Antropik İlke ve İnce Ayarlı Evren

Fizik ve Kozmoloji’de, Antropik ilkeye göre Evren’de gözlemlediğimiz olaylar, insanların gözlemlemesine, dolayısıyla insanların var olmasına izin verecek şekilde gerçekleşir. Diğer bir deyişle Evren, “biz”i var edecek şekilde işlemektedir. Eğer Evren’deki yasalar bu şekilde değil de, farklı olmuş olsalardı, o zaman insanlar var olmayacaklardı. Evren’deki yasaların başka türlü değil de, bu şekilde olmaları tesadüfi değildir, insaları var edecek şekilde “ince ayarlı”dır.

Antropik ilke, insan merkezli bir ilkedir. “Evren, bizi var edecek şekilde tasarlanmıştır” demenin bir başka yoludur. Antropik ilkeyi açıklarken iki önemli hipotez ortaya atılır :

  1. Multiverse, ya da çoklu evren (sonsuz sayıda ve var olabilecek tüm olasılıklar için ayrı ayrı var olan evrenler -örneğin bir evrende dünyada yaşam yokken diğer bir evrende dünyadaki akıllı canlılar kuşlar ya da insanların kanatlı olduğu bir evren gibi. Aklınıza gelebilecek her olasılık ve farklılık için yeni bir evren olduğunu düşünün)
  2. Evrene ince ayar çekerek insanlığın var olmasını sağlayan tasarımcı.

Çokluevren açıklamasında biz sonsuz sayıdaki evrenlerin bir tanesinde yaşıyoruz ve içinde bulunduğumuz evren (biz burada olduğumuza göre) hayata izin verecek doğa kanunlarına sahip. Bu hipotezde herhangi bir “insan odaklı antropik ilke”den bahsetmek biraz güç, zira elinizde 100 milyar tane anahtar olduğunu düşünün, sadece bir tanesi önünüzdeki kapıyı açarsa, orada o anahtarın o kapı için yapılmış olduğunu iddia etmemiz pek doğru olmaz.

Antropik ilkenin din felsefesi açısından bizim ilgilendiğimiz yanı, “ince ayar çeken yaratıcı” hipotezidir.

Akıllı tasarımcı ya da Tanrı, ya Evren’deki doğa olaylarına bizzat müdahale ederek olayların bizim bildiğimiz şekliyle oluşmalarına sebep olmuş, ya da doğa kanunlarını öyle bir şekilde tasarlamıştır ki, olaylar yine bizim bildiğimiz şekilde meydana gelmişlerdir. Buradaki fark önemlidir. İlk senaryoda doğa olayları başka türlü olabilecekken müdahale sonucu oldukları şekilde olmuşlardır. İkinci senaryoda ise doğa olayları, doğa kanunları sebebiyle başka türlü olamayacakları için bizim bildiğimiz şekliyle olmuşlardır. İlk senaryo Teist tanrının yapacağı bir iş gibi görünürken (bir kere müdahale eden tanrı, daha sonra da müdahale edebilir), ikinci senaryodaki tanrı modeli daha çok deist tanrıyı andırmaktadır (evreni ve kanunları yaratıp sonra kendi haline bırakan ve müdahale etmeyen tanrı, muhtemelen daha sonra da müdahale etmeyecektir). Ancak konuyu saptırmayalım, bu farkı bu yazıda görmezden geliyoruz.

Antropik ilkenin problemleri bu ilkenin pek de geçerli olamayacağını bence yeterince ortaya koymaktadır.

Evrenin şu andaki hali insanların var olmasını sağlamıştır. Ancak insanların var olmasına yol açmayacak bir evren modeli, başka türden (akıllı) canlıların var olmasına yol açmayacaktır diyemeyiz. “Eğer evrenin tek bir atomu farklı olsaydı insan var olmayacaktı” gibi bir iddia, o atom farklı olduğu takdirde insandan farklı bir akıllı canlının var olmayacağını söyleyemez.

Evren’in insanların ortaya çıkmasını sağlamak üzere “ince ayarlı” olduğunu söylemek de ince buzda yürüyen bir iddiadır. Öncelikle “insan”ın Evren’deki yerini perspektife koyalım. Bir insanın boşlukta kapladığı yer (hacim) 0,08 metreküp (80 kiloluk bir adam alırsak). Dünyanın hacmi 1,083,207,317,374 metreküp. Yani dünya 13,540,091,467,175 (13.5 trilyon) insan hacminde. Güneşin hacmi, Dünya’nınkinin 1,300,000 katı. Güneşimiz G tipi bir yıldız ve en büyük yıldız tipi olan O tipi yıldızlar Güneş’in 90 katı büyüklüğüne ulaşabiliyorlar. Sadece Samanyolu galaksisinde, bu O tipi yıldızlardan 20.000 kadar olduğu düşünülüyor. Samanyolu galaksisinde 100 ila 400 milyar arası yıldız var ve Galaksimizin iki uzak ucu arasındaki mesafe 100.000 ışık yılı, kısa ucu arasındaki mesafe de 1000 ışık yılı.

Şimdi biraz başımız dönecek. Geceleyin, gökyüzüne baktığınızı ve bozuk para kadar bir alan belirleyip o ufacık noktadan, çok güçlü bir teleskopla baktığınızı hayal edin. Sadece bozuk para kadar bir alan içerisinden baktığımızda bile bugünkü gelişmiş teleskopların gözlemleyebildiği galaksi sayısı yüzbinlerle ifade ediliyor. Gözlemlenebilir Evren’deki toplam galaksi sayısının 100 milyar olduğu düşünülüyor. İnsanın evrendeki yeri, kozmolojik boyutta düşündüğümüz takdirde, vücudunuzdaki mikroplardan bile daha küçük.

Şimdi insanların yaşayabildiğini bildiğimiz alanları bir düşünelim. Dünya’ya geri döndük. Dünya’nın sadece yüzeyinde hayat var. Yüzeyinin 71%i suyla kaplı. Kaldı 29%. Bu oranın 1/3’ü soğuk ve sıcak çöllerle kaplı. Kaldı 20%si. 10% kadarı verimli ve-veya tarım ve hayvancılık yapılabilir toprak. Kalan 10%u da verimsiz topraklar, ormanlar, dağlık alanlar vs. Yani bu kaba hesapla İnsanoğlunun Dünya üzerinde yaşamı devam ettirebileceği alan 10% civarında. Eğer demografik dağılımları incelerseniz, nüfusun büyük çoğunluğunun da deniz ya da su kaynaklarının yakınlarında yaşadığını görebilirsiniz. Yani aslında insanların türlerini devam ettirebilecekleri alan çok sınırlı. Belli bir yüksekliği geçtikten sonra ise insanların hayatta kalması imkansız. Yani atmosfer içerisinde bile, gerekli teçhizat olmadan insanların yaşamaları ya çok zor ya da imkansız. Şimdi Dünya’nın evrendeki yerini tekrar hatırlayalım. Evren’le kıyaslandığında hayatın ortaya çıktığı ve de insanların yaşabildikleri alanlar, herhangi bir “ince ayar” olmaktan çıkıp, tesadüfi bir hale geliyor.

Çok ileri gittiğimi düşünenler için başka bir kıyaslama yapayım. Her hafta çekilen Sayısal Loto’da 6 tutturma ihtimali 14 milyonda 1. Kimse sorsanız bunun bir “şans işi, tesadüfi olay” olduğunu söyleyecektir. Sadece Samanyolu galaksisinde en az 100 milyar yıldız var. 100 milyar yıldızın günümüz teknolojisiyle tespit edebildiğimiz gezegen sayısı 6 milyar kadar. Eğer 6 milyar gezegenin bir tanesinde hayat olması “ince ayar” ise, 14 milyon ihtimalde 1 tane kolonu tutturmak nasıl tesadüf olabilir? Eğer sayısalı tutturmak tesadüfi bir olay ise, 6 milyar (o da görebildiğimiz kadarıyla) gezegende hayata izin verecek koşulların oluşması nasıl “ince ayar” olabilir?

Bir başka açıdan bakalım. Evrenin yaşı 14 milyar yıl kadar. Dünya’nın yaşı ise 5 milyar yıl kadar. Hayat 3 milyar yıl kadar önce mikroskopik seviyede başladı ve 600-700 milyon yıl öncesine kadar doğru dürüst çok hücreli canlılar yoktu. 65 milyon yıl önce dinozorların (aslında belli bir boyutun üstündeki tüm canlıların) ölmesine sebep olan göktaşı çarpması olana kadar en büyük memeli fareden bile küçüktü. İnsana benzeyen memelilerin ortaya çıkması ise 7 milyon yıllık bir olay. Gerçekten “insan” olarak tanımlayabileceğimiz türün geçmişi ise yaklaşık 200.000 sene. “İnsan ortaya çıksın diye ince ayar çekilmiş” bir Evren’de, insanın ortaya çıkması için niye 14 milyar yıl geçmesi gerekiyor?

Size belki daha önce duymuş olduğunuz bir anolojiyi aktarmak istiyorum.

Bir su birikintisinin bir sabah uyanıp şöyle dediğini hayal edin:

“Bu içinde olduğum dünya çok ilginç bir dünya. Bu içinde bulunduğum çukur tam benim boyutlarıma göre. Benim şeklime tam olarak uyuyor, sanki ben gelip içine yerleşeyim diye yapılmış!” Bu fikir o kadar güçlü bir fikir ki, her gün Güneş doğmasına ve su buharlaşıp birikintiyi küçültmesine rağmen, birikinti kendi kendine “her şey yolunda, bu çukur ben içinde olayım diye yaratılmış, bu çukurun var olma sebebi benim, dünyanın var olma sebebi benim varlığım” demeye devam ediyor. Bu yüzden sonunda tamamen buharlaştığı zaman çok şaşırıyor. Bence insanlar olarak biz de aynı hataya düşmemeye dikkat etmeliyiz.

Douglas Adams

Umarım benzetmenin dehasını görebildiniz. “Evren insanlar yaşayabilsinler diye bu şekildeler” demek, aynı su birikintisinin yaptığı hataya düşmek oluyor. Evren, bize göre şekillenmiş değil. İnsanlar, Evren’e uyum sağlayacak şekilde şekillenmişler. “Dünya’nın insanların ortaya çıkabilmesi ve gelişebilmesi için gerekli ortamı tesadüfen sağlaması ihtimali astronomik bir şekilde düşük” derken insanın ve dünyanın evrendeki yerine dair perspektifimizi kaybetmişiz demektir. Yeterince büyük bir evren ve yeterince uzun zamanımız varsa, doğa kanunlarına uyduğu sürece astronomik bir biçimde düşük ihtimallerin bile gerçekleştiğini görmek bizi şaşırtmamalı.

PostScript: Kaynakları ayrı ayrı linklemeye vaktim yok ama 99% oranında Wikipedia’daki makalelerden yararlandım.

Haiti depreminin suçu Voodoo mu?

Daha önce nasıl bir hezeyan içerisinde olduğundan bahsettiğim Fethullah Gülen’in cemaatine yakınlığıyla bilinen Bugün gazetesinin Haiti depremiyle ilgili yazısı, yıllar önce pankart açıp 7.4 yetmedi mi diye soran akılsızı hatırlattı. Haber, Haiti’deki depremin Haiti’lilerin dini inançları yüzünden olduğunu iddia ediyordu.

Büyücülüğün ve satanizmin merkezinde korkunç manzaralar!
Bir yerde toplu işlenen cinayetlere toplum olarak tövbe edilmezse o bölge halkının başına bir kısım felaketler geldiğini Kuran bize söylemekte.
Haiti pek bildiğimiz bir ülke değil.
Ama ülkenin temel bilinen gerçeği halkının çoğunluğunun büyücülükle uğraşmasıdır.
Halkın dini bir tür Voodoo (Vudu) dinidir. Bir tür animizm.
Voodoo inancı Haiti’nin ulusal dinidir.
Haiti’de yasayan zencilerin büyük çoğunluğu satanist ayinleri yapar, insan kurban eder, büyü işleri ile geçimlerini sağlarlar.
Büyü ve uyuşturucu işi bir arada gider.
Ancak Haiti’deki gibi, Endonezya’daki gibi büyük felaketler bizlere olayın tıpkı Kuran’da anlatılan geçmiş kavimlerin başına gelmiş büyük felaketleri hatırlatıyor.
Bazı semtlerde, bazı bölgelerde ve bazı ülkelerde yaşayan insanların yaşantı biçimi ilâhî gayrete dokununca, o insanlara musibet indirir.
Ancak musibet umumî olarak iner. Ondan herkes etkilenir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim şöyle der:
“Bir de öyle bir musibetten korkun ki; o, yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (bu belâ başkalarına da geçer, umumî olur.) Bilin ki, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”(Enfal Süresi 25)

İslam’da anlatılan Tanrı’nın zaten kötülük yaptığını biliyoruz. Ancak Enfal suresinde bahsi geçen “sadece zulmedenlere isabet etmez” sözü, bir de Tanrı’nın gereken özeni göstermeyip çocuk bebek demeden katletmesinin kendi tercihi olduğunu söyleyerek kötülüğünü teyit ediyor.

Ya da, tanrının ağzından konuşan ilkel bir adamın kendine tabi olmayanlara karşı duyduğu nefretini tarif ediyor söz konusu sure.

İşin ilginci, aynı yobazlığı, okyanusun öbür tarafında, Amerika’da da görüyoruz. Televizyon vaizi Pat Robertson, Haiti’lilerin “şeytanla anlaşma” yaptıklarını bu yüzden de Tanrı’nın gazabına uğradıklarını iddia etmişti.

Sevgili yobaz dostlarım. Kafanızın almasının zor olduğunun farkındayım, o yüzden de basit anlatmaya çalışacağım.

Depremler, dünya ismini verdiğimiz gezegenin en dış katmanındaki büyük tabakaların hareketleri sırasında oluşan kırılmalar ve çökmeler sebebiyle oluşur. İşin içinde herhangi bir melek, tanrı, cin, uzaylı, hayalet dahil değil. Bir futbol topunu yüksek bir yerden bıraktığında nasıl yere düşüyor ve zıplıyorsa, aynı doğa kanunları yer kürede meydana gelen olaylardan da sorumlu. Bu kadar basit. Bakın şurada daha derli toplu anlatılmış. Resimler de var. Kendinizi rezil etmeden önce bir bakınmanızda yarar var.

Hadi Pat Robertson bunamış ve ne dediğinden haberi olmayan birisi diyelim. Bugün gazetesindeki haberi kaleme alan ve (utanmadan) adını yazının en tepesine asan Nuh GÖNÜLTAŞ’a ne demeli? Kendisine sormak istiyorum, madem Haiti’dekiler voodoo’cuydu, satanistti, bu yüzden deprem oldu, Türkiye’de 30.000 kişiyi öldüren deprem niye oldu? Pakistan’da 70.000 kişiyi öldüren deprem niye oldu? Orada da haberdar olmadığımız bir tür satanist dini mi uygulanıyor? Oradaki herkes Lut kavmi gibi sapkın mı?

Bu kadar saçma bir çıkarım yapılabilir mi?

Bir de işin iki yüzlülüğü var. Önce “Haiti’dekiler voodoo’cu, satanist” sonra “biz bilemeyiz Allah bilir”. E madem sen bilmiyorsun, atıp tutma be adam? Senin dediğin şey en hafif tabirle “bu kafirler voodoo yaparsa Allah da bunları böyle cezalandırır, ama yine de ben bilmem, Allah bilir. Yine de bence bir bağlantı var. Ama ben bilemem. Aslında dikkat etmek lazım.” Kendi nefretini Tanrı’nın ağzından dile getirerek kabul ettirmeye çalışma. Sıkıyorsa “ben bana benzemeyenlerden nefret ediyorum, hepsinin ölmesini çocuk bebek demeden acı çekmesini, istiyorum, öyle bir zenofobiğim” de. O zaman en azından dürüst olduğun için seni kınamam. Ama o yürek ne sende var, ne de peygamberinde vardı. İşi görülmeyen birisine havale etmek çok daha kolayınıza geldi.

Yanar döner laflar. Aba altından sopa göstermeler. Bir de iki gözyaşı dök tam olsun. Kıçını kaldırıp yardım edeceğine “Müslüman olsaydı böyle olmazdı” diye saçma ahkamlar kes. “Benim hayali arkadaşım senin hayali arkadaşını döver.” Bravo. Çok ahlaklı, pek güzel.

Pat Robertson, Haitililer şeytanla anlaşma yaptılar dedikten sonra şeytanın ağzından yazılmış şu mektup ortaya çıktı. Noktasına dokunmadan tercüme. Sanırım durumu çok güzel özetliyor.

Sevgili Pat Robertson (ya da Nuh Gönültaş, kafanıza göre),

Reklamın iyisi kötüsü olmadığını bildiğini biliyorum, o yüzden reklamımı yaptığını için teşekkürler. Ayrıca Tanrı’yı yere düşenlere tekme atan bir kabadayı olarak gösterdiğin için de teşekkürler, tamamen arkandayım. Ancak Haiti’lilerin benimle anlaşma yaptıklarını söylemen, çok aşağılayıcı. Ben kötülüğün vücuda gelmiş hali olabilirim, ama dolandırıcı değilim. Senin anlattığın şekliyle, benimle anlaşma yapmak insanları çaresiz ve sefil bir hale getiriyor. Elbette, öldükten sonra evet, ama ben insanlarla anlaşma yaptığım zaman önce dünyada bir şeylere sahip oluyorlar – cazibe, güzellik, yetenek, zenginlik, ün, şan, şöhret, altından bir keman vs. Haitililerin hiç bir şeyi, yani hiç bir şeyi yok. Ve bu depremden önceki halleriydi. “Crossroads” ya da “Damn Yankees”i izlemedin mi? Eğer Haiti’yle bir ilgim olsaydı, orada bir sürü banka, gökdelen, SUV araba, lüks gece kulüpleri, Botox gibi şeyler olurdu. 80%lik yoksulluk oranı benim tarzım değil. Karşı olduğum bir şey değil, ama benim tarzım değil. Çok iyi bir iş çıkarıyorsun Pat, ve seni engellemek istemiyorum ama beni kötü gösteriyorsun. Ve “iyi” türden kötü değil. Tanrı’yı suçlamaya devam et. O işe yarıyor. Ama beni bunun dışında tut lütfen. Yoksa seninle olan anlaşmamızı yeniden gözden geçirmemiz gerekir.

İyi dileklerimle, Şeytan.

Domuz gribi salgını kandırmaca mı?

Daha önce Domuz Gribiyle ilgili komplo teorilerinden bahseden bir yazı yazmıştım. Geçtiğimiz günlerde Avrupa Konseyi Sağlık başkanı Wolfgang Wodarg’ın “Bu salgını ilaç firmaları kar edebilmek için tehlikeli gösterdi, aslında çok da tehlikeli bir salgın değil” açıklaması, domuz gribi salgınının sahte bir salgın olduğu iddialarını alevlendirdi.

Peki bu salgın bir kandırmaca mı?

Bir salgının “Pandemik” (kıtalar arası yayılan salgın hastalık) olarak adlandırılması için gereken kriterleri gözden geçirelim. WHO’nun “pandemik” için aradığı koşullar:

  1. Nüfusun daha önce maruz kalmadığı bir hastalığın ortaya çıkışı
  2. Hastalığa sebep olan etmenin insanlara bulaşması ve tehlikeli bir hastalığa yol açması
  3. Hastalık etmeninin insanlar arasında kolayca ve devamlı olarak yayılması

Herkes domuz gribinin bu üç kriteri gayet rahat karşıladığını kabul edebilir.

Yani elimizde aşı olsa da olmasa da domuz gribi, pandemik olarak adlandırabilir. Peki domuz gribi, ilaç firmaları kar etsinler diye yaygarası bol bir şekilde mi yansıtıldı halka?

Hayır. Domuz gribinin halka yansıtılmasında kasıtlı olarak korkutma maksadı olduğunu ispatlamak zor. Bunun yerine elde olan bilgiler ışığında en kötü senaryoya hazırlıklı olabilecek şekilde yansıtıldığını düşünüyorum. Grip virüsü çok çabuk mutasyona uğrayıp tahmin edilemez şekillere bürünebilen bir virüs. Tarihte milyonlarca kişiyi öldürdüğünü bildiğimiz grip salgınları var. Domuz gribi de bulaşma ve ağır hastalıklara sebep olma özelliğiyle yüksek ölüme sebebiyet verme potansiyeline sahip bir virüs olarak görüldü, ve halk bu olasılığın önüne geçebilmek üzere uyarıldı.

Uyarılar arasında bulaşmayı azaltıcı önlemler (el yıkama, yakın temastan kaçınma, maske vs) olduğu gibi, grip aşısı da vardı. Eğer bilim, korkutucu sonuçlar doğurma potansiyeli olan bir hastalığa karşı bir aşı geliştirebiliyorsa, o zaman kimin para kazandığı burada çok önemsiz bir ayrıntı haline geliyor. Söz konusu olan şey insanların hayatları. İlaç firmaları para kazanmasınlar diye kötü sonuçlar doğurma potansiyeli olan bir hastalığa karşı geliştirilen aşıyı reddetmek, makul bir risk mi? Bence değil.

Domuz gribi salgını, beklenenden hafif de geçmiş olsa, bence gereken önlemler başarılı bir şekilde alındı ve aşılar ücretsiz olarak halka sunuldu. Devlet görevlileri “İlaç firmaları para kazanmak için yaygara koparıyor” safsatasına inanıp, aşıları insanlara sunmasa idi ve salgın korkulduğu gibi geçse idi, bu sefer suçlu kim olacaktı? Aşıları parayla satan ilaç firmaları mı yoksa tehdidi ciddiye almayan devlet görevlileri mi?

Salgın tam anlamıyla geçmiş değil. Eğer risk grubunda iseniz, ya da yakın çevrenizde risk grubunda olan (küçük çocuklar, yaşlılar, kronik hastalığı olanlar vs) kişiler varsa sağlık ocaklarında 10 dakikada ve ücretsiz yapılan domuz gribi aşısını olmanızı tavsiye ediyorum. İngilizlerin bir atasözü vardır “better safe than sorry”, yani “sonradan pişman olmaktansa önlem almak daha iyidir”.

Ontolojik Argüman

Tanrı’nın varlığına dair öne sürülen argümanlar içinde en ilginci “ontolojik argüman” adı verilen mantıksal çıkarımdır. Bu argüman’ı İtalyan keşiş St Anselm, Proslogio isimli eserinde formüle etmiştir (12.yy). Fransız düşünür Rene Descartes de bu argümandan yola çıkarak benzer bir “kanıt” ortaya koymaya çalışmıştır.

Bu argüman karmaşık gibi görünür ve genellikle eleştirisini yapmak çok kolay değildir. Hemen argümanı özetleyelim:

1- Tanım itibariyle, Tanrı gerçek ya da hayali şeylerin en mükemmelidir.

2- Ben gerçekten de muhteşem bir tanrı hayal edebilirim.

3- Gerçekte var olan bir şey, hayali olan bir şeyden daha üstündür.

4- Eğer benim hayal ettiğim muhteşem tanrı sadece hayal ürünü ise,  sadece var olarak bile hayalimden daha üstün bir tanrı olması mümkün olurdu.

5- Ancak 1. maddedeki tanım sebebiyle 4. madde mümkün değildir.

6- Bu yüzden Tanrı hayali değil gerçektir.

Herkes bu argümanın bir yerinde bir saçmalık olduğunu sezebiliyor ama tam olarak nerede bir problem olduğunu gösterebilmeye gelince iş biraz karmaşıklaşıyor.

Argümanı birazcık daha iyi anlaşılabilmesi için tekrar özetleyelim.

Ben, her açıdan mükemmel bir tanrı hayal ediyorum. Ancak ne kadar mükemmel bir hayal olsa da, gerçekte var olan bir tanrı hayal ürünü tanrıdan daha üstündür. Tanrı da tanım itibariyle en üstün ve mükemmel şey olduğuna göre, gerçekten var olmak zorundadır, zira hayal ürünü olsa idi mükemmel olmayacaktı.

Görüldüğü gibi buradaki dayanak noktası şu :

gerçekten var olan tanrı, hayal ürünü olan tanrıya göre daha üstündür.

Bu argümana karşı getirilebilecek 3 temel karşı argümanı ele alalım.

1- Bu mantık örgüsünü doğru kabul etsek ve “mükemmel varlık”ın gerçek olması gerektiğini düşünsek bile bu mükemmel varlığın dinlerin anlattığı Tanrı’yla aynı şey olup olmadığını anlayabilmemizin bir yolu yok. Teistlerin hala mükemmel varlık-İbrahimi tanrı (Allah, YHVH vs) arasındaki bağlantıyı açıklayıp kanıtlamaları gerekiyor. Aynı şekilde Deistlerin de bu mükemmel varlığın Evren’i yarattığını ispatlamaları gerekiyor. Bu ispatlar gelene kadar mükemmel varlığın herhangi bir şekilde insanların hayatlarına ya da varsa ölümden sonraki sürece bir etkisi olduğu iddiası, dayanaksız bir iddia olarak kalacak.

2- Bu argüman, hayal edilebilen hemen hemen her şey için modifiye edilerek hayali şeyi ispat etmekte kullanılabilir.

1-Süpermen, hayali ya da gerçek, gelmiş geçmiş en güçlü insandır.

2-Süpermen’in kalın metal kolonları bükebildiğini hayal ediyorum.

3-Gerçekte var olan birisi, hayal ürünü birisinden daha güçlüdür.

4- Eğer benim hayal ettiğim Süpermen sadece hayal ürünü olsa idi, sadece var olarak bile hayalimden daha üstün bir Süpermen olması mümkün olurdu.

5- Ancak 1. maddedeki tanım sebebiyle bu mümkün değil.

6. Bu yüzden Süpermen gerçektir.

Yani, Süpermen’i en güçlü insan olarak tanımlayıp, “gerçekte var olan Süpermen, hayalimdeki Süpermen’den daha güçlü olmalıdır” şartını koyarsak, tanıma uydurabilmek için Süpermen’in gerçek olduğunu söylüyoruz.

Görüldüğü gibi, epey saçma bir argüman. Ancak formülasyon olarak ontolojik argümandan hiç bir farkı yok. Süpermen’in varlığını “ispatlayan” bir argüman, Tanrı’nın varlığını ispatlasa bile ne kadar ciddiye alınabilir?

Son olarak, bu argümanla ilgili esas problem olan “varlık”ın bir özellik olup olmaması meselesine gelelim. Bu problemi tam olarak ortaya koyan kişi Kant’tır.

3- Anselm “var olma“nın, güçlülük, zeka, iyi kalplilik, komiklik vs gibi bir özellik olduğunu varsayarak ontolojik argümanı formüle etmiştir. Ancak “var” olmak, bir şeyin özelliği değildir. “Varlık”, kavram halindeki “şey”in belirleyici bir özelliği değil, sadece üç boyutlu uzayda bulunan ve kavrama ek olarak gelen, kavrama denk düşen nesneyi belirten isimdir.

Diğer bir deyişle, kavram halindeki bir şeyin gerçek dünyada nesne olarak “var” olması, o kavramın bir özelliği değil, kavrama denk gelen nesnenin mevcudiyetini gösteren bir şeydir. Bir örnekle göstereyim.

Kafanızda bir elma hayal edin. Yeşil, herhangi bir çürüğü olmayan, sapı çıkarılmış taze görünen bir elma. Şimdi de marketten alacağınız elmayı düşünün. Markette elinize aldığınız elma, kafanızdaki kavrama yeni bir şey kattı mı? Hayır. Ufak tefek farklılıklar dışında elinizdeki elma ve kafanızdaki elma aynı şey. Bu yüzden elmanın var olması, kavramsal elmaya hiç bir ekstra özellik katmıyor. Ontolojik argüman’daki “var olan tanrı ve hayali olan tanrı” ayrımı da bu sebeple anlamsız bir hale geliyor.

Bir süre yokum

hello evıribadi…

Kişisel hayatımdaki yoğunluk ve değişiklikler sebebiyle bir süre blogla pek ilgilenemeyeceğim. Belki bir kaç hafta belki bir kaç ay boyunca yeni yazı olmayacak.

Umarım işler yoluna çabuk girer ve ben de uğraşmayı sevdiğim blogumla ilgilenecek gücü ve zamanı bulurum.

Günün anlam ve önemini anlatan şu şarkı da benden sevenlere gitsin (yeni sayfada açılacak):

Pink Floyd – High Hopes

Sevgiyle kalın, aklınızı kullanın, her şeyi sorgulayın.

Ş.M.

Micheal Shermer Garip Şeylere İnanmak Üzerine Konuşuyor

Eğer görünmezse alttan “Subtitles” düğmesine basa altyazılardan Türkçe seçebilirsiniz.

Michael Shermer Amerika’da yayınlanan Skeptic dergisinin editörü. Skeptisizm, sözdebilim ve ilgili konulara dair kitapları var. Bu 14 dakikalık konuşmanın uzun versiyonu olan şu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum :

İnsanlar neden saçma şeylere inanır?