2013 Yılı M.E.B. Ders programı

Giderek distopik bir film senaryosuna benzemeye başlayan ülkemizden güzel bir haber daha. MEB’de ilk okul 5. sınıf öğrencilerinin ders programı.

Ders saatleri

Toplamda 6 saat din dersi. Buna karşın matematik 5 saat, Fen ve Teknoloji (doğal bilimler ve teknoloji bir arada) 4 saat. İngilizce 3 saat. Müzik 1 saat. Bilişim teknolojileri ve yazılım 2 saat.

Özetle, çocuklarımızı dünya vatandaşı, uluslararası ortamda rekabet edebilir bir seviyeye getirecek dersler, Din dersinin 3’te biri, 6’da biri, yarısı gibi oranlarla veriliyor.

İşin kötü tarafı, hepimizin bildiği üzere, “Hz Muhammed’in Hayatı” dersinde anlatılacak tarihi bilgiler, gerçek tarihi bilgiler değil, sulandırılmış, tatlı su müslümanlığına uygun konular olacaktır.

Örneğin Kuran-ı Kerim dersinde kölelikten, küçük çocuklarla evlilikten, ya da dünyanın düz olduğundan bahsedilmeyecek.

Ya da Din Kültürü ve Ahlak dersinde, Ahlak olarak adlandırılan davranışın din dışı (doğal) kaynaklarından bahsedilmeyecek.

Ya da Muhammed’in hayatı hakkında bildiğimiz tatsız olaylardan hiç bahsedilmeyecek.

Özetle İslam’a getirilen eleştirilerden hiç bahsedilmeyecek.

Onun yerine Kuran’daki (sahte) mucizelerden bahsedeceklerdir.

Çünkü bu eleştirilere “yalandır, bunlar zındıktır” dışında verebilecekleri doğru düzgün cevap yok.

Kuran, Muhammed ve din hakkında anlatılması gereken gerçekler – Nat Geo Wild

MEB’in haftalık 6 saat din temalı derslerinde anlatılacak olan versiyonu. Disney’den Aslan Kral

Bakınız sağ tarafta duran amca nasıl da Ebu Cehil’e, yanındaki sırtlanlar da Mekkeli müşriklere benziyor.

Ateyizler hadi bunu da açıklayın!

Çocuklara nasıl düşüneceklerini değil, “ne” düşüneceklerini öğretmeye tam gaz devam.

Hadis İnkarcılığı

Bugünlerde pek popüler bir tatlı su müslümanı davranışı, hadislerde bulunan ama bugünün ahlak ve vicdan anlayışıyla  bağdaşmayan durumların “yalandır, uydurmadır” denilerek reddedilmesidir.

Hadis inkarcılığını, hadis tenkitçiliğinden ayırmak gerekir. Hadis tenkitçiliği, kaynak ve içerik bakımından tarihi vesikalarla örtüşmeyen hadislerin ayıklanmasıdır. Tenkitçilik, daha ilk hadisçilerle birlikte başlamış ve hala sürmekte olan bir filtreleme işlemidir. Ancak burada tenkitçilerin çok dikkat ettiği bir konu vardır, ve İslam’ın kendi kuralları içerisinde baktığınızda 100% mantıklı bir yaklaşımdır. O da kendi değer yargılarının, İslam’la “gelen” değer yargılarına ters düştüğünde, meseleye olabildiğince objektif bakma amacında olmalarıdır. Bunda başarılı olurlar, olamazlar ayrı mesele. Ancak burada hoşlarına gitmeyen hadisi yalan, hoşlarına gideni gerçek diye nitelendirmemeye özellikle dikkat ederler.

Buhari hakkında anlatılan meşhur rivayet vardır; netten aynen kopyalıyorum – anlatanların yalancısıyım:

Herhangi bir hadisi kitabına yazmadan önce gusledip iki rekat namaz kılarmış. Sonra istiharede bulunup manevi bir işaret ararmış. Sonra da hadisin doğru olduğuna karar verirmiş. Kitabını bu şekilde 16 yılda yazmış. 600.000 (ALTIYÜZBİN) hadisten seçerek kitabına 9082 hadis almış.

Tenkit yapılırken tenkidi yapan kişinin önceliklerinden birisi “ben Allah’ın yolladığı peygamberin yapmış olabileceği, söylemiş olabileceği bir şeyi yalanlıyor muyum, söylemiş olmayabileceği, yapmış olmayabileceği bir şeyi ona isnat ediyor muyum, ona yüklüyor muyum” düşüncesidir. Özetle tenkid eden kişi, kendisinin Peygamber ve Allah’tan “daha iyi ve doğru” bilmediğini göz önünde bulundurarak, şirk koşmaktan korkarak tenkidi yapmaya çalışır. En azından teoride böyle.

Hadis inkarcılığı ise, gerek kişisel değer yargıları, gerek bir hadisin gerçek tarihi yansıttığından 100% emin olunamaması gibi sebeplere dayandırarak hadislerin bir bölümünü ya da tümünü reddetmektir. Buradaki kilit nokta, yani tenkid’den ayrılan nokta, ilk olarak tarihi açıdan üzerinde durulan hadisin gerçekleşmiş, veya gerçekleşmemiş olmasına dair somut kanıtları es geçmeleridir, ikincisi de tenkidin aksine, meseleleri bugünün değer yargıları ve anlayışı ile (Zeitgeist’ı ile) değerlendirip “Benim peygamberim böyle söylemiş olmalıdır” veya “benim peygamberim böyle bir şey yapmış olamaz” şeklinde olaya yaklaşmalarıdır.

Halbuki bu yaklaşımın devamındaki motiv şudur “çünkü bu benim vicdan, ahlak ve anlayışıma uygun/ters”.

Konuyu biraz açmakta fayda var.

Öncelikle hadislerin ne kadar güvenilir olduğu meselesi var. Yazdıkları bugüne ulaşmamış olsa bile, sonraki çalışmalarda kendisine referans verilen en eski İslam tarihçisi, Urwah ibn Zübeyr‘dir. Ibn Zübeyr Halife Osman zamanında doğmuştur ve ölümü 713’tür. Yine en eski tarihçilerden İbn İshak’ın doğumu 704 yılıdır. Hicret’ten 80 küsür yıl sonra. Bugün en sahih (güvenilir, hakiki) olarak kabul edilen hadis kaynaklarından Buhari‘nin doğumu Hicret’ten 194 sene sonra, Muhammed’in ölümünden 140 sene sonra, 810 yılındadır.

Özetle hadislerin, ya da İslam tarihinin güvenilirliği, zaten en baştan tartışma konusudur. Muhammed’in ölümünden 140 sene sonra, binlerce km uzakta doğmuş bir kişinin, sözlü aktarılmış hadisleri toplayıp bir araya getirmesi ve bunların hakikaten Muhammed’in ağzından çıktığı gibi aktarılması, cidden büyük bir iddiadır.

Şahsen ben, müslüman olduğum dönemlerde bile, hadislerin tamamına karşı ekstra şüpheyle yaklaşıyordum. Daha 35 sene önce ölen Amerikalı şarkıcı Elvis’in en sevdiği yemeğin ne olduğuna dair tartışmaların olduğunu hatırlayalım. Elvis, 1935’te doğdu ve 1977’de öldü. Hayatı boyunca okuma yazma bilen, TV ve radyo kullanan insanlar arasında yaşadı. Onunla yaşayan insanların bir çoğu hala hayatta. Buna rağmen adamın en sevdiği yiyeceğin fıstık ezmeli muzlu sandviç mi olduğu, yoksa tavuk kanadı mı olduğu tartışmalı.

20.yy’da yaşamış çok meşhur ve hayatının bir çok anı kayda alınan bir adamın en sevdiği yemeğin bile tartışılabildiği bir dünyada, 600lü yıllarda yaşamış ve hayatı en erken 100 sene sonra kayda alınmaya başlamış bir adamın hayatına dair detayların sağlıklı olarak bilinmesi, cidden çok zor.

Ancak;

Kuran’da, doğrudan peygamberi referans gösteren ayetler mevcut. Kuran’da olmayan ama İslam için elzem olan konular sadece hadislerde var. Bir örneği namaz. Diğer bir örneği erkek çocukların penislerinin ucundaki derinin kesilmesi. Kuran’da doğrudan Muhammed’e referans veren ayetler:

Ahzab 21:

Andolsun ki Allah’ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var, o,
size en güzel bir numune ve Allah’tan mükafat umana ve ahiret gününde mükafat
umana ve Allah’ı çok çok anana da en güzel bir örnektir o.

Nur Suresi 52

Ve kim Allah’a ve Peygamberine itaat eder, Allah’tan
korkar ve ondan çekinirse o çeşit kişilerdir muratlarına erenlerin, kurtulup
nusret bulanların ta kendileri.

Öte yandan, Kuran’da “başka kitapların yasaklandığı” ayetler de var. Acaba bu ayetler, Kuran haricinde İslam’a dair kitapları mı kastediyor, yoksa İslam’a rakip kitapları mı kastediyor? Benim nacizane görüşüm, bu ayetleri “İslam’a rakip kitaplar” şekliyle okuduğumuzda hiç bir problem olmadığı hatta, o zamanki olaylarla (Müseyleme) daha uygundur.

Ancak burada esas problem, tarihin kayda alınırken 100% doğru alınamaması, hadislerin uydurma olanlarının araya karışması değildir.

Allah’ın, yazdırdığı söylenen kitabında, bu meseleyi net bir şekilde kurala bağlamamasıdır.

Allah’ın, her şeyi bilme vasfını göz önünde bulundurursak, 140 sene sonra Buhari’nin geleceğini, ne bileyim Tırmızi’nin İslam tarihini yazacağını, ve bugün bir çok müslümanın kabul etmek istemeyeceği Benu Kureyza’da cinsel organları etrafında tüylenme başlayan çocukların “yetişkin” sayılarak diğer erkeklerle birlikte kafaları kesilerek idam edildiğini, Muhammed’in karnı ağrıyan kişilere “deve sidiği için” dediğini, bu kişiler deve çobanını öldürüp develeri çalınca ve yakalanınca onları ellerini ayaklarını kesip, sonra gözlerini oyup çöle susuzluktan ve kan kaybından ölüme terkettiğini, 6 yaşında bir çocukla evlenip, 9 yaşında onunla cinsel ilişkiye girdiğini, ya da Halife Ali’nin (Muhammed değil) İslam’dan ayrılan ve putlara tapmaya dönen mürtedleri yakarak öldürdüğünü, Muhammed’in yine mürtedleri idam ettirdiğini, evli olduğu halde zina yapan kişilere recm cezasını uyguladığını , bugün tüm dünyanın tiksintiyle karşıladığı kız çocuklarına sünneti tavsiye ettiğini  (Ebu Davud), cehennemin büyük oranda kadınlarla dolu olduğunu anlatan hadisleri de kitabına koyacağını biliyordu.

Yani bu olayların yaşanmadığını, ya da Muhammed’in olayları çok farklı yönettiğini düşünsek bile, Allah, 200 sene sonra bir kitabın yazılarak, geri kalan 1000 küsür sene boyunca bu kitabın İslam kaynaklarından sayılacağını, bir çok kaidenin bu hadis kitaplarından gelen bilgiler ışığında değerlendirileceğini, kıyamete kadar koruyacağız dediği dini bozacağını biliyordu.

Burada tatlı su müslümanları için bir problem ortaya çıkıyor.

1-Allah peygamberi öldükten bir zaman sonra peygamberin söylediği (ya da ona isnat edilen) sözlerin kayda alınıp, Kuran’dan sonra ikinci kaynak olarak kullanılacağını, bu kitapların ışığında bir çok katliam yapılacağını, küçük kız çocukların evlendirileceğini, mürtedlerin idam edileceğini be daha bir çok başka kötü şeyin yanlış bir şekilde Allah adına yapılacağını bilmiyor muydu?

2-Biliyordu da umursamıyor muydu?

3-Biliyordu ve onaylıyor muydu?

 

Hadis inkarcılığının temel motivlerinden birisi olan “benim peygamberim böyle bir şey yapmış olamaz” bakış açısı, bu kişilerin işlerine gelen hadisleri kabul edip (örneğin Muhammed’in uyuyan kediyi uyandırmamak için elbisesini kesip de kalkması gibi inceliğini, nazikliğini gösteren hadisler) işlerine gelmeyen hadisleri (yukarıda örneklerini verdiğim hadisler) reddetmelerine sebep olmaktadır. Örneğin kızlara sünneti ilkellik olarak görürken, bizzat aynı kitaptan gelen erkek sünnetini gayet doğal ve kabul edilebilir bir şey olarak görürler.

Elbette buradaki problem, neye dayanarak bir olayın olduğunu veya olmadığını söyleyememeleridir.

“Böyle bir şey hiç olmuş olabilir mi?” kulağa mantıklı gelse de, aslında belki de tarihin en dayanaksız ve zayıf argümanıdır.

Size tarihte gerçekleşmiş ve “böyle bir şey nasıl olabilmiş” dedirtecek olaylardan bahsedeyim.

10. yy; bir Viking kabile reisinin cenazesi.

Ölen reis, 10 günlüğüne geçici bir mezara konur ve o 10 günde reis için yeni kıyafetler dikilir. Reisin haremindeki cariyelerinden birisi, onunla birlikte “öte dünya”ya yolculuğa çıkmak için gönüllü olur. Bu 10 günlük sürede kıza sarhoş edici içecekler verilir. 10 gün sonra reisin gemisi karaya çekilir ve tahta sal üzerine yerleştirilir. Gemi üzerine reis için bir yatak yapılır, ve silahları, meyveler, telli bir çalgı aleti, ve şaraplar etrafına yerleştirilir. Reise yeni kıyafetler giydirilir. İki at koşturularak terletilir ve sonrasında parçalara ayrılarak etleri gemiye atılır. Son olarak bir tavuk ve horoz kurban edilir.

Bu sırada, cariye kız çadırdan çadıra giderek erkeklere cinsel ilişkiye girer. Her erkek kıza “efendine söyle, bunu ona olan sevgimden dolayı yapıyorum” der. Sonra kız kapı çerçevesine benzeyen bir dikdörtgene konur ve erkekler çerçeveyi başlarının üstüne 3 kere kaldırırlar. Kız her kalkışta gördüklerini söyler. İlk kalkışta “anne ve babasını”, ikinci kalkışta “tüm akrabalarını” ve son kalkışta “efendisini” gördüğünü söyler. Sarhoş edici içecekler sayesinde kızın bir nevi “psişik” güçler edindiği sanılır.

Uzatmayayım, kız sonra gemiye çıkarılır ve yaşlı köy büyücüsü kadın tarafından reisin yattığı çadıra (geminin üstünde bir çadır daha var) sokulur ve bundan sonra erkekler kılıçlarıyla kalkanlarını birbirine vurmaya başlarlar ve gürültü yaparlar. 6 erkek çadıra girer ve kızla tekrar cinsel ilişkiye girerler. O da bittikten sonra kızın boynuna halat dolanır, ve cadı kızın göğsüne bıçak sokarak kızı öldürür.

Sonrasında reisin akrabaları gemiyi ateşe verirler.

Nasıl? Böyle vahşice bir olay olmuş olabilir mi? Ama olmuş işte. Muhammed’den 300 sene sonra hem de.

Bir diğeri de cadı avları sırasında.

Altta Almanya’da 1626-1631 yılları arasında Würzbüg cadı avları olarak bilinen dönemde yakılarak öldürülen kişilerin listesi. Tam liste Wiki’de mevcut. Altta ise seçmece yaptığım kısa bir liste var.

Eczacının karısı ve kızı

Belediyeci Stolzenberg’in karısı, kızı ve iki küçük oğlu.

12 yaşındaki öksüz çocuk

9 yaşındaki kız çocuğu.

9 yaşından küçük bir kız çocuğu.

Aynı kızın kız kardeşi, anneleri ve teyzeleri.

12 yaşında iki erkek çocuğu.

15 yaşında bir kız.

Rotenhahn ailesinin varisi, 9 yaşında erkek çocuğu.

10 yaşında bir çocuk.

12 yaşında bir çocuk.

Johannes Junius – Belediye başkanı (bu Bamberg isimli başka bir yerde)

1630’lu yıllarda, Almanya’da, 9-10 yaşındaki çocuklar büyü yaptıkları, cadı oldukları gerekçesiyle yakılarak idam ediliyorlar. Nasıl bir vahşet? Olmuş olabilir mi? Olmuş olmaması lazım, fakat olmuş işte. İnsanların işkenceyi, kurbanın işkence dursun diye kafasından bir suç uyduracağı seviyeye kadar çıkartarak suçsuz insanları yaktığı bir dünyada yaşıyoruz.

Karınızın, kocanızın ya da küçük çocuklarınızın “cadı” diye yakıldığını düşünün. Nasıl olmuş olabilir? Ama olmuş işte.

Bu iki olay gibi sürüyle absürt olay var tarihte. Akıl almaz vahşetlerin görüldüğü, akla hayale sığmayacak acaipliklerin yaşandığı sürüyle olay var. Hatta bir çoğu bizim yaşadığımız yıllarda yaşanmış olaylar. 600lü yıllarda Arabistan’da bunların yaşanmış olamayacağını hangi dayanakla söyleyebiliriz ki? Söyleyemeyiz. Çok daha kötüsü, hem Muhammed’den önce, hem de sonra defalarca yaşanmış.

Bu yüzden “benim peygamberim böyle bir şey yapmış olamaz” argümanı, hele ki Muhammed’in peygamber olduğuna inanmayanlar için hiç bir şey ifade etmediği gibi, tarihi gerçeklerle de örtüşmeme olasılığı olan, İslami açıdan da şirk tehlikesi bulunan bir argümandır. İnançlı kişinin, İslam’ı kendi anlayışını onaylayan bir din olarak görmesine yardımcı olduğu şüphe götürmez elbette, ama mesele din olunca, içinden karpuz seçer gibi seçmece yapmanız, eğer Allah varsa benimle birlikte cehennemde yanmanız olasılığını epey yükseltecek bir davranıştır.

Siz kim oluyorsunuz da Allah’ın onaylamış olabileceği, Peygamberin yapmış olabileceği bir şeyi, bir sözü beğenmiyor, onu kabul etmiyor ve daha iyisini yapabileceğinizi iddia ediyorsunuz?

 

Gayrı-Müslimler Cennet’e gidebilir mi?

Tatlı su müslümanlığının en büyük problemlerinden birisi, hayatı boyunca iyilik yapmış, insanlara şefkatle davranmış ve sayısız insanın faydasına işler yapmış – ancak Müslüman olmayan kişilerin ahiretteki durumudur.

İslam’ı yeterince iyi bilmeyen tatlı su müslümanları, aslında her ahlaklı insanın düşüneceği gibi “yanlış dine de inansa, günah-sevap hesabı sonunda hakkı neyse o teslim edilir” şeklinde olaya yaklaşmaktadır.

Gel gelelim, Muhammed’in ağzından çıkan ve Kuran’a giren alttaki ayet, bu konuya kesin noktayı koyuyor:

Beyyine Suresi, 6. ayet : Elmalılı meali :

Kâfirler, gerek kitap ehlinden olsun gerek puta tapanlardan olsun muhakkak, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Onlar, insanların en şerlileridir.

Şu da aynı ayetin Muhammed Esed meali :

Gerçek şu ki, [bütün kanıtlara rağmen] hakikati 8 inkara şartlanmış olanlar, -ister geçmiş vahyin mensuplarından, isterse Allah’tan başkasına da ilahlık yakıştıranlardan [olsunlar]- kendilerini cehennem ateşinde kalıcı bulacaklar: onlar, bütün yaratıkların en şerlileridir.

Şu da Diyanet meali :

Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.

Buradaki temel sorun – “kitap ehli” ile “kafir”in farklı şeyler olduğunu düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Halbuki Kuran’da “İslam’ın 6 şartına inanmayan herkesin kafir olduğu” gayet net bir şekilde belirtildiği gibi, Yahudi ve hrıstiyanların da kafir olduğu da çok net belirtilmiştir.

Maide 17 – Diyanet meali:

Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir”, diyenler kesinlikle kâfir oldular.[146] De ki: “Şâyet Allah, Meryem oğlu Mesih’i, onun anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek istese, Allah’a karşı kim ne yapabilir? Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”

Tevbe 30 – Diyanet meali:

Yahudiler, “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!

Rönesans dönemi Cehennem tasviri.

Sanırım yeterince net. “Allah, onları kahretsin.” Allah’ın yegane hak kitabında lanet ettiği kimseleri cennetle ödüllendireceğini düşünmek epey zor.

Elbette, Ehl-i Kitap bile olmayan, Ateist, Hindu, Şintoist, ne bileyim Pasifik dinlerine inananların durumu daha da vahim. Kaynakları kurcalamaya üşendim, ama Sorularla İslamiyet sitesi “cehennemin tabakaları” meselesine değinerek, Ehl-i kitabın daha serin bir cehennemde yanarken, bendeniz ateistin kazan dairesinde yanacağını söylüyor.

Son noktayı koyalım: İbrahim 18 – Diyanet meali:

Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların işleri (amelleri), fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. (Dünyada) kazandıkları hiçbir şeyin (ahirette) yararını görmezler. İşte bu, derin sapıklıktır.

Tatlı su müslümanlarına bu acı haberi verdiğim için üzgünüm, ama kendilerine faydalı olan şeyleri üretmiş, icat etmiş, keşfetmiş, ne bileyim tatile gittiklerinde onlara iyi davranmış, muhabbetlerine ortak etmiş gayrı müslimlerin cennete girme ihtimali sıfır.

Müslümanlar 9 yaşında çocuğun kafasını kesiyor

İnanılması güç ancak Tayland’da ne yazık ki  gerçekleşmiş olaydır.
Özerk Müslüman bölgesi kurmak isteyen Tayland’daki Müslüman azınlık, Tayland’ın güneyinde bir süredir devam ettirdikleri saldırılarda budist bir ailenin 9 yaşındaki çocuğunun kafasını kesmiş, ailesini de asarak ya da kafasını keserek idam etmişler.
7 yılda 4000’den fazla kişi hoşgörü dini İslama inanan Müslümanlar tarafından “putperest” diyerek katledilmiş.

Midesi kaldırabilecekler için

Bu olay Tayland’da yaşanan vahşetlerden sadece birisi. Daha önce öğretmenleri hedef alarak bazılarını yakan Müslüman militanlara dair haberler de çıkmıştı:

Yine midesi kaldırabilecekler için .

Başka saldırılara dair fotograflar cihad’ın ne kadar vahşice yapıldığını gözler önüne seriyor.

Tayland’daki çatışmanın temeli 13.yy’a kadar uzanıyor. İslam’ın Uzakdoğu’ya ilk yayılmaya başladığı tarihlere yani. Ancak kavganın tek sebebi İslam-Budizm değil. Dini ayrımlar neticesinde Müslüman halkın fırsat eşitliği büyük oranda azaltılıyor. BM raporlarına göre Müslüman halk eğitim açısından Budist halka göre daha kötü durumda. Her iki tarafta da insan hakları ihlalleri var.

Ancak sadece müslüman militanlar sivillere saldırarak çocukları da hedef alan saldırılarda bulunuyor.

Elbette bunun İslam geleneğinde bir yeri var.

“Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), müşriklerin, gece baskınlarında öldürülen çocuk ve kadınları hakkında soruldu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Onlar müşriklerdendir” diye cevap verdi. Başka bir rivayette ise şöyle geçmektedir: “Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), atlı bir grubun geceleyin düşmana saldırması esnasında, müşriklerin çocuklarından isabet alanların durumu ile alakalı soruldu. Bunun üzerine şöyle cevap verdi: “Onlar babalarındandır.”

Sahihu Müslim  Şerhi, Nevevi, 12/48-50

 Peygamberleri masum çocukların öldürülmesini umursamazken, kullar niye umursasın ki?

Filistinli Ateist Blogcu Gözaltında

Bir süredir İslam karşıtı bir Facebook sayfası yayınlayan Waleed Al-Husseini kimliğinin ortaya çıkmasından sonra polis tarafından göz altına alındı.

Al-Husseini’nin Facebook sayfası kapatılınca Enlightenment of Reason (Aklın aydınlatıcılığı) isminde bir blog kurmuştu. Blogu keşfeden annesi internet bağlantısını iptal edince Al-Husseini ölümcül bir hata yaparak (biliyorsunuz İslam’dan çıkmanın cezası ölüm) bi internet kafede günde 7 saat geçirerek blogunu güncel tutmaya çalıştı. Kafe çalışanlarından birisi de bilgisayardan girilen sitelerin dökümünü polise bildirince 25 yaşındaki berberlik yapan Al-Husseini tutuklandı.

Suçu İslam’ı kötülemek. Gerçi konu İslam olunca somut tarihi gerçeklerden bahsetmek bile kötülemek gibi algılanabiliyor.

Elbette bu tipik bir İslamcı iki yüzlülüğü. Filistin’de diğer dinlere dair eleştiriler gayet rahat bir şekilde dile getirilebilirken İslam’a dair eleştirilerin bu şekilde susturulmaya çalışılması ironik. Al-Husseini blogunda şu şekilde bir beyanda bulunmuş (tercüme):

Müslümanlar bana niye İslam’ı bıraktığımı soruyorlar. Bana garip gelen şey Müslümanların İslam’ı terketme olanakları olduğundan habersiz olmaları. Herkes bu hakka sahip. İslam’ı bırakan herkesin batının ve Yahudi devletinin bir ajanı olduğunu, bu ülkelerden ve gizli servislerinden tomarla para aldıklarını sanıyorlar. İnsanların aslında fikirlerinde özgür olduklarını ve istedikleri şeye inanabileceklerinin farkında değiller.

Bu makaleyi yazarken İslam’ın Hrıstiyanlık ya da Yahudilikten daha kötü olduğunu söylemediğimin altını çizmek istiyorum. Okuyucu benim diğer dinleri İslam’a tercih ettiğimi düşünmesini istemiyorum. Dinler aptallıkta birbiriyle yarışan bir sürü saçmalık ve inanılması güç efsanelerden başka bir şey değil.

Konuyla ilgili bir Facebook sayfası kurulmuş.

Türkiye’nin çok sevdiği, çok desteklediği ve yardım etmek için hiç bir fırsatı kaçırmadığı Filistin’de din ve vicdan özgürlüğü olmaması ne kadar üzücü. Eh, ne demişler? Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Türkiye’nin yakın geçmişteki arkadaşları – Sudan, Filistin, Pakistan, İran, Brezilya. Ortaya çıkan resim endişe verici.

Göze göz, dişe diş

Maide 45:

Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.

Kuran, Tevrat’a kıyasla daha insancıl bir din kitabıdır. Örneğin Tevrat’ta “göze göz dişe diş” kaidesi 100% bir kesinlikle Tanrı’nın sözü ve emri olarak görülerek cezanın verilmesi farz olarak kabul edilir. Ya da anne babaya karşı çıkan asi çocuğun veya cumartesi günü çalışan kişinin taşlanarak öldürülmesi emredilir.

İslam, kişinin aynı zararı karşı tarafa ceza olarak verme hakkını tanımış ama “affetsen aslında daha iyi” şeklinde bir prensiple kanunu yumuşatmıştır. Yine de son sözü ilk zararı gören kişinin kendisi ya da ailesi verir.

Bu adalet anlayışına kıssasa kıssas ya da latince ismiyle Lex Talionis denir. İdam cezasını da kapsar.

Bu ilkel adalet anlayışının niye kötü olduğuna dair fikirlerimi uzun uzun yazmayı düşünmüyorum zira bir çoğunu idam cezasından bahsederken dile getirdim.

Bahsetmek istediğim şey, bu adalet anlayışının Suudi Arabistan’da bambaşka bir boyuta geçirilmiş olması. Daha önce bu kanunun kelimesi kelimesine uygulandığını görmüştüm. İran’da evlenme teklifini kabul etmeyen kadının yüzüne asit atarak gözlerini kör eden adamın gözleri mahkeme emriyle kör edilmişti. Fakat Suudi Arabistan’daki yeni bir gelişme, olayı başka bir seviyeye taşıdı benim gözümde.

Suudi Arabistan’daki bir mahkeme, hastanelerle kontak kurarak, komşusuna satırla saldırıp omuriliğine zarar veren ve sakat kalmasına sebep olan bir adamın tıbbi mudahale ile aynı şekilde sakat bırakılıp bırakılamayacağını sormuş. 22 yaşındaki Abdul-Aziz al-Mutairi, bir kavga sonrasında omuriliğinden yaralanmış ve sonrasında bir ayağını kaybetmiş. Mahkeme aynı şeyin al-Muatiri’yi yaralayan kişiye yapılması için karar vermiş durumda. Hastanelerin hiç birisi an itibariyle müdahaleyi yapmayı kabul etmiyor. Tebük’teki bir hastane ise müdahale edilerek aynı zararın saldırgana verilmesinin mümkün olduğunu belirtmiş.

Kurbanın 27 yaşındaki abisi Khaled al-Mutairi “İslam kanunu dahilindeki hakkımız istiyoruz. Göze göz – Allah sözünden daha iyi bir söz yoktur ” şeklinde demeç vermiş.

İslam hukuku açısından kurbanın ailesinin isteği legal ve haklı. Ancak İslam hukukunun her zaman ahlaklı ve medeni olmadığını zaten biliyoruz. Umuyorum ki ülkesini bir parça da olsa medenileştirmek için adımlar atan Kral Abdullah mahkemenin verdiği bu kararı bozar ve saldırgana medeni bir ceza verir.

Dinden dönmenin cezası nedir?

İrtidad olarak da bilinen İslam’dan dönmenin cezası, kısaca ölümdür. İslam’da zorlama yoktur kaidesi İslam’ı henüz kabul etmeyenler için geçerlidir, ancak İslam’ı kabul ettikten sonra dinden dönen kişi aynı zamanda “fitneci” olarak görüldüğünden cezalandırılması gereklidir.

Konuyla ilgili şu yazı daha fazla detay barındırıyor.

Hemen altta da konuyla ilgili 7 dakikalık bir video var. Konunun esas odak noktası irtidad değil, ama İslam’a inanan bir ailenin çocuğu olarak doğan bir bireyin İslam’dan vazgeçme hakkı üzerine. Türkçe altyazılı, Garajımdaki Ejder’den.

Videoyu doğrudan embed etmek yerine linklerini paylaşıyorum zira Youtube yasakları bir çok kullanıcıyı zorlamaya başladı.

2010 senesinde, bilgi ve haber alma özgürlüğünün anayasal haklarla korunduğu bir ülkede yaşadığımıza inanmak giderek zorlaşıyor.

Videonun linkleri:

http://www.youtube.com/watch?v=xrTAnbzyLos – Video’nun başlığı: Richard Dawkins: “İrtidad Etmenin Cezası Nedir?”

http://www.facebook.com/video/video.php?v=102703736447695

Video yine Garajımdaki Ejder’den.

Güneşin battığı yer

Kuran’daki Kehf Suresi 86. ayette çok ilginç iki ifade geçer : güneşin battığı yer ve güneşin battığı balçıklı su birikintisi.

Ayetin mealini bir çok değişik mealciden görebiliyoruz. Parantez içindeki ifadeler orjinalde yok. Diyanet meali şu şekilde:

Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.

Abdülbaki Gölpınarlı:

Nihâyet güneşin battığı yere gelince görmüştü ki güneş, kara bir balçığa batmada ve orada bir topluluğa rastladı. Dedik ki: Ey Zülkarneyn, istersen azaplandırırsın bunları, istersen iyilik edersin onlara.

Yine diyanet’in eski mealinde:

 Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu, kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı. ‘Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin’ dedik.

Ibn-i Kesir:

En sonunda güneşin battığı yere vardığı zaman; onu kara bir suda batıyor buldu. Orada bir kavme rastladı. Zülkarneyn, onlara azab da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin, dedik.

Tefsirlerde bu ayetlerin gerçek anlamda değil, mecazi olarak ele alınması gerektiği anlatılmakta. Yani güneşin battığı yer spesifik olarak güneşin yere ya da başka bir yere battığı yerden ziyade güneşin batıyor gibi göründüğü yer. Örneğin

Muhammed Eset tefsiri:

85 – Yahut: “derin, bol bir suya” -ki bu karşılık, pek çok lugatçiye göre (başta Tâcu’l-‘Arûs), birincil anlamı “kaynak/göze” olan ‘ayn sözcüğünün anlamlarından biridir. Tam karşılığı “[güneşi] … batar buldu (vecedehâ)” olan ama bizim “ona … dalıyormuş gibi göründü” sözcükleriyle aktardığımız ifadeye gelince, bu hususta bkz. Râzî ve İbni Kesîr, bu müfessirlerin ikisi de bu ifadede güneşin “denize dalıp kaybolması” şeklinde cereyan eden genel göz aldanmasından mülhem bir mecaz karşısında olduğumuza işaret etmektedirler. Râzî, bilimsel bir doğrulukla, bu göz aldanmasının yerin küresel olmasından ileri geldiğini ifade eder. (Burada kaydedilmesi ilginç olacak olan şudur: Râzî’ye göre, bu açıklama daha önce, H. 303 yılında -M. 915 ya da 916- ölen ünlü Mutezilî alim Ebû Ali el-Cubbâ‘î’nin halen kayıp bulunan Kur’an tefsirinde yer almıştır.)

Ya da Taberi meali ve tefsiri:

(Gide gide) güneşin battığı yere ulaşınca, güneşi, sıcak ve kara balçıklı bir gözede batıyor buldu. Orada bir kavme rastladı. Biz, Zülkalneyn’c: “Ey Zülkarncyn, onları ya cezalandırırsın veya onlar hakkında iyi davranırsın” dedik.

Âyet-i Kerimede, Züîkarneyn’in, güneşin kara balçıklı bir gözeye battığını gördüğü zikredilmektedir. Âyet-i Kerime, güneşin gerçekten bir şeye battığını değil, Zülkameyn’in, güneşi batarken görme şeklini tasvir etmektedir. Bir insan deniz kenarında durup güneşin batışını seyrettiğinde onu, denizin içine batıyormuş gibi görür. İşte Zülkameyn’in durumu da bunun gibidir.

Son olarak Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinden aynı ayet:

86-88- Nihayet güneşin battığı yere ulaştı. Yerleşmiş olduğu yerin gün batı tarafından ta sonuna kadar vardı. Tefsir bilginlerinin de yaptıkları açıklamaya göre, Okyanus denilen Atlas Okyanusunun batı kenarına ulaştı. Bu Okyanus denizinde “Halidat” ismi verilen adaların bir zamanlar uzunluk (boylam) başlangıcı olarak kabul edildiklerini kaydediyorlar. Bununla birlikte biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu tayin edemiyoruz. Özetle uzak batıya vardığı vakit güneşi (sanki) siyah bir çamura batıyor buldu. Veya “hâmiye” kırâetine göre, kızgın bir pınar içinde batıyor buldu. Tefsir bilginleri buradaki aynı, su pınarı; hamieyi balçıklı; hâmiye’yi de kızgın mânâsına tefsir etmişlerdir ki, güneşi balçıklı veya kızgın bir pınar içinde batıyor buldu demek olur. Bu şekilde bu su pınarından maksat, okyanus ve özellikle denizin ufuktaki batış noktasıdır. Batıya varıncaya kadar geçtiği memleketlerde birtakım saltanatların batışını görerek giden Zülkarneyn, uzak batıda geçtiği yolda önüne çıkan Okyanus kenarında güneşin batışını seyretmek için ufka baktığı zaman Allah mülkünün genişliği ve yüceliği içinde o koca okyanus etrafı gök ile çevrilmiş bir kuyu havzası gibi sınırlı bir su kaynağı manzarasını alıyor. Fakat içilebilecek parlak ve duru bir kaynak gibi değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez karanlık bir kuyu gibi görünüyor ve güneş bunun ufkunda batarken zayıflamaya başlayan parıltısı, allı morlu yansımalarıyla puslar içinde çalkalanarak karanlık bir batağa batıyor da, battığı nokta balçıklı bir göz gibi bulanıp kararırken aynı zamanda renk ve buharıyla kaynayan kızgın bir köz halinde bulunuyor. Demek Zülkarneyn’in vicdanında güneş batışının bıraktığı intiba bu olmuştur ki, bu müşahedenin en ibret verici mânâsı, en son bir sınırda duracağı kesin olan dünya ululuğunun sınırlı olduğunu görmek ve geçici olduğunu anlamaktır.

 Bu açıklamalar görünürde mantıklı.

Ancak ayetin manası, o zamanın coğrafya ve kozmoloji teorisini işin içine soktuğumuz zaman daha fazla tefsire, açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar netleşiyor.

Düz dünya teorisi.

Antik dünya tasviri

 

Resmi bir parça daha iyi görebilmek için üstüne tıklayabilirsiniz.

Görüldüğü gibi Muhammed zamanında Dünya, en doğusu ve en batısında cennetin temelleri olan, Güneş , Ay ve yıldızların Cenneti taşıyan kubbenin iç tarafında kalan bir şekilde hayal ediliyordu.

Bu model, Saffat suresi 6. ayetteki “Biz, en yakın göğü zinetlerle, yıldızlarla donattık.” ifadesiyle de tutarlıdır. Aynı zamanda Yasin suresi 40. ayetinde geçen “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” ayetiyle de tutarlıdır. Dünya’nın merkezde Ay ve Güneş’in de Dünya’nın etrafındaki kubbe içinde dolaştığı düşünüldüğünde Yasin 40 çok fazla açıklamaya gerek kalmadan anlamlı hale gelmektedir.

Veya Neml 61’i ele alalım. Diyanet meali şu şekilde:

“Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Hayır, onların çoğu bilmiyor!”

Şimdi üstteki resme tekrar bakalım ve ayeti tekrar okuyalım. İki deniz arasında engel gibi duran sabit dağlar.

Kuran, yazıldığı zamanın coğrafya ve kozmoloji bilgisinin sınırlarına takılmış, Dünya’yı düz sanıp merkeze yerleştirmiş, Dünya’nın yuvarlak olduğunu göstermek  Macellan’a , Ay ve Güneş’in Dünya’nın etrafında dönmediğini göstermek de Galileo’ya kalmıştır.

Muhammed’i resmetmek

Önceki haftadan beri Amerikan satirik çizgi dizisi South Park’ta Muhammed’in (2. kez) resmedilmesiyle başlayan tartışmalar devam ediyor.

Bir kaç sene önce Muhammed’i İsa, Musa, Buddha ve bir kaç başka karakterle birlikte “Super Best Friends” isimli süper kahraman takımının bir parçası olarak göstermiş ve tepki almamış olmalarına rağmen, bu sefer Comedy Central’ın sahibi Viacom’un müdahalesiyle 200 ve 201. bölümde Muhammed’in göründüğü ve adının geçtiği tüm kareler siyah bant veya bip sesiyle sansürlendi.

Kuşkusuz ki Viacom’un derdi bir kaç sene önce Danimarka’da yayınlanan karikatürlerin tetiklediği krizin bir benzerini önlemekti – ama burada ufak bir problem söz konusu.

South Park bugüne kadar sataşmadığı kutsal, saygın, sevilen kişi-kurum kalmamış ve amacı satirik komedi olan bir dizi. Hrıstiyanların, Buddistlerin, Scientologistlerin ya da karikatürize edilen 100lerce insanın yapmadığı ne vardı da sadece İslam peygamberi Muhammed sansürle korundu?

Bildiniz – Müslümanların şiddet tehditleri.

"İslam'a hakaret edenlerin kafasını kesin"

Revolution Muslim isimli bir köktendinci Müslüman Amerikan grubun sitesinde Amsterdam’da boynu kesilerek katledilen yönetmen Theo Van Gogh‘un bir resmi yayınlanarak “yaptığınız şey aptalca, sonunuz böyle olacak” uyarısı yapıldı.

Burada çok ilginç bir tutarsızlık var.

Hadislere göre insanı herhangi bir şekilde resmetmek günah. Muhammed’i resmetmek de daha çok tepki çeken bir günah. Muhammed’e saygı duymamak başka bir günah. Ancak bu “günah” tanımları İslam’ı kabul etmiş kişiler için geçerli. Etmeyenlerin bu türden bir bağlayıcı hükmü uygulamaları gerekmiyor. Hinduların kutsal dana eti yememesi ama Müslümanların kurbanda dana kesmesi gibi bir durum var ortada. Hindular “bu bizim kutsalımız kurbanda dana-inek keserseniz külahları değişiriz” diyemiyorlarsa X bir dinin mensuplarının da o dini kabul etmeyenlerin dine aykırı hareketlerine, insanlara açık bir zarar vermediği sürece karışmaması gereklidir.

Eğer müslümanlar Muhammed’in resimlerinin çizilmesine -şiddet tehdidiyle- karşı çıkıyorlarsa bu durumda Hinduların dana eti yiyenlere şiddet tehdidi, Yahudilerin cumartesi çalışan – çalışan hafif bir tanım oldu, herhangi bir iş yapan, telefona bakmak gibi – kişileri taşlayarak idam etme tehdidinde bulunma hakları doğmuş oluyor. Ve emin olun ki, dünya üzerinde günlük hayatınızda yaptığınız hareketlerin bir çoğunu günah olarak tanımlayacak kadar çok din mevcut. İşin içinden çıkmak imkansız yani. Hangi birine saygı duyup hassasiyet göstereceksiniz? Daha bugün Pakistan’daki bir berberin, bir müşterinin sakalını kısalttığı için feci şekilde dövüldüğü ve tecavüze uğradığı haberi yayınlandı. Pakistan’daki aşırı dinciler sizi dayak ve tecavüzle tehdit ediyorlar diye sakal traşı olmayı kesecek misiniz?

Ha, diyecek olursanız ki “neye inandıkları beni ilgilendirmez, resmedemezler, saygı duymaları lazımdır..” o zaman da dininize yeterince güven duymadığınız ve Tanrınıza ait olan adaleti kendinizin sağlamaya çalıştığınız gibi bir mesaj vermiş oluyorsunuz. Eğer İslam hak dinse ve Allah gerçekten Muhammed’in resimlerinin – ya da hadis’i temel alırsak insan resimlerinin – cehennem azabı gerektirecek bir şey olduğunu düşünüyorsa müslümanların yapacağı hiç bir şey Allah’ın yapacaklarının yanına bile yaklaşamaz. Ama müslümanlar meseleyi kendileri halletmeye çalışınca Allah’ın adaletini kendileri uygulamaya çalışıyor ve belki de resimlerin yasaklanmasının ilk sebebi olan “şirk” günahını işlemeye yaklaşıyorlarlar gibi geliyor bana. Bırakın, eğer Allah’ın bir derdi varsa resimle, kendisi mutlaka çözecektir – O’nun adaletli olduğunu söyleyip duruyorsunuz, ama iş pratiğe gelince sanki o güven biraz azalıyor “neme lazım biz sağlayalım adaleti de..” gibi bir ruh haline bürünüyorsunuz.

İşin çok daha ilginç yanı, 1400 sene boyunca bir çok Muhammed tasviri, resmi yapılmış. Bakınız altta bir kaç örnek var (Wikipedia’dan):

1300ler İran'da yapılmış bir resim, genç Muhammed Keşiş Bahira'yla tanışıyor

Muhammed, Hacer-ül esved'i Kabe'ye yerleştirirken.

Banu Nadir'in teslim oluşu - Muhammed at üstünde resmedilmiş.

Son resim de Amerikan Yüksek Mahkeme binasının kuzey yüzündeki “İsa’dan sonra gelen kanun vericiler-koyucular” temasındaki Muhammed heykeli:

Kanun koyucu Muhammed

İşin daha da ironik yanı, müslümanların şiddet tehditlerinin epey tepki toplamış olması ve 20 mayısta gerçekleşecek olan “Draw Muhammad Day” (Muhammed’i çiz günü) adında bir nevi bayramın oluşmasına sebebiyet vermesi. Yani müslüman tehdidi South Park’ta Muhammed’in çizilmesinin önüne geçmiş olsa da bu durumu ifade özgürlüğüne tehdit gören milyonlarca gayrı-müslim şimdi engellenmek istenen şeyi hiç akıllarında yokken yapmaya karar vermiş durumda. Hani “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek” derler ya – tam o hesap işte. Muhammed’in resimlerinin çizilmesini şiddet tehdidi yapacak kadar önemli gören marjinal müslümanların bu sebep oldukları olay karşısında nasıl bir tutum takınacaklarını şahsen merak ediyorum.

Boko Haram

Dün Nijerya’da Müslüman militanların Hrıstiyanların yaşadığı köyleri basıp kadın çocuk demeden katletmelerine dair haberle ilgili bir şeyler yazmıştım. Bir kısım medya 🙂 beni “olaylara çok sığ” bakmakla, eleştirdiğim kişiler gibi demagoji yapmakla suçladı. Saldırılar ve din arasında doğrudan bir sebep olmadığını ve bunun “içki içen paşalar depreme sebep oldu” türünden bir zırvalama olduğunu iddia edenler de oldu.

Bu sebeple Nijerya’daki olayların dini boyutlarını daha da açtığım bu yazıyı asıyorum.

Boko Haram Nijerya dilinde “alfabe haram” olarak çevrilen, esas manası “batı eğitimi haramdır” olan bir cümle. Aynı zamanda Kuzey Nijerya’daki İslami şeriatı tüm Nijerya’ya yaymayı, bilimsel eğitimi, demokrasiyi ve laik eğitim sistemini düşman ilan eden bir grubun ismi. Grup Nijerya’dan batı temelli eğitim sistemini silerek toplumu ahlaken temizlemeyi amaçlıyor ve bunun için de silahlı saldırılar düzenliyor.

Bu grup, dünya’nın yuvarlak olduğunu, suyun buharlaşıp yağmura dönüştüğünü ve tabi ki de evrimi reddediyor.

Grup, Yobe eyaletinde adına “Afganistan” dedikleri bir merkezden yönetiliyor. Grubun lideri Mohammed Yusuf, geçen temmuz polis tarafından (yargısız infazla) öldürüldü.

Nijerya’nın nüfusunun yarısı Müslüman, 40%ı da Hrıstiyan. Kalan 10%u kabile dinlerine inanıyor. Nijerya’daki dini çatışmaların son 10 yıllık zaman çizelgesine bakacak olursak:

2000: Kuzey Nijerya’da şeriat ilan edilmesine karşı çıkan gayrı müslimlerle Müslümanlar arasında çıkan çatışmalarda binlerce kişi öldü.

Eylül 2001: Jos’ta kilise ve camilerin ateşe verildiği olaylarda çıkan çatışmalarda en az 1000 kişi öldü.  

Kasım 2002:
Başkent Abuja’da yapılacak olan Dünya Güzellik yarışması, bir gazetede çıkan “Peygamber Muhammed olsa idi mutlaka bir tanesini karısı olarak alırdı” sözlerinden sonra çıkan olaylarda 216 kişinin ölmesi sonucunda iptal oldu.

4 Mayıs 2004: 630 Müslüman Fulani (göçebe) Hrıstiyan Tarok militanları tarafından Yelwa şehrinde öldürüldü.

12 Mayıs 2004: Kuzeydeki Kano şehrinde Müslüman ve Hrıstiyan militanlar sokak çatışmalarına girdi. 2 gün süren olaylarda çoğunluğu Hrıstiyan 500-600 kişi öldürüldü.

Şubat 2006: Maiduguri’de bir hafta süren olaylarda 157 kişi öldü. Taraflar yine Müslüman ve Hrıstiyan çeteler. Olaylar Müslümanlar Danimarka’daki gazetelerde yayınlanan Muhammed karikatürlerini protesto ederken çıktı.

Kasım 2008: Yerel seçimler sonrası çıkan anlaşmazlığın sebep olduğu çatışmalarda Jos şehrinde 700 kişi öldü. Taraflar yine Hrıstiyan ve Müslümanlar.

22 Şubat  2009: 11 kişinin öldüğü, 28 kişinin yaralandığı ve bir çok evin, kilisenin ve caminin ateşe verildiği olaylar sonrasında vali gece sokağa çıkma yasağı ilan etti.

26 Temmuz 2009: Boko Haram, bazı üyeleri tutuklandıktan sonra Bauchi’de saldırılara başladı. 50 kişi öldü, 100’den fazla kişi tutuklandı.

27 Temmuz 2009: Boko Haram’ın lideri Mohammed Yusuf’un yaşadığı şehir olan Maiduguri’de polis 90 Boko Haram üyesini ölü ele geçirdi. Yobe eyaletinde çatışma sonrasında 30 örgüt üyesi ölü ele geçirildi.

30 Temmuz 2009: Boko Haram lideri Yusuf öldürüldü. Kızılhaç’a göre 5 gün süren Boko Haram isyanında toplam 700 kişi hayatını kaybetti.

Aralık 2009: Bauchi’de Müslümanların palalarla polise saldırması sonrasında çıkan olaylarda 40 kişi öldü.

Ocak 2010: Hrıstiyan ve Müslüman çetelerin çatışması sonucunda yüzlerce insanın Jos şehrinde öldüğü bildirildi. Askeri birlikler şehre girince olaylar bitti.

Ve dün bahsettiğimiz olaylar var elbette.

Peki Nijerya’nın 2000 öncesi tarihine bakarsak ne görürüz? 1960larda Nijerya İngiltere’den ayrılıp bağımsızlığını ilan etti. Bu süre zarfında bir çok askeri darbe yaşandı. Askeri yönetimler, petrol gelirlerini iç ederken halkı baskı altında tutmak için sert önlemler aldılar. En son diktatör 1998’de ölünce ülke 1999’da seçime gitti. 2001’de de daha önce bahsettiğimiz şeriat ilanı gerçekleşti.

Nijerya 1800’lere kadar bir çok ufak krallığın bulunduğu bir ülkeydi. 1800lerin başına gelene kadar köle ticaretinin en büyük merkezlerindendi. İngiltere 1807’de köle ticaretini yasaklayıp donanmasını bu ticareti engellemek üzere kullandığı için köle piyasası epey zayıfladı. Burada belirtilmesi gereken şey köleleri Avrupalı beyazların yakalayıp kaçırmadıkları, siyahların yine siyahları esir edip beyazlara sattıkları. Beyazlar genellikle limanlardan pek içeri bile girmezlerdi. Köle ticareti son alıcı Amerika’nın 1860’larda köleliği kaldırmasından sonra son buldu.

Nijerya’nın devlet olma sürecinin mimarı yine İngilizler oldu. Değişik etnik kökenlerden gelen değişik yerlerdeki insanları aynı politik çatı altında birleştirme planı ise çok başarılı olmadı. Sebeplerinden en önemlisi İngilizlerin niyetinin tam bağımsızlık vermekten ziyade yerel yönetimlerin genel yönetime daha çok katılması idi. Bu da yerel değerleri korurken aynı zamanda Batı’dan gelen sosyal ve politik kavramları ve modern teknolojiyi yerleştirme şeklinde uygulanmaya çalışılıyordu. Ancak bu yöntem yüzünden kuzeydeki İslami emirliklerin gücü artarken güneydeki modern milliyetçilerin düşünceleri Avrupalı fikirlerin etkisiyle bağımsızlığa doğru gidiyordu. Elbette güçlenen kuzey emirliklerinde İslam’a ters gelen Batı değerlerine karşı bir nefret de güçleniyordu.

Çok uzatmadan – 1960’lara gelindiğinde İngiltere Nijerya’ya bağımsızlığını verdi ve 312 koltukluk bir parlamento (174 koltuk Kuzey bölgesinindi) kuruldu.

1966’dan başlayarak çok sayıda (saymaya üşendim ama galiba 10 kadar) askeri darbe sürekli hükümetlerin değişmesine sebep oldu. Son Nijerya diktatörü Sani Abacha 1993’ten 98’e kadar başta kaldı. Abacha sayısız insan hakları ihlalleriyle ve Avrupa bankalarında bulunan milyarlarca dolarlık hazine parasını çalmakla suçlanmıştı.

Dönelim Boko Haram’a.

2000lere geri geldiğimizde, tekrar demokrasiye dönmeye çalışan fakir bir Nijerya görüyoruz. İslami kuzey ve çoğunluğu Hrıstiyan güney resmin büyük parçaları. Boko Haram, daha önce de dediğim gibi batı eğitimi ve değerlerine karşı çıkan, şeriatın tüm Nijerya’ya uygulanmasını isteyen bir silahlı örgüt. Binlerce insanın öldüğü olaylara sebep olmuşlar. Geçen pazar meydana gelen olayda da baş şüpheli onlar.

Son habere göre, pazar günkü katliam Ocak ayındaki Müslüman – Hrıstiyan çatışmalarında ölen 400 kişinin intikamı niteliğindeymiş.

Öğleden sonramı Nijerya’nın son 200 yılıyla ilgili bulabildiklerimi okumaya ayırdım. Elbette buzdağının görünen kısmını bulabilmişimdir. Ancak görünen kısımdan çıkardığım sonuç, dinin Nijerya’nın şimdiki halinde çok önemli bir etkisi olduğu. İngilizlerin kontrolsüz bir şekilde aynı coğrafyada gelişmesine izin verdikleri dinsel farklılıklar yüzünden bugün bu vahşeti görüyoruz. Hrıstiyanlar ve Müslümanlar arasındaki çatışmalara benzer etnik kökenli çatışmalar aramama rağmen bulamadım. Nijerya’da 250’den fazla etnik grup yaşamasına rağmen özellikle son 50 yılda bariz bir din çekişmesi yaşanıyor. Etnik problemlerin temel olduğu bir coğrafyada aynı dine mensup olmalarına rağmen savaşan kabileler de olmasını beklerken benim bulabildiğim genellikle Müslümanlar’ın Hrıstiyanlarla çatışması.

Eğer bu konuda daha çok mesai harcayıp daha sağlıklı bilgi verme zahmetine girecek birisi varsa, buyursun versin. Benim görebildiğim kadarıyla durum ortada.

Din, her şeyi zehirlediği gibi Nijerya’yı da yeterince zehirlemiş. Zehrin yaraya dönüştüğü yer de Boko Haram örgütü.