinçten habersiz olarak kasları kontrol etmesi. Burada insanların hile yapması gerekmiyor, tamamen doğal bir süreçle dürüst, akıllı ve makul insanlar bilincinde olmadıkları hareketleri yapabiliyorlar.
Ouija tahtası deneyini kendiniz de yapabilirsiniz. Önce bir ouija tahtası hazırlayın, fincanla bir kaç arkadaşınızla “ruh çağırın”, sonra parmaklarınızın nasıl kendi başına hareket ettiğini izleyin. Sonra hepiniz gözlerinizi bağlayın ve tekrar deneyin. Gözleriniz kapalıyken hiç bir şey yazamadığınızı göreceksiniz. Alttaki videoda bu şekilde yapılmış deneyi izlemek sanırım ouijanın nasıl bir safsata olduğunu göstermeye yeter.
Binlerce, belki yüzbinlerce takipçisi olan bir liderin bu türden safsatalara inanması bence çok talihsiz. Ama öte yandan bu liderin insanları kendine bağlamak için başka bir hayal ürünü masalı kullandığını düşündüğümüzde pek de insanı şaşırtmıyor.

Bu yazıyı, incelediğim yazıyı yanlış anlamam sebebiyle düzelterek tekrar yayınladım. Bir kaç noktayı daha net anlaşılacak şekilde düzelttim. Herkes hata yapar, hatayı farketmemi sağlayan yorumculara teşekkür ediyorum.

Fetullah Gülen’i herkes duymuştur. Büyük İslam düşünürü, dinler arası diyalog insanı, hoşgörü insanı, eğitim insanı. Öte yandan CIA ajanı, Büyük Ortadoğu Projesi piyonu, Cumhuriyet düşmanı, Batı kuklası gibi sıfatlar da yakıştırıldı kendisine.

Bu noktalarla ilgilenmiyorum. Daha önce, konuya benden çok daha vakıf olan insanlar tarafından F. Gülen incenelendi, hakkında yazıldı çizildi.

Benim ilgilendiğim konu, fantastik dünyası. Çünkü birazdan sizin de görebileceğiniz gibi ne bilimsel gerçeklerden haberi var, ne de bilimsel gerçeklerdeki cehaletini gizlemek gibi bir endişesi var. Bilimin bulduklarını öğreneceğine, fantastik masallar anlatarak her şeyi Allah’a bağlamayı çok seviyor. Kendi sitesinden özellikle “metafizik” konu başlığı altındaki yazılardan alıntılarla bu yaşlı amcanın nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını, veya kendisi yaşamasa bile takipçilerine nasıl masallar anlattığını hep beraber görelim.

İlim Bizi Tasdik Ediyor” isimli yazısından seçmelerle başlayalım.

İlim adamları, üniversite mahfilleri de artık madde ve fizik ötesi güç ve kuvvetlerin olabileceğini kabul etmekte… Eskiden ise bu tür meseleleri dinlemeye dahi tahammülleri yoktu. Hele dindar insanların ağzında dolaşan bazı kerâmetvâri hadiseleri hemen peşin hükümlerle ‘hürâfe’ deyip geçiyorlardı. Halbuki aynı cins hadiseler, bir kısım keyfiyet farkı olmakla beraber, Batılı ilim adamları tarafından nakledilince, bizimkiler ‘kabul’ deyip teslim oluyorlar.

Hangi bilim adamları? Neredeki üniversiteler? Hangi araştırmacılar? Neyi nasıl kabul etmişler? Ne gibi deneyler sonucunda metafizik dünyaya dair işaretler olduğunu söylemişler? Bu türden bir buluş hiç de önemsenmeyecek bir buluş değildir, niye bundan haberimiz yok? Hangi Batılı “ilim” adamları bunu nakletmişler de burada kimler “kabul” deyip teslim olmuşlar? İsim yok, kaynak yok, detay yok.

Yazının devamında ruh çağırma seansına şahit olmuş bir kişininin Gülen’le olan sohbeti anlatılıyor. Yazının geri kalanının çoğunluğu bu kişinin aktardıklarından oluşuyor.

Bu kişinin anlattığı hikayeyi önce özetleyeyim. Nakledilen hikaye aşağı yukarı şöyle:

Bir grup insan fincanla ruh çağırıyorlar ve gelen ruh şeytan olduğunu söylüyor. Şeytan’a Said Nursi’den bir hikaye, Cevşen ve evrenin harika düzeninden bahsediliyor. Şeytan bunların sebebinin Allah olduğunu reddediyor ve cevşen okunurken fincanla “bırak şu gırgırı” yazıyor.

Gülen’in misafirinin Evrenin düzeninden bahsederken kurduğu mantık çok naifçe :

Aynen öyle de, bu alem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor.

Ben Türkçe’ye çevireyim, diyor ki “gökyüzünde Dünya’dan çok daha büyük, çok hızlı hareket etmesine rağmen birbirine çarpmadan düzen içerisinde gezinen yıldızlar var. Devam ediyor :

Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bu misafirhane-i Rahmaniyye’de bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lazımdır ki sönmesin… Onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir.

Yani : Dünya’dan bir milyon kat büyüktür, Dünya’dan bir milyon yıl daha eski Güneşi hiç gazyağı olmadan kömür olmadan odun olmadan yakan ve bunları birbirine çarptırmadan dolaştıran Allah’tır.

Misafir, Dünya’nın ve Güneşin büyüklüklerini yaklaşık olarak doğru söylüyor, Güneş Dünya’nın 1.3 milyon katı kadar. Güneşin ve Dünyanın yaşları arasındaki fark da çok büyük değil, Dünyanın yaşı 4.54 milyar yıl; Güneş’inki 4.57. Buralarda problem yok. Ancak misafirin Güneşin yakıtı olarak odunu kömürü gazyağını sayması biraz komik olmuş. Güneşin “yakıt”ı hidrojen ve helyum. Hidrojen bildiğiniz gibi radyoaktif ve bir kaç kiloluk bir hidrojen bombası bir şehri yerle bir etmeye yetecek kadar enerjiye sahip. Güneşteki enerjiyi ortaya çıkaran şey hidrojen atomlarının füzyonla helyuma dönüşmesi süreci. Hidrojen Evrendeki maddenin 75%ini oluşturuyor. Yani herhangi bir Tanrı’nın odunla gazla uğraşmasına gerek yok. Hidrojen zaten yanıcı ve enerjiyi ortaya çıkaran bir madde.

Peki bu muhteşem nizam?

Hangi nizam? Güneş 5 milyar yıl sonra bir kırmızı dev yıldıza dönüşerek genişleyecek ve Dünya’yı yutacak. Samanyolu ve Andromeda galaksileri 3 milyar yıl sonra çarpışacaklar ve galaksilerde bulunan milyarlarca yıldız ve gezegenden bir çoğunun çarpışma sonucunda değişecek olan ortamdan (gaz bulutları, meteoritler, çekim alanlarının yörüngelere olacak etkisi vs) büyük ölçüde etkilenme tehlikesi var. Dünya ise güneşin gittikçe sıcaklaşması sebebiyle 1 milyar yıl sonra yaşamı devam ettiremeyecek kadar sıcak bir yer olacak. Burada nizam görmek, otobanda bir karınca yürürken yanından geçen arabaya bakıp “ne kadar muntazam gidiyor” demesi gibi bir şey. Halbuki aynı araba bir kaç dakika sonra kaza yapabilir. Burada düzen yok, kaos var. Belki de misafirin ve hikayeyi olduğu gibi aktaran hocanın düzen anlayışı benimkinden farklıdır.

Fakat hocaefendinin esas fantastik öğeleri aktardığı ve muhtemelen kendisinin de katıldığı bu bilgiler değil. Esas fantastik olay “ruh çağırma” noktasında. Hocaefendi bu noktadan sonra söz alıyor :

İşte bu fincan deneyinde de aynı netice görülüyor. Şeytan, Cevşen okunurken, ‘Bırak şu gırgırı’ diyor. Cevşen’den rahatsız oluyor. İnsî hemcinslerine nasıl da benziyor!..

Bazıları ‘ruh çağırıyoruz’ diyorlar.. herhalde gelenlerin cinler olması ihtimali daha güçlü. Böylece bunlar, cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir, zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları ise maskaralıktan başka birşey değil.

Fincanla cin çağırmak ne demek bilmeyenler için kısaca anlatayım. Aslında bir Amerikan icadı olan Ouija tahtasına dayandığını düşündüğüm bir eğlencedir fincanla cin/ruh çağırmak. Bir kağıda harfler ve rakamlar yazılır, köşelere “evet” ve “hayır” yazılır, bir kaç kişi elini fincanın üstüne koyar ve yüksek sesle “ey ruh geldiysen adını söyle” gibi şeyler söylenir ve fincanın dolaştığı harfler ve rakamlar aracılığıyla ruhla temas kurulur.

Ouija tahtası şuna benzer.

Ouija Tahtası

Ouija Tahtası

Orijinalinde fincan yerine ortada harfi görmeye yarayan bir delik olan bir tahta parçası bulunur.

Peki bu tahtalar ya da fincanlar gerçekten ruhlarla mı temas kuruyor? Gerçekten bu basit aletler metafizik dünyaya açılan bir kapı mı?

Hayır elbette değil. Bu olayın açıklaması tamamen doğal. İsmine ideomotor refleks adı veriliyor.

İdeomotor refleks, tıpkı acıya karşı refleks gösterilmesi gibi, kişinin bilinçli olmadan yaptığı hareketlere verilen isim. Burada uyarıcı ise bilinç. Örnek olarak da insanın üzüldüğü ya da duygulandığı zaman ağlamasını gösterebiliriz. Burada meydana gelen olay bilincin bilinçaltına etki etmesi ve bilinçaltının bilinçten habersiz olarak kasları kontrol etmesi. Burada insanların hile yapması gerekmiyor, tamamen doğal bir süreçle dürüst, akıllı ve makul insanlar bilincinde olmadıkları hareketleri yapabiliyorlar. Bu refleks ve bu tür paranormal olaylardaki rolü bilimsel deneylerle 100 seneden fazla zaman önce ispatlandı.

Ouija tahtası deneyini kendiniz de yapabilirsiniz. Önce bir ouija tahtası hazırlayın, fincanla bir kaç arkadaşınızla “ruh çağırın”, sonra parmaklarınızın nasıl kendi başına hareket ettiğini izleyin. Sonra hepiniz gözlerinizi bağlayın, tahtanın yönünü biraz değiştirin ve tekrar deneyin. Gözleriniz kapalıyken hiç bir şey yazamadığınızı göreceksiniz. Alttaki videoda bu şekilde yapılmış deneyi izlemek sanırım ouijanın nasıl bir safsata olduğunu göstermeye yeter.

Binlerce, belki yüzbinlerce takipçisi olan bir liderin bu türden safsatalara inanması bence çok talihsiz. Ama öte yandan bu liderin insanları kendine bağlamak için başka bir hayal ürünü masalı kullandığını düşündüğümüzde pek de insanı şaşırtmıyor.

Isparta’daki halk inanışları

Isparta Valiliğinin internet sitesinde Isparta’da görülen halk inançları listelenmiş. Kısa bir liste sunuyorum ki ne kadar çılgınca bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu bilelim :

Sabah erkenden kalkan kişinin rızkı bol olur. Sabahleyin sağ tarafından kalkan kişi için o günkü işleri hayırlı ve normal; sol tarafından kalkan kişi için o günkü işleri ters gider.

Geceleyin tırnak kesmek, ıslık çalmak, sakız çiğnemek iyi sayılmaz. Geceleyin ıslık çalan kişi cinleri etrafına toplamış olur ve cin çarpmasına uğrayacağı kabul edilir. Geceleyin sakız çiğneyen kişi ölü eti çiğnemiş sayılır.

Yörede muska, hamayıl (büyük muska) yazdırmak ve taşımak, muska şeklinde cevşen duasını taşımak suretiyle hastalıklardan, kötülüklerden ve kem gözlerden korunulur.

Perşembe günü okuldan çıkan öğrencilere elma, mısır patlatması, bisküvi, şeker, pişi, katmer, nokul gibi yiyecekler dağıtanların işleri iyi gider.

Cuma günü ömür kısalır diye saç ve tırnak kesilmez.

Bir elbiseyi kişinin üzerinden çıkarmadan dikmek uğursuzluk sayılır. Şayet elbise kişinin üstünde dikilirse diken kişi ağzına bir şey alır; almaz ise üzerinde dikiş dikilen bir iftiraya uğrar.

Makas evde kesinlikle çiviye asılmaz. Çiviye asılan makasın ağzı açık kalacağı için düşmanların da ağızlarının açılacağına ve haklarında kötülük yapmak üzere konuşacaklarına inanılır. Makas genellikle minder, döşek gibi eşyaların altına konulur.

Ocaktaki sac ayağı ters çevrilmez, aksi taktirde evden ölü çıkar.

Yeni yapılan binanın temeline kurban keserek, kan akıtmak o binayı uğurlu kılar ve musibetlerden korur.

Kaplumbağa: Kaplumbağa ters çevrilirse kurtulmak için Allah’tan yardım ister ve yağmur yağmasına neden olur.

Tavşan: Bir işe giderken yolda bir tavşan görülürse o iş iyi gitmez, kesinlikle bir aksaklık olur.

Uğur Böceği: Uğur böceği kimin eline konarsa o kişi hacca gider. Eline veya vücudundan bir yerine uğur böceği konan kişi çok şanslı sayılır. O gün, o kişinin bütün işleri iyi gider.

-Narın içindeki taneleri hiç dökmeden yiyen kişinin dileği kabul olur.

Diş: Diş insanın kutsal organlarından sayılır. Çektirilen diş veya kendiliğinden çıkan diş rasgele bir yere atılmaz. Dua edilerek bir kağıda sarılır ve duvar kovuğuna konulur. Bu davranış ile dişin sahibini cennete götüreceğine inanılır.

Gece dışarıya sıcak bulaşık şeyler dökülürse cinlerin bir yerini yakacağı için insanı cin çarpar.

Ayna: Ayna kırılırsa bir felaketin geleceğine inanılır.

Gökkuşağı: Gökkuşağının altından geçen kimse erkekse kadın, kadınsa erkek olur.

Yörede, genel inanışa göre eğer çocuğa nazar değdiyse çocuk devamlı ağlar.

Evet, bunlar valiliğin sitesinde yer alan saçmalıklar. Valilik halkın inandığı şeyleri listelemiş canım ne var bunda diyebilirsiniz. Ancak aynı sayfadaki şu ifade zaten iyice fantastik :

Dinen İslam tarafından yasaklanmış ve İslam’a ters düşen inançların halk arasında yaşatılması; eski inanç, kültür, örf, âdet ve folklorun tesirine bağlanabilir. Ancak zaman geçtikçe İslam’a ters olan inançlar yavaş yavaş terk edilmekte, bazı halk inanışları azalmakta, bazıları tamamen yok olmakta, bazıları ise Türkiye genelinde olduğu gibi hâlâ varlıklarını devam ettirmektedirler. Bu inanışların zamanla görülemez olması eski kültür, örf ve âdetlerin zayıflamasına, İslami eğitim-öğretim, bilgi ve şuurun artmasına, bu sahada bilgili kişilerin, eserlerin çoğalmasına; yol, araç, hastane, okul vb. imkanların yaygınlaşmasına bağlamak mümkündür.

Hmm, bakalım anlamış mıyım.. Hayal ürünü bir şey hakkında bilgi arttıkça, yine hayal ürünü olan diğer şeyler zamanla azalıyor. Bir nevi doğal seçilim mi var yani?

İnsanların makası duvara asmak ve dedikodu arasındaki bağlantıya, saç ve tırnak kesmenin ömrü kısalttığına, ayna kırılınca kötü şeyler olacağına, bulaşık suyunun sokaktaki cinleri kızdıracağına inanmasına, inanamıyorum. Hangi devirde yaşıyoruz? Gökkuşağının altından geçenlerin cinsiyetinin değişmesi de ayrıca ilginçmiş.Sanırım gökkuşağını köprü gibi bir şey sanıyorlar. Peki ağlayan çocuk? Çocuğun hasta olması, kolik olması, acıkması, kaşınması ya da herhangi bir başka sıkıntısı olmasını geçtik “nazar değmiştir” diyeceğiz öyle mi? Gerçekten mi? Memlekette bu kadar ruh hastası olduğuna şaşırmamak gerek. Anne baba çocuğun ihtiyacıyla ilgileneceğine nazarla büyüyle uğraşırsa elbette çocuğun psikolojisi sapıtır.

Bir de benim vergilerimin iyi yerlere harcandığını görmek içimi rahatlattı. Korkuyordum bilimsel araştırmalara eğitime gider diye.

Ahir Zaman Şaşkınlığı

Yeni açılan bir blogun sahibi, muhtemelen konu sıkıntısı çektiği için blogunun önemli bir kısmını bana cevaplar “cevablar” vermeye adamış.

Açıkçası gururum okşandı. Eğer doğru insanların tepkisini çekiyorsam doğru yoldayım demektir. Ancak bir yandan da hayal kırıklığına uğradığımı belirtmem lazım. Sebebi de Thomas Jefferson’un şu sözünde çok güzel dile getirilmiş :

“Ridicule is the only weapon which can be used against unintelligible propositions. Ideas must be distinct before reason can act upon them”

Yani : “Alay etmek, akla dayanmayan iddialar karşısındaki tek silahtır. Fikirler, üzerinde akıl yürütmeye başlanmadan önce kati olmalıdır”. Özetle karşımda akıl yürütmeye izin verecek kadar akılcı iddialar değil, ancak alay edebileceğim, yüz yıllardır tekrarlanagelen iddialar var.

Ahirzamansohbetleri (kısaca AZS), benim Muhammed’in okuma bilmediği masalının aslını araştırdığım yazımdan epey alınmış olacak ki, 7 tane post yazarak iddialarıma cevablar vermiş. Bakalım neler demiş kendisi :

Düşünelim ki bir bölgede 3-5 kişi yazma biliyor başka bir bölgede ise okuma yazma oranı sıfır.Bu iki bölgeyi karşılaştırdığımızda okuma yazma oranının 3-5 kişinin bildiği yerde elbette hiç bilmeyen yere çok yüksek olduğunu söyleyebilirz.

Diğer yazılarımı okuyanlar, benim bu türden ucuz oyunlara başvurmayacağımı bilirler. Bir yerde okuma yazma bilen adam sayısı 5 taneyse 5 tanedir. AZŞ, beni yanlışlayabilmek için yapmadığım bir kelime oyununu yapmışım gibi gösteriyor. Hayır, benim gayet detaylı olarak söylediğim şey, Mekke’de okuma yazma oranının halk arasında iddia edilenden yüksek olduğudur. Mekke’nin Medine’ye oranı değil, Mekke’de okuma yazma bilenlerin bilmeyenlere oranı.Ardından diyor ki :

Alıntının sonuna dikkat edersek şüphecimelek sitesinin cımbızlayarak yaptığı çarpıtma açıkça görülmektedir.Demekki neymiş arap yarımadasında okuma yazma bilenler diğer bölgelere göre evet fazlaymış ama bu sadece 20 kişiyle sınırlı

Bu 20 kişi (aslında 20 değil, 17 kişi) masalını ilk ortaya atan kişiyi yazsa daha şık olurmuş. Yapmamış, ben yapayım : El-Belazuri isminde, Bağdat’ta Hicri 106 yılında doğduğu tahmin edilen ve MS 892 yılında ölen bir İslam tarihçisi. Muhammed öldükten neredeyse 100 sene sonra doğmuş birisi.

Her yeni dönem, eskisini kötülemeye ve aradaki farkı dramatik bir şekilde artırıp “çok şükür iyi ki yeni düzen geldi” dedirtmeye çalışır. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. En yakın örneği de Cumhuriyet dönemidir. O yüzden İslam Tarihçilerinin cahiliye devri ismini verdikleri İslam öncesi Arap dünyasını kötüleyip olduğundan ilkel göstermek için çok iyi nedenleri vardır. Fakat, günümüzde objektif araştırmalar göstermektedir ki, cahiliye devri Arap kavimleri, yeni doğan kızları rutin olarak gömen, içki-kumar-fuhuş batağından çıkamayan, hile yalan dolanın gırla olduğu cahil topluluklar değildirler. Bariz olan bir şey var ki, o da erken dönem İslam tarihçilerinin İslam öncesi Arap topluluklarını, Lut ya da Nuh hikayesindeki gibi şeytanlaştırma çabasıdır.

Şimdi siz alıp bu bilgiyi arap yarımadası mekke çok gelişmiş okuma yazma oranı diğer bölgelere göre yüksek okuma yazma oranı yüksek gibi ifadelerle sanki mekkede üniversite varmış gibi anlatırsanız halkı kandırmış olursunuz

İnsanları kandırmak yapmak istediğim son şey. Ama arkadaş, ortada Mekke’de okuma yazma oranının 20 kişiyle sınırlı olamayacağına dair sağlam işaretler var. Bir kere, dönemin Arapçasında şu kelimeler mevcut:

Devât (hokka), melîk (hokka içerisine konan yün), midâd (mürekkep), unbûbe (kalemin açılmış hali), kitab, sahife, suhuf, kırtas, kalem, satır, harf, şekil, nokta, mihbere (mürekkeplik), muhrak, sifir ve esfar.

Mübarek kırtasiye dükkanı gibi. Çok merak ediyorum, ve eminim AZŞ bizi aydınlatacaktır, yazı yazmayı bilmeyen okuma yazmayla işi olmayan bir kavim, niye bu kelimeleri icat etsin?

Sonra gelelim tüccarların okuma bilmeden de iş yapabileceği masalına. Buna nasıl yaklaşsam bilemiyorum. Benim hafızam iyidir, uzun seneler sonra olayları kişileri yüzleri hatırlarım. İzlediğim filmleri unutmam, aktörleri unutmam. Birisi telefonunu söylediği zaman hemen not etmem gerekmez, aklımda tutabilirim. Ama hayvancılık ve ticaretle uğraşan bir kavmin insanlarının en azından hesap tutacak envanter tutacak kadar okuma bilmeden iş yapabildiğini düşünmek tek kelimeyle aptallıktır. 20 kişinin, koca bir kavmin envanter, hesap kitap işlerini idare edebileceğini sanmak, çok daha büyük bir aptallıktır. Alışverişe gittiğinizde 15-20 kalemden oluşan alışveriş için liste tutmanız gerekirken, kervan ticaretiyle uğraşan kişilerin okuma yazma bilmemesi, hesap tutmaması akıl alır şey değildir. O tüccar batar. Muhammed’in peygamberliğe başlamadan önce el-emin lakabını kazanacak kadar dürüst bir tüccar olduğundan bahsedilir. En dürüst tüccar bile kervanlarının hesabını kitabını tutmak zorundadır. Kimse, Melik Duyar bile olsa ezberle kervan ticareti yürütemez.Ama AZŞ ikna olmamış ki şöyle demiş :

TİCARET YAPAN BİRİNİN OKUMA YAZMAYI BİLMESİ GEREKTİĞİ DÜŞÜNÜLMESİ TAMAMEN KENDİ İDDİANA KILIF UYDURMA ÇABASINDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.

(Bu kısım doğrudan AZŞ’a hitabendir) Harika, o zaman benden sana iddianı kanıtlaman için bir fırsat. Madem Muhammed’in okuma yazma bilmeden ticaret yapabildiğine canı gönülden inanıyorsun, o zaman kendine 50 kalemlik bir liste hazırla ve git en yakın marketten listeye bakmadan bir alışveriş yapmayı dene. Deneyinin sonucunu da gel buraya yaz. Yalan söylemeyeceğini varsayıyorum o yüzden noter huzuru falan gibi şeylere gerek yok. Dersen ki “evet ben Kuran üzerine yemin ederim ki 50 kalem malı listeye hiç bakmadan satın aldım” o zaman ben de yazımı tekzip eder, gerekli düzeltmeyi yaparım. Hiç problem değil.(/hitab bitti)

Sonra Ümmi kelimesine kafayı takmış arkadaş :

Kuran Kendisi peygamberin okuma yazma bilmediğini söylerken ümmi kelimesini sırf kılıfına uydurmak için evirip çevirip başka başka anlamlar çıkarmak tamamen bir mantık acizliğidir

Vay anasını, sırf kılıfına uydurmak demek. Halbuki ben sözlüğe bakmıştım ümmi’nin bir anlamının okuma yazma bilmeyen diğerinin de Yahudi olmayan olduğunu yazdığımda. Sanırım sözlüğümün bir kılıf yaratma endişesi var. Neyse napalım yenisini alırız.Ancak diyor ki :

Peygamberimizin iki tür mucizesi vardır. Birisi, şahsında görülen mucizeler; diğeri de kâinat üzerinde gösterdiği mucizelerdir. Bu ikinci kısma örnek olarak Ay’ı iki parçaya ayırması, parmağından çeşme gibi suların akması ve az bir yemekten çok sayıda insanı doyurması verilebilir. Birinci kısma giren mucizelerin en parlağı ise ümmiliğidir, bir şey okuyup yazmamış olmasıdır. (et-Tefsirü’l-Kebir, 15:29.)

Parlak mucizeye gel. Ümmilik 🙂 Ancak Kuran bu et-tefsirü’l kebirle çelişiyor:

Rad 7 : İnkâr edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar. Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavim için de bir yol gösteren vardır.

Hmm.. Kuran diyor ki “sen uyarıcısın mucizeyle işin yok”, 1200’lerde yazılmış bir tefsir diyor ki “ümmiliği parlak bir mucizeydi”. Ben sanırım birincil kaynağa güveneceğim burada. Ay’ı ikiye ayırması masalına girmiyorun bile. Hadi gireyim. Bana şu basit sorunun cevabını kimse verebilir mi? Madem Muhammed Ay’ı ikiye böldü, niye aynı tarihlerde Ay’ı görebilen milletler bu olağanüstü olayı farkedip herhangi bir şekilde kaydetmediler? Niye bu “mucize”yi bir avuç insan gördü? Bunun cevabını bilmiyorum. Açıkçası pek umrumda da değil. Kimse Ay’ı kimseye farkettirmeden ikiye bölemez.

Ümmi kelimesinin en mantıklı anlamının “Yahudi olmayan” olduğunu yoksa kuran’ın insanları Yahudiler ve okuma yazma bilmeyenler şeklinde ayırmış olacağını söylemiştim. Muhammed’in okur yazar olmadığına dair hiç bir sağlam kanıt yokken, Kuran’dan böyle bir anlam çıkarabilmek hiç bir makul sebep yokken ve “yahudi olmayan” anlamı “ümmi” kelimesinin geçtiği her yerde daha mantıklı bir seçim iken “ümmi=okuma yazması olmayan” çıkarımı yapmak, ancak yukarıda bahsettiğim “var olan şeyi olduğundan daha mucizevi gösterme” çabasıyla açıklanabilecek bir şey. Hani şeyh uçmaz, mürid uçurur derler ya, o hesap işte.

Devam ederek Kuran’dan 3 tane ayet göstermiş, hiçbirisinde ümmi kelimesini okuma yazma bilmeyen anlamında kullanmak için bir sebep yok. Araf 157’den önceki iki ayet, Musa’dan bahsetmektedir. Muhammed’in Tevrat’ta müjdelenen peygamber olduğunu söylemektedir Kuran. Burada “ümmi” kelimesini kullanmak Muhammed Arap olduğu için mantıklıdır, zira Muhammed’in yahudi olmamasına atıfta bulunmaktadır. Niye “Tevrat’ta yazan peygamber”den bahsederken onun bir de okuması yazması olmadığından bahsetsin ki? Anlam bütünlüğü yok oluyor. Bence bu klasik bir “cevab veremedi” vakası olmuş.

Hak geldi ve batıl yok oldu.Tamamen çarpıtma ve demogojilerle dolu süpheci melek adlı sitesinde yayınlanan peygamber efendimizin okuma yazma bildiği iddiası ve bu iddaanın çöküşü

Bir tanım vardır : kerameti kendinden menkul. Bu cümleye cuk oturmuş :). Cebrail’in Muhammed’in okuması olmadığını bilmediğini söyleyerek Alak suresinin ilk gelişine dair hikayeyi kanıt olarak sunmuş. Şaşkınlığa gel – sen ki Tanrı’nın 4 büyük meleğinden birisisin, son ve en önemli görevindesin ve insanların en güzeli karşında duruyor, ama sen onun okuma yazması olmadığından habersiz bir şekilde “okusana” diyorsun. Bu hikayeyi zaten ele aldım daha önce tekrar etsem de AZŞ’nın hikayedeki problemi görebileceğinden şüpheliyim.

Sonra hadislerde olmayan ve 1400’lerde yazılmış bir kitaptan başka bir kaynakta olmayan “neresi göster ben sileyim” cümlesini göstermiş. Bence bu olayın mantıklı açıklaması, Mevlana Cami’nin Muhammed’in okuma yazma bilmediği halde hadislerde nasıl olup da anlaşmadaki yeri sildiğini anlamaması ve hadislere ufak bir düzeltme yapmasıdır.

Cehaletin böyle kesif olduğu bir devrede O (sav), okuma ve yazma bilse, sonra da nübüvvet görevine başlasa, mülhidler şüphelere düşecekler, “Acaba daha önceki mukaddes kitaplardan okuduklarını mı bize aktarıyor ve bizi aldatıyor?” diyecekler, gönüllere tereddüt ve sapıklık tohumları ekeceklerdi.

İslam cengaverlerinin kendi dinlerini bilmemesi beni hep eğlendirmiştir. Ah be dostum, zaten demiştir Müslüman olmayan Mekkeliler “eski masalları anlatıyor” diye. Kuran’a bile girmiş bu : Furkan suresinden :

4. İnkar edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar haksız ve asılsız bir söz uydurdular.
5. “(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okunmaktadır” dediler.

Ankebut 48’i zaten ele almıştım.

İşin en eğlenceli kısmı, beni çarpıtma yapmakla ve demagoji yapmakla suçlayan birisinin, demagojinin dersini vermesidir. Bakınız sorduğum şu soruya ne cevap vermiş :

Sorum: Madem 6.yy’da Arap yarımadasında okuma yazma oranı çok düşük, niye şiirler arasında yarışma düzenleniyor ve en güzelleri Kabe duvarına asılıyor? O 20 kişi okusun diye mi? Böyle saçmalık olur mu?

Cevab (caps lock ve imla hataları yazara aittir): SORUYORUM ŞÜPHECİ MELEĞE NE YAPMALARINI BEKLİYORDUN BİRİNCİNİN İLANI İÇİN ŞİİR HALKIN ÖNÜNDE OKUNMUŞ JÜRİDEN KAZANILDIĞI AÇIKLANMIŞ BUNDAN SONRA SES KAYDINA ALIP TELEVİZYONLARDA GÖSTERİLMESİNİ Mİ BEKLİYORSUN ? SANKİ O TEKNOLOJİ VARDIDA ARAPLAR YAPMADI 😀

Eee? Soruma cevap gelmedi? Okuma yazma bilen 20 kişinin olduğu bir ortamda düzenlenen şiir yarışmasının galibinin şiirini yazıp kabe duvarına asmak, TV ve Radyo’nun olmadığı yerlerde yapılan doğal davranış mıdır? Öyleyse Arapların çok ilginç adetleri var demektir. Benim aklıma daha mantıklı bir açıklama geliyor. O da şiiri Kabe duvarına asmanın sebebi, Kabe’yi dini sebeplerle ziyaret eden halkın şiiri görüp okuyabilmesidir. Ah! Okuyabilmesi mi dedim? Evet öyle dedim.

Şüpheci Melek yüz yıl bin yıl geriye git o günlerden o zamanlarda ticaret yapılıyordu…Ayrıca peygamberimiz tek başına bu işi yapmıyordu ki koca kervanı kendi getirip götürdüğünü iddia etmiyorsun herhalde..Bunların hepsine cevap verdik aslında 20 kişinin okuma yazma bildiği ve bu oranın yüksek olduğu bir yerde diğer düşük oranlı bölgelerle yapıldığına göre ticaret bi bölgede 10-12 kişi mi ticaret yapıyordu..Oysaki düzenlenen kervanlar bize çok daha fazla geniş insanlar arasında yapıldığını göstermekte buda kılıf uydurmak için sadece kendi yaptığın bir yorum…

Şimdi bir hesap yapalım. Mekke, Arap yarımadasının büyük şehirlerinden birisi. Çeşitli kabileler var ve hayvancılık ve ticaretle geçiniyorlar. Bu insanların arasından 20 kiş okuma biliyor. O zaman her yıl maksimum 20 tane Kervan yapılabiliyor olması lazım. Ama bir yandan da düzenlenen kervanların geniş insanlar (ne demekse – rahat insanlar mı demek istemiş acaba? Bize bir şey anlatmaya çalışıyor) arasında yapıldığını söylüyor. Peki 20 tane okuma bilen adamın yönettiği geniş insan ticaretinde bulgurun kilosu kaça olur?

Böyle saçma bir cevap olamaz. Buna cevap vermeyi reddediyorum.Sebebi de ilk başta alıntıladığım aforizma.

Sonra şu soruma cevab vermeye çalışmış :

4-Ankebut 48′deki ifade hiç okuma yazma bilmeyen değil, “başka kutsal kitapları okumamış” manasındadır. “Kuran’ı başka yerlerden kopyalamıyorsun” anlamındadır.

Cevap:

Arapça ve Kuran Bilgisi olmadan kuran-ı kerim yorumlanamaz

Elmalılı ne demiş tefsirinde

48- Halbuki sen bundan önce yani bu indirilmezden önce kitap okur değildin hala elinle yazmazsın da. O vakit, yani ümmi olmayıp da okuyup yazsa idin batıla uyanlar, yani batıl peşinde giden, yahut iptal etmeye sebep arayan o haksız kâfirler şüphe edebilirlerdi.

Napayım? Elmalılı Muhammed’in okuma yazma bilmediği ön-kabuluyle yazmış. Elmalılı ne derse doğru mudur? Değildir. Ayetin orijinalinde zaten “ümmi” kelimesi ya da ondan türeyen bir kelime yok. Ümmi sözünü Elmalılı tefsirde eklemiş:

Ve ma künte tetlu min kablihı min kitabiv ve la tehuttuhu bi yemınike izel lertabel mübtılun

Son olarak da şu yorumuma şöyle bir cevap gelmiş :

5-Kuran’da benim gösterdiğim ve Muhammed’e seslenen ve okuma bildiğini gösteren ayetlere cevap vereceğine, “İslam alimleri kabul etmiştir” diyerek işi savsaklıyorsun

Cevap: Savsaklamak ????….Sana o kadar kaynak saydım hem bu yazımda hem bir önceki yazılarımda.Elmalılı Hamdi Yazir Ömer Nasuh Bilmen ve daha birçoğu… Hakikat açıktır kıvırmanın şöyle ayetlerde var.Şunada baksaydınız buda sanki böyle demek istiyor,ayetin şurasını elimizle kapatsak sanki böyle anlaşılabilir gibi tamamen safsataya yönelik iddialar mantık acizliği ve islami konuda hiçbir bilginin olmamasından başka bir şey değildir…Hak geldi batıl yok oldu…

O kadar kaynak saydım derken yine “İslam alimleri kabul etmiştir, sana ne oluyor” diyor aslında. E benim de eleştirdiğim şey o? Ben İslam alimlerinin dediğini tekrar etme endişesinde değilim ki? Ben eldeki kanıtları tekrar ele alıp iddianın doğru olup olmadığını ortaya koyma endişesindeyim. Karşımdaki hem bana demagog diyor, hem de sorularıma cevap vermeden, nerede hata yaptığımı ikna edici bir şekilde gösteremeden “İslam alimleri ümmiliğin okuma yazma bilmemek olduğunu söylemiştir”ten öteye gidemiyor.

Ben her söylediğim her çıkarımım 100% doğru demiyorum. Daha dün sabah, bir yorumda sözkonusu yazıda yaptığım bir hataya işaret edildi, 5 dakika geçmeden hatayı saklamadan silmeden doğrusunu yazdım. Nedir yani? Bugüne kadar kim yanılmamış? Ama eğer yanıldığımı kabul edeceksem, nerede nasıl yanıldığımın bana kesin olarak gösterilmesi gerekli. AZŞ, bana benim kriterlerime uyan kanıtlar getirmediği gibi, klasik İslam saldırganlığını göstererek beni demagoji yapmakla, halkı kandırmakla ve hatırlamadığım başka bir dolu şeyle suçluyor.

Bu türden zayıf yaygaralara karşı iki tane strateji vardır. 1- Cevap vermemek ve kendiliğinden susmasını beklemek, 2- Oyunu kendi sahasına götürmek ve saçmaladığı zaman nasıl saçmaladığını göstermek. Mizah, bunun gibi ciddiye almaya değmeyen saldırılara karşı en iyi silah diye düşünüyorum. Sırf ciddiye alamıyoruz diye oturup susacak halimiz yok ama 🙂

Bitirmeden önce AZŞ’nın değindiği bir konuyu daha ele almak istiyorum ki, ne kadar fantastik bir yazarla karşı karşıya olduğum iyice görülebilsin :

Adem ve Havva’nın çocuklarının nasıl evlendikleri.

Ateistlerin islama saldırmak için kullandıkları konulardan bir taneside Hz adem ve havvanın doğan çocuklarının birbirleriyle evlenmesi meselesidir.Sanki kendleri çok fazla üstün ahlaka sahiplermiş gibi ateistler sık sık kardeşlerinin birbirleriyle evlenmesinin ahlaki açıdan ne derece doğru olduğunu sorgulamaya kalkarlar.

Muhteşem bir giriş : “sanki kendileri yüksek ahlak’a sahiplermiş gibi”. Açıkçası kendi kardeşiyle evlenmenin ahlaki derecesini konumlandırmak için üstün ahlak değil, hırsız, dolandırıcı, şarlatan ve yalancılardan bile daha az bir ahlak çıtası koymamız gereklidir.

Bu hikayede olan biten açıktır. Adem ve Havva, dünyadaki ilk insanlar ise, onların çocukları aralarında evlenmişlerdir. Bunun güya mantıklı cevab’ı ne? “E o zamanlar şeriat öyleydi, şimdi farklı” Hatta Said Nursi’den (o Bediüzzaman Hazretleri diyor ama ben Said Nursi demeyi tercih ediyorum. Kişilere haketmedikleri sıfatlar verilmesini onaylayan bir insan değilim) alıntı yapmış:

“Asırlara göre şeriatlar değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiya’dan (asm) sonra şeriat-ı kübrası [büyük şeriatı] her asırda, her kavme kâfi geldiğinden muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır.” (Sözler, s.485).

Tanrı zaman zaman fikrini değiştirerek yeni kurallar koyan yeni peygamberler gönderiyor yani. Demek ki Adem zamanında kardeşle evlilik caiz, sonrasında Tanrı fikir değiştiriyor ve caiz değildir diyor. Ne kadar mantıklı ve gönül rahatlatan bir açıklama. Bende daha mantıklı bir açıklama var. İsmine Doğal Seçilim aracılığıyla Evrim diyoruz. Kimsenin kız kardeşiyle evlenmesi, herhangi bir sihir gösterisine ihtiyaç duyulmadan nasıl burada olduğumuzu açıklayabiliyor. Hem de sürüyle kanıta dayanarak. Ama kime anlatıyorum, AZŞ’nın en büyük kategorisi Celal Şengör’e cevaplar kısmı. Rastgele seçmece yapalım.

Şurada diyor ki , canlılar insanlar gibi düşünemezler, bunun aksini söyleyen Celal Şengör aldatmaca yapıyor.

Elbette diğer canlılar insalar gibi düşünemezler. Çünkü en gelişmiş beyin insanlarda. Ancak bir çok hayvan, 1-2 yaşındaki çocuklar kadar düşünebiliyor. Bu bize hayvanların insanlar kadar kompleks düşünebildiğini göstermez. Bu bize düşünme mekanizmalarının hayvanlarda basit de olsa görüldüğünü gösterir. Hayvanlar şuursuz, her şeyi içgüdüden yapan canlılar değildir. Daha doğrusu bazıları öyledir, ama hepsi öyle değildir. Bazı zeki hayvanlar, 1-2 yaşındaki insan kadar düşünme becerisi gösterebilmektedir. Ama AZŞ Celal Şengör’ün dediğini öyle bir yerden cevaplıyor ki, okuyanlar Celal Şengör hayvanların da insanlar kadar şuurlu akıllı ve felsefi düşünebilen canlılar olduğunu söyledi sanacaktır. Çarpıtma-demagoji diye yaygara koparan yazarın bu yazdığı biraz “dediğimi yap, yaptığımı yapma” gibi olmuş.

Şurada da diyor ki , eski insanlar aslında çok gelişmişti, ama tahta ve demir çürüdüğü için bugün kanıtlarını bulamıyoruz. Sadece kemikler taşlar bulunuyor. Kanıt olarak da 43000 yıllık bir “flüt”ü anlatan Harun Yahya sitesine link veriyor.

Harun Yahya sitelerini çok seviyorum, zira nerede nasıl çarpıtmalar yaptığını bulmak, eskiden bilgisayarda oynadığım point&click adventure oyunlarına benziyor. Burada da benzer bir çarpıtma sözkonusu.

1995 yılında Slovenya’da üzerinde iki delik bulunan bir ayı kemiği bulundu ve flüte benzediği için Divje Babe flütü adını aldı. Uzatmadan anlatmak gerekirse, bu “flüt” şekline benzeyen kemiğin insan eseri olma ihtimalini araştıran bilim adamları, bu cismin doğal bir oluşum sonucu oluşmuş olma ihtimalini daha yüksek görüyorlar. Sebepleri çok basit : İnsan yerleşimi izleri olmayan yerlerde bulunan ayı kemiklerinde benzer delikler bulunmaktadır. Kemikten imal edilen flütlerde iliğin tamamen temizlenmesi gerekmektedir ancak kemiği inceleyen bilim adamları diş izlerinin yardığı ilik parçaları bulmuşlardır. Kemik üstündeki deliklerin 7 notalı diatonik gam’a uygun olduğu iddiası da pek geçerli değildir, zira diatonik gam’ı çalabilmek için gereken flüt uzunluğu bu yaştaki ayı kemiklerinde olmamaktadır. Bulunan kemiğin diatonik gamı çıkarabilmesi için kemiğin iki kat uzunlukta olması gereklidir. Yani özetle bu kemiğin üzerindeki deliklerin daha basit açıklamaları vardır ve Neandertallerin 7 notalı müzik bildiğine sağlam bir kanıt değildir. Elbette Harun Yahya sitesi bunu böyle sunmamakta, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde bu kemiğin 40.000 yıl önce yaşayan insanların medeniyetini ispatladığını söylemektedir. AZŞ da bu kaynakları kontrol etme ihtiyacı duymadan bloguna “evrimi çürüten ispat” olarak şu sözlerle aktarmış :

Darwinistlerin Neandertal olarak adlandırdıkları insan ırkının yaşadığı döneme ait flüt, dikiş iğnesi ve daha pek çok bulgu bu iddiaları yalanlamaktadır. Yaklaşık 60 bin yıl öncesine ait olduğu anlaşılan flüt, tam ve yarım notaların kusursuz olarak belirlendiği modern bir flüttür.

Yazıyı planladığımdan fazla uzattım o yüzden burada kesiyorum. Canım sıkılır, yapacak başka bir şey ya da yazacak daha ilginç bir konu bulamazsam zaman zaman AZŞ’nın blogundaki absürtlüklere değinip halkı bilinçlendirmeye kandırmaya devam etmeyi umuyorum.

Bitirirken, yukarıda linkini vermiş olsam da hatırlatma amacıyla, Cahiliye döneminde okur yazarlığa dair Erzurum Atatürk Ünv İlahiyat Fakültesinden Doç Dr M Hanefi Palabıyık’ın hazırladığı şu çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Yaklaşık olarak aynı çıkarımı yapmış kendisi.

İnanılmaz bir mucize! Titan ve Titanik

Titanik, herkesin bildiği üzere 1912’de bir buzdağına çarparak batan o zaman dünyanın en büyük yolcu gemisinin ismi.

Morgan Robertson ismi ise bir çok insana daha yabancı bir isim ancak kendisi apaçık görülüyor ki mucize ve keramet sahibi birisi.

1898’de Robertson Wreck of the Titan isimli bir hikaye yazdı. Bu hikaye aynı Titanik gibi çok büyük bir geminin Titanik’teki olaylara çok çok benzer bir şekilde battığını anlatıyordu. Robertson 14 yıl önce hem büyük bir geminin buzdağına çarparak batacağını, hem adını hem de bir çok detayı yazarak bir mucize göstermiştir. Bu kadar net bir kehanet hiç bir kutsal kitapta mevcut değildir. Bakınız Titan’dan bahsederken nasıl kehanetler yapmış ve gerçekleşmiş:

Batırılamaz:

  • Ttianik dünyanın en büyük lüks yolcu gemisiydi ve 882 feet uzunluğunda ve 53000 ton ağırlığındaydı ve batırılamayacağı söyleniyordu.
  • Titan da dünyanın en büyük yolcu gemisiydi ve 800 feet uzunluğunda ve 75000 ton ağırlığındaydı ve onun da batırılamayacağı söyleniyordu.

Can kurtarma sandalları:

  • Titanik’te 20 tane yani 3000 kişilik kapasitesinin yarısından azına yetecek kadar can kurtarma sandalı vardı.
  • Titan’da kanunun izin verdiği minimum sayıda (24 tane) can kurtarma sandalı vardı bu da Titan’ın 3000 kişilik kapasitesinin yarısından azına yetecek kadardı.

Buzdağına çarpma:

  • Titanik 14 Nisan 1912’de 23 knotluk hızla Terranova’dan 400 mil uzakta bir buzdağına çarptı.
  • Titan da bir Nisan akşamı 25 knotluk hızla giderken Terranova’dan 400 mil uzakta bir buzdağına çarptı.

Batırılamaz olan battı:

  • Batırılamaz denilen Titanik 2207 yolcusuyla battı.
  • Batırılamaz Titan da 2487  yolcusuyla beraber battı.

Elbette bir kaç noktada farklar var ama bu kadar benzerlik bile burada ilahi ve mucizevi bir şeyler olduğunu görmemize yetiyor. Tarih boyunca kesin delili olan en büyük mucize olsa gerek. Hiç bir peygamber ya da kahin bu denli isabetli bir kehanette bulunmamıştır.

Morgan Robertson seçilmiş kişi olmalıdır.

Veya,

Morgan Robertson da sizin benim gibi normal bir insan ve tesadüfler olabiliyor.

Ufoloji

UFO, ya da İngilizce açılımıyla Unidentified Flying Objects , Türkçe ismiyle Tanımlanamayan Uçan Nesneler, kesinlikle var. Eğer gökyüzünde uçan ve tanıdık gelmeyen bir nesne görürseniz bu o nesneyi birisi (ya da siz) tanımlayabilene kadar UFO kategorisine sokuyor. Örneğin uçaklar hakkında çok fazla bir şey bilmeyen benim için yerden baktığım zaman havada giden bir nesne tanımlayamadığım bir uçan nesne iken uçakları ve havacılığı hobi olarak benimseyen yakın bir arkadaşım nesnenin arkasında bıraktığı egzosta ve tahmimi yüksekliğine bakarak uçağın modelini bile söyleyebiliyor. Buna benzer bir şekilde geceleyin gökzüyünde görülen ilginç ışıklar hareket ettiğinde uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine tüm kalbiyle inanan bir başka arkadaşım onları hemen “uçan daire” sınıfına sokarken, kıyısından köşesinden Astronomiye meraklı olan bir başka arkadaşım ışıkların atmosfere girip yanan meteorlar olduğunu söyleyebiliyor. O yüzden “tanımlanamayan uçan nesne” kavramı hem subjektif hem de bir çok şeyi içine alabilen bir tanım.
Peki tanımlanamayan uçan nesnelerin Dünya dışı varlıklarla ilgili olduğunu nereden çıkarıyoruz.
1-Gördüğümüz şey bildiğimiz şeylere benzemiyor.
2-UFO’larla ilgili koşullanmalarımız başka açıklamaların önüne geçiyor.
Tanımlanamayan uçan nesneleri inceleyen insanlar yaptıkları şeyin bir bilim olduğunu ve isminin UFOloji olduğunu söylüyorlar. Peki Uofoloji gerçek bir bilim olarak kabul edilebilir mi? Emekleme aşamasında bir bilim mi, keşfedilmeyi bekleyen bir bilim mi yoksa sadece toplu bir histeri mi?
Öncelikle UFO’ların gerçekten uzaylıların taşıtları olma ihtimali, yani uzay gemisi olma ihtimali var. Her şey mümkün. Evren çok büyük ve eğer canlı yaşam Dünya’da oluşmuşsa, başka gezegenlerde de oluşabilir. İhtimal düşük, ama İnsanoğluna benzer bir akıllı ırk da oluşmuş olabilir. Bu ırk belki bizden daha önce gelişip teknolojide bizden ileri de gitmiş ve inanılması güç uzaklıkları aşabilecek uzay gemileri yapmış da olabilir. Diğer bir deyişle kimse 100% eminlikle UFO olaylarında uzaylıların parmağı olmadığını söyleyemez. Ancak diğer taraftan bakınca da, kimse sırf tatmin edici bir şekilde açıklanamıyor diye “UFO’lar uzaylıların gemileridir” gibi bir çıkarım da yapamaz.
Ufoloji, geleneksel bilim tarafından çoğunlukla dikkate alınmayan bir konu. Ufoloji meraklıları ise kendilerini Galileo, Pasteur ve Darwin gibi zamanının “kafir” ve sonradan haklı çıkan bilim adamları gibi olduklarını ve bir gün haklılıklarının kanıtlanacağını, bugün kendilerini ciddiye almayanların sadece geri kafalı olduklarını söylüyorlar. Ancak işin gerçeği, geçmişte “kafir” olarak adlandırılan ve teorileri kabul görmeyen bilim adamlarının çok çok azının fikirleri 100 sene sonra da kabul görüyor. Bilim hatalarını ayıklayarak problemleri çözerek ve işe yaramayan teorileri çöpe atarak ilerleyen bir yönteme sahip. Tarihte çok fazla Galileo, Pasteur ya da Darwin yok. Onların bile yanıldıkları noktalar var. Bilimise  işine yarayan kısımları saklayıp gerisini bırakarak ilerlemeye devam ediyor. Peki Ufoloji ne kadar ilerlemiş durumda?
UFO’ların ortaya çıkışından 60 yıl sonra bile elimizde tek bir sağlam somut kanıt yok. Bir tane bile. Bu 60 sene zarfında Dünya ve Evreni hem mikro hem de makro seviyede anlayışımızda dramatik değişiklikler olmasına rağmen UFO’larla ilgili bildiklerimiz hala 60 sene önceki seviyede.
Geleneksel bilimin Ufoloji ile ilgili şüpheleri Ufolojinin kendisinden kaynaklı problemlere dayanıyor. Ufoloji hakkındaki negatif görüşlerin büyük bir kısmı -ufolojiye ciddiyetle yaklaşan bir avuç insana rağmen- şarlatanların ve sahtekarların konuya olan yakın ilgisi yüzünden ortaya çıksa da, ufolojinin temelinde yatan felsefi problemler konunun ciddi olarak ele alınmasının ve meşru bir bilim dalı olarak kabul görmesinin önündeki engel olarak karşımıza çıkıyor.
Ufolojinin en çok eleştiri aldığı nokta diğer bilim dallarıyla aynı kurallara göre ele alınmak istememesi ve özel muamele talep etmesi. Bu özel muamele Ufolojinin bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu bilginin sağlamasının yapılması, test edilmesi ve ispat yükümlülüğü prensiplerinden muaf olmasını gerektiriyor. Ufolojistlerin en büyük kozu, on binlerce UFO vakasının çok çok küçük bir kısmının sıradan fenomenler aracılığıyla henüz açıklanamıyor olması. Ancak bu geçerli bir argüman olmaktan çok uzak. Varsayımsal bir negatiften (tüm çabalara rağmen bazı UFO olayları açıklanamıyor) bir pozitif (UFO’lar uzaylıdır) çıkarım yapmak bariz bir mantık hatasıdır.
Bilimin bir negatifi ispat etmesini beklemek yanlıştır ve ispat yükümlülüğünün haksız bir şekilde karşı tarafa atılmasıdır. İspat yükümlülüğü açıklanamayan uçan nesne vakalarının alt alta sıralanmasıyla değil, bir tane bile olsa dünya dışılığı kesin olan bir somut kanıtla yerine getirilmelidir. Bilgi eksikliği, gözlemin tekrarlanamaması, yanlış tanıklık, kişisel eğilimler ve önyargıların tanık ifadelerini güvenilmez kılması, yalanlar, dedikodular, aldatmacalar ve benzeri sebepler yüzünden açıklanamayacak UFO vakalarının olması kesindir. Açıklanamayan az sayıdaki olay, “uzaylı hipotezi”ni çürüten on binlerce aydınlatılmış olayı bir yana atarak uzaylı hipotezini kabul etmemiz için yeterli bir kanıt değildir.
UFO gözlemlerini çürütmek için güvenilir olmayan, sarhoş, yalancı tanıklar düşünmemize gerek yoktur. UFO gördüğünü iddia eden insanların büyük çoğunluğu olağanüstü durumlarla karşı karşıya kalmış dürüst, ayık ve zeki insanlardır. Ancak daha önce de bahsettiğim gibi dürüst ifadelerin güvenilir olmaktan uzak olmasına sebep olan faktörler vardır. Garip tesadüfler, insan algısı ve hafızasının yetersizliği, nadir görülen ve henüz tam anlaşılamayan doğal olaylar sebebiyle bir miktar açıklanamayan olay zaten olacaktır. Bunlara ek olarak insanların sorumlu olduğu ve gizli tutulan olaylar da bu açıklanamayan olayların arkasındaki sebep olabilir. Askeri güvenliğe, kanun dışı aktivitelere ya da doğrudan cehalete bağlanabilecek olaylar da bu açıklanamayan uçan nesnelerin aydınlatılmasının önüne geçebilmektedir. Bu olaylar belki hiç bir zaman aydınlatılamayacak, ancak bu “doğaüstü kartı”nı oynamak için bir sebep değil.
Bu olaylara benzer şekilde çözülemeyen cinayetler, bulunamayan kayıp insanlar, aydınlatılamayan uçak ve araba kazaları ve bunlara benzer şekilde konuyla ilgili bilgimizin tam olmaması sebebiyle açıklanamayan olaylar söz konusu olduğu zaman bunların “doğaüstü katiller” ya da “insanları kaçıran olağanüstü fidyeciler” ya da “dünya dışı trafik sabotajcıları” olduklarını düşünmediğimiz gibi açıklanamayan UFO vakalarında da doğaüstü bir müdahaleyi senaryoya dahil etmek için bir sebebimiz yoktur. Bu olaylar hiç bir hipotez için kanıt oluşturamazlar.
Durum buyken Ufoloji meraklılarının ortaya koydukları “kanıtların” somut kanıt değil de daha çok “ikna”ya dayalı ifadeler olduğunu görmek bizi şaşırtmamalı. Hatta reklamcıların kullandıkları taktikleri Ufoloji meraklılarının bol bol kullandığını görebiliyoruz. Otoriteye dayanan argüman (30 yıllık pilot uzay gemileri gördü, falanca üniversitede ufoloji üzerine çalışmalar yapılıyor) ; sonuçlara atıfta bulunmak (Evren o kadar büyük ki , akıllı başka ırklar bulunuyor olmalı) ; topluluğa dayanan argüman (dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor); komplo argümanı (hükümetler uzaylıları gizliyorlar) ve daha bir çok tanıdık mantıksal safsata UFO vakaları ve Ufolojiyle ilgili konularda karşımıza çıkıyor. Bu tür mantık hatalarını (ya da bilinçli olarak kullanılan mantık oyunlarını) tanıyabilmek, UFO’larla ilgili gerçeklere ulaşmamızda çıkmaz sokaklara girmemize engel olacağından önemli diye düşünüyorum.
Bunlara ek olarak UFO’larla ilgili yayınlanan bilgilerin çok büyük bir kısmı tamamen saçmalıktan ibaret. UFO’ların ilgi çekici bir konu olması medyanın bundan faydalanarak sansasyonel haberleri gerçeklerin önüne geçirmesine sebep oluyor ve bu durum insanların büyük bölümünün UFO’lar hakkındaki bilgilerinin bu yanlış haberler sonucunda şekillenmesine yol açıyor. Bu yüzden de “dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor” derken uzaylı ziyaretlerinin gerçekliğinden değil, medyanın insanları bu hikayelere ne kadar iyi inandırdığından bahsetmiş oluyoruz.
Örnek vermek gerekirse Amerikan Başkanı Jimmy Carter 1969 yılında vali iken bir UFO gördüğünü bildirir. Bir çok Ufoloji meraklısı bunu bir kanıt olarak kabul etse de olaya şüpheyle yaklaşan Robert Sheaffer isimli araştırmacı tarafından incelendi ve aydınlatıldı. Buna rağmen medya aydınlatılan bir UFO vakasını sansasyonel haberden saymadığı için Jimmy Carter’ın UFO hikayesi bugün bile tekrarlanan bir hikaye olarak güncelliğini koruyor. Bu olayların açıklandığı UFO meraklılarına söylendiği zaman da cevap hazır “hükümet gizliyor”.
Bu olay Ufolojinin felsefesindeki zayıflığı ortaya koyan cinsten. İspat yükümlülüğü, iddia sahibindedir. Ancak UFO konusunda tanımlanamayan cismin dünyevi bir olay olduğunu ispatlama yükümlülüğü nedense UFO’lara şüpheyle yaklaşanlara yüklenmeye çalışılmaktadır. Yine de bir çok UFO olayını aydınlatan olayları oldukları gibi ve uzaylılara kanıt olarak kabul eden Ufoloji meraklıları değil, olaydan şüphe duyan skeptiklerdir.
Buna rağmen bilimin kuralları açık ve nettir : olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıtlar gerektirir. Eğer kanıtlara dayanan dünya görüşümüzü değiştireceksek bunu sağlam ve somut kanıtlara dayanarak yapmamız gerekir. Ancak Ufoloji meraklılarına göre açıklanamayan olayların varlığı, dünya görüşümüzü ve bilimi değiştirmek için yeterli bir sebeptir. Bu da açıktır ki Ufolojinin bir bilim olmadığını göstermeye yetmektedir.
Peki Ufoloji bir bilim değilse nedir? Bir hobi, bir merak, bir eğlence olabilir. Gerçek bilimi zor ya da sıkıcı bulan ama bir şekilde dünyayı anlamaya çalışan insanların bu ihtiyaçlarını giderebildikleri bir araç da olabilir. Belli olan bir şey var ki, o da Ufoloji meraklıları bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu katı bilimsel yöntemleri kullanmaya başlamadan ne sağlam bilgiler sunabilir ne de bir bilim dalı olarak kabul edilebilir.
Belki ileriki yıllarda bilimsel tetkiklere dayanabilecek kadar sağlam kanıtlar çıkar ve bu gerçekten de bilimsel olarak çok önemli bir mihenk taşı olur. Ancak an itibariyle sağlam kanıtlara sahip olmadığımız gibi, açıklanamayan olaylar için uzaylıları suçlamamızın hiç bir anlamı yoktur.

UFO, ya da İngilizce açılımıyla Unidentified Flying Objects , Türkçe ismiyle Tanımlanamayan Uçan Nesneler, kesinlikle var. Eğer gökyüzünde uçan ve tanıdık gelmeyen bir nesne görürseniz bu o nesneyi birisi (ya da siz) tanımlayabilene kadar UFO kategorisine sokuyor. Örneğin uçaklar hakkında çok fazla bir şey bilmeyen benim için yerden baktığım zaman havada giden bir nesne tanımlayamadığım bir uçan nesne iken uçakları ve havacılığı hobi olarak benimseyen yakın bir arkadaşım nesnenin arkasında bıraktığı egzosta ve tahmini yüksekliğine bakarak uçağın modelini bile söyleyebiliyor. Buna benzer bir şekilde geceleyin gökzüyünde görülen ilginç ışıklar hareket ettiğinde uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine tüm kalbiyle inanan bir başka arkadaşım onları hemen “uçan daire” sınıfına sokarken, kıyısından köşesinden Astronomiye meraklı olan bir başka arkadaşım ışıkların atmosfere girip yanan meteorlar olduğunu söyleyebiliyor. O yüzden “tanımlanamayan uçan nesne” kavramı hem subjektif hem de bir çok şeyi içine alabilen bir tanım.

Peki tanımlanamayan uçan nesnelerin Dünya dışı varlıklarla ilgili olduğunu nereden çıkarıyoruz?

  • Gördüğümüz şey bildiğimiz şeylere benzemiyor.
  • UFO’larla ilgili koşullanmalarımız başka açıklamaların önüne geçiyor.

Tanımlanamayan uçan nesneleri inceleyen insanlar yaptıkları şeyin bir bilim olduğunu ve isminin UFOloji olduğunu söylüyorlar. Peki Uofoloji gerçek bir bilim olarak kabul edilebilir mi? Emekleme aşamasında bir bilim mi, keşfedilmeyi bekleyen bir bilim mi yoksa sadece toplu bir histeri mi?

Öncelikle UFO’ların gerçekten uzaylıların taşıtları olma ihtimali, yani uzay gemisi olma ihtimali var. Her şey mümkün. Evren çok büyük ve eğer canlı yaşam Dünya’da oluşmuşsa, başka gezegenlerde de oluşabilir. İhtimal düşük, ama İnsanoğluna benzer bir akıllı ırk da oluşmuş olabilir. Bu ırk belki bizden daha önce gelişip teknolojide bizden ileri de gitmiş ve inanılması güç uzaklıkları aşabilecek uzay gemileri yapmış da olabilir. Diğer bir deyişle kimse 100% eminlikle UFO olaylarında uzaylıların parmağı olmadığını söyleyemez. Ancak diğer taraftan bakınca da, kimse sırf tatmin edici bir şekilde açıklanamıyor diye “UFO’lar uzaylıların gemileridir” gibi bir çıkarım da yapamaz.

Ufoloji, geleneksel bilim tarafından çoğunlukla dikkate alınmayan bir konu. Ufoloji meraklıları ise kendilerini Galileo, Pasteur ve Darwin gibi zamanının “kafir” ve sonradan haklı çıkan bilim adamları gibi olduklarını ve bir gün haklılıklarının kanıtlanacağını, bugün kendilerini ciddiye almayanların sadece geri kafalı olduklarını söylüyorlar. Ancak işin gerçeği, geçmişte “kafir” olarak adlandırılan ve teorileri kabul görmeyen bilim adamlarının çok çok azının fikirleri 100 sene sonra da kabul görüyor. Bilim hatalarını ayıklayarak problemleri çözerek ve işe yaramayan teorileri çöpe atarak ilerleyen bir yönteme sahip. Tarihte çok fazla Galileo, Pasteur ya da Darwin yok. Onların bile yanıldıkları noktalar var. Bilimise  işine yarayan kısımları saklayıp gerisini bırakarak ilerlemeye devam ediyor. Peki Ufoloji ne kadar ilerlemiş durumda?

UFO’ların ortaya çıkışından 60 yıl sonra bile elimizde tek bir sağlam somut kanıt yok. Bir tane bile. Bu 60 sene zarfında Dünya ve Evreni hem mikro hem de makro seviyede anlayışımızda dramatik değişiklikler olmasına rağmen UFO’larla ilgili bildiklerimiz hala 60 sene önceki seviyede.

Geleneksel bilimin Ufoloji ile ilgili şüpheleri Ufolojinin kendisinden kaynaklı problemlere dayanıyor. Ufoloji hakkındaki negatif görüşlerin büyük bir kısmı -ufolojiye ciddiyetle yaklaşan bir avuç insana rağmen- şarlatanların ve sahtekarların konuya olan yakın ilgisi yüzünden ortaya çıksa da, ufolojinin temelinde yatan felsefi problemler konunun ciddi olarak ele alınmasının ve meşru bir bilim dalı olarak kabul görmesinin önündeki engel olarak karşımıza çıkıyor.

Ufolojinin en çok eleştiri aldığı nokta diğer bilim dallarıyla aynı kurallara göre ele alınmak istememesi ve özel muamele talep etmesi. Bu özel muamele Ufolojinin bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu bilginin sağlamasının yapılması, test edilmesi ve ispat yükümlülüğü prensiplerinden muaf olmasını gerektiriyor. Ufolojistlerin en büyük kozu, on binlerce UFO vakasının çok çok küçük bir kısmının sıradan fenomenler aracılığıyla henüz açıklanamıyor olması. Ancak bu geçerli bir argüman olmaktan çok uzak. Varsayımsal bir negatiften (tüm çabalara rağmen bazı UFO olayları açıklanamıyor) bir pozitif (UFO’lar uzaylıdır) çıkarım yapmak bariz bir mantık hatasıdır.

Bilimin bir negatifi ispat etmesini beklemek yanlıştır ve ispat yükümlülüğünün haksız bir şekilde karşı tarafa atılmasıdır. İspat yükümlülüğü açıklanamayan uçan nesne vakalarının alt alta sıralanmasıyla değil, bir tane bile olsa dünya dışılığı kesin olan bir somut kanıtla yerine getirilmelidir. Bilgi eksikliği, gözlemin tekrarlanamaması, yanlış tanıklık, kişisel eğilimler ve önyargıların tanık ifadelerini güvenilmez kılması, yalanlar, dedikodular, aldatmacalar ve benzeri sebepler yüzünden açıklanamayacak UFO vakalarının olması kesindir. Açıklanamayan az sayıdaki olay, “uzaylı hipotezi”ni çürüten on binlerce aydınlatılmış olayı bir yana atarak uzaylı hipotezini kabul etmemiz için yeterli bir kanıt değildir.

UFO gözlemlerini çürütmek için güvenilir olmayan, sarhoş, yalancı tanıklar düşünmemize gerek yoktur. UFO gördüğünü iddia eden insanların büyük çoğunluğu olağanüstü durumlarla karşı karşıya kalmış dürüst, ayık ve zeki insanlardır. Ancak daha önce de bahsettiğim gibi dürüst ifadelerin güvenilir olmaktan uzak olmasına sebep olan faktörler vardır. Garip tesadüfler, insan algısı ve hafızasının yetersizliği, nadir görülen ve henüz tam anlaşılamayan doğal olaylar sebebiyle bir miktar açıklanamayan olay zaten olacaktır. Bunlara ek olarak insanların sorumlu olduğu ve gizli tutulan olaylar da bu açıklanamayan olayların arkasındaki sebep olabilir. Askeri güvenliğe, kanun dışı aktivitelere ya da doğrudan cehalete bağlanabilecek olaylar da bu açıklanamayan uçan nesnelerin aydınlatılmasının önüne geçebilmektedir. Bu olaylar belki hiç bir zaman aydınlatılamayacak, ancak bu “doğaüstü kartı”nı oynamak için bir sebep değil.

Bu olaylara benzer şekilde çözülemeyen cinayetler, bulunamayan kayıp insanlar, aydınlatılamayan uçak ve araba kazaları ve bunlara benzer şekilde konuyla ilgili bilgimizin tam olmaması sebebiyle açıklanamayan olaylar söz konusu olduğu zaman bunların “doğaüstü katiller” ya da “insanları kaçıran olağanüstü fidyeciler” ya da “dünya dışı trafik sabotajcıları” olduklarını düşünmediğimiz gibi açıklanamayan UFO vakalarında da doğaüstü bir müdahaleyi senaryoya dahil etmek için bir sebebimiz yoktur. Bu olaylar hiç bir hipotez için kanıt oluşturamazlar.

Durum buyken Ufoloji meraklılarının ortaya koydukları “kanıtların” somut kanıt değil de daha çok “ikna”ya dayalı ifadeler olduğunu görmek bizi şaşırtmamalı. Hatta reklamcıların kullandıkları taktikleri Ufoloji meraklılarının bol bol kullandığını görebiliyoruz. Otoriteye dayanan argüman (30 yıllık pilot uzay gemileri gördü, falanca üniversitede ufoloji üzerine çalışmalar yapılıyor) ; sonuçlara atıfta bulunmak (Evren o kadar büyük ki , akıllı başka ırklar bulunuyor olmalı) ; topluluğa dayanan argüman (dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor); komplo argümanı (hükümetler uzaylıları gizliyorlar) ve daha bir çok tanıdık mantıksal safsata UFO vakaları ve Ufolojiyle ilgili konularda karşımıza çıkıyor. Bu tür mantık hatalarını (ya da bilinçli olarak kullanılan mantık oyunlarını) tanıyabilmek, UFO’larla ilgili gerçeklere ulaşmamızda çıkmaz sokaklara girmemize engel olacağından önemli diye düşünüyorum.

Bunlara ek olarak UFO’larla ilgili yayınlanan bilgilerin çok büyük bir kısmı tamamen saçmalıktan ibaret. UFO’ların ilgi çekici bir konu olması medyanın bundan faydalanarak sansasyonel haberleri gerçeklerin önüne geçirmesine sebep oluyor ve bu durum insanların büyük bölümünün UFO’lar hakkındaki bilgilerinin bu yanlış haberler sonucunda şekillenmesine yol açıyor. Bu yüzden de “dünyada bir çok insan uzaylıların bizi ziyaret ettiğine inanıyor” derken uzaylı ziyaretlerinin gerçekliğinden değil, medyanın insanları bu hikayelere ne kadar iyi inandırdığından bahsetmiş oluyoruz.

Örnek vermek gerekirse Amerikan Başkanı Jimmy Carter 1969 yılında vali iken bir UFO gördüğünü bildirir. Bir çok Ufoloji meraklısı bunu bir kanıt olarak kabul etse de olaya şüpheyle yaklaşan Robert Sheaffer isimli araştırmacı tarafından incelendi ve aydınlatıldı. Buna rağmen medya aydınlatılan bir UFO vakasını sansasyonel haberden saymadığı için Jimmy Carter’ın UFO hikayesi bugün bile tekrarlanan bir hikaye olarak güncelliğini koruyor. Bu olayların açıklandığı UFO meraklılarına söylendiği zaman da cevap hazır “hükümet gizliyor“.

Bu olay Ufolojinin felsefesindeki zayıflığı ortaya koyan cinsten. İspat yükümlülüğü, iddia sahibindedir. Ancak UFO konusunda tanımlanamayan cismin dünyevi bir olay olduğunu ispatlama yükümlülüğü nedense UFO’lara şüpheyle yaklaşanlara yüklenmeye çalışılmaktadır. Yine de bir çok UFO olayını aydınlatan olayları oldukları gibi ve uzaylılara kanıt olarak kabul eden Ufoloji meraklıları değil, olaydan şüphe duyan skeptiklerdir.

Buna rağmen bilimin kuralları açık ve nettir : olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıtlar gerektirir. Eğer kanıtlara dayanan dünya görüşümüzü değiştireceksek bunu sağlam ve somut kanıtlara dayanarak yapmamız gerekir. Ancak Ufoloji meraklılarına göre açıklanamayan olayların varlığı, dünya görüşümüzü ve bilimi değiştirmek için yeterli bir sebeptir. Bu da açıktır ki Ufolojinin bir bilim olmadığını göstermeye yeter diye düşünüyorum.

Peki Ufoloji bir bilim değilse nedir? Bir hobi, bir merak, bir eğlence olabilir. Gerçek bilimi zor ya da sıkıcı bulan ama bir şekilde dünyayı anlamaya çalışan insanların bu ihtiyaçlarını giderebildikleri bir araç da olabilir. Belli olan bir şey var ki, o da Ufoloji meraklıları bilimin diğer dallarının katlanmak zorunda olduğu katı bilimsel yöntemleri kullanmaya başlamadan ne sağlam bilgiler sunabilir ne de bir bilim dalı olarak kabul edilebilir.

Belki ileriki yıllarda bilimsel tetkiklere dayanabilecek kadar sağlam kanıtlar çıkar ve bu gerçekten de bilimsel olarak çok önemli bir mihenk taşı olur. Ancak an itibariyle sağlam kanıtlara sahip olmadığımız gibi, açıklanamayan olaylar için uzaylıları suçlamamızın hiç bir anlamı yoktur.

Bu yazı tam 30 sene önce Astronom James Oberg tarafından yazılan bir makalenin çoğunlukla tercümesi yer yer de değiştirilmesiyle hazırlandı. İşin ilginç yanı 30 sene önce yazılan bir makalenin bugün bile Ufolojinin içinde bulunduğu duruma neredeyse 100% uyuyor oluşu.