Referandumda neden hayır diyeceğim?

Normalde siyasete pek bulaşmam. Ama bu konu önemli görünüyor. Memleketin malum en popüler meselesi bugünlerde Anayasa değişikliği referandumu. Televizyonlardaki siyasetçi kavgalarından (ki üzülerek söylüyorum her iki tarafta da mide bulandırıcı bir seviyesizlikle sürüp gidiyor) ve tartışma programlarındaki dezenformasyonlardan sıkılıp “neymiş bu değişen maddeler” diye bir bakındım. Ak Parti’nin referandum için kurduğu web sitesinde değişen maddeler ve nasıl değiştikleri güzel bir şekilde gösterilmiş. Ancak bunları okuduktan sonra “buna niye evet diyeyim ki?” diye düşündüm.

Kimseyi etkilemek gibi bir niyetim yok, herkes kendisi için düşünsün ve kendi kararını versin. Benim hayır oyu kullanma sebeplerim altta yazılı.

Öncelikle en önemli nokta 26 maddenin tek bir oylamayla referanduma sunulması. Belki ben 20 tane maddeye evet demek istiyorum, ama 6 tanesinin ülkenin zararına olacağına inanıyorum? Hükümet bana bir iki ucu boklu sopa veriyor bu şekilde oylama yaparak. 6 tane potansiyel zararlı maddeyi reddetmek uğruna 20 tane olumlu maddeden feragat edebilir miyim? Bir vatandaş olarak bana yapılan şey büyük bir haksızlık gibi görünüyor bana.

CHP Venedik komisyonunun yayınladığı “seçimlerde uyulması önerilen prensipler” olarak çevrilebilecek “The Code of Good practice” dokümanını kaynak göstererek, bu kadar çok değişikliğin tek bir oy hakkıyla oylamaya sunulmasının ahlaki olmadığını belirtmiş. Açıkçası aramama rağmen sözkonusu maddeyi ben bulamadım, ama pratikte doğru bir noktaya değinmişler. “Paket programı al ya da alma” şeklindeki oylama, demokratik bir yaklaşım değil gibi geliyor bana.

Gözüme çarpan maddeler şu şekilde (Kararmilletin.com sitesindeki halleriyle – yeni eklenen kısımları italik olarak belirttim):

Madde 10 :

“Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.”
“Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.”

“Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Halihazırdaki maddeye eklenen kısım bu. Çok güzel, ama zaten pratikte bu grupların haklarını 10. maddeye aykırı bulup Anayasa Mahkemesine dava açan kimse var mıdır bilemiyorum. Mantığım muhtemelen olmadığını söylüyor.

Madde 20

Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.
Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.

 

Bu da çok güzel, lakin zaten bu maddenin ilk cümlesi bu sonradan eklenen kısmın ilk cümlesini gereksiz kılmıyor mu? Sonradan gelen cümleler de “biz bunu korumadık, sizi fişledik ama isterseniz bunu değiştirebilirsiniz” manasına geliyor gibi görünüyor bana. Beni en başta doğru ya da yanlış bir şekilde fişleyen ve profilleyen – yani özel hayatımın gizliliğini umursamayan bir otoritenin sırf ben istiyorum diye bilgilerimde değişiklik yapacağına nasıl inanabilirim ki? Aynı maddede “kimsenin üstü hakim kararı olmadan aranamaz” gibi bir ifade de geçiyor. Ayrıca son yıllarda sürüyle dinlenme izlenme vakası oldu ve özel hayata dair bilgiler gazetelerde yayınlandı, tvlerde konuşuldu. Anayasanın bu maddesinin şimdiki haliyle hükümeti özel hayatın gizliliği ilkesini korumaktan nasıl alıkoyduğunu anlayabilmiş değilim. Ortada ya bir beceriksizlik ya da ikiyüzlülük var.

Madde 23

Eski hali : Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir

Yeni hali: Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir.

Sanıyorum burada askerlikten bahsediyor. Erkekler asker kaçağı vs ise yurt dışına çıkması engellenebiliyordu. Şimdi ise yurt dışına çıkışta asker kaçağı olup olmadığına bakılmayacak benim anladığım kadarıyla. Bu maddede bir çelişki var. Eğer sen tüm erkeklerin (sağlık açısından uygun olduğu sürece) askerlik yapmasını şart koşuyorsan, o zaman askerden kaçmak için yurt dışı seçeneğini kullanmak isteyenlerin de önüne geçmen gerekir. Zira yurt dışına kaçmak ile atıyorum polis/asker taramalarından kaçmaya çalışmak arasında bence bir fark yoktur. Parası olan yurt dışına kaçabilir, parası olmayan yakalanıp askere gönderiliri demekten farklı olmuyor bu. Bu madde beni fena halde kıllandırıyor zira cemaatçilerin özellikle Amerika’da bağlantıları ve kaynakları olduğu herkesin malumu. Silahlı Kuvvetler’e katılmak istemeyen bir cemaatçi için yurt dışına kaçmak çocuk oyuncağı. Bu madde sadece ve özellikle bu sebeple konmuş gibi geliyor bana. Oğlu askerlik yapmayan bir başbakanın hükümetinden beklenebilecek bir şey tabi.

Madde 41

Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.

Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.

Bu madde devlete çocuk istismarlarını önleme konusunda daha önce var olmayan nasıl bir güç veriyor anlayabilmiş değilim. Kanunun eski halinin istismarları önleme açısından bir eksiği olduğunu düşünmüyorum:

Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.

Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.

Bu madde ya benim göremediğim derin bir anlam taşıyor ve devlete şu anda sahip olmadığı bir yetkinlik/güç veriyor ya da tamamen laf salatası bir değişiklik. Maddenin şu andaki hali sokaklarda yaşayan binlerce, belki yüz binlerce çocukla, aileleri ya da çocuk esirgeme kurumlarında, cemaat okulları ve kurslarında, ışık evlerinde istismar edilen çocukları korumayan, ya da koruyamayan devletin önünde nasıl bir engel de üstteki değişikliğe ihtiyaç duyulmuş açıkçası merak ediyorum. Sanki bu madde de esas önemli maddeleri kabul etmemiz için konulmuş maddelerden birisi.

Madde 53

Memurlar ve diğer kamu görevlileri, toplu sözleşme yapma hakkına sahiptirler.

Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvurabilir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir.

Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü, toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir.

Bu maddeyi AKP memurlara toplu sözleşme hakkı tanıyacağız diye tanıtıyor. Ancak çok önemli bir nokta var o da “Kamu Görevlileri Hakem Kurulu” kısmı. Madde basitçe diyor ki, memurlar ve idare anlaşamazsa olayı Hakem Kuruluna taşırlar ve bu kurulun kararı kesindir (yargıya taşınamaz). Diğer bir deyişle idare memura şartları kabul ettiremezse, hakem kurulu ettirir ve onların sözü son sözdür. Hakem kurulunu kim kuruyor? Hükümet. Yani aslında değişen hiç bir şey yok. Memurlar işçilerinki gibi bir toplu sözleşme hakkına sahip değiller, göstermelik bir kurul oluşturuluyor sadece. Teoride kurulun tarafsız olması gerekir elbette, ama pratikte ne olacağını kestirmek çok zor değil.

Madde 54’ten çıkarılan paragraflar:

Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur.
Siyasî amaçlı
grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.

Yani siyasi amaçlı grev de yapılabilir, siyasi amaçlı grev yapan işçiler işyerine zarar verirlerse maddi zararı karşılamak zorunda bırakılmazlar. AKP bunu “grev hakkının önündeki engel” olarak gösteriyor. Ne alaka? İşçiler özlük hakları için grev yapmalıdır, siyasi görüşlerini iş ortamına taşımamalıdırlar. Bence kanunun eski hali daha doğru. Bu durum işverenlerin işe birisini alırken siyasi görüşlerini de araştırmaları için sebep veriyor. Eğer bir çalışan X bir partiye üye ise işveren “bu adam siyasi sebeplerle işyerinde grev yapabilir, grev organize edebilir, ben de kanunen hiç bir şey yapamam, ayrıca grev sırasında hır gür çıkarsa işyerime zarar gelirse masraf benim cebimden çıkar” diye düşünerek mümkün mertebe apolitik insanları işe almaya çalışacaktır. Şimdiki durumda işverenler için bir çalışanın politik aktifliği potansiyel bir tehdit değildir. Çalışan siyaseti işyerine getiremiyor şimdiki kanunda. Ancak değişiklik buna olanak tanıyor. Yani hükümet gizli bir el yardımıyla siyasi olarak aktif vatandaşların iş bulma ve hayatlarını kazanma haklarının altını oymaya çalışıyor gibi görünüyor. Belki paranoyakça düşünüyorum ama gayet olasılık dahilinde bir şey bu.

Madde 129

Disiplin kararları yargı denetimi dışında bırakılamaz.

Memurların aldıkları disiplin cezalarına yargı yolu ile itiraz hakkı açtığı söyleniyor, ancak benim bildiğim kadarıyla zaten bu pratikte uygulanan bir şey. CHP’nin sitesindeki “neden hayır” broşüründe ilgili maddenin, 2003 yılında mecliste kabul edilen Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni haklar sözleşmesi ile iç hukukun bir parçası haline gelen “adil yargılanma hakkı” kapsamında olduğunu ve zaten pratikte disiplin cezası alan memurların bunu yargıya taşıyabildikleri belirtilmiş. Çok da elzem bir değişiklik değil.

Madde 145

Yeni hali özetle diyor ki, Askeri Mahkemeler askerlerin askerlikle ilgili konularına bakacak. Siviller Savaş hali haricinde (Devletin güvenliğiyle ilgili konular dahil) sivil mahkemelerde yargılanacak.

Bu madde bence iyi bir değişiklik. Evet demek istediğim bir madde bu.

Madde 146

Özet: 11 olan Anayasa Mahkemesi üye sayısı 17’ye çıkarılıyor.

En çok yaygara koparan maddelerden birisi bu. Mevcut durumda tüm üyeleri Cumhurbaşkanı seçiyor, ve şimdiki Anayasa mahkemesi üyelerinin 5 tanesini Abdullah Gül seçti. YEni halinde üyelerin bir kısmını Meclis oylaması belirleyecek. Değişiklik teoride kötü değil, ancak muhalefetin karşı çıktığı şey şu: “şimdi bu rakamı 11’den 17’ye çıkarırsak, AKP yine kendi yandaşlarından oluşan 6 yeni üye seçecek, ve Anayasa Mahkemesinden istediği kararı çıkartabilecek. Buna ileride açılabilecek Yüce Divan davaları da dahil. ”

Pragmatik düşünelim – Anayasa mahkemesi üye sayısını 11’den 17ye çıkarmak için iyi bir sebep var mı? Ben açıkçası göremiyorum. Peki atamaları Cumhurbaşkanı’na ek olarak meclis oylamasına sunmak için iyi bir sebep var mı? Aslında var, demokratik bir seçim olacak nihayetinde. Muhalefetin endişesi haklı mı? Evet haklı, zira AKP an itibariyle 336 milletvekiline sahip, bu da salt çoğunluk sağlamak için ilk değil ikinci tur oylamayı beklemek dışında yapması gereken bir şey yok (ilk turda 2/3 çoğunluk gerekiyor, eğer o olmazsa 2. turda salt çoğunluk aranıyor). Yani AKP için yeni üyeleri istediği kişilerden ataması çocuk oyuncağı. Aynı türden bir değişiklik Hakimler ve Savcılar yüksek kurulu için de düşünülüyor:

Madde 159

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yirmi iki asıl ve oniki yedek üyeden oluşur; üç daire halinde çalışır.

Halihazırda üye sayısı Başkan (Adalet Bakanı) dahil 7. Kanunun yeni hali teoride kötü değil, sadece Cumhurbaşkanı’nın atayacağı isimler değil, İdari ve Adli hakim ve Savcıların seçeceği (ki yeni kurulun yarısını yargıçlar ve savcılar oylama yaparak kendileri seçiyor) isimlerden oluşacak. Cumhurbaşkanı’nın atayacağı üye sayısı 4. Hakimler ve savcıların seçeceği üye sayısı 11. Geri kalan üyeler Yargıtay, Danıştay, Adalet Akademisi arasından seçiliyorlar. Bu madde de evet diyebileceğim bir madde. Ancak muhalefetin endişesini yine haklı buluyorum. Eğer AKP söylendiği gibi kendi yandaşlarını hakim ve savcı olarak atarsa memlekette zaten ağır aksak işleyen adalet bu sefer belli bir zümrenin tarafına kayabilir. Cemaatlerin nasıl işlediğini az çok bildiğimiz için bence bu da çok yüksek olasılık. Ayrıca AKP mevcut durumun işleyişi nasıl baltaladığını anlatma zahmetine girmemiş. Değişiklik niye gerekli? Var olan sistemdeki eksiklik ne ki 7 kişiden 22ye çıkarıyoruz üye sayısını? Bu belli değil.

Geçiçi madde 15

Özetle 12 Eylül darbesini yapanların yargıdan kurtulmasını sağlayan madde kaldırılacak.

Ancak bu otomatikman darbecilerin yargılanması manasına gelmiyor zira hukukçuların söylediğine göre sorumluluk bir kere kalktıktan sonra kişi geriye dönük olarak sorumlu tutulamaz. Yani darbecilere yargı yolu açılacak belki, ama yargılanacaklar mı? Hukukçular hayır diyor. Göstermelik bir madde. Anladığım kadarıyla muhalefetin “darbe teşebbüsü yaptığını iddia ettiğiniz adamları içeride tutuyorsunuz ama darbeyi gerçekten yapan insanları yargılamıyorsunuz” eleştirisine bir cevap olması düşünülmüş, ancak pratikte bomboş bir değişiklik gibi görünüyor.

Özetle, AKP’nin yapmak istediği değişikliklerin bir bölümü göstermelik ve mevcut durumdaki eksiklikleri düzeltmeye yönelik değil. Önemli değişiklikleri kabul ettirebilmek için araya eklenmiş “tabak süslemesi” gibi görünüyor. Esas önemli değişiklikler teoride faydalı görünse de AKP’nin bugüne kadar nasıl iş yaptığını 8 yıldır yeterince gördüğümden muhalefetin endişesini ben de taşıyorum. İyi niyetli olduklarına zerre inanmıyorum ve bu sebeplerle referandumda hayır oyu vereceğim.

Umarım bu yazı “hayır da niye hayır?” diye düşünen, sırf AKP olduğu için hayır oyu vermenin doğru olmadığını düşünen ve tereddütte olan ve referandum oylamasında muhalefetin ve hükümetin çingene kavgasını andıran atışmalarından sıkılıp elle tutulur bilgi arayan ve kendi kararını vermeye çalışanlara faydalı olur.

Richard Dawkins’in kızına mektubu

 

Sevgili kızıma

10 yaşına geldiğine göre sana benim için önemli olan bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz şeyleri nasıl bildiğimizi hiç merak ettin mi? Örneğin gökyüzünde minik iğne delikleri gibi görünen yıldızların aslında çok uzakta ve Güneş gibi büyük ateş topları olduğunu nereden biliyoruz? Ya da Dünya’nın o yıldızlardan bir tanesi olan Güneş’in etrafında döndüğünü nasıl biliyoruz?

Bu soruların cevabı “kanıt”tır.

Bazen kanıt gerçekten görmek (ya da duymak, dokunmak, koklamak..) demektir. Astronotlar kendi gözleriyle Dünya’ya bakacak kadar uzağa giderek Dünya’nın gerçekten yuvarlak olduğunu gördüler. Bazen gözlerimizin yardıma ihtiyacı olur. Geceleyin gök yüzünde parlak bir yıldız gibi görünen “akşam yıldızı”na teleskopla baktığında aslında çok güzel bir küre olduğunu görürüz – Venüs adını verdiğimiz gezegen. Doğrudan gözlemleyerek (ya da duyarak, dokunarak..) öğrendiğin şeye “gözlem” diyoruz.

Bazen kanıt sadece gözlemler değildir, ancak gözlem her zaman kanıtların ardında yatar. Eğer bir cinayet olduysa çoğunlukla (katil ve kurban haricinde hiç kimse) cinayete şahit olmaz. Ancak detektifler belirli bir şüpheliyi işaret bir çok gözlemi birleştirebilirler. Eğer o kişinin parmak izleri cinayetin işlendiği bıçağın üstünde bulunursa, bu o kişinin o bıçağa dokunduğuna kanıttır. Cinayeti onun işlediğini kanıtlamaz, ama bir çok başka kanıtla birleştirildiğinde faydalı olur. Bazen bir detektif bir çok gözlemi düşünür ve farkeder ki tüm kanıtlar ancak belirli bir kişi o cinayeti işlediyse bir bulmacadaki parçalar gibi her şey yerine oturmaktadır.

Bilim insanları – Dünya ve Evren hakkındaki gerçekleri bulma konusunda uzman insanlar – çoğunlukla detektifler gibi çalışırlar. Gerçeğin ne olabileceğine dair bir tahminde bulunurlar (hipotez). Sonra kendi kendilerine şöyle derler: eğer bu gerçek olsa idi, o zaman şunları ve şunları görmemiz gerekirdi. Buna “öngörme” denir. Örneğin, eğer Dünya gerçekten yuvarlaksa, o zaman sürekli aynı yöne giden bir yolcunun bir süre sonra başladığı yere geri gelmesi gereklidir. Bir doktor senin kızamık olduğunu söylediğinde bunu sana ilk bakışta söylemez. İlk bakışı, ona doğru olabilecek bir hipotez sunar. Sonra kendi kendine der ki “eğer gerçekten kızamık geçiriyorsa, o zaman şu, şu semptomları da görmem gerekir.” Sonra öngörülerini sırayla kontrol eder ve bunları gözleriyle (küçük kırmızı benekler var mı?) elleriyle (ateşi yüksek mi?) ve kulaklarıyla (nefesi hırıltılı mı?) gözlemler. Çoğunlukla bu semptopmların uyduğunu gördükten sonra “bu çocuğun kızamık geçirdiği kanaatine vardım” der. Bazen de doktorların gözleri, kulakları ve ellerine yardımcı olacak kan testi ya da Röntgen filmi gibi yadımcı araçlara ihtiyacı olur.

Bilim insanlarının Dünyamızı anlamak için kanıtı kullanma yöntemleri, bi mektuba sığdıramayacağım kadar karmaşık ve zekice. Ancak şimdi bir şeye inanmak için iyi bir sebep olan “kanıt”lardan uzaklaşıp, bir şeye inanmak için kötü sebepler olan “gelenek”, “otorite” ve “vahiy”e karşı uyarmak istiyorum.

Öncelikle gelenek. Birkaç ay önce, 50 kadar çocukla bir sohbet için televizyona çıktım. Bu çocuklar oraya değişik dini görüşlerle yetiştirildikleri için çağırılmışlardı. Bazıları Hrıstiyan olarak, bazıları Yahudi, Müslüman, Hindu, Şikh olarak yetiştirilmişlerdi. Mikrofonu tutan adam çocukları dolaşarak neye inandıklarını soruyordu. Söyledikleri şeyler tam olarak benim “gelenek” sözüyle anlatmak istediğimi açıklıyordu. İnançlarının kanıtlarla hiçbir ilgisi olmadığını gördük. Sadece anne-babalarının ve dede-ninelerinin (inye kanıtlara dayanmayan) inançlarını tekrarladılar. “Biz Hindular şuna inanırız…” ya da “Biz Müslümanlar şuna inanırız…” gibi cümleler kuruyorlardı. Elbette hepsi değişik şeylere inanıyorlardı, ve bu yüzden hepsinin haklı olma ihtimali yoktu. Mikrofonu tutan adam bu durumun normal olduğunu düşünmüş olacak ki, çocukların farklı görüşlerini karşılıklı tartışmalarını önermedi bile. Ancak esas belirtmeye çalıştığım nokta bu değil. Sadece inançların nereden geldiğini göstermeye çalışıyorum. İnançlar gelenekten geliyorlar. Yani inançlar aileden çocuğa, toruna ve sonraki nesillere aktarılıyorlar. Ya da yüz yıllar boyu sonraki nesillere aktarılmış kitaplardan. Geleneksel inançlar genellikle yokluktan başlarlar; belki birileri bunları Thor ya da Zeus hikayeleri gibi uydurur. Ancak birkaç yüzyıl boyunca sonraki nesillere aktarıldıktan sonra, bu hikayelerin eski oluşları onları özel kılıyor. İnsanlar bazı şeylere sadece yüzyıllardır inanıldığı için inanıyorlar.

Gelenekle ilgili sorun, bir hikayenin ne kadar eski olursa olsun, ilk günkü kadar gerçek ya da yalan olmasıdır. Eğer gerçek olmayan bir masal uydurursan, o masalı yüz yıllarca nesilden nesile aktarmak onu gerçek yapmaya yetmeyecektir.

İngiltere’deki bir çok insan Anglikan Kilisesince vaftiz ediliyor, ancak bu Hrıstiyanlık dininin bir çok kolundan sadece birisi. Rus Ortodoksluğu, Roma Katolisizmi, ya da Metodist kiliseleri gibi başka kollar da mevcut. Hepsi farklı şeylere inanıyorlar. Yahudilik ve İslam daha da farklılar, ve kendi içlerinde de farklı görüşlere ayrılıyorlar. En ufak inanç ayrılıkları insanları savaşa sürükleyebiliyor. Yani aslında bu insanların inandıkları şeye inanmak için çok iyi sebepleri – kanıtları – olmasını beklersin. Ancak aslında inançları sadece farklı geleneklerden ibaret.

Belli bir gelenekten bahsedelim. Roma Katolikleri İsa’nın annesi Meryem’in o kadar özel olduğunu düşünüyorlar ki, onun ölmediğini, Cennet’e yükseldiğini söylüyorlar. Diğer Hrıstiyan gelenekleri ise Meryem’in normal bir insan olduğunu ve diğer herkes gibi öldüğünü söylüyorlar. Bu diğer dinler onun hakkında pek bir şey söylemiyorlar ve Roma Katolik Kilisesinin aksine ona “Cennetin Kraliçesi” demiyorlar. Meryem’in vücudunun göğe yükseldiğine dair gelenek o kadar eski bir gelenek de değil. İncil bu konuda hiçbir şey söylemiyor, hatta zavallı kadın tüm kitap boyunca çok az anılıyor. Vücudunun cennete yükseldiği fikri İsa öldükten 600 sene sonra dile getirilen bir şey. Yani önce bu hikaye – tıpkı Pamuk Prenses masalı gibi – uyduruldu, ancak yüzyıllar geçtikçe geleneğe yerleşti ve insanlar bu masalı sırf bu kadar uzun süredir aktarıldığı için ciddiye almaya başladılar. Gelenek eskidikçe, daha çok insan bunu ciddiye almaya başladı. Sonunda Katolik kilisesi bunu resmileştirdi, fakat bu da 1950’de gerçekleşti. Halbuki bu masal, 1950  yılında, 600 yılında olduğundan daha gerçek değildi.

Geleneğe mektubumun sonunda geri geleceğim ve ona farklı bir açıdan bakacağım. Ancak önce bir şeye inanmak için kötü sebeple olan diğer iki konuya değinceğim : otorite ve vahiy.

Bir şeye inanma sebebi olarak otorite; bir şeye, önemli birisi inanmanı söylediği için inanmak demektir. Roma Katolik Kilisesinde Papa en önemli insandır ve insanlar sırf Papa olduğu için söylediği şeylerin doğru olduğunu düşünürler. İslam’ın bir kolunda Ayetullah adı verilen yaşlı ve sakallı adamlar bu önemli insanladır. Bir çok genç müslüman, uzak bir ülkedeki Ayetullah dedi diye cinayet işlemeye hazırdırlar.

1950 senesinde Roma Katolikleri Meryem’in cennete yükseldiğini resmen kabul ettiler dediğimde aslında söylemek istediğim şey, 1950 yılında Papa’nın buna inanmalarını söylediği idi. Bu da yeterliydi. Papa doğru dediğine göre doğru olmalıydı! Papa’nın hayatı boyunca söylediği şeylerin bazıları doğru, bazıları da muhtemelen doğru değildir. Papa’nın söylediklerini, herhangi bir başkasının söylediklerine üstün tutmak için hiçbir geçerli sebep yok. Şimdiki Papa insanlara yaptıkları çocukların sayısını sınırlamamalarını söyledi. Eğer insanlar onun sözünü hiç sorgulamadan dinleselerdi, nüfus patlaması sonucunda dünyada çok kötü açlıklar, hastalıklar ve savaşlar olurdu.

Bilimde de kanıtları görmediğimiz ve bir başkasının sözünü kabul ettiğimiz zamanlar olur. Örneğin ben ışığın saatte 300.000 km hızla yol aldığını kendi gözlerimle görmedim. Bunun yerine ışığın hızının ne olduğunu söyleyen kitaplara inanıyorum. Bu da aslında “otorite” gibi görünüyor, ancak otoriteden çok daha iyi çünkü kitaplarını yazanlar kanıtları gören kişiler ve herkes dilerse bu kanıtlara kendisi bakmakta ve kanıtları istedikleri kadar incelemekte serbest. Bu çok rahatlatıcı. Ancak papazlar bile Meryem’in göğe yükselmesi hikayesine dair kanıtlar olduğunu iddia etmiyorlar.

Bir şeye inanmak için kötü bir sebep olan 3. şey ise vahiydir (tecelli, durugörü). Eğer Papa’ya 1950 yılında Meryem’in göğe yükseldiğini nasıl bildiğini sorsaydık muhtemelen bize “vahiy” aldığını söyleyeckti. Kendini odasına kapattı ve doğru yolun kendisine gösterilmesi için dua etti. Kendi kendine düşündü, düşündü ve kendi kendine daha emin oldu. Dindar insanlar içlerine bir his doğunca, bu şeyin doğru olduğuna dair kanıt olmasa bile gerçek olduğunu çünkü vahiy aldıklarını düşünürler. Vahiy aldıklarını iddia edenler sadece papalar değildir, bir çok dindar insan bunu iddia ediyor. İnandıkları şeylere inanmalarındaki başlıca sebeplerden birisi bu. Peki bu iyi bir sebep mi?

Sana köpeğinin öldüğünü söylediğimi farzet. Çok üzülürdün ve muhtemelen derdin ki “Emin misin? Nereden biliyorsun? Nasıl oldu?” Sana şöyle cevap verdiğimi hayal et : “Aslında Pepe’nin öldüğüne bilmiyorum, ama içimde öldüğüne dair garip bir his var.” Seni korkuttuğum için bana kızardın çünkü “içimdeki garip his”sin köpeğinin öldüğünü ispatlamak için yeterince iyi bir sebep olmadığını bilirdin. Kanıt ihtiyacın var. Hepimiz zaman zaman bir şeyler hissediyoruz ve bazen bu hislerimiz doğru çıkıyor, bazen de çıkmıyor. Fakat değişik insanların değişik hisleri oluyor, kimin hislerinin doğru olduğuna nasıl karar vereceğiz? Bir köpeğin öldüğünden emin olmanın tek yolu onu öldükten sonra görmek, ya da kalbinin durduğunu duymak, ya da bunu somut kanıtları olan birisinden öğrenmektir.

Bazen insanlar derinlerde bir yerlerde bir şeylere inanmamız gerektiğini söylerler, yoksa “karım beni seviyor” gibi şeylere güvenimiz olmazlar.

Ancak bu kötü bir argüman. Birinin seni sevdiğine dair sürüyle kanıt olabilir. Seni seven birisiyle geçirdiğin bir günde bir çok küçük kanıt görürsün ve duyarsın ve bunlar birikip bir sonuca ulaşmana yardım ederler. Bu papazların “vahiy” dediği şeyden farklı bir histir. Bu hisleri destekleyen dış etkiler vardır; gözlerdeki bakışlar, sesindeki şefkat, küçük iyilikler ve nezaketler ve bunların hepsi somut kanıttır.

Bazen insanlar hiçbir kanıtları olmadan birisinin onları sevdiğini hissederler. Çoğunlukla da tamamen yanılıyorlardır. Ünlü bir film yıldızının onlara aşık olduğuna ikna olmuş insanlar vardır, ancak gerçekte o film yıldızıyla tanışmamışlardır bile. Bu gibi insanların psikolojik sorunları vardır. İçsel hisler somut kanıtlarla desteklenmelidir, yoksa güvenilecek bir şey değildirler.

İçsel hisler bilimde de değerlidir, ancak sadece kanıtlar arayarak sınayabileceğimiz fikirler verdikleri için. Bir bilim adamı belli bir konuda bir önseziye sahip olabilirler. Kendi başına bu önsezi bir şeye inanmak için yeterince iyi bir sebep değildir. Ancak deneylere zaman harcamak için ya da kanıtlara farklı bir açıdan bakmak için yeterli bir sebep olabilir. Bilim insanları fikirlerini geliştirmek için hislerine her zaman kulak verirler. Ancak hisler kanıtlarla desteklenmiyorsa değersizdirler.

Gelenek konusuna, farklı bir açıdan bakmak için, tekrar değineceğimi söylemiştim. Geleneğin bizim için niye çok önemli olduğundan bahsetmek istiyorum. Tüm hayvan (Evrim dediğimiz süreçle) kendi türlerinin yaşadığı yerlerde hayatta kalabilecek şekilde gelişmişlerdir. Aslanlar Afrika bozkırlarında hayatta kalabilecek kadar güçlüdürler. Kerevitler tatlı sularda yaşayacak şekilde evrimleşmişken ıstakozlar tuzlu sularda yaşarlar. İnsanlar da bir tür hayvandır ve bizler de başka insanlarla dolu bir denizde yaşayabilecek şekilde evrimleştik. Bir çoğumuz aslanlar ya da ıstakozlar gibi kendi yemeğimiz için avlanmıyoruz, yemeğimizi, kendileri de başka insanlardan satın almış, insanlardan satın alıyoruz. Bizler bir “insan denizi”nde yüzüyoruz. Nasıl bir balık suda yaşayabilmek için solungaçlarına ihtiyaç duyuyorsa, biz de diğer insanlarla anlaşabilmek için beynimize ihtiyaç duyuyoruz. Nasıl deniz tuzlu suyla doluysa, insan denizi de öğrenmesi zor şeylerle dolu. Örneğin lisan gibi.

Sen İngilizce konuşuyorsun ama arkadaşın Almanca. Her ikiniz de kendi farklı “insan denizi”nizde rahat yüzebilmenize olanak tanıyan dili konuşuyorsunuz. Lisan gelenekle aktarılır. Başka bir yolu yok. İngiltere’de Pepe “Dog” iken Almanya da ona “ein Hund” diyorlar. Bu sözcüklerin hiç birisi yanlış ya da diğerinden daha doğru değil. İkisi de sadece aktarılmış sözcükler. Kendi insan denizlerinde yüzebilmek için çocukların kendi ülkelerinin dilini ve bir çok başka şeyi öğrenmeleri gerekmekte. Bu da büyük miktarda geleneksel bilgiyi öğrenmelerini gerektiriyor. (Geleneksel bilginin sadece nesilden nesile aktarılan bilgi olduğunu unutma.) Çocuğun beyninin geleneksel bilgi için bir vakum olması gerekiyor. Ve çocuktan iyi geleneksel bilgi ile (lisandaki kelimeler gibi) kötü veya saçma geleneksel bilgi (cadılar, şeytanlar gibi) arasındaki farkı ayırması beklenemez.

Bu çok üzücü ancak engellenemez bir şey çünkü çocuk her türlü geleneksel bilgiye aç olacağından yetişkinlerin kendilerine söyledikleri her şeye doğru ya da yanlış, gerçek ya da yalan olmasını önemsemeden inanacaktır. Yetişkinlerin çocuklarına söyledikleri bir çok şey doğru, kanıtlara dayalı veya en azından makul şeylerdir. Ancak bazıları yanlış, saçma hatta kötü niyetliyse, çocuğun buna da inanmasını engelleyecek hiçbir şey yok. Peki, çocuk büyüdüğü zaman ne yapacak? Elbette kendi bildiği şeyleri bir sonraki nesile anlatacak. Yani bir şeye dair güçlü bir inanç varsa – o şey tamamen yanlış ve inanılması için hiçbir sebep olmasa bile – o şey sonsuza kadar sonraki nesillere aktarılabilir.

Peki Dinlerde de durum bu mudur? Bir Tanrı ya da Tanrıların var olduğu, Cennet’in var olduğu, Meryem’in hiç ölmediği, İsa’nın babasının insan olmadığı, duaların kabul edildiği, şarabın kana dönüştüğü – bu inançları bir tanesi bile kanıtlara dayanmıyor. Yine de bunlara milyonlarca insan inanıyor. Belki de bunun sebebi, her şeye inanacak kadar küçük yaştayken bu şeylere inanmaları söylendiği içindir.

Milyonlarca insan çok farklı şeylere inanıyor çünkü çocukken yetişkinlerden farklı şeyler duydular. Müslüman çocuklar Hrıstiyan çocuklardan farklı şeyler duydular, ve her iki grup da kendilerinin haklı, diğerlerinin haksız olduğuna ikna olmuş bir şekilde büyüdüler. Hrıstiyanlar kendi içlerinde bile; Roma katolikleri Anglikanlardan ya da Episkopalyenlerden, Shaker’lardan ya da Quaker’lardan, Mormonlar ya da Holly Roller’lardan farklı şeylere inanıyorlar ve kendilerinin haklı, geri kalan herkesin tamamen haksız olduğuna ikna olmuş durumdalar. Halbuki farklı şeylere inanmalarının sebebi senin İngilizce, arkadaşının da Almanca konuşmasıyla tamamen aynı sebepten dolayı.

Her iki dil de, kendi ülkesinde doğru dil. Ancak değişik dinlerin kendi ülkelerinde doğru olup başka yerlerde yanlış olma ihtimali yok çünkü farklı dinler birbiriyle zıt şeylerin doğru olduğunu iddia ediyorlar. Meryem Katolik İrlanda’da canlı ama Protestan Kuzey İrlanda’da ölü olamaz.

Peki bu konuda ne yapabiliriz? Senin bu konuda bir şey yapman çok kolay değil çünkü sadece 10 yaşındasın. Ancak şunu deneyebilirsin; Bir daha birisi sana önemli görünen bir şey söylediği zaman, kendi kendine şöyle düşün: “Bu, insanların kanıtlar sayesinde öğrendiği bir şey mi, yoksa gelenek, otorite veya vahiy yoluyla öğrendikleri bir şey mi?”. Ve bir daha birisi sana bir şeyin “gerçek” olduğunu söylediği zaman onlara şöyle de :”Bunu destekleyen ne tür kanıtlarınız var?”. Sana iyi bir cevap veremezlerse, umuyorum ki söyledikleri şeye inanmadan önce çok dikkatlice düşünürsün.

 Sevgiler

 Baban

 A Devil’s Chaplain isimli kitabından

Göze göz, dişe diş

Maide 45:

Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.

Kuran, Tevrat’a kıyasla daha insancıl bir din kitabıdır. Örneğin Tevrat’ta “göze göz dişe diş” kaidesi 100% bir kesinlikle Tanrı’nın sözü ve emri olarak görülerek cezanın verilmesi farz olarak kabul edilir. Ya da anne babaya karşı çıkan asi çocuğun veya cumartesi günü çalışan kişinin taşlanarak öldürülmesi emredilir.

İslam, kişinin aynı zararı karşı tarafa ceza olarak verme hakkını tanımış ama “affetsen aslında daha iyi” şeklinde bir prensiple kanunu yumuşatmıştır. Yine de son sözü ilk zararı gören kişinin kendisi ya da ailesi verir.

Bu adalet anlayışına kıssasa kıssas ya da latince ismiyle Lex Talionis denir. İdam cezasını da kapsar.

Bu ilkel adalet anlayışının niye kötü olduğuna dair fikirlerimi uzun uzun yazmayı düşünmüyorum zira bir çoğunu idam cezasından bahsederken dile getirdim.

Bahsetmek istediğim şey, bu adalet anlayışının Suudi Arabistan’da bambaşka bir boyuta geçirilmiş olması. Daha önce bu kanunun kelimesi kelimesine uygulandığını görmüştüm. İran’da evlenme teklifini kabul etmeyen kadının yüzüne asit atarak gözlerini kör eden adamın gözleri mahkeme emriyle kör edilmişti. Fakat Suudi Arabistan’daki yeni bir gelişme, olayı başka bir seviyeye taşıdı benim gözümde.

Suudi Arabistan’daki bir mahkeme, hastanelerle kontak kurarak, komşusuna satırla saldırıp omuriliğine zarar veren ve sakat kalmasına sebep olan bir adamın tıbbi mudahale ile aynı şekilde sakat bırakılıp bırakılamayacağını sormuş. 22 yaşındaki Abdul-Aziz al-Mutairi, bir kavga sonrasında omuriliğinden yaralanmış ve sonrasında bir ayağını kaybetmiş. Mahkeme aynı şeyin al-Muatiri’yi yaralayan kişiye yapılması için karar vermiş durumda. Hastanelerin hiç birisi an itibariyle müdahaleyi yapmayı kabul etmiyor. Tebük’teki bir hastane ise müdahale edilerek aynı zararın saldırgana verilmesinin mümkün olduğunu belirtmiş.

Kurbanın 27 yaşındaki abisi Khaled al-Mutairi “İslam kanunu dahilindeki hakkımız istiyoruz. Göze göz – Allah sözünden daha iyi bir söz yoktur ” şeklinde demeç vermiş.

İslam hukuku açısından kurbanın ailesinin isteği legal ve haklı. Ancak İslam hukukunun her zaman ahlaklı ve medeni olmadığını zaten biliyoruz. Umuyorum ki ülkesini bir parça da olsa medenileştirmek için adımlar atan Kral Abdullah mahkemenin verdiği bu kararı bozar ve saldırgana medeni bir ceza verir.

Lanet Ateistler!

Bill Gates ve Warren Buffet, günümüzün en zengin adamlarından ikisi. Kişisel servetleri milyar dolarlarla ölçülüyor ve Bill Gates yıllarca dünyanın en zengin adamı ünvanını korudu.

Gates Microsoft’tan emekli olduktan sonra eşi Melinda ile Bill ve Melinda Gates vakfını  kurarak hayır işleri için çalışmaya başladı. Özellikle Afrika’daki en büyük problem olan sıtmaya karşı çabalarıyla öne çıkıyorlar. Gates ateist.

Warren Buffet Amerikalı bir iş adamı. Buffet geçtiğimiz aylarda tüm servetinin (47 milyar dolar civarı) 99%unu hayır kurumlarına bağışlama sözü verdi. Buffet, ateist.

Buffet ve Gates

Gates ve Buffet güçlerini ve etkilerini birleştirerek Amerika’nın en zengin kişilerini servetlerinin yarısını hayır işlerine bağışlamaları için ikna etmeye çalışıyorlar. Forbes en zenginler listesinde bulunan 38 süper zengini ikna ettiler bile. Toplanan para 100 milyar dolardan fazla. Hedef 600 milyar dolar.

Bu iki ateist kimsenin doğru dürüst yardım etmeye çalışmadığı insanlara yardım etmeye çalışıyorlar. Bugüne kadar belki hiç kimsenin yapmadığı kadar güçlü bir şekilde hem de.

Gates vakfının sıtma aşısı geliştirilmesi için sağladığı kaynaklar meyvesini vermiş görünüyor. Gates vakfının 50 milyon dolar başlangıç bütçesi sağladığı ve toplamda 200 milyon dolar bağış yaptığı Path isimli kuruluş GlaxoSmithKline ortaklığıyla etkin bir aşı geliştirdiğini açıkladı. Yeni geliştirilen sıtma aşısının etkili olduğu ve 2011’de piyasaya sürülebileceği açıklandı. Her yıl 1 milyon kişiyi öldüren hastalığın yer yüzünden silinmesine bir adım daha yaklaştık. Bu gelişmede önemli bir rol oynayan kişi de bir çok inananın ahlaksız, güvenilmez, kötü niyetli ve aptal olarak değerlendireceği bir ateist.

Peki Kilise, ya da Yahudi din otoritleri, ya da İslam alemi acı içerisinde yaşayan bu kıta için ne yapıyor? Katolik kilisesi prezervatiflerin kötü olduğu yalanını yayarak  AIDS ve benzeri şekilde bulaşan hastalıkların daha da çok bulaşmasına sebep oluyor. Yahudiler zaten kendileri harici kimseyi umursamıyor ve İslam alemi daha Pakistan gibi aynı dini paylaştıkları “din kardeşleri”ne yardım etmekten aciz. Dinin Afrika için yaptığı yegane şey, zaten zar zor birbiriyle geçinen kabileleri birbirinden daha da uzaklaştırarak acılara sebep olmak.

Yani insanların hayatlarını kurtarmak bilim adamlarına ve ateistlere düşüyor.

Lanet bilim adamları ve lanet ateistler! Hayat kurtarmaya çalışıyorlar!

Kozmolojik Argüman

Tanrı’nın varlığına dair sunulan argümanlardan birisidir Kozmolojik Argüman. “İlk hareket” argümanı olarak da tanımlanır. Çok basitçe şu şekilde formüle edilebilir:

Başlangıcı olan her şeyin bir sebebi vardır. Evrenin bir başlangıcı vardır. Evreni başlatan bir sebep/ilk hareket vardır.

Elbette argüman burada bitmez. Arkasından gelir:

Bu ilk hareket, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten Tanrıdır.

Elbette burada da bitmez, dine göre şu şekilde biter:

O Tanrı da Allahtır.

Kozmolojik Argüman’ın tarihine girmeyeceğim, çok merak eden wikipedia’dan okuyabilir. Konumuz için çok önemli değil. Pratikte bu argüman hem kendi içerisinde hem de bilinen bilimsel gerçekler ışığında zayıf bir argümandır. Madde madde ele alalım:

1-Evrenin oluşumunda bir “ilk hareket”in gerekliliği

İçinde bulunduğumuz ve yaklaşık 13.7 milyar yıl önce Big Bang adı verilen olayla oluştuğu düşünülüen Evrenimizin gerçekten nasıl oluştuğuna dair bir bilgimiz mevcut değil. Teoriler elde bulunan verilerden hareket ederek gerçeklere uyan modeller sunmaktalar. Big Bang de bunların en geniş şekilde kabul göreni. Zira hala devam eden bir genişleme söz konusu, ve bu genişlemenin bir başlangıcı olması gerekiyor. Peki Big Bang’i meydana getiren şey nedir?  Birazdan değineceğiz.

Başlangıcı olan tüm olayların bir “ilk hareket”e ihtiyaç duyduğu iddiası iki açıdan problemli.

a) İlk harekete sebep olan hareketin ne olduğu sorusunu cevapsız bırakıyor. Burada “ilk hareket” olarak anılan şeyin fizik kanunlarına (en azından Newton fiziği) uymamasına rağmen niye böyle olduğu cevaplanmıyor. “İlk hareket nasıl oluyor da bir başka harekete ihtiyaç duymuyor? -Öyle işte, o ilk hareket de ondan” gibi bir cevaptan öteye gitmiyor bu açıklama. Special Pleading ya da mazeret safsatası olarak bilinen mantıksal hata yapılıyor. Bir şeyi açıklarken, aynı şartlara uymayan başka bir şey kullanılıyor.

b) Bir ilk hareketin gerekliliği gözleme ve tümdengelime dayanıyor. Dünyadaki olayları gözlemleyen insanlar, bir ittirici olmadan hiç bir şeyin hareket etmediğini gözlemlemiş ve tümevarımla vardıkları kanıyı kullanarak tümdengelim yapmışlar ve Evren’nin de bir ilk harekete ihtiyacı olduğuna kanaat getirmişlerdir. Halbuki Evren’in bilinmeyen/gözlemlenemeyen yerlerinde başka şartlar geçerli olabilir. Fizik kanunları bizim Dünyamızda işlediği gibi işlemeyebilir.

Ki aslında tam olarak bu gerçekleşmiştir. 20.yy’da Kuantum fiziğinin anlaşılmasıyla görüldü ki atom altı parçacıklar, hiç bir etkene ihtiyaç duymadan hareket etmekteler. Sürekli olarak hem de. Bunu şuna benzetebiliriz – normalde masanın üstünde duran bir saksı yere düşmüşse onu bir şeyin düşürdüğünü varsayarız (köpek, kedi, rüzgar, çocuk vs). Ancak bu saksı kuantum evreninde var olsa idi o zaman saksı kendi kendine masadan düşebilir, tam yere çarpacakken hızla sola doğru uçabilir ve 2 metre gittikten sonra aniden yukarı fırlayarak tavana yaklaşabilir ve tam çarpacakken yine yön değiştirerek pencereden uçup gidebilirdi. Atom altı parçacıkların bu şekilde (şizofren davranışlar göstererek) hareket ettikleri defalarca gözlemlenen bir olay.

“-E peki o ilk atomaltı parçacıklar nereden gelmişler? Mutlaka onları da yaratan bir varlık olmalı?”

sorusu bu aşamada sıradaki sorudur.

Evren oluşmadan önce (Big Bang’den önce) tam anlamıyla bir vakum olduğunu düşünelim. Ne atom, ne atom altı parçacıklar hiç bir şey yok. Ancak burada yine Kuantum fiziği sayesinde anlaşılan başka bir doğa olayı söz konusu o da Kuantum Dalgalanmaları adı verilen olay. Bunlar çok kısa süren minik enerji patlamaları ve bunlar da şizofren atomlar gibi defalarca gözlemlenmiş şeyler. Vakumda durduk yere hiç bir şey yokken minnacık enerji patlamaları gerçekleşiyor.

“E tamam da bu enerji patlamaları nasıl gezegen olmuş yıldız olmuş? Yoksa onlar da mı Darwin’in dediği gibi evrim geçirdiler?”

de bir sonraki sorudur.

Hayır, evrim geçirmediler. Öncelikle bir noktayı açmak gerekiyor. Evrendeki toplam enerji miktarı. Tüm gezegenler, yıldızlar, toz bulutları, kuyruklu yıldızlar, gaz gezegenleri ve anlayamadığımız tüm diğer gök cisimleri ve o gezegenlerde var olan her şeyin toplam enerjisi “0” (sıfır). “Nasıl yani?!?” diye soracaklar olacak,

Çok basit. Evrende madde olduğu kadar anti-madde mevcut ve bu ikisinin toplamı sıfır yapıyor. Yani kuantum dalgalanmalarından bir tanesi, madde anti-madde dengesini (vakum) bozduğu için Big Bang meydana geldi. Big Bang sonrasında maddeler yıldızlara dönüştü, yıldızlardan kopan paçacıklar da dünyaya dönüştüler.

Bu konuyla ilgili çok güzel bir sunum videosu var – Profesör Lawrence Krauss’un sunduğuı “Universe from Nothing” sunumu. Sunum İngilizce ve bir saat kadar sürüyor. Ancak izle(ye)meyecekler için özet geçmek gerekirse Prof Krauss bu kuantum dalgalanmalarıyla meydana gelen Big Bang’i ve Evrendeki enerji toplamının nasıl madde ve anti-madde olarak ikiye ayrıldığını ve toplamlarının sıfır olduğunu güzelce anlatıyor. İngilizceniz ve 1 saatiniz varsa bu ufuk açıcı sunumu izlemenizi tavsiye ederim.

Özetleyecek olursak, bir ilk hareketin gerekliliği argümanı, hem o “ilk hareket”i harekete geçiren bir önceki sebebi açıklamadığı için, hem de Kuantum seviyesinde ittirici bir harekete ihtiyaç duymadan meydana gelen atom hareketleri var olduğu için (ve bu hareketler Big Bang’i gayet güzel açıklayabildiği için) geçersiz bir argümandır.

2- İlk hareketin kimliği

Bu noktada eğer kozmolojik argümana ciddi bir itiraz gelmezse, “ilk hareket” adı verilen şey bir anda “Tanrı” statüsüne yükselir. Halbuki burada iddia sahiplerinin ispatlamaları gereken bir kaç şey vardır – ilk harekete sebep olan şeyin bilinçli bir varlık olduğu ve Evren’in başka türlü bir olayla değil de bilinçli varlık tarafından oluşturulduğunu ispat etmeleri gerekir. Eğer bu iddiayı bir şekilde ispatlayabilirlerse o bilinçli varlığın aynı zamanda bir Tanrı (mucizeler yapabilen, fizik kanunlarını askıya alabilen, sonsuza dek yaşayan, ne bileyim her şeyi bilen her şeye gücü yeten) olduğunu ispatlamaları gerekmektedir. Diğer bir deyişle üstün bir ırk değil, zeki bir robot değil, bir Tanrı olduğunu ispatlamaları gereklidir.

Bu noktada eğer ciddi karşı argümanlar yoksa, iddiayı dile getiren kişi otomatikman “Tanrı” figürünü inanmakta olduğu dininin tanrısının ismiyle değiştirir. Tanrı Allah’a dönüşebilir, Yahveh’e dönüşebilir, Zeus’a dönüşebilir ya da Uçan Spagetti canavarına dönüştürebilir, ancak geçek olan bir şey var ki o da şu: Evreni başlatan Tanrı’dan Allah’a geleceksek, arada bunun doğru olduğunu gösteren çok sağlam deliller olmalıdır. Yani şu şekilde bir diyagram çizilebilir

İlk hareket / Kanıt (ilk hareketin varlığına dair kanıt) / ilk hareket = tanrı? / kanıt (ilk hareketin gerçekten Tanrı olduğuna ve atıyorum uzaylı bir üstün ırk olmadığına dair kanıt) / tanrı = Allah / Kanıt (İlk hareketi gerçekleştiren Tanrı’nın aynı zamanda Kuran’ı da gönderen Allah olduğuna dair kanıt).

Bu kanıtlar geldikten sonraki adım : İddianın prensipte kabul edilmesi. Niye 100% kabul etmiyoruz? Çünkü gerçekte ne olduğunu (Big Bang’e neyin sebep olduğunu) asla bilemeyebiliriz. Eğer üstteki gibi kanıtlar getirebilen bir din olursa, o zaman argüman geçerli olmuş oluyor.

Özetleyecek olursak :

1- İlk hareket 100% gerekli olmayabilir. İlk harekete ihtiyaç duymadan hareket eden atomlar ve yokluktan ortaya çıkan enerji patlamaları mevcut ve bunlar Big Bang’in oluşmasında önemi bir yere sahip olabilirler. Ola ki bilinçli bir ilk hareket var, bu durumda teist görüşlü kişinin o ilk bilinçli hareketin bir uzaylı değil de Tanrı olduğunu, spesifik olarak da inandığı dinin tanrısı olduğunu ispatlaması gereklidir.

Diğer bir deyişle, eğer Teist (Allah’a inanan ve dini takip eden) bir görüşünüz varsa kozmolojik argümanı Tanrınızı isptlamak için mümkün mertebe kullanmayın, hayalkırıklığına uğrarsınız.

Abiyogenezin olasılığı

Zaman zaman abiyogenezin gerçekleşme olasılığının hesaplandığı forum yazıları, makaleler ve benzeri yazılarla karşılaşıyorum. Çoğu zaman şu şekilde formüle ediliyor bu yazılar :

“Bir enzimin şans eseri bir araya gelmesi o kadar küçük bir ihtimal ki, bu sebeple abiyogenez imkansızdır”.

Bu iddiaya bir de Astrofizikçi Fred Hoyle’un yaptığı bir hesabı da eklerler ki daha elle tutulur görülsün.

Ancak burada çok basit bir hesap hatası yapılmaktadır. Ve evet ünlü astrofizikçi Hoyle bile bu hataya ortak olmaktadır.

****Okumaya üşenenler için özet****

Dünyadaki yaşamın cansız minerallerin “canlı” olarak kabul edilebilecek olan kendi kendini kopyalayan sistemlere dönüşme ihtimaline dair yapılan olasılık hesapları hem biyolojik hem de matematiksel olarak hatalı oldukları gibi, abiyogenez teorisinde bulunmayan iddiaları hedef aldığı için – diğer bir deyişle saman adamı argümanı olduğu için – yanlış ve geçersizdir.

****Okumaya üşenenler için özet****

Buradaki problemler şu şekilde özetlenebilir:

1-Olasılık hesapları, rastgele olaylarla ortaya çıkmış modern bir protein ya da bakteri baz alınarak yapılmaktadır, halbuki Abiyogenez Teorisi bunu iddia etmemektedir.

2-Olasılıkçı hesaplar yaşam için belli ve sabit bir sıralamaya sahip belli sayıda proteinlerin var olması gerektiğini iddia etmektedirler. Bir nevi indirgenemez komplekslilik iddiası vardır.

3-Hesaplar eş zamanlı (simultane) denemeler yerine teker teker ve sırayla yapılan denemelerin olasılığını hesaplamaktadır.

4-Olasılık hesabı terimini yanlış anlamışlardır.

5-Rastgele sıralamalarda var olan ve işlevi olan enzim ve ribozomların sayısını ciddi bir şekilde hafife almaktadırlar.

Hoyle’un hesaplarına göre 300 amino asit uzunluğunda hayali bir proteinin rastgele olaylar sonucunda oluşması olasılığının 1/20 üzeri 300 olduğu söyleniyor. Ya da 2.04 x 10 üzeri 390’da bir ihtimal – ki bu ihtimal gerçekten pratikte imkansız görünüyor. Buna bir de 400 benzer enzimin oluşma olasılığı şeklinde baktığımızda sayı daha da büyüyor. Bu sonuç da en basit organizmaların bile rastgele var olması ihtimalinin imkansız olduğu izlenimini uyandırıyor.

Öncelikle, biyolojik polimerlerin (monomerlerden oluşan enzim ya da ribozom) oluşması kimya ve biyokimya kanunlarına bağlı bir olaydır – yani rastgele değildir. Bunu biraz açmak iyi olur.

Nasıl ki suyun deniz seviyesinde 100 derece santigrata kadar ısıtıldığında kaynadığını biliyorsak benzer kimya kanunları burada da işlemektedir. Belli maddeler, belli ortamlarda belli maddelerle bir araya geldiğinde belli bir tepki vermektedirler, belli bir değişime uğramaktadırlar. Yani rastgele bir nokta şu aşamada yok. Bu aşamada rastgelelik olduğunu iddia eden insan suyun aynı ortamda bazen 90 derecede bazen 110 derecede kaynadığını iddia etmektedir.

İkincisi, modern abiyogenez teorilerine göre ilk “yaşayan şeyler” çok çok daha basit yapılardır. Teoriye göre ilk yaşayan yapılar Protobakteri hatta bunlardan önce gelen pre-protobakteri (ya da diğer isimleriyle protobiont veya progenote) bile değil, 30-40 al ünite uzunluğunda moleküllerdir. Bu basit moleküller yavaşça evrimleşerek kendi kendini kopyalayan (çoğalan) sistemlere ve sonra da basit organizmalara dönüşmüşlerdir.

Altta karşılaştırma yapılabilmesi için basit molekül ve modern bakteri temsili resimleri görülebilir. Alttaki şekildeki soldaki HypUrCell olarak işaretlenen ufak sarı nokta üstte detaylandırılan basit moleküldür.

Konuyu çok fazla teknikleştirmeden söyleyebiliriz ki, Hoyle’un artık meşhur olmuş “hurdalıktaki Boeing 747” örneği abiyogenez teorisinin söylediğiyle hiç bir alakası olmayan bir benzetmedir.

Konuyu daha basit bir şekilde ifade edebilmek için yaratılışçı/olasılıkçı görüşün anladığı şekliyle abiyogenez teorisi şöyle bir şey iken:

Basit kimyasallar>>>>>>>>>>>>>>>>>>bakteri

Abiyogenez teorisinin söylediği en basit haliyle şu şekildedir:

Basit kimyasallar >>> polimerler >>> kendini kopyalayan polimerler >>> hypercycle>>>protobiont>>>bakteri

Buradaki her adım yapıda artan bir karmaşıklığı da yanında getirmektedir. Kimyasallar bir “atlama” yapmak yerine adım adım organizma olma yolunda ilerlemektedirler.

Görünen o ki spontane bir şekilde kimyasalların bakteriye dönüştüğü fikri 1803 yılından kalma ve Lamarck‘tan kaynağını alan bir fikir. Yani yaratılışçılar, 200 yıllık bir fikri ele alıp bugünün kabul gören teorisiymiş gibi gösterip bilimi güya eleştirmeye çalışıyorlar.

Sıralanmış proteinler

Bir başka iddia da 400 proteinin sıralanmasına dair. Bu iddia basitçe diyor ki “organizmanın yaşayabilmesi için bu 400 proteinin sırasının sabit ve değişmez olması gereklidir. Bu sıralamanın rastgele bir şekilde bu hale gelmesine imkan yoktur, kesin işin içinde bir üstün bilinç vardır”.

400 protein sayısı modern bir organizma olan “myobacterium”dan gelmektedir. Daha önce de söylediğimiz gibi bu rakam ilk organizmalar için çok çok daha küçüktür. Ancak buradaki esas önemli nokta “sıralamanın değiştirilememesi” iddiasıdır. Bu iddia tamamen yanlıştır. Bir çok proteinde amino asitlerin başka amino asitlerle değiştirilebildiği alanlar mevcuttur. İşlevsel olarak muadil olan moleküllerin 30-50% civarı amino asitleri farklılık gösterebilmektedir. Diğer bir deyişle yapısal olarak birbiriyle aynı olmayan solucan proteinlerini insan proteinleriyle değiştirebilirsiniz ve organizmalar normal hayatlarına devam edebilirler.

Yeni başlayanlar için Yazı-Tura ve makromoleküler kurulum

O halde yaratılışçıların iddialarını ciddiye alalım bir peptidin rastgele aminoasitlerle oluşumuna bakalım. Örneğimiz 32 aminoasit uzunluğunda olsun ve bir enzim olsun.

Bu enzimi birbiri ardına rastgele denemelerle elde etme olasılığı 1 / 20 üzeri 32 oluyor (20 sayısı doğada doğal olarak bulunan amino asitlerin sayısı). Ya da 4.29 x 10 üzeri 40’ta bir.

Burada önemli bir noktayı netleştirmemiz gerekiyor. Bu da olasılıkları nasıl algıladığımızla ilgili. Birisi bize bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin milyonda bir olduğunu söylediği zaman aklımıza gelen şey, o şeyin gerçekleşmesi için bir milyon deneme yapılması gerektiğidir. Halbuki bu doğru değildir.

Basit bir deneme yapılabilir. Elinize bozuk para alın, 4 kere yazı tura atın ve sonuçları yazın. Acaba 4 kere ard arda tura gelmesi için kaç kere yazı tura atmanız gerekir?

Normal olasılık hesabıyla 4 kere tura gelmesi ihtimali 1 / 2 üzeri 4 yani 1 / 16. Diğer bir deyişle 4 kere tura getirebilmek için 16 kere deneme yapmamız gerekli. Ancak denemelerimde 4, 9, 18, 3 tekrarda 4 tane turayı tutturdum. 1/16 ya da 1/10 üzeri 40 bir olayın gerçekleşme ihtimalini söylese de o olayın tam olarak hangi denemede gerçekleşeceğini söyleyemez. İlk denemenizde 4 tura tutturabilirsiniz. 4.29 X 10 üzeri 40’ta 1’lik bir ihtimalde de ulaşmaya çalıştığımız sıralama erken bir denemede oluşmuş olabilir. Ancak hepsi bu değil.

İncelediğimiz olasılık, tek tek yapılan sıralı denemeleri temel alıyor. Ancak gerçekte meydana gelen şey sıralı tek bir deneme değil, aynı anda gerçekleşen milyarlarca deneme. İlk basit organizmalar ortaya çıktığı zaman dünya üzerindeki ortam buna fazlasıyla olanak tanıyor. Sıcak sular, okyanuslar ve kimyasallar – ne gerekiyorsa var.

Değişik bir örnek verelim. Bir kişinin her hafta tek bir kolon sayısal loto oynadığını varsayalım. Bu kişinin doğru numarayı tutturma ihtimali 1/14 milyon civarıdır. Çok küçük bir olasılık. Ancak her hafta birilerine sayısal çıkıyor. Bunun sebebi ise her hafta oynanan kolon sayısının genellikle 15 milyon civarı olması. Yani çok uzun zaman alacak olan doğru sayıları tutturma ihtimali, çok fazla deneme aynı anda yapıldığı için çok daha az sürede (genellikle tek çekilişte) meydana geliyor.

Yazı tura örneğine dönelim. Kendi başınıza 4 kere tura tutturmak için yaptığınız denemelerin süresini düşünelim. Diyelim ki 1 dakikada 4 kez yazı tura atabiliyorsunuz. 16 kere denemek 4 dakikanızı alır. Şimdi 16 tane arkadaşınızın olduğunu ve aynı anda yazı tura attıklarını düşünelim, o zaman 4 kere tura tutturma olasılığı 1 dakikanın altında gerçekleşir. Eğer yazı tura atarak milyarda bir olasılığa sahip bir sıralamayı denemek istiyorsanız Çin’in nüfusu kadar insana yazı tura attırın, olasılığın hızlıca gerçekleştiğini göreceksiniz.

4.29 X 10 üzeri 40 rakamına dönelim. Bu büyük bir rakam, sizce 500 milyon yılda ilk kendi kendini kopyalayan yapıyı oluşturmak için gereken sayıda molekül var mı?

Evet, 1 kilogram amino asit (arjinin) 2.85 X 10 üzeri 24 moleküle sahip. Bir ton arjinin 2.85 X 10 üzeri 27 moleküle sahip. Eğer her amino asit türünden bir kamyon dolusu miktarı bir göle boşaltırsanız, 2 hatada 55 amino asit uzunluğunda proteinlerin oluştuğunu düşünürsek 40-50 senede örneğimizdeki organizmayı (en başta olasılık hesabı yapılan 300 amino asit uzunluğunda 400 proteine sahip organizma) oluşturacak kadar çok moleküle sahip olursunuz.

Peki bu durum ilkel Dünya’yla nasıl ilişkili? İlkel Dünya’daki okyanusların hacmi 1x 10 üzeri 24 litre olarak tahmin ediliyor. Eğer 1x 10 üzeri -6 Mollük bir amino asit çözeltisini baz alırsak o zaman aşağı yukarı 1 x 10 üzeri 50 civarı potansiyel başlangıç zincirimiz var demektir – buna göre de bırakın bir milyon seneyi, bir senede bile 10 üzeri 31 etkin peptid ligası oluşabilir. Kendini kopyalayan ilkel gövdelerin oluşması 4.29 x 10 üzeri 40’ta bir gibi düşük bir ihtimalle bile hızlıca gerçekleşebilir – ki hatırlatmak gerekir ki gövdenin denemelerin erken safhalarında oluşma ihtimali de mevcut.

Bir sıralamayı oluşturmanın 1 hafta sürdüğünü varsayalım. O zaman  herhangi bir cytochrome C proteini (mümkün olan 101 peptidin yarısıyla birlikte – ki bunların çoğunluğu fonksiyonel proteinler olacaktır) bir milyon yılı biraz geçkin bir sürede oluşabilir.

Samanlıkta kaç tane iğne var?

Herhangi bir küçük enzimi oluşturmanın yaratılışçıların iddia ettiği kadar düşük olasılığa sahip olmadığını gördük. Yanlış anlaşılan bir başka nokta da rastgele amino asit/nükleotid eklemelerinin tek bir enzimi oluşturma olasılığının düşüklüğüne ek olarak bir çok enzimin oluşması ihtimalinin çok daha düşük olduğudur.

Fakat Ekland’ın yaptığı analizle görülüyor ki, 220 nükleotid uzunluğundaki RNA sıralamalarında 2.5x 10 üzeri 112 sıralama işlevi olan ligazlar oluyor. Daha önce sadece yapısal olarak işlevli olduğu düşünülen bir şey için hiç de fena değil.

Son paragrafı birazcık daha basitleştirirsek, daha önce sanılan şey örnekteki 220 nükleotid uzunluğunda bir RNA’nın sadece ve sadece o yapıda iken işlevli olduğu ve indirgenemez bir karmaşıklığa sahip olduğu idi. Ancak Ekland’ın analizi gösteriyor ki yapısal olarak işlevi olan RNA’yı parçalara ayırıp incelediğimiz zaman 2.5 üzeri 10 üzeri 112 ayrı sıralama parçacığı işlevli. Yani RNA’nın parçaları bir araya gelmeden işleyebilen bir yapıya sahip ve kendilerini kopyalayabiliyorlar. Araba parçalarını söktüğünüzü ve her parçanın kendi başına da çalışabildiğini düşünün – belki araba bir aradayken yaptıkları işlevin aynısını yapmıyorlar ama yine de bir işlevleri mevcut. Örneğin dikiz aynası makyaj aynası olarak da kullanılıyor.

1 x 10 üzeri 24 litrelik okyanusumuza ve 1 x 10 üzeri -7 Mollük çözeltimize geri dönersek yaklaşık 1 x 10 üzeri 49 potansiyel nükleotid zinciri mevcut ve bir yılda makul miktarda işler RNA ligazı (1x 10 üzeri 34) bir milyon değil tek bir yılda oluşabilir. Potansiyel RNA polymerazlarının sayısı da epey fazla, zira 10 üzeri 20’de 1 sıralama bir RNA polymerazı oluyor.

Benzer şekilde 1x 10 üzeri 130 potansiyel 100 birimlik proteinde 3.8 x 10 üzeri 61 tanesi cytochrome C proteini oluyor. Peptid/nükleotid denizinde çok sayıda işlevli enzim var – samanlıkta tek değil bir çok iğne var. Bu da ilkel Dünya’daki “prebiyotik çorba”da işleve sahip enzimlerin oluşması olasılığını daha da artırıyor.

Diğer bir deyişle, amino asitlerin rastgele birleşimlerinden “hayatı destekleyen” sistemlerin (ister “önce-protein bazlı enzimler” modeli olsun, ister “önce-RNA” modeli olsun, ister “RNA-ribozom-protein ortak evrimi” modeli olsun) oluşması ihtimali düşük görünen ihtimallere rağmen “imkansız”dan çok uzak bir olasılıktır.

Sonuç olarak

Yaratılışçıların olasılık hesapları gerçekte var olmayan bir abiyogenez teorisini hedef aldığı için baştan yanlış. Dahası bu hesap istatistiki ve biyolojik safsatalarla dolu.

An itibariyle hayatın dünyada nasıl başladığını kesin olarak bilmediğimiz için bunun olasılığını hesaplamak imkansız ve anlamsız olacaktır. Bu kaideye iki istisna monomerlerin polimerlere dönüşmesi olasılığı (ki bu olasılık 1’dir) ve katalitik polimerlerin oluşma olasılığıdır (ki bunun da olasılığı 1’dir). Geri kalan adımlarla ilgili daha çok bilgiye ihtiyaç olduğu için bunların olasılığını hesaplamak doğru değildir.

****

Neredeyse tamamı Talkorigins.org’daki ilgili makaleden tercümedir. Araya konu daha net anlaşılsın diye bir kaç açıklama ve örnek ekledim.

Din size bunu da yaptırabilir

İsrail, İbrani asıllı olmayan 400 kadar küçük çocuğu “Yahudi/İbrani kimliğini korumak” için sınırdışı etmeye hazırlanıyor.

Pazar günü söz konusu kararı duyuran Benjamin Netanyahu (Başbakan) “çocukların üzüntüsünün farkındayız ancak burada Zionist endişeler söz konusu” şeklinde yorum yaptı. 23 kişilik bakanlar kurulunda karar 13 oyla kabul edildi. Red oyu veren bakanlardan kimisi “yeterince çocuk gönderilmiyor” diye karara itiraz ederken bir kısmı da (sayı belirtilmemiş) çocukların gönderilmesine toptan karşı çıktılar.

Yeni kanuna göre İsrail’e legal yollardan çalışmaya gelen yabancı ailelerin çocukları İbranice konuştukları, İsrail devlet okullarında okudukları ve 5 yıldan fazladır İsrail sınırları içinde ikamet ettikleri takdirde sürekli oturma izni kazanıyorlar. Bu koşullara hali hazırda uymayan çocuklar ise sınırdışı edilecekler.

Çocukların ay sonuna kadar ülkeyi terketmeleri isteniyor.

Elbette bu ırkçı ve ilkel fikri – Yahudi kimliğini koruma- nereden aldıklarını sorabilirsiniz. Söyleyelim – Tevrat’tan.

Yasa’nın tekrarı – 14:2 diyor ki

”   Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. RAB öz halkı olmanız için yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.”

Bu yüzden İsrailliler Yahudi olmayan çocukları sınırdışı etmiş, çok daha ilkel ülkelere ailelerinden ayırarak veya ailelerinin tüm düzenlerini yıkma pahasına göndermiş hiç önemli değil. Onlar seçilmiş halk. Rabbin öz halkı. Geri kalan hiç kimsenin bir önemi yok. Onlar topyekün bir bronz çağı masalına inanıp bugün hala masum çocuklara acı çektiren bir devlet.

Çok güzel yaptınız Benjamin, bravo.