Akupunktur işe yarar mı?

Akupunktur yıllardır ülkemizde ve muhtemelen yüz yıllardır uzakdoğuda uygulanan bir tedavi şekli. Elbette bir şeyin sadece eski olması onu etkin yapmıyor.

Akupunktur’un işe yararlığına dair test yapmanın – daha doğrusu sağlıklı test yapmanın bir zorluğu var o da çift kör deneylerin imkansız olması. Normalde hap ya da şurup gibi ilaçlarla yapılan çift kör deneylerde, bir grup hastaya gerçek ilaç verilirken bir gruba şeker hapları verilir ve ne doktorlar ne de hastalar kimin hangi ilacı aldığını bilmezler, sadece ilaç aldıktan sonraki gelişmeler kaydedilir.

Böylece plasebo etkisinin önüne geçildiği gibi doktorların bias etkisi de önlenmiş olur ve eğer verilen ilaç gerçekten etkiliyse bu durum kolaylıkla farkedilir.

Akupunkturda gerçek tedavi iğnelerle yapıldığı için bunun gerçek olmayanını yapmak çok zor. Yapılabilecek yegane şey, akupunktur uzmanlarının iğneleri doğru yere batırmasını sağlarken, plasebo grubunda iğnelerin rastgele yerlere saplanması şeklinde olacaktır. Ancak bu konuya birazdan tekrar döneceğim.

Bir ilacın etkinliğine dair testleri bir araya getiren Cochrane Reviews, X bir konuyla ilgili tüm bilimsel araştırmaları bir araya getirerek bunları tekrar inceler ve o konudaki bilimsel araştırmaların toplamının söylediği şeyi (bu ilaç etkilidir, bu tedavi etkisizdir, bu konuda birbirini yalanlayan araştırmalar var yani daha çok araştırma gerekiyor) özetler.

Cochrane Reviews’da akupunukturla ilgili araştırmalara baktığımızda şu şekilde bir tablo’yla karşılaşıyoruz *:

Vasküler demans * : Randomize kontrollü deneylerde vasküler demans hastası kişilerin akupunkturdan fayda gördüğüne dair bir kanıt yoktur.

Şizofreni *: Sınırlı bulgulardan muğlak bir sonuç çıkıyor. Bulguların bir kısmı anti-psikotik ilaçlarla beraber uygulandığında akupunktur’un faydalı olduğunu gösterirken bu çalışmalar küçük çaplı olduklarından güvenilirlikleri az. Şizofreni tedavisinde akupunktur’un faydalı olduğunu söyleyebilmek için daha detaylı ve kapsamlı araştırmalara ihtiyaç var.

Yüz felci *: Var olan çalışmalardaki düşük kalite ve bulunan hatalar sebebiyle sağlıklı sonuçlara varmak imkansız. Konuyla ilgili daha yüksek kaliteli çalışmaların yapılması gerekiyor.

Sigara bağımlılığı: Çalışmalardan akupunkturun sigarayı bırakmada yardımcı olmadığı görülüyor.

Migren: Çalışmalarından toplamından anlaşıldığı kadarıyla akupunktur migren hastalarına iyi geliyor. Ancak iğnelerin yerleştirildiği noktaların önemli olmadığı görülüyor. (Akupunktur uzmanlarının “doğru” yerlere yerleştirdiği iğneler ve rastgele noktalara yerleştirilen iğnelerin aynı etkiyi yarattığı gözlemlenmiş).

Kokain bağımlılığı: İncelenen çalışmalarda kulak akupunkturunun kokain bağımlılığını tedavi edici bir özelliği görülememiştir.

Glokom (göz hipertansiyonu): Akupunturun etkinliği görülmedi.

Tansiyona bağlı baş ağrısı: Eldeki veriler akupunkturun bu tür baş ağrılarına karşı işe yaradığını söylemektedir.

Depresyon: Akupunkturun depresyon tedavisinde işe yaradığına dair yeterli kanıt yok.

Uykusuzluk/Insomnia: Bu hastalığınt tedavisinde akupunkturun etkin olduğunu söyleyebilmek için daha kapsamlı araştırmalara ihtiyaç vardır.

Epilepsi: Akupunkturun epilepsi hastalarının tedavisinde etkin ve güvenli bir yöntem olduğu henüz ispat edilebilmiş değildir.

11 çalışmadan 2 tanesi akupunkturun etkili olduğunu söylüyor. Eğer bu iki çalışmadan rastgele batırılan iğnelerin kontrol olarak kullanıldığı deneyi pozitif sonuç olarak kabul ederseniz.

Akupunktur noktaları

Peki niye bir çok insan akupunkturun etkili olduğunu düşünüyor?

Bunun sebebini sanırım biliyorum. Yıllar önce bir kere ben de akupunktura gitmiştim. Burada diğer doktor ziyaretlerinde karşılaşmadığım bir kaç noktanın bu deneyimin etkili bir plasebo olduğu kanaatine varmamda etkili olduğunu düşünüyorum.

1-Akupunkturcular genellikle hastanın şikayetiyle ilgili bilgi alırken her türlü detayı duymak isterler. Hastalar sıkıntılarını anlatırken hem birisinin dertlerini pür dikkat dinlemesinden hoşnut olurlar hem de sıkıntılarını anlatmak kişinin psikolojik olarak rahatlamasını sağlar.

2-Akupunktur esnasında odada güzel esanslar/tütsüler yanar, rahatlatıcı müzik çalar, uzman tatlı sohbetle hastasını oyalar.

3-İğneler yerleştirildikten sonra hasta bir süre loş ışıkta bekletilir, ben 40 dakika kadar iğnelerle yarı karanlık odada New-Age müzik dinlemiştim. Bu bile kendi başına rahatlatıcı bir deneyim.

4-İğneler çıkarıldıktan sonra vücut deriye batırılan yabancı cisimlerden kurtulduğu için gevşer. Bu kısmı bilimsel olarak ne kadar doğru emin değilim, ama akupunktura gittiğim yegane seferde en çok rahatladığım an iğnelerin çıkarıldığı andı. Hemen ertesinde de iğne batırılan yerler (sırtım ve belim) masaj yağıyla ovulmuştu.

Bu türden bir deneyim elbette ki sıkıntıları olan bir insanı rahatlatan bir deneyimdir ve aslında herhangi bir tedavi edici etkisi olmasa bile akupunkturun saydığım rahatlatıcı süreci kişinin rahatlamasına sebep olan şeyin tüm süreçten ziyade sadece iğneler olduğu düşüncesine varmasına sebep olur.

Özetle akupunkturun herhangi bir tedavi edici etkisi ispatlanmadığı gibi, süslü bir plasebo olduğunu düşündürecek bir çok özelliği vardır.

Cochrane raporuyla ilgili kısmı şu makaleden tercümedir.

Pareidolia

Pareidolia, rastgele şekillere veya seslere aslında olmayan bir anlam yüklemeye verilen isimdir. Bulutları hayvanlara ya da başka şekillere benzetmek, ya da duvarlarda, yiyeceklerde ya da türlü başka doğal nesnede anlamlı şekiller, yüzler bulmak aslında beynimizin bize oynadığı bir oyundan ibarettir.

Ay'daki insan yüzü

Elbette beyin bunu boşu boşuna yapmaz. Pareidolia’nın evrimsel açıdan düşündüğümüzde çok faydalı bir işlevi vardır. Doğada saklanan düşmanlarımızı daha çabuk farketmemizi sağlar . Örneğin ormanda yürürken bir dal parçasını yılan sanmamız bizi tehlikeye karşı daha tetikte tutar. Ya da ağaçların arasında saklanmış bir yırtıcı hayvanın yüzünü seçebilmemiz (gözler burun ve ağız) yaşama şansımızı artırıcı bir özelliktir.

İlk algıladığımız şey, insan yüzüdür.

Bazen ise bu özelliğimiz biraz fazla mesai yapar ve hiperaktif bir şekilde çalışır. Hiperaktif niyet tespit etme aracı, veya İngilizce ismiyle Hyperactive Agency Detection Device adı verilen bu sistem, aslında bize yönelik bir niyeti olmayan nesneleri sanki bizi etkileyebilecek, zarar verebilecek varlıklarmış gibi algılamamıza sebep olur. Bu sistem gerçek olan tehditleri yakalamamızı kolaylaştırmasına rağmen, çoğu zaman da  yanlış alarm verir.

Bu sistem sadece insanlarda görülmez. Bir çok başka canlıda görülür. Örneğin, evinizde otururken kapıya çarpan bir şeyin sesini duyduğumuzda biz otomatikman “kim o?” diye sorarız ama nadiren “neydi o?” diye sorarız. Zira ilk tahminimiz kapıyı çalanın bilinçli bir insan/varlık olduğudur. Aynı şekilde evdeki köpek de kapıdan ses çıkaran şeyin bir dal, rüzgar, devrilen çöp kovası ya da başka bir cansız nesne olduğunu düşünmeden havlamaya başlar. Bunun sebebi de orada canlı ve muhtemelen kötü niyetli bir varlık olduğu sanrısıdır.

Mars'taki insan yüzü

 Pareidolia örnekleri günlük hayatta bolca bulunmaktadır. Bir kaç sene önce tost ekmeğinde Meryem Ana imgesi bulunmuştu. Ya da Ardahan’da dağda Atatürk silüeti oluşuyor zaman zaman. Bunlar sadece fazla mesai yapan beynimizin şekillere yüklediği anlamlar.

Meryem Ana, tost ekmeğinde

Ardahan'daki Atatürk Silüeti

Aynı şekilde duyduğumuz seslerde de benzer bir mekanizma vardır. Rastgele sesleri anlam ifade eden seslere hatta konuşmalara benzetmek de bu fenomenin bir parçasıdır. En meşhur örnek, tersten çalınan şarkılarda gizli mesajlar olduğudur. Şurada Stairway to Heaven isimli şarkının (ve bir kaç başka şarkının) tersten çalındığında satanist mesajlar vermesiyle ilgili bir yazıyı inceleyebilir, kayıtları dinleyebilir ve sözleri düzden ve tersten okuyabilirsiniz (Flash animasyonu). Elbette burada gerçekten satanist mesajlar gizli değil, sadece algımız rastgele sesleri anlamlı mesajlara dönüştürmek için fazla mesai yapıyor.

Daha önce görgü tanıklığının güvenilirliğinden söz ederken beynin nasıl sesleri ve görüntüleri algılayıp hatalar yaptığından bahsetmiştim. Bu fenomen, doğaüstü olarak tanımlanabilecek şeyler gören ya da duyan insanların yaşadıkları şeyleri gayet doğal sebeplerle açıklamamızda akılda tutmamız gereken faktörlerin en önemlilerindendir.

Görgü tanıklığının güvenilirliği üzerine

UFO’lar (ve diğer paranormal olaylar) sözkonusu olduğu zaman, olayı gören insanların tanıklıkları genellikle sunulan kanıtların başında gelir. “20 yıllık pilot gökyüzünde daha önce hiç bir yerde görmediği türden uçan nesneler gördü” ya da “boş arazide arabayla giden adam hemen üstünden inanılmaz hızla bir nesnenin ses çıkarmadan uçtuğunu gördü” şeklindeki ifadeler, UFO hikayelerinin neredeyse klişesidir. Ancak insanların tanıklığının ne derece güvenilir olduğu burada hesaba katılmamaktadır.

Genel kanı, insanların tanıklığının çok sağlam bir kanıt oluşturduğudur. Ancak hukuk sistemi, görgü tanıklarının ifadesini diğer kanıtlardan çok daha az güvenilir bulmaktadır. Görgü tanıklarının ifadeleri, bir olayın gerçekten olup olmadığını değil, tanığın o olayla ilgili anılarını yansıtırlar. Bu tanığın yalan söylediği manasına gelmez ancak algı, zaman algısı, hız, ağırlık, boyut algısı ve detayları hatırlamayla ilgili bilinen problemler dürüst de olsa bir tanığın ifadesinin güvenilirliğini azaltmaktadır.

Tanık ifadelerinin birbirinden farklılık göstermesinin nedenlerinden birisi de budur. Hepsi dürüstçe gördüğü şeyleri anlatan insanlar aslında gerçekte var olanı değil gördüklerine inandıkları ve hatırladıkları şeyi anlatmaktadır ve hem algı hem de hafızadan kaynaklanan limitasyonlar ve problemler; her insanda bulunan önyargı ve eğilimler bu dürüst insanların söylediklerini güvenilir olmaktan uzaklaştırmaktadır.

Burada ufak bir sapma yaparak insanların nasıl duyu organlarından gelen bilgiye anlam kazandırdıklarını gözden geçirelim. Görme duyusunu ele alalım. Göz, retinaya düşen ışığı sinirler vasıtasıyla kodlayarak beyne iletir ve beyinde kodlanmış bilgi çözülerek bir resim oluşur. Buradaki önemli nokta, beynin gelen bilgiyi işlerken sadece gelen bilgiyi işlememesi ve önceki deneyimler ve bilgileri de hesaba katmasıdır. Diğer bir deyişle gözden gelen bilgiler, beyinde zaten var olan deneyim ve önceki bilgilerin filtresinden geçip anlam kazanmaktadır. Beyin gözden gelen problemli bilgilerde ise boşlukları kendisi doldurmaktadır. Sadece boşlukları doldurmakta kalmamakta, aynı zamanda kendisine ters gelen bilgileri de değiştirmektedir.

Bunu bir örnekle açalım. Bir fotokopi makinesi hayal edelim. Fotokopi makinesine bir resim koyuyoruz, ancak kopyalama esnasında resmin kendisinden ya da ortamdan kaynaklanan problemler yüzünden resim fotokopi makinesinin işlemcisine eksik ve yer yer bozuk gidiyor. Normal hayatta, fotokopi makinesi problemli kısımları ayırt etmez ve bastığı resimde yer yer bozulmalar ve boşluklar görülür. Fakat fotokopi makinesinin işlemcisinin boşlukları kendi kafasına göre doldurduğunu ve düzelttiğini varsayalım. Bu durumda basılan resimde boşluklar ya da bozulmalar görünmez, ancak çıkan resim, ilk baştaki resmimizden biraz farklı olur.

Beyin ve duyu organları arasındaki ilişki de bu türden bir ilişkidir. Beyin kendisine gelen problemli bilgilerdeki boşlukları kendisi doldurur, bozuk gördüğü yerleri kendisi düzeltir. Bu yüzden kişinin beynindeki resim ile baktığı şey arasında farklar var olabilir.

1932 yılında Sir Frederic Bartlett tarafından ortaya atılan Şema Teorisine göre insanlar dünyayı daha kolay ve çabuk algılamak için “şemalar” kullanırlar. Örneğin herkesin beynindeki “merdiven” şeması daha önce hiç görmediğiniz bir merdiveni çıkmanızı kolaylaştıran bir araçtır. Yeni bir merdiven gördüğünüz her seferde bir bebek gibi “bu ne acaba” diye düşüneceğimize önümüzdeki merdiveni “merdiven şeması”na oturtup o şemaya göre davranıyoruz.

Ancak şemalar faydalı gibi görünseler de alışılmadık ve şemalara uymayan bilgilerin algılanması ve hatırlanmasında problemlere yol açıyorlar. Örneğin iyi giyimli birisi sokak serserisine bıçak çekerse, olayı görenler daha sonra sokak serserisinin iyi giyimli adama bıçak çektiğini hatırlayabiliyorlar.

Peki beyne problemli bilgi nasıl ulaşır? Yine göz duyusuyla devam edelim. Hepimizin bildiği gibi sağlıklı görebilmek için uygun ışık, uygun uzaklık gibi çevresel faktörlerin belli sınırlar arasında olmasına ihtiyacımız var. Örneğin 3km ötede gece gördüğümüz bisiklet ile 10 metre ötede gündüz (ya da yeterince ışıkla) gördüğümüz bisiklet arasındaki fark aslında aynı olan bisikletin farklı bisikletler olduğunu düşünmemize yol açabilir. Yaşa ya da genel sağlığa bağlı olarak duyu organının kendisinin de problemli olma ihtimali vardır. Ya da yine aynı sebeplerden ötürü beyinde de bir problem olma ihtimali vardır.

Her durumda görgü tanıklarının ifadelerindeki en belirleyici etken hafızadır. Önümüzde duran bir şeyi tam ve gerçeğine en yakın bir şekilde görmüş olsak bile bu şeyin anısı beynimizde sanki bir hard diskte saklanmıyormuş gibi kalmaz. Hafıza bozulmaya eğilimlidir. Bazı parçalar hatırlanırken bazıları unutulabilir, bazı parçalar aslına uygungen bazı parçalar aslından sapabilir. Zaman, önyargı ve önceki deneyimler, dışarıdan gelen etkiler sağlıklı bir şekilde hafızaya yazılmış olan bir anıyı gayet kolay bozabilen faktörlerdir.

Özetle, insanların tanıklığının hem görülen şeylere dair çevresel faktörler, hem görülen şeyin beyinde anlamlandırılması, hem de hatırlanması süreçlerinde gerçekte meydana gelen olaydan sapmalara sebep olabilecek bir çok faktör var. Bu sebeple de insanların tanıklıkları çoğu zaman güvenilir değil ve bir şeyin gerçekliğini ispatlayabilmek için “somut kanıt” dediğimiz şeylere ihtiyacımız var.

Bu konuyla ilgili olarak “Anektod Temelli Kanıtlar” isimli yazıyı da okumak isteyebilirsiniz.

Dunning Kruger Etkisi

Dunning Kruger etkisi, Cornell Üniversitesinde iki psikolog olan Justin Kruger ve David Dunning’in tanımladığı çok ilginç bir idrak eğilimidir. Kısaca özetmelek gerekirse: Yetkin olmayan insanlar, vardıkları yanlış sonuçlar ve talihsiz seçimlerin yanlışlığını anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdir. Bunu biraz açalım :

İnsanların az ya da çok beceri sahibi olabilecekleri herhangi bir şey söz konusu olduğunda (satranç oynamak, bir alet kullanmak, okuduğunu anlamak gibi):

  1. Yetkin olmayan insanlar becerilerine aşırı değer biçme eğilimindedirler.
  2. Yetkin olmayan insanlar diğer insanlardaki sahici beceriyi farkedememektedirler.
  3. Yetkin olmayan insanlar kendilerindeki yetersizliğin boyutunu görememektedirler.
  4. Eğer bu yetkin olmayan insanlar becerilerini geliştirmek üzere eğitilirlerse, geçmişteki eksikliklerini farkedip kabul etmektedirler.

Bu etkinin sonucunda Charles Darwin’in de belirttiği üzere “cehalet, genellikle bilgi sahibi olmaktan daha çok özgüvene sebep olur”. Yani bir konu hakkında ne kadar az biliyorsak o konu hakkındaki az olan bilgimiz bizim aslında ne kadar az bilgi sahibi olduğumuzu farketmemizi engellediği gibi, bu durum bize sanki konuyla ilgili her şeyi biliyormuşuzcasına bir özgüven kazandırmaktadır.

Bu etkiden niye bahsettim? New Scientist dergisindeki yeni bir makaleye göre insanlar, tavsiye alırken özgüvene sahip birisinden alınan tavsiyeyi konuyla ilgili en çok bilgi sahibi olan kişinin tavsiyesine tercih ediyor.

Yani bir konu hakkında doğruyu söyleyip söylememeniz çok önemli değil, karşınızdaki kişi sizi özgüveninize (ve karşı tarafta uyandırdığınız güven duygusuna) göre değerlendirip ona inanıyor.

Bu peki niye önemli?

Bilim adamları, kesin yargılarla konuşmaktan kaçınırlar. Zira ertesi gün başka birisinin başka bir kanıt getirip kendilerini yanlışlayabileceklerinin farkındadırlar. O yüzden bulgularını ortaya koyarken her zaman bir yanılma payı dahil ederler. Çünkü dünya gibi kompleks bir yapıda çok az kesin bilgi olduğunun farkındadırlar ve insanoğlunun tüm bilgiyi işleyemeyeceğinin farkındadırlar. Bilim, cevabı olmadığı yerlerde “bilmiyorum” diyebilir.

Öte yandan, aslında belli bir konuyla ilgili bilgisi tesadüfi olan – veya altta yatan başka bir amaçları olan- kişiler konuşurken kesin cevapları olduğunu söylerler.

Ölümden sonra yaşam konusunu ele alalım. Bilim basitçe “bilmiyoruz” derken, aslında herhangi bir somut bilgileri olmayan din adamları “biliyoruz, şu şu şu var” diyorlar. Bu yazının başında bahsettiğim Dunning Kruger efekti ve özgüvene sahip bir kaynaktan gelen bilgiye inanma eğilimi doğal olarak bilim adamlarının söylediklerini değil, din adamlarının söylediklerini kabul ediyor. Bir çok insan için bu türden bir cevap, arkasını aramayı düşünmeye sebep olmayacak kadar yeterli.

Sanırım bu da bir çok insanın niye yanlış şeyleri doğru kabul ettiğini açıklayan sebeplerden birisi.

Özgür İrade

Makinedeki Hayalet isimli yazıda “Ruh” olarak bildiğimiz şeyin var olmadığı ve ruha atfedilen şeylerin aslında beyindeki süreçlerden oluştuğunu göstermeye çalışmıştım. Bugün o yazının önemli bir parçası olan ancak derinlemesine incelenmesinin daha sağlıklı olduğunu düşündüğüm için ayrı bir yazıda ele alacağımı belirttiğim “özgür irade” konusunu ele alacağım.Eğer okumadıysanız ilk önce Makinedeki Hayalet‘i okumanızın daha iyi olacağını düşünüyorum.

Yeterince gelişmiş teknolojiyi sihirden ayırt etmek imkansızdır – Arthur C Clarke

Özgür irade, uzun zamandır filozofların, sosyal meselelerle ilgilenenlerin, psikolojiyle ilgilenenlerin, bilim adamlarının ve din adamlarının ilgilendikleri bir konudur. İnsanın iradesi özgür müdür, insanın yapmayı istediği şeylerin kaynağı kendisi midir, insan yaptığı şeylerden dolayı sorumlu tutulabilir mi, yoksa insan iradesi de evrenin etki-tepkiye dayalı deterministik (gerekirci) ve rastgele yapısının bir parçası mıdır? Bu soruların cevaplarını ve bunların gerçek hayata etkisini tartışacağım.

İnsan iradesi özgür müdür?

İnsan iradesi, ya da özgür iradeden kastımız nedir? Genel anlamda özgür irade dendiği zaman kastedilen şey, insan kendisinden kaynağını alan, bir nevi casua sui yani kendi kendinin nedeni olan ve mekanik etki-tepki zincirine dahil olmayan; irade sahibinin niahi olarak sorumlu olduğu irade çeşididir. Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verebilme yetisidir. Bu tanımdaki kilit nokta özgür iradenin tam anlamıyla özgür sayılabilmesi için kendisinden önceki etkilerden bağımsız olması gerektiğidir.

Öncelikle kabul etmem gereken şey, insanda özgür irade hissiyatının mevcut olduğudur. Kendi isteğimle gidip çay yaptığım zaman o çayı kendimin istediğini, mutfağa kendi isteğimle gittiğimi ve çayı yaptığımı hissediyorum. İsteğimin kaynağı kendimim. Peki bu “kendim” olduğunu düşündüğüm kaynak gerçekten bir kaynak mı? Yoksa bu kaynak da bir şeylerden etkilenen ve sadece bir tepki veren bir mekanizma mı? Eğer öyleyse bu mekanizma tepkiden önceki etkileri bilincimden gizleyerek sanki tepkinin bir anda ve yokluktan ortaya çıktığı izlenimini veriyor olamaz mı? Bu soruya biraz sonra değinip cevap vermeye çalışacağım.

Uzun yıllar boyunca, evrenin deterministik kurallara bağlı olduğu ve tüm bilgiye sahip ve öngörüde bulunabilen bir makinenin geleceği doğru ve tam olarak tahmin edebileceği zira geleceğin geçmişte olan etkilerin tepkilerinden oluşacağı düşünülürdü. Ancak kuantum fiziğinin anlaşılması ve atomlarda gözlenen rastgele hareketler sonucunda “belirsizlik ilkesi“nin deterministik evren görüşünü sarsmasıyla bilimin bugün kabul ettiği nedensellik ve rastlantısallık adı verilen iki prensip, evreni açıklarken kullanabileceğimiz yegane araçlar. Bir olayın ya nedensel sebepleri vardır, ya da rastlantısaldır. Makro evrende nedensellik gözlenir ve mikro evrende (kuantum fiziğinde) rastlantısallık. Mikro evrendeki rastlantısallık makro evrene etki edebilir. O yüzden evren hem nedensel hem de rastlantısal olaylarla açıklanmaktadır.

Peki özgür irade bu iki ucun neresindedir?

Özgür irade bu iki ucun hiç bir yerine yerleşememektedir. Bir uçtaki nedensellikte evrende meydana gelen her olayın bir ilk nedeni vardır. Buradan hareketle de bugün özgür iradeye sahipmiş gibi verdiğimiz tüm kararların arkasında biz tam anlamasak ve farketmesek de bir başka neden yatar. Ve önceki nedenler değiştirilemediği için verilen kararlar özgür değil, önceden bellidir.Verdiğimiz kararın kaynağı irademiz değil, karardan önceki etkilerdir. Verdiğimiz karar, domino taşlarının sıraya dizilip devrilmesi gibi bir olaydır. Tüm veriler elimizde olduğu ve bunu işleyebilecek hesap gücüne sahip olduğumuz takdirde gelecek tahmin edilebilirdir.

Diğer uçtaki rastlantısallık da bizi özgür iradeye götürmez. Rastlantısallık bir hareketin önceden tahmin edilememesi açısından önemlidir. Bu açıdan nedensellikten farklıdır. Peki verdiğimiz karar rastlantısal ve önceden tahmin edilemez olsa bile özgür müdür? “Özgür irade” ile anladığımız türde bir özgürlük bu uçta da yoktur.Eğer bir karar rastgele verilmişse bu onu özgür değil, rastgele kılar. Bu da sorumluluk açısından baktığmızda “özgür irade” olarak bildiğimiz şeyi bize vermez. Verse verse “rastgele irade” olarak tanımlayabileceğimiz bir şeyi verir.

Bunu basit bir örnekle açmak istiyorum. Bir eliyle zar atan diğeriyle de tabancayla ateş eden bir robot düşünelim. Zarlar 6-6 geldiği zaman ateş ediyor olsun. Bu robot birisini öldürdüğü zaman hareketlerinin  rastlantısal (zar atıyor) ve tahmin edilemez olması sebebiyle özgür iradesi olduğunu düşünemeyiz.

Eğer özgür iradenin gerektirdiği manevra alanının kuantum fiziğiyle anlaşılan rastlantısallık ve belirsizlik ilkesiyle kazanıldığını düşünüyorsanız bu üstteki örnekten farklı bir sistem düşünmediğinizi söylemek zorundayım. Rastlantısallık ve belirsizlik özgür iradenin ihtiyaç duyduğu zemini temin edemez.

Peki özgür irade nasıl mümkün olabilir. Çok basit. Eğer insanların karar verme aşamasında evrenin fizik kanunlarına uymayan ve kararı etkileyen bir aktör varsa o zaman özgür iradeden bahsetmek mümkün olabilir. Evrenin geri kalanını açıklarken kullandığımız nedensellik ve rastlantısallık haricinde, kaynağı kendisi olan bir aktör, kararlarımızı hiç bir başka etkiye bağlı olmadan yönlendirebiliyorsa o zaman özgür iradeden söz edebiliriz. Bu türden bir aktörün varlığı gösterilmeden yapabileceğimiz yegane çıkarım özgür iradenin aslında var olan bir şey olmadığı.

Özgür irade hissi nereden geliyor?

Peki hissettiğimiz bu “özgür irade”nin kaynağı ne? Bu noktada konuyla ilgili bir kitap yazmış olan Harvard’da Prof olan Daniel Wegner‘dan alıntı yapacağım. Özetlemek gerekirse Wegner’a göre özgür irade bir tür ilüzyondur.

Wegner’in gözlemine göre bir olayın ikinci bir olaya sebep olmuş olması sonucunun çıkarılabilmesi için iki şartın var olması gereklidir :

  1. İlk olay, ikinci olaydan hemen önce gerçekleşmelidir, ve
  2. İlk olayın ikinci olaydan önce gerçekleşmesi tutarlı olmalıdır.

Örnek olarak, kişi bir patlama sesi duyar ve bir ağacın düştüğünü görürse patlamanın ağacın düşmesine sebep olduğu çıkarımını yapacaktır. Eğer bir sefer bile patlama ağaç düştükten sonra gerçekleşirse kişi bu çıkarımı yapmayacaktır (1. kural gerçekleşmedi). Veya patlama sesi yerine bir telefon zili duyulursa kişi yine patlamanın ağacın düşmesine sebep olmadığı çıkarımını yapacaktır (2. kural gerçekleşmedi).Ancak bu iki kuralın her durumda gerçekleşmesi kişinin “patlamalar ağaçların devrilmesine sebep olur” şeklinde bir çıkarım yapmasına yol açacaktır. Dikkatiniz çekmek istediğim nokta patlama ve ağacın düşmesinin aslında bağlantılı olmayabilecekleri.

Wegner bu prensibi insanların bilinçli iradeleriyle ilgili yaptıkları çıkarımlara uygulamış ve görmüş ki, insanlar bir davranışla tutarlı bir düşünceyi deneyimliyor ve sonra kendilerinin bu davranışı gerçekleştirdiklerini gözlemliyorlar. Bunun sonucunda da düşüncelerinin bu davranışa sebep olduğu çıkarımını yapıyorlar.

Daha somut bir örnek vermek gerekirse kolumu kaldırmadan önce bilincim “kolumu kaldıracağım” diye düşünüyor ve hemen ardından da kolum kalkıyor. Bu da düşüncemin kolumun kalkmasına sebep olduğu izlenimini uyandırıyor. Halbuki kolun kalkmasına sebep olan şey düşüncem değil başka bir şey olabilir. Ne var ki bebeklikten itibaren düşünce>hareket sırası değişmediği için ve düşünceye sebep olan mekanizmanın bilincinde olmadığımız için düşünce hareketin kaynağıymış gibi algılanıyor.

Peki hareketten önce gelen düşüncenin kaynağı ne? Evrenin yasalarına göre işleyen beyin mekanizmaları ve dış uyarıcılar. Diğer bir deyişle kişinin kontrolünde olmayan etkenlerin sonucu olan bir süreç önce düşünceye sonra da davranışa sebep olduğu için hareketi düşünerek yaptığımız ilüzyonunu yaşıyoruz.

Wegner’in konuyla ilgili açıklaması diğer bir çok açıklamadan sadece bir tanesi ancak incelediklerim arasında bana en makul geleni bu. Siz kendi araştırmanızı yaparak kendinize daha makul geleni kabul etmekte serbestsiniz.

Bu konuyla ilgili olarak kısaca değinmek istediğim bir diğer nokta düşüncelerimizin ve kararlarımızın niye hesaplanmış ve etkenlere dayalı tepkiler olarak değil de spontane oluşmuş kaynağı olmayan şeyler şeklinde algılandığı. Burada yazının başındaki aforizmayı tekrar hatırlatmak istiyorum. “Yeterince gelişmiş teknolojiyi sihirden ayırt etmek imkansızdır”. Beynimiz buradaki “yeterince gelişmiş teknoloji”. Kaynağı kendisiymiş gibi görünen kararlar da “sihir”. Beynimizin hesap gücünü bilincimizle kavrayamadığımız için beynin becerebildiği şeylerin bazıları bize öncesi olmayan şeyler gibi görünüyor.

Beyin her an iç ve dış uyarıcılardan ve kendisi sakladığı eski deneyimlerdeki kayıtlardan gelen milyarlarca, trilyonlarca bilgi parçasını işleyen bir süper bilgisayar. Biz sadece bilgisayarın ekranda gösterdiği mesajı, problemin çözümünü görebiliyor ve algılayabiliyoruz. Bilgisayarın yaptığı mekanik işlemler, bilgilerin işlenmesi safhası tamamen bilinç altı (ya da bilinç üstü hangisini isterseniz) bir seviyede meydana geldiği için ve bilincimiz sadece işlem sonucunu algıladığı için bilgisayarın ekranının arkasındaki sistem odasını ve oradaki süreci görmüyoruz, algılamıyoruz. Hesap yapılırken bilinç ekranında “Lütfen bekleyiniz hesap yapılıyor” şeklinde bir uyarı da çıkmıyor. Dolayısıyla hesap sonucunda ekranda yazan şey de sanki ekranın kendisinden kaynaklanmış gibi görünüyor. Bu sebeple de ekranda yazan şey bize sihirsel bir şeymiş gibi görünüyor.Yani aklımıza gelen bir fikir aslında sistem odasından gelen bir sonuç, ekranın kendi kendine yazdığı bir şey değil.

Bunu Wegner’in gözlemiyle birleştirirsek, sistem odasından gelen mesaj hem kolumuzu oynatıyor hem de düşünceye sebep oluyor. Ancak sadece ekrandaki mesajı ve kolun oynadığını gören bilinç, ekrandaki mesajın kolun hareketine sebep olduğunu sanıyor. Bu da “özgür irade” ilüzyonuna yol açıyor.

Bu fikirler beynin ve evrenin işleyişine dair an itibariyle bilinen (daha doğrusu benim bildiğim) şeylerden hareketle oluşmuş kişisel fikirlerim. Hatalı olma ihtimalim her zaman var. Örneğin bilgisayar ekranına mesajın gelmesine sebep olan süreç tam olarak açıklanabilmiş değil. Yine de bu sürecin evrenin yasalarından ve işleyişinden farklı bir süreç olduğuna dair herhangi bir kanıtımız olmadığı gibi öyle düşündürecek bir şey de gözlemlenmiş değil.

Özgür iradenin önemi ne?

Özgür iradenin aslında var olduğuna dair hiç bir kanıtımız olmadığı gibi var olmasının bilinen evrende imkansız olduğunu göstermeye çalıştım. Özgür irade hissimizin de bir ilüzyon olduğu fikrinin bence gayet makul bir açıklaması var. Peki ama özgür iradenin gerçek olması ya da gerçek olmaması niye önemli?

Cevap çok basit, sorumluluk. Nasıl zar atıp ateş eden robotun “sorumlu” olduğunu düşünmüyorsak, ya da bir geyiği öldüren aslanın “sorumlu” olmasından bahsetmiyorsak, aslında özgür iradeye sahip olmayan insan oğlunun nihai olarak “sorumlu” olmadığını söylememiz gereklidir.

İnsanoğlu, doğduğu çevreyi seçemez. Bir bebeğin bir gecekondu mahallesinde fakir bir aileye doğmuş olması onun seçtiği bir şey değildir. Biraz büyüdüğü ve otonom bir birey olduğu zamana kadar geçen süre boyunca ne beyninde meydana gelen olayları ne de dış etkilerin hiç birisini seçemez. Üstüne üstlük verdiği kararlar ve yaptığı seçimler farkında olmasa da aslında kendi kontrolünde olmayan etkilere verdiği tepkilerden ibarettir. Peki hayatında aslında hiç bir seçim yapmamış olan bir kişi birisini öldürdüğü takdirde nasıl sorumlu tutulabilir?

Başka bir örnek. Zengin bir aileye doğan bebek de oraya seçerek gelmemiştir. Büyürken meydana gelen olayların hiçbirisinin nihai kaynağı kendisi değildir, ya rastlantılar ya da etkileri takip eden tepkiler çocuğu şekillendirir. Peki hayatında hiç seçim yapmamış olan bir kişi Nobel ödülü kazandığı zaman nasıl bu başarısını takdir edebiliriz? Belli şartlar altında tepki veren ve başka türlü davranma şansı olmayan birisini takdir etmiş oluyoruz.

Bu iki örneğin ortak noktası aslında yaptıkları şeylerin kendi seçimleri olmaması ve (rastlantılar sonucu oluşan şartlar dahil) aynı olay çizgisi tekrar yaşanıldığı takdirde aynı sonuca varacağımızdır.

Hiç kimse yaptığı şeyler ve olduğu kişi için nihai sorumlu kişi değildir.

Peki bu insanları takdir etmeyi ve cezalandırmayı bırakmalıyız manasına mı geliyor. Hayır. Takdir ve ceza, toplumsal yaşamın birer parçası ve insanlar tabiatları itibariyle sosyal canlılar. Takdir toplumun onayladığı davranışların daha sık tekrarlanmasını sağlarken ceza toplumun onaylamadığı davranışları azaltmak için bir caydırıcı görevi görmektedir.

Takdir ve başarı aslında büyük problemler değil. Daha büyük bir problem cezayla ilgili problem. Hayatında yaşadığı olayların hiç birisinin niahi sorumlusu olmayan birisini nasıl cezalandırırsınız.

Bunu açıklarken yine bir örnek vermek istiyorum.

Depremler, bir çok insanı öldüren büyük zarar veren doğa olayları. Hiç kimse depremlerin kötü niyetli ve özgür iradeye sahip varlıklar olduğunu düşünmüyor (en azından modern zamanlarda, eskiden yerleri sallayan kötü tanrılar depremleri açıklamak için kullanılırdı elbette). 1999’daki deprem 30.000 kişinin hayatına mal oldu, ancak depreme ceza vermek gibi bir şey hiç kimsenin aklına gelmedi. Onun yerine var olan zararı telafi etme depremin etkisini azaltacak önlemler alma yoluna gittik. Depremin zarar verdiği yerleri tekrar inşa ettik. Daha sağlam binalar ve yapılar yaparak, depremle ilgili bilgilendirme çalışmaları yaparak, daha sıkı denetimler gibi önlemler alarak bir dahaki depremin zararını azaltma yolunu seçtik.

Peki aslen bir doğa olayı olan insan suçlarında ne yapıyoruz? İnsanı cezalandırıyoruz. Bu depremi cezalandırmak kadar absürt bir davranış. Bu konuyu irdelerken basit bir suçluyu değil herkesin tanıdığı ve yaptıklarından haberdar olduğu meşhur bir suçluyu, Adolf Hitler’i örnek göstermek istiyorum.

Adolf Hitler de, diğer tüm insanlar gibi evrenin yasalarına göre meydana gelmiş ve evrenin yasalarına göre uyan ve yaşamı boyunca etkilere tepki vermiş bir insandı. Yaptığı seçimler her ne kadar kötü olursa olsun nihai olarak sorumlusu kendisi değildi. Hitler, deprem gibi bir doğa olayı idi.

Peki bu durum Hitler’in affedilmesi manasına mı geliyor. Tam olarak değil. Hitler yaptıklarından nihai olarak sorumlu olmasa bile toplum kurallarını çiğnediği için bir takım karşılıklar olmak zorunda. Ancak bu karşılıkların “intikam” yerine deprem örneğindeki gibi “var olan zararı telafi etme ve gelecekteki zararı önleme” mantığıyla tasarlanması gereklidir.

İdam ve hapis cezası Hitler’in toplumdan soyutlanarak daha fazla zarar vermesini önleyebilecek araçlar. Ancak zararı telafi etme ve gelecekteki zararı önleme açısından herhangi bir faydaları yok. İdam cezasının hele hiç bir pratik faydası yok, tamamen intikam amaçlı bir ceza.

Benim görüşümce ideal olan idam ya da suçluların rehabilitasyon amacı güdülmeden sadece özgürlüklerinin elinden alınarak hapsedilmeleri değil; deprem örneğindeki gibi “telafi, tamir ve önleme” üzerine kurulu bir sistem.

Böyle bir sistemde suçlular sadece hapsedilmiş olmak için hapsedilmezler, topluma daha fazla zarar vermesinler diye toplumdan soyutlanır, topluma zarar veren davranışa sebep olan etkenler araştırılır ve bu etkenlerin giderilmesi için uğraşılır. Bu etkenlerin suç işlenmeden ortadan kaldırılması için dışarıda çalışmalar yapılır.

Böyle bir sistemde suçlular asla idam edilmez. Böyle bir sistemde suçlular daha da zararlı bir hale gelecekleri bir hapishane sistemine atılıp orada unutulmazlar. An itibariyle dünyada var olan cezai sistem her ne kadar rehabilitasyon öğeleri içerse de daha çok intikam ve caydırma üzerine kurulu bir sistem. Caydırıcılık belki suçların bir kısmını önler ancak altta yatan esas sebepler çözülmedikçe suç her zaman var olacaktır.

Özgür iradenin varlığına dayalı anlayışın hiç bir zaman çözemeyeceği sorun da altta yatan sebeplerin yokedilmesi sorunudur. Eğer çiçek hastalığına kötü cinlerin sebep olduğuna inanmaya devam etseydik hiç bir zaman çiçek aşısı olmayacak ve hastalık yer yüzünden asla silinemeyecekti.

Özgür irade gibi “makinedeki hayalet” türünden bir masala inandıkça ve suçlu insanlara işledikleri suçun nihai sorumlusuymuş gibi davranmaya devam ettiğimiz sürece suçların arkasında yatan sebepleri anlayamayacağız ve suça giden yolu asla kapatamayacağız.

Kaderin kuklaları

İnsanoğlu önceden yazılmış bir oyundaki kuklalardan sadece birisi mi? Madem kuklayız yaşamanın ne önemi var? Niye o zaman hayatta bir şey yapabilmek için uğraşıp didiniyoruz ki? Bırakalım kendimizi ne olacaksa olsun.

Bu sözler özgür irade fikrine karşı çıkıldığı zamandan beri dile getirilen itirazlar ve kaygılardan sadece bir kaç tanesi. Bir bakıma haklı serzenişler ve insanın aslında kozmik bir tiyatrodaki bir kukla olduğu fikri kabul etmem gerekir ki kötümser ve can sıkıcı bir fikir.

İnsanoğlu yaptığı işlerden nihai olarak sorumlu olmasa da gerçek dünyada hala o işlerin kaynağı konumundadır. Bir kitabın yazarı, yazdığı kitap üzerinden değerlendirilir. O kitabı yazmaya onu iten sebepler genellikle dikkate alınmaz. Yani Orhan Pamuk bir kitap yazdığı zaman o kitap bir “Orhan Pamuk romanı”dır. “evrenin doğumundan beri süregelen etki ve tepkilerin sebep olduğu bir roman” değildir. Daha doğrusu diğer insanların gözünde öyle değildir. Aynı şekilde bir suçun kaynağı da diğer insanların gözünde suçu işleyen insandır.

Aslında özgür iradenin yokluğu ve insan davranışlarının kaynağının anlaşılmasının şimdiki hayatımıza çok fazla ektisi olmayacaktır. Sadece sonuçları ele alış şeklimizde değişikliklere sebep olacaktır. Bir yazar, yine yazdığı güzel bir kitap için takdir toplayacaktır. Çünkü insan hissiyatı, işin aslını bilmesine rağmen çok değişmeyecektir. Ben özgür iradenin yokluğuna bir süredir ikna olmuş durumdayım ve bu benim hayatımda çok fazla bir değişikliğe sebep olmadı. Hala her gün işe gidip çalışıyorum, hala Bach dinlediğim zaman Bach’ı takdir ediyorum, hala Carl Sagan okuduğum zaman heyecan duyuyorum ve hala hoşuma gitmeyen bir şey gördüğüm zaman sorumlulara kızıyorum.

Peki değişen şey ne? Duyduğum güzel hislerle ilgili problemim yok. Duyduğum güzel hisler bir win-win yani her iki tarafın kazandığı bir etkileşim. Ancak kötü hisler konusunda daha önemli değişiklikler var. Daha önce kaçınılmaz olarak intikam hisleriyle cezalandırılmasını istediğim insanlara karşı daha anlayışlı olduğumu farkediyorum. Hitler’in yaptığı şeyler daha az üzücü değil, ama Hitler’in farklı davranmış olamayacağının bilincinde olmam, onu intikam hisleriyle değerlendirmemin önüne geçiyor. Nasıl depremin mekaniklerinin anlaşılmasının depremin yıkımını daha az üzücü yapmıyorsa insanların işledikleri suçların ardında yatan nedenlerin anlaşılması da o suçları daha az üzücü yapmıyor. Bu dinamiklerin anlaşılmasının üzücü sonuçların önüne geçeceğini düşündüğümüzde ise bunun aslında ne kadar önemli bir görev olduğunu görebiliriz.

Örneğin depremin bir doğa olayı değil de, kurban isteyen bir yer altı tanrısının işi olduğunu düşünüyor olsaydık, sağlam binalar yapmak yerine habire kurban kesecektik. Peki bu bir işe yarayacak mıydı? Hayır. Özgür irade de bu türden bir yeraltı tanrısı işte. İnsan davranışının mekaniklerini anlayıp ona göre önlemler geliştirdiğimiz takdirde insanların sebep olduğu acı ve yıkım azalacaktır.

Özgür iradenin yokluğu hayatınızın iyi geçmesi için gayret göstermeyeceğiniz manasına da gelmiyor. Zira iyi bir hayat yaşamak için gayret gösterilmesi gerektiği gerçeği bir anda yok olan bir ilüzyon değil. Toplum, insanın arzulanır davranışlar göstermesi için gerekli olan dış uyarıcıları fazlasıyla sağlıyor.

Eğer kendiniz dahil kimsenin okumayacağını bilseydiniz bir kitap yazar mıydınız? Belki yazardınız ama şu bir gerçek ki yazarların büyük bölümü yazdıklarının başkası tarafından okunması için yazıyorlar. Toplumun geri kalanı için yazıyorlar. Bu da toplumun dış uyarıcı olmasına güzel bir örnek diye düşünüyorum. Eğer toplumda saygın bir yerde durmak istiyorsanız, topluma faydalı olmak istiyorsanız bunun için gayret etmeniz gerekiyor. İsteklerinizin nedensel sebepleri olması bu gerçeği değiştiren bir şey değil. O istek bir şekilde var. Sizi motive eden (ya da zararlı davranıştan alıkoyan) istek her ne kadar sizden önceki olaylara dayanıyor olsa da orada.

Eğer topluma faydalı değil zararlı olmak gibi bir isteğiniz varsa bundan sizi caydıracak dış uyarıcılar da mevcut. Toplumun size kötü gözle bakması, somut karşılıklar gibi caydırıcılar da isteğinizin kaynağı ne olursa olsun gerçek dünyada mevcutlar.

Kişinin davranışları her ne kadar daha önceki etkenlere dayanıyor olsa da sonuçları toplumsal bir ortamda insanlar tarafından değerlendirilecektir. Siz Bach’ın müziğini istediğiniz kadar “nedensel” olarak görün, onun uyandırdığı hissiyat ister istemez Bach’ı takdir etmenize sebep olacaktır. Aynı şekilde Hitler’in de yanlış bir şey yaptığını hissetmenize sebep olacaktır. İkisinin de aslında sorumlu olmadıklarını değil. Özgür iradenin ve nihai sorumluluğun olmaması, yukarıda belirttiğim gibi daha çok ceza konusunda olayları ele alış şeklimizi değiştirecektir.

Kaderin kuklaları olmamız konusuna dönersek, bizler belki evrenin kuklalarıyız ama evren bizimle bitmiyor. Nihai sorumluluk bizde olmasa bile hala hareketlerimizden biz sorumluyuz. Kitap yazdığımızda kitabın yazarı bir başkası değil, biziz. Toplumsal takdiri biz topluyoruz. Bir suç işlersek de o suçu işleyen başkası değil yine biziz. Toplumsal sonuçlarına da biz katlanıyoruz. Nihai sorumluluk belki yok, ama toplumsal sorumluluk pekala var. Zira toplum belli hislere sahip insanlardan oluşuyor ve özgür iradenin yokluğunun farkına varmamız o hislerin kaybolmasına sebep olmuyor. Bach dinleyince hala heyecan duyuyorum.

Özgür irade fikrinden vazgeçmemiz bizi daha az intikamcı ve daha az küçümseyen, daha hoşgörülü bir insan yapacak ve insanların davranışlarına ve fikirlerine daha bilinçli bir gözle bakmamızı sağlayacak bir şeydir. Eğer insanlara nihai sorumluluk olmazsa insanların “kötü” olacağını öğretirsek, nihai sorumluluğun yokluğunun anlaşılması durumunda insanlar bu durumu kötü şeylere bahane olarak göstereceklerdir. Bir nevi kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi.

Bunun yerine insanlara insan doğasının gerçeklerini oldukları gibi anlatmak ve niye toplumsal sorumluluğun nihai sorumluluğa bağlı olmadığını göstermek insanoğlunun bir sonraki seviyeye ve olgunluğa ulaşabilmesi için gerekli bir şeydir. Suça ceza vermek kolay ve ilkel, altında yatan sebepleri araştırıp tekrar olmasını önlemek zor ve uygardır.

Tüm bunları söyledikten sonra tekrar belirtmem gerekir ki bu yazdıklarım özgür irade ile ilgili nihai ve genel geçer şeyler olsun diye yazılmadılar. Tamamen benim bakış açımla yazdığım bir yazı. Yanılma ihtimalim var, ancak an itibariyle ne kadar yoklasam da yanılabiliyor olacağım bir nokta yakalayamıyorum. Belki zaman içerisinde yanıldığım noktayı görürüm, belki yanılıyor olmama rağmen göremem, belki de haklıyımdır. O yüzden bu yazıyı okuduktan sonra özgür irade (ve aslında ruh olarak bilinen şey) ile ilgili kendi araştırmalarınızı yapmanızın en doğru ve mantıklı hareket olacağını düşünüyorum. Daha makul bir şeyler bulursanız lütfen benimle de paylaşın.

Makinedeki Hayalet : İnsan Ruhu

Bir çok dinin temelinde, “dualizm” fikri vardır. Bu düşünceye göre beden ve ruh iki ayrı şeydir. Bedenimizi hareket ettirip, bizi biz yapan hemen her şeyimizin – kişiliğimiz, bilincimiz, özgür irademiz, fikirlerimiz, hislerimiz, anılarımız – kaynağı olarak “ruh”umuz gösterilir. Dinlerin bir çoğunda ruhumuzun vücudun ölümünden sonra da varlığını sürdürdüğü ve yaşam boyunca yaptığımız işlere göre yargılanıp ona göre ödül ya da ceza alacağımız fikri görülebilmektedir.

İnsan ruhu, varlığına dair kanıt olmayan diğer iddialar gibidir. Hatta, burada kısaca ele alacağım üzere ruh olarak bilinen şeyin nedensel ve fiziksel sebeplerinin varlığına dair sağlam kanıtlar bulunmaktadır. Burada kaçınılmaz olarak vardığım sonuç akıl (bilinç-kişilik vs hepsini kapsadığını düşündüğüm kelime) ve beynin ayrılmaz bir bütün olduğu ve aklın beynin aktiviteleri sonucunda meydana gelen şey olduğu.

Yazının bu kısmından sonrasında “beyin” derken “insan beynini”, “akıl” derken de “kişiliğimiz, bilincimiz, özgür irademiz, fikirlerimiz, hislerimiz, anılarımız” gibi ruhumuza atfedilen özellikleri kastediyorum.

Bir çok doğaüstü iddianın aksine, “ruh” kavramı test edilebilir bir kavramdır. Eğer ruh, beyindeki elektro-kimyasal olaylardan oluşan bir ürün değilse ve beyinden ayrı bir şeyse, o zaman ruh olarak bilinen şeylerin beyinden ayrı gözlenebilmesi gereklidir. Diğer bir deyişle, beyin ve ruh birbirinden bağımsız şeylerse, o zaman beyinde meydana gelen değişikliklerin ruhu ve ruhun kontrolünde olan şeyleri etkilememesi gereklidir.

Bu iddiayı sınamak kısa sayılabilecek bir süre öncesine kadar çok da kolay bir iş değildi. CAT, PET, MRI gibi yaşayan bir beynin aktivitelerini gözlemleyebilen cihazları icadı sayesinde bugün doktorlar insanların beyinlerinin nasıl çalıştığını çok daha iyi açıklayabilmektedir. Nöroloji bilimi geliştikçe ortaya çıkan bir temel gerçek, aklın herhangi bir beyin fonksiyonuna bağlı olmayan hiç bir öğesi olmadığıdır. Diğer bir deyişle, akıl olarak bildiğimiz her türlü bilgi, hareket ve hissiyatın fiziksel beyinde bir yansıması gözlemlenebilmektedir.

Ruh nerede saklanıyor?

Beyinin üstten görünüşü

Beyinin üstten görünüşü

Beynin şekli bir çok insana tanıdık gelecektir. Bu şekildeki üstte görülen gri kısıma Cerebrum (serebrum) adı veriliyor ve beynin 80%lik kısmını oluşturan bu kısım bilinçli düşüncelerin bir çoğundan sorumlu kısım budur. Cerebrum sol ve sağ yarıküre olmak üzere ikiye ayrılır. Bu iki kısım birbirinin ayna görüntüsü gibi simetriktir. Ancak fonksiyon açısından aralarında  ufak farklar vardır. Örneğin sol taraf genellikle konuşmayı kontrol eder. Bununla beraber genellikle iki yarıküre de benzer işleri yapar. Her iki taraf da, vücudun bir tarafındaki motor fonksiyonları kontrol eder. Yani sol kolunuzu kaldırdığınız zaman bunu kontrol eden şey, beynin sağ tarafıdır.

Her beyin yarı küresi kendi içinde 4 kısma ayrılır : ön lob, temporal lob, occipital lob ve parietal lob olmak üzere. Basitçe söylemek gerekirse, occipital lob beynin arka tarafında, temporal lob altta, ön lob adı üstünde önde ve parietal lob da üst kısımda bulunur. (Austin 1998, s. 150).

Her lobun farklı görevleri vardır. Örneğin temporal lob hafıza, duyma, duygusal tepkiler ve konuşma üzerinde etkili fonksiyonları kontrol eder. Occipital lob çoğunlukla görme duyusuyla ilgili fonksiyonları kontrol ederken parietal loblar diğer duyulardan -özellikle dokunma duyusu- gelen bilgileri işler . Ön loblar da genellikle bilincimizle ilgili şeyleri kontrol eden lobdur. Yani karar verme, planlama, düşünme, hareket, dikkat, (istenmeyen hareketleri) engelleme vs gibi şeyleri kontrol eden lob ön lobdur.

Bu temel yapıyı gördükten sonra beyin fonksiyonlarını daha detaylı olarak ele alabiliriz. Örneğin “Broca” bölgesi denilen ve genellikle sol ön lobda olan bölge (solaklarda sağ tarafta olabiliyor) konuşmamızı sağlar. Bu bölge bir şekilde zarar gördüğü zaman, dilsizliğe sebep olur. Kişi konuşmaları anlayabilir ancak kendisi konuşamaz. Bu bölgeye yakın bir bölge olan Wernicke bölgesi, sol temporal lobda bulunur ve onun görevi konuşmaları anlamak ve kelimelerin seslerini hafızada tutmaktır. Bu bölgedeki hasar, Wernicke afazisi ismi verilen duruma neden olur ve kişi konuşmayla ilgili hiç bir şeyi tanıyamamaya başlar. Kişi kelimelerin nasıl duyulması gerektiğini unuttuğu için kendi konuşmasıyla ilgili bir problem olduğunun farkında değildir ve diğer insanların kendisini anlamamasına şaşırır. Kişinin konuştuğu dil yabancı bir dil gibi algılansa da aslında anlamsız gevelemelerdir. (Heilman 2002, s. 4).

Beynin sol yarıküresindeki diğer bölgeler de iletişimi sağlarlar. Sol angüler gyrus kelimelerin nasıl yazıldıklarını hatırlar, ve supramarjinal gyrus konuşma seslerini harflere dönüştürür. (Heilman 2002, s. 49). Bu bölgelerin hasara uğraması durumunda yazı yazma ya da okuma yetisi kaybolur/bozulur.  Örneğin yazabilmesine rağmen okuyamayan kişiler (alexia hastaları) bulunmaktadır. Sol angular gyrus ayrıca matematik yeteneğimizi de kontrol etmektedir. Bu bölgeye gelen hasar sonucunda insanlar en basit hesaplamaları yapamamaya başlamaktadır. Sol yarı küredeki konuşma bölgesine gelen ağır hasar global afazi adı verilen ve ileride bahsedeceğimiz iletişim kurma yetisinin bozulmasına sebep olur. (Ramachandran 1998, s. 19).

Hislerimiz de beynin fonksiyonlarına bağlıdır. Sol yarıküre pozitif hisleri kontrol ederken sağ yarıküre negatif hisleri kontrol etmektedir. Sol lobları hasara uğrayan kişiler çoğunlukla ağır depresyona girerler (zira sağ yarıküre çalışmaya devam etmektedir). Tersi olunca da kişiler kaygısız ya da sürekli mutlu olabilmektedir. Amygdala ismi verilen bölgenin elektrikle uyarılması şiddetli korku haline sebep olmakta (Heilman 2002, s. 74), insular korteks ismi verilen bölgenin uyarılması da kişide tiksinme ve iğrenme hissi yaratmaktadır(Glausiusz 2002, s. 33). Septum adı verilen kısmın elektrikle uyarılması zevk hissi yaratır ve depresyon halinden iyimserliğe geçişe sebep olmaktadır  (Austin 1998, s. 170).

Hippocampus adı verilen bölge, yeni hatıraların oluşturulmasından sorumludur. Bu kısma gelen bir hasar kişinin yeni bilgileri saklayamamasına sebep olur (Heilman 2002, s. 150). Memento isimli filmdekine benzer bir durum yani.

Peki “ruh” beynin neresindedir? Eğer tüm bu fonksiyonlar, düşünceler ve hisler beyindeki belli bölgelerin kontrol ettiği ve fiziksel olaylara bağlı şeylerse “ruh” nerede devreye girer?

Beynin fonksiyonlarını inceleyen bilim adamları, bir çok fonksiyonu ve özelliğini öğrendikleri beyinde “ruh”a atfedilen şeylere ait olabilecek herhangi bir bölgeye rastlamadıkları gibi daha önce ruh’a atfedilen hemen her şeyin beyindeki ilgili bölgesini keşfetmiş durumdalar.

Bu beynin muhteşem olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, beynimiz bilinen evrendeki en karmaşık yapı. Ortalama bir insan beyni 100 milyardan fazla nöronun yüzlerce trilyon sinaps‘le birbirine bağlanmasından oluşur. Bu sistem o kadar karmaşıktır ki, teorik olarak mümkün olan beynin hallerinin sayısı evrende var olan temel partiküllerin sayısından fazladır (Ramachandran 1998, s. 8).  Beynin hesap gücü saniyede 10 trilyonla 10 kuadrilyon (1 kuadrilyon=1000 trilyon) arası olarak tahmin edilmektedir (Merkle 1989). Karşılaştırma yapmak istersek dünyadaki en güçlü süperbilgisayar IBM’in Blue Gene süperbilgisayarıdır ve saniyede 500 trilyon işlem yapabilmektedir.

Ancak yazıyı burada bitirmek yerine bir kaç örnek vererek argümanı sağlamlaştırmak istiyorum.

Beyin ve aklın tekliği

Ruh ne işe yarar?

Dinler, öldükten sonra ruhlara ne olduğuna dair bolca öngörülerde bulunurlar, ancak ruhun yaşayanlar için ne işe yaradığını detaylıca ele alan kaynak azdır. İslam dininin ruhlara dair görüşünü çok derine inmeden ele alan şu yazıyı referans olarak göstermek istiyorum. Diğer büyük dinlerin görüşü de çok farklı değildir. Bu yazıya göre ruhun işlevi/tanımı :

-kişinin “ben” olarak tanımladığı şeydir.
-vücut tamamen değişse (hücrelerin bir kaç yılda bir tamamen yenilenmesi) bile aynı kalan şeydir
-konuştuğumuz, istediğimiz şeylerin, fikirlerimizin kaynağıdır
-motor işlevlerin (yürümek vs) kaynağını aldığı yerdir
-canlılığı devam ettiren şeydir,
-canlı ile ölü arasındaki farktır : insan ölünce vücudu korunmaktadır ancak canlı değildir
-kalbin atması gibi küçük ve bilincinde olmadığımız bir çok olayı kontrol eden ve hatasız devamlılığını sağlayan şeydir
-beyin fonksiyonları kontrol eder, peki beyni ne kontrol eder? Beyni kontrol eden şey ruhtur.

Alıntı :
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür… Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur

Ruh’un ölümden sonra “öteki dünya”ya gidip yargılanmasından hareketle, ruhun aslında dünyadaki bilincin bir devamı olduğu sonucu çıkarılabilir.

Eğer “ben” olarak düşündüğüm şey aslında ruh ise, beni olduğum kişi yapan şey ruhum ise, o zaman ruh hayatım boyunca yaptığım şeylerden sorumlu olan şeydir. Eğer dualist-ikilikci görüş (beden ve ruhun iki ayrı şey olduğu görüşü) doğruysa ruh, hayatım boyunca gösterdiğim tüm davranışlardan, tüm kişilik özelliklerimden sorumlu şeydir.

Benim görüşümde, bu iddia yanlıştır. Düşünceler, kişilik, kimlik ve davranışlar beyinden ayrı düşünülebilecek şeyler değildir. Kanıtlar, davranışlar ve kişiliğin tamamen beynin fiziksel durumuna bağlı olduğunu göstermektedir. Yazının ilerleyen kısımlarında beynin davranışlar ve kişiliği doğrudan kontrol ettiğini göstereceğim.

Beyin ve aklın tek olması, Teist inancın yanlış olduğuna en büyük kanıtlardandır diye düşünüyorum. Yoksa niye ölümsüz ruh, hatalı ve zayıf biyolojiye bağlı olsun ki? Eğer adil bir Tanrı varsa ve ruhu günahlarından ötürü cezalandırıyorsa (ya da iyiliklerinden ötürü ödüllendirebiliyorsa) niye “ruh”un beyinde meydana gelen ve üstünde herhangi bir kontrolü olmayan genetik, kimyasal ya da diğer faktörlerden etkilenmesine izin veriyor? Eğer Tanrı, dinlerin söylediği gibi adilse ve ruh, “özgür irade”ye dayalı davranışlar sonucunda değerlendirilecekse niye “özgür irade”yle ilgisi olmayan biyolojik olaylar ruhu etkileyebiliyor? Ya da gerçekten özgür irade diye bir şey mümkün mü?

Kanıtlar, ruhla iddiaları çürütür niteliktedir. Kişiliğimizin ve davranışlarımızın beyinden ayrı olmadığı ve beyindeki değişikliklerden etkilendiklerine dair kanıtlar görmezden gelinemeyecek kadar çoktur.

Kimliğin birliği

  • Hafıza problemleri

1950’lerde Henry M olarak bilinen hasta, epilepsi krizlerinden kurtulmak üzere ameliyat olur ve temporal loblarından alınan parçaların hippocampus’üne hasar vermesi sonucunda yeni hatıralar oluşturma yetisini kaybeder. Yani ameliyata girdiği günkü hatıraları neyse, hayatının geri kalanında aynı hatıralardan farklı bir şey hatırlayamayacaktır. Bu olay, hippocampus’ün uzun süreli hafızayı yönettiğini göstermiştir. Henry kısa süreli hafıza ve öğrenilmiş uzun süreli beceri hafızasını (bisiklete binmek gibi) kaybetmemiştir ancak 10 dakika önce olan bir şeyi hatırlamamaktadır (Heilman 2002, s. 149-150).

Benzer şekilde hippocampus’u zarar gören insanların yeni hatıraları oluşamamaktadır. Bir nevi “pause-dondur” düğmesine basılı gibi, tarihteki belli bir noktadan öteye gidememektedirler. Bu insanların “ruh”larına ne olmuştur? Hatıralar olmadan insanların kişilikleri (dolayısıyla ruhları) tamamen değişmiş oluyor. Beyinde meydana gelen fiziksel değişikliklerin kişiliğe olan etkisi materyalist görüşle uygunluk gösterirken dualist görüşe ters düşmektedir.

  • Corpus callosum’un kopması

Ruh’un iki önemli özelliği vardır. Uzayda devamlılık gösterir (her bedende tek bir ruh vardır) ve zamanda devamlılık gösterir (her bedenin yaşam boyunca tek bir bilinci vardır). Eğer bir vücudu kontrol etmeye çalışan birden fazla ruh varsa  ya da yaşlı insanların gençken işledikleri günahlar için sorumlu tutulacaksa adil bir yargılama zor olurdu. Elbette dinler bu ikinci problem için tövbe ya da günah çıkarma gibi çözümler sunarlar. Ancak anlatmak istediğim şey biraz farklı.

Beyindeki Corpus Callosum adı verilen ve beynin iki yarı küresini birbirine bağlayan sinirler (kaza, tümör, epilepsi krizlerini önleme amaçlı ameliyat gibi sebeplerle) hasar gördüğünde ilginç bir etki ortaya çıkmaktadır.  Daha önce söylediğim gibi beynin her yarı küresi, ters taraftaki duyulardan bilgi almaktadır. Ayrıca her yarı kürenin kendine has görevleri vardır. Sag yarıküre sol elden gelen bilgileri toplarken sol yarı küre sağ elden gelenleri toplar, ve sol yarı küre çoğunlukla konuşma becerisinin tamamını kontrol eder. Yani sol elinizle tuttuğunuz bir şeyin ne olduğunu söyleyebilmeniz için, bilginin sağ beyin yarı küresine gelip, oradan corpus callosum sinirleriyle sol tarafa geçip konuşmayı kontrol eden bölgeye ulaşıp konuşmaya dönüşmesi gereklidir.

Corpus callosum’un kesilmesi durumunda ise meydana gelen şey gerçekten ilginçtir. Yapılan deneylerde tekrar tekrar ortaya konduğu şekliyle, corpus callosum’u kesilmiş ve gözleri bağlanmış hastanın sol eline konan bir cismi, hasta tarif edememektedir (Heilman 2002, s. 128). Çünkü sol elden gelen ve sağ beyne giden bilgi, sol tarafa geçememektedir. Fakat hasta, sol eline konan cismi aynı eliyle kağıda çizebilmektedir, ya da belli bir cismi, ona benzeyen diğer cisimlerden ayırabilmektedir. Ancak bu sinirlerin kopmasının daha da önemli bir etkisi vardır.

Beynin sağ tarafı bazı hisleri de kontrol eder. Güçlü duygusal tepkilere sebep olacak bir resim sadece sol gözün göreceği şekilde gösterildiğinde, bilgi sağ yarı küreye gider ve ilgili his oluşur. Ancak kişiye o duyguların niye oluştuğu sorulduğunda, mantıklı ancak ilgisiz bir cevap verirler. Örnek olarak Hitler’in bir resmi gösterilen hasta, kızgınlık ve tiksinme belirtileri gösterebilir, ancak nedeni sorulduğunda “birisinin beni kızdırdığı bir an aklıma geldi” şeklinde mantıklı ancak ilgisiz bir cevap vermektedirler. Çünkü sağ tarafta oluşan hissin sebebi sol taraftaki konuşma bölgesine iletilememektedir. (Newberg and D’Aquili 2001, s. 23)

Hissiyatın oluşması için gereken yolda (sol göz-beynin sağ tarafı) bir bozukluk yok, ancak hissiyatın sebebinin konuşma yoluyla aktarılması sürecinde kopukluk olduğu için kişi bir cevap icat ediyor (ufak bir yalan söylüyor). Sol yarı küre, vücuttaki değişimi (oluşan duygusal tepki) farkediyor ancak nedenini bilmediği için kişi farkına bile varmadan aradaki boşlukları doldurarak bir cevap yaratıyor. Yani kişi yalan söylediğinden habersiz.

Benzer bir örnek daha inceleyelim. Bu durumdaki hastalarda sağ beyin yarı küresi konuşmayla ilgili becerileri kullanamasa da, dokunarak tahtadan oyulmuş harfleri tanıyabilmektedir. Gönlünde yatan meslek sorulan hastaya hem cevabı söylemesi hem de sol eliyle önündeki tahta harflerle mesleği yazması söyleniyor. Hasta “marangoz” derken, sol eliyle seçip dizdiği harfler “araba yarışçısı” cevabını veriyor.

Peki bu niye önemli? Bu deneyler ortaya koyuyor ki, corpus callosum’u hasarlı kişilerin sağ ve sol beyin yarı küreleri birbirinden farklı bilgilere sahip oluyorlar. Bir nevi ikinci bir bilinç oluşmuş oluyor.

Açıkça görülüyor ki beyinlerin yarı küreleri arasındaki iletişimin kopması, bazı durumlarda ikincil bir bilince yol açıyor. Eğer bir vücutta tek bir ruh varsa, beyinde meydana gelen bu fiziksel değişikliğin birden fazla bilince yol açması nasıl açıklanabilir? Eğer ruh’un bir kısmı ne olup bittiğini biliyorsa, o zaman tamamının bilmesi gereklidir. Eğer ruh’un bir kısmı bir şeye inanıyorsa, o zaman tamamının inanması gereklidir. “Yarım porsiyon ruh” diye bir şey olamayacağına göre ve ruh’un beyindeki sinirlerin kesilmesiyle ikiye ayrılacağını düşünmek ruh’un anlatılan doğasına aykırı olduğu düşünülürse, Ruh hipotezi bu durumu açıklamakta yetersiz kalıyor.

  • “Yabancı el” sendromu

Eğer Stanley Kubrick’in yönettiği ve Peter Sellers’ın oynadığı Dr Strangelove filmini izlemişseniz, doktorun siyah eldivenli ve kendi kendine hareket eden ve zaman zaman doktoru boğmaya çalışan ya da Nazi selamı veren elini hatırlarsınız. Bu sahne bize komik gelse de, bu gerçek bir hastalıktır ve literatürde, istemsizce hareket eden ve sahibine zarar vermeye çalışan ellere, “yabancı el sendromu” ismi verilmiştir.

Bu hastalığın sebebi, genellikle negatif ve depresif düşüncelerin kaynağı olan sağ yarıkürenin kontrol ettiği sol elin, corpus callosum’un zarar görmesi sonucunda engelleyici bir gücün (beynin sol tarafındaki olumlu düşüncelerin kaynağının etkisi) eksiliği neticesinde istemsiz hareket etmesidir. Bir nevi beynin karanlık sağ tarafının, bilincimiz ve konuşma merkezimiz olan sol tarafına bağlantısı kesilmesi sonucunda kişinin farkında olmadığı depresif sorunlarının sol el vasıtasıyla ortaya çıkması sözkonusudur. Konuşmayı kontrol eden bölgeye ulaşıp derdini anlatamayan sağ yarıküredeki problem o kadar büyür ki problem sol elin hareketlerine yansır. Normalde sağ tarafın sol tarafa ulaşmakta bir problemi olmadığından insanların bir çoğu sağ ve sol yarıküreleri ayrı olarak düşünmez, tek bir şeymiş gibi görürler. Bu yüzden de kendi başına hareket eden elin kaynağının sağ beyin olduğu fikri inanması güç gelir.

Bu hastalık, beynin ön loblarında oluşan hasar sonucunda her iki elde de görülebilmeye başlasa da, corpus callosum hasarı her zaman sol ele etki eder. Görülen hareketler arasında sol elin telefona bakıp ahizeyi vermek istememesi, eşyaları rasgele fırlatması, içecekleri dökmesi sayılmaktadır. Bazı durumlarda şiddet gözlemlenebilmektedir. Kişinin kendisine ya da başkalarına zarar vermeye çalışan “yabancı sol el” vakaları kayda geçmiştir. Bunlar arasında boğmaya çalışma, bıçak ya da baltayla saldırma gibi şeyler vardır.

Eğer bu durumdaki bir hastanın kontrolü kaybedip birisine zarar vermesi olasılığını düşünürsek burada suçlu ve günah işleyen kimdir? Ruh sadece sol tarafımızda mıdır? Yoksa esas ruh sağ taraftaki kötü şeyler düşünen ve cehennemlik olan ruh mudur? Yoksa ruh, beyinde meyadana gelen hasar sonucunda iyi ve kötü olarak ikiye mi ayrılmaktadır?

  • Felç ve yadsıma

Felç geçiren hastalar, genellikle felç geçirdikten sonra hareket etmeyen uzuvlarını hareket ettirebildiklerini düşünürler. Bir yanı felçli hastaya alkışlaması söylendiğinde tek elini alkış tutuyormuş gibi saga sola sallaması, ve herhangi bir hastalığı olduğunu kabul etmemesi (daha doğrusu bilinçli olarak bu durumu anlayamaması) durumuna anosognosia (Yunanca’dan “hastalıktan habersiz olma”) ismi verilmektedir. Bunu gerçeği kabullenemeyen birisinin psikolojik savunma mekanizması olarak görmek mümkündür. Ancak kanıtlar aksi yönde bir duruma işaret etmektedir.

Kalp krizi sonucunda bir yanları felç olan hastalar, genellikle felç harici diğer sağlık sorunlarını kabul ederler. Örneğin bir yanı felçli hastaya “eğer ayakkabılarını bağlarsan sana şeker vereceğim” diyen doktora hasta “doktor, diabetik olduğumu ve şeker yiyemeyeceğimi biliyorsunuz” gibi bir cevap vermektedir. Daha da önemlisi, bu yadsıma hali daha çok vücudunun sol tarafı felçli olan hastalarda görülmektedir. Diğer bir deyişle, vücutlarının sağ tarafı felç geçiren ve psikolojik savunma mekanizmasına en az felç olduğunu yadsıyanlar kadar ihtiyacı olan hastalar felç durumunu çoğunlukla kabul etmektedirler. Beynin belli bir bölgesindeki hasar ve yadsıma arasındaki bu ilişki, hasar gören bölgede vücudun beyindeki resminin güncellenmesiyle ilgili bir görev yürütüldüğünü göstermektedir. Yani beyin, vücudun o anki durumu hakkında eski bilgilere sahiptir ve güncelleme (felç olunduğu bilgisi) beyindeki hasar sebebiyle gerçekleşememektedir.

Ancak çok daha önemli bir kanıt var ki, hem dualizm hem de Freud’un savunma mekanizması teorisini çürütmektedir.

Bu sorundan muzdarip hastaların denge duyularını kontrol etmek amacıyla kulaklarına soğuk su sıkılması sonucunda hastanın yadsıma hali geçtiği bildirilmiştir. Daha önce felçli olduğunu kabul etmeyen hastanın kulağına soğuk su sıkılması sonucunda hasta bir anda felçli olduğunu kabul ettiği gibi, kendini yeni felç olmuş gibi görmemekte, uzun süredir felçli olduğunu kabul etmektedir. (Ramachandran 1998)

Soguk suyun etkisi geçince ise daha da ilginç bir şey olumakta ve hasta, soğuk su sıkıldıktan sonra felç olduğunu kabul ettiğini hatırlamamaktadır. Daha önceki felç durumu sorulduğunda kabul etmemektedir. Yani beyin, o anki gelen bilgiye göre geçmişe dair senaryoyu baştan yazıyor gibi düşünebiliriz.

Bazen bu yadsıma hali kendiliğinden geçer. Bu durumda da hasta, aynı soguk su deneyinde olduğu gibi yadsıma dönemini hatırlamamaktadır. Senaryo tekrar yazılmakta ve hatıralar ona göre şekillenmektedir.

Peki, hastanın ikiye bölünerek bir yarının felcin farkında olması ve diğer yarının felçten tamamen habersiz olması ve bu iki bilincin zaman zaman yer değiştirerek yüzeye çıkması nasıl açıklanabilir? Freud’un savunma mekanizmaları burada geçerli açıklama değil. Teistik Ruh inancı da öyle. Eğer ölümden sonraki yaşamda ruhumuz yaşamımızı hatırlayacak şekilde hatıralarımızı saklayabiliyorsa, o zaman nasıl kulağa kaçan soğuk su gibi ufak bir şey bu hatıraları etkileyebiliyor? Eğer bedendeki bir arızanın ruha sağlıklı bilgi gitmesine engel olduğunu düşünüyorsanız tekrar düşünün, zira bu hastaların hemen hepsi bir taraflarının felçli olduğunu gözleriyle görebilmekteler. Hadi onu geçtim, soguk su sonucunda “uyanan” ruh, nasıl oluyor suyun etkisi geçince bu önemli olayı unutuveriyor?

Bu soruların açıklaması ruh’a atfedilen şeylerin beyinden ayrı olmadığı gerçeğini kabul etmemizden geçmektedir. Mükemmel olmayan insan beyni ve işleyişi ancak bu şekilde anlaşılabilir.

  • Capgras Sendromu

Capgras sendromu nadir rastlanan ancak çok ilginç bir başka beyinle ilgili hastalık. Bu hastalıktan muzdarip kişi, diğer açılardan gayet normal ve mantıklı iken tanıdığı insanların (eşi, çocuğu, ebeveynleri) aslında taklitçi olduğunu ve kendi eş/çocuk/anne/babaları olmadığını, sadece onlara benzeyen ve rol yapan sahtekarlar olduğunu iddia eder. Bu durum Alzheimer ya da şizofreni gibi hastalıklarda da görülse de 3te birlik bir oranla beyne etki eden travmatik bir kaza sonucu görülmektedir.

Bu durumun açıklaması, limbik sistem adı verilen ve beynin duygusal tepkilerini kontrol eden bölümünde yatar.  Gözlerden gelen görüntü bilgileri beyne geldiği zaman, temporal loblardaki cisim tanıma sürecinden geçer ve insanın o anda neye baktığını -insan yüzü, ev, bir hayvan gibi- tanımlar. Bilgi sonra amygdala ismi verilen ve limbik sistemin bir nevi giriş kapısı olan bölgeye gönderilerek görüntülenen cismin duygusal etkisi değerlendirilir. Eğer cisim sevilen bir insan ise, limbik sistem buna uygun bir duygusal tepki göstererek baktığımız şeyin gerçekten de o olduğunu anlamamızı sağlar. Annenize baktığınızda içinizi kaplayan iyi hisler bu sürecin sonucudur.  Capgras sendromundan muzdarip kişilerde olan şey ise, görüntü beyinde oluşmasına karşın, ona eşlik etmesi gereken duygusal hislerin yokluğudur. Bu sebeple hasta, annesini görünce karşısındakinin annesine benzediğini ancak (duygusal tepkinin yokluğu yüzünden) onun annesi değil bir taklitçi olduğunu zanneder. Yani beyin aslında “bu karşımdaki kişi annemse, niye annemmiş gibi hissetmiyorum” der. Bunu açıklamak için de beyin, “taklitçi” senaryosuna başvurur. (Ramachandran 1998)

Ancak esas önemli olan bu değil. Limbik sistemin çok daha önemli bir özelliği daha vardır. Hatıra oluştururken limbik sistem bir nevi “kütüphanecilik” görevi yürütür. Bunu biraz açalım.

Diyelim ki bir arkadaşınız size kendi arkaşı olan Ahmet’i tanıştırdı. Ahmet’le tanışınca onunla ilgili bir hatıra oluşturup hafıza kütüphanenize yolluyorsunuz. Bir nevi “Ahmet dosyası” yaratıyorsunuz diyelim. Bir kaç gün sonra Ahmet’le tekrar karşılaşıp kısa bir sohbet ediyorsunuz. Beyin ikinci “Ahmet dosyası” yaratıyor. Bir süre sonra Ahmet’le bu sefer iş yerinde karşılaşıyorsunuz ve Ahmet’in üstünde beyaz doktor önlüğü var, fakat siz daha önceki karşılaşmalarınızdaki hatıralarınız sayesinde onu hemen tanıyorsunuz. Artık beyninizde bir “Ahmet kategorisi” var ve beyin Ahmetle ilgili hatıralarınızı “Ahmet kategorisi” altında saklamaya başlıyor.  Bu zihinsel resim, her karşılaşmada daha da gelişiyor ve bir süre sonra Ahmet’le ilgili bir imaj oluşturuyorsunuz : Ahmet doktor, komik fıkralar anlatıyor, bahçıvanlıktan anlıyor…vs şeklinde bir Ahmet imajı ve bununla ilişkilenmiş bir duygusal tepkiye sahip oluyorsunuz.

Peki beyin Ahmet’le ilgili bu ayrı anıları nasıl aynı kategoriye yerleştiriyor? Benzetme yaparsak, beyinde, bilgisayarlardaki gibi bir dosyalama sistemi var diyelim. Her karşılaşmada yeni bir “dosya” yaratılıyor. Peki beyin bu dosyaların hangi klasöre gideceğine nasıl karar veriyor?

Bunun cevabı da limbik sistem. Karşılaşılan kişiyle ilgili duygusal tepki aynı zamanda dosyaları birbirine bağlayan bir zincir görevi görüyor. Peki bu duygusal tepki bir şekilde eksik ise ne oluyor? Beyin her karşılaşmada sürekli yeni dosyalar yaratıyor ama bunları klasörlere dağıtamıyor. Bu da Capgras sendromundaki kişilerde görüldüğü gibi, karşılaşılan kişilerin (yeni dosyaların) tam tanınamamasına (klasörlere yerleştirilememesine) sebep oluyor.

En can alıcı noktaya geliyoruz. Peki kişi kendisini tanırken aynı süreç işliyor mu? Kendi yüzünüzün imajı beyinde ilişkili bir duygusal tepkiye sebep oluyor mu? Hem evet hem hayır. Capgras sendromlu hastalar aynaya baktıklarında aynadaki yüzün muhtemelen kendilerinden başka birisi olamayacağının bilincinde olduklarından duygusal tepkinin etkisi cevabı etkileyecek kadar güçlü değil. Ancak kişi kendisinin bir fotografını gördüğü zaman, onun kendisi değil ona tıpatıp benzeyen bir başkası olduğunu söylüyor. Bir nevi kişi, kendisini ikiye bölüyor. Bu davranışın sebebi de, yine kendisini gördüğü zaman eşlik etmesi gereken duygusal tepkinin eksikliği.

Eğer ruh, “ben” diye bildiğimiz şeyse, Capgras sendromu hastalarının kendilerini ikiye bölerek fotografa bakan kişi ve fotograflardaki kişinin ayrı kişiler olduğunu iddia etmeleri nasıl açıklanabilir?

Kişiliğin “tek”liği

  • Phineas Gage’in ilginç hikayesi

Phineas Gage, 1848’de Amerika’da 25 yaşında tren rayı döşeyen bir firmada ustabaşılık yaparken bir kaza sonucu bir demir çubuk parçasının sol yanağından girip, kafasının sağ üst kısmından çıkmasına rağmen hayatta kalmış birisidir. Sol gözü kör olmuştur ve yüzünde yara izleri ve lokal felç görülmüştür, ancak konuşma düşünme yürüme vs gibi şeylerde zorluk çekmemektedir.

Phineas Gage’in hikayesini ilginç kılan şey, kazadan önce ve sonraki kişiliğidir. Kazadan önce Gage, sorumluluk sahibi, zeki, kibar, çalışkan ve yaptığı planları titizlikle uygulayan bir çalışan iken, kazadan sonra sorumsuz, sabırsız, saygısız, tembel, çılgın planlar yapıp daha bir planı gerçekleştirmeden başka bir çılgın plan yapan, asabi, kaba ve huysuz birisine dönüşmüştür.

Gage 1848’deki kazadan 13 yıl sonra hayatını kaybetmiştir. 120 yıl sonra kafatası incelendiği zaman görülen şey ise ön loblardaki ventromedial prefrontal korteksin yani normal karar verme yetisini kontrol eden bölgenin zarar gördüğü ve davranışlarındaki değişikliklerin bu sebeple olduğu. Davranışlarındaki değişiklik kendi suçu ya da bilinçli seçimler değil, tamamen beynindeki hasardan kaynaklanan ve özgür iradesinin dışında gerçekleşmiştir. (Damasio 1994)

Gagein kafasına giren demirin izlediği yol

Gage'in kafasına giren demirin izlediği yol

Gage’in trajik hikayesinden çıkarılabilecek sonuç, beynin ön kısımlarının kişilik ve davranışları kontrol ettiği ve buraya gelen hasarın bu işlevlerin düzgün çalışmasını engellediğidir. Gage’in hikayesi, literatürdeki tek benzer hikaye değil. Ön beynine zarar gelen insanlarda düzgün ve akılcı karar verebilme yetisinin bozulması, kurallara uymama ya da topluma normal insanlar gibi adapte olamama durumları sıkça karşılaşılan şeyler. Bu durumu dualist (beden-ruhçu anlayış) nasıl açıklayabilmektedir? 1848’de meydana gelen kazada Gage’in beynine saplanan demir, ruhunun da bedenden çıkmasına mı sebep olmuştur? Bilimsel düşünce insanların beynindeki fiziksel değişikliklerin kişilik ve davranışlara etkisini gayet net açıklayabiliyorken, güya herhangi bir zarara uğraması imkansız olan ruh’un karakterimizi belirlediği iddiası nasıl doğru olabilir?

  • Frontotemporal Bunama

Genetik bir hastalık olan Frontotemporal demans (bunama) ya da kısa adıyla FTD, beynin ön ve temporal loblarını etkileyen bir nörolojik hastalıktır. Genellikle insanların 50’li yaşlarında ortaya çıkan ve kişilik özelliklerini kontrol eden bölgeleri etkileyen bu hastalığın belirtileri arasında empati yoksunluğu, bencillik, düşüncesiz ve kaba davranışlar, asabiyet ve kendini frenleme yetisinin kaybı sayılmaktadır. (Miller 2001)

Sol yarı küredeki FTD genellikle afazi (konuşma ve konuşulanı anlama bozukluklarının genel adı)’ye sebep olur. Sağ taraftaki FTD ise şiddetli kişilik değişikliklerine sebep olmaktadır. Bu değişiklikler, yiyecek ve giyecek tercihlerinde, politik görüşlerde, sosyal davranış, cinsel tercih ve -burası önemli- dini görüşlerde ve inançlarda görülebilmektedir.  Üç örnek inceleyelim :

53 yaşındaki erkek hasta, 35 yaşındayken başarılı bir reklam ajansındaki müdürlük görevinden politik bir roman yazmak üzere istifa eder ve Guatemala’ya yerleşir. Hiç bir şey yazmadığı gibi fotoğrafçılık ve balmumu heykelciliğine merak salar; bu süre zarfında ailesini hiç umursamaz ve bazen aylar boyunca karısı ya da çocuklarıyla iletişim kurmaz. Sonunda eve döner, ancak 51 yaşındayken kırmızı ışıkta geçmekte, sürekli yalan söylemekte, eşini aldatmakta, ufak şeyler için büyük kavgalar çıkarmakta, sokaktaki kadınlara uygunsuz şekilde bakmakta ve toplum içinde mastürbasyon yapmaktadır. 2 yıl sonra bir kliniğe yatırılır.

70 yaşındaki kadın hasta, on yıllardır evli olduğu kocasının ölüm döşeğinde ondan nefret ettiğini söyler. Bunama ilerledikçe, hayatı boyunca Lutheran (bir Hrıstiyan mezhebi) olan kadın birden katolik olur ve kiliseye bağışlar yapmaya başlar. Rahiplerden birine aşık olduğunu ve onunla ilişkisi olduğunu söyler. Mezhep değişikliğinden 6 ay sonra tamamen bunamıştır.

Son olarak, 63 yaşındaki kadın hasta, hayatı boyunca şık giyinmiş bir muhafazakardır. 56 yaşındayken ise içine kapanır, anti-sosyal bir hale girer ve saldırganlaşır. Bir olayda, kırmızı ışıkta geçip bir başka arabaya çarpar ve umursamazca olay yerini terkedip alışverişe gider. 62 yaşındayken siyasi görüşü 180 derece döner. Hayvan haklarının ateşli bir savunucusu olur, kitapçıda sağ görüşlü kitapları satın alan insanlarla tartışır, üstünde sloganlar olan kısa kollu penyeler ve bol pantolonlar giymeye başlar, “Sağcılar bu dünyadan silinmeli” türünden sözler söyler.

Bilim bu değişiklikleri ve FTD’nin etkilerini açıklayabilmektedir. Peki dualist görüş bunu nasıl açıklamaktadır? Beyindeki bozulmalar ruhu da mı etkilemektedir? Yoksa kişilik özellikleri ruhun değil de beynin bir özelliği midir? Ancak bu durumda bu özellikler ölümle birlikte yokolmayacak mıdır? Bu durumda ölümden sonraki ruh nasıl hayattaki insanı yansıtabilir?

FTD’nin bu yazının konusu itibariyle kuşkusuz en ilginç özelliği kişinin dini görüşlerini değiştirmesine sebep olabilmesidir. Ruhtan kaynağını alması gereken tek bir şey varsa o da dini inançlardır. Bu inançların, kusursuz olmayan insan beyninden ayrı olması ve etkilenmemesi ruh’un ebedi hayatı için elzem bir durum değil midir? Bir diğer nokta, FTD genetik yani hastaların çocuklarında görülebilen bir hastalıktır. Tanrı insanların genlerini mi lanetlemektedir? Eğer insanların neye inandıkları Tanrı için çok önemliyse, niye insanların inançlarını etkileyebilecek böyle bir hastalık yaratmıştır ya da niye beyni bu tür hastalıklardan etkilenmeyecek şekilde tasarlamamıştır?

  • Öfori (Euphoria) ve Duygusal kaygısızlık

Beynin sağ yarıküresinin sola oranla daha negatif fikirlerin kaynağı olduğundan daha önce bahsetmiştik. Ancak bu sağ yarı kürenin kurtulmamız gereken bir organ olduğu anlamına gelmemektedir. Bu negatif hisler insan psikolojisinin bir parçası ve bunların eksikliği en az fazla baskın olmaları kadar kötü sonuçlar doğurabilmektedir. Eğer sağ yarı küre hasar görür ve normal işlevini yerine getirememeye başlarsa pozitif düşüncelerin kaynağı olan sol yarı küre hakimiyetini artırır ve kişi duygusal olarak “düz” ve kaygısız bir hale gelir ve şartlar ne kadar kötü olursa olsun bir öfori halinde (umursamazlık, sarhoşluk haline benzer bir durum) kalır. Diğer bir deyişle, kişi etrafındaki olaylara şefkat ve empati gösterecek kadar kaygılanamamaktadır.

Dalış yaparken vurgun yiyen bir genç rahibin sağ kartoid arterinde hasar meydana gelir. Rahip kazadan sonra kendine geldiğinde önceki halinden çok farklı olarak kaygısızlaşmış ve etrafında olan bitenden etkilenmeyen bir hale bürünmüştür. Lösemi hastası olan kızdardeşinde hastalığın nüksettiğini öğrendiğinde kardeşinin nasıl olduğunu sormak yerine, ona hala aynı hastabakıcının bakıp bakmadığını sormuş ve o hastabakıcıdan öğrendiği bir fıkrayı anlatmak istemiştir. Anne babası oğullarını ziyaret ettiklerinde “oğlumuza benziyor ve onun gibi konuşuyor ancak bir robot gibi davranıyor” yorumunu yapmıştır. (Heilman 2002)

Rahiplik yapan, sıcakkanlı, şefkat dolu zeki genç adam, bir beyin hasarı sonucunda dramatik bir kişilik değişikliğine uğramıştır. Kendi kardeşinin hastalığı gibi önemli bir olayı önemsememiş, hatta bu konuyla ilgili şaka yapmak istemiştir.

Dinlerin en temel ahlaki öğretilerinden birisi, insanların diğer insanları sevmesi ve şefkat göstermesidir. Ancak bu genç adamın örneğinde görüldüğü gibi, kendi suçu olmaksızın bu yetisinden mahrum kalmıştır. Kendisi negatif hisleri hissemediği için, diğer insanların nasıl hissettiğini hayal edememekte ve normal tepkiyi verememektedir. Sorunları olan insanlarla empati kurarak onların acısını kendisininmiş gibi görerek onlara şefkat gösterme yetisi, Öfori ismi verilen kaygısızlık haliyle kaybolmuştur. Eğer ruh gerçekten varsa, nasıl olur da bir insan en önemli hislerinden birisinden bir kazayla mahrum kalabilir?

  • Depresyon

Depresyon (unipolar ya da klinik depresyon olarak bilinen türü), genellikle yanlış anlaşılan ve en sık görülen zihinsel hastalıktır. Depresyon, geçici bir üzüntü ya da sıkıntı durumu olmadığı gibi, depresyona giren kişiler birden depresyondan kurtulamazlar. Depresyon bir zayıflık belirtisi de değildir. Depresyon beyindeki nörotaşıyıcıların dengesizliğinden kaynaklanan ve tedavi edilebilen ciddi bir hastalıktır. Depresyonun ortaya çıkmasında çevresel faktörler rol oynasa da çoğunlukla sebep genetiktir ve depresyon geçiren insanın yaşadığı hayatın etkisi çok büyük değildir (depresyonun görülmediği sosyal bir grup yoktur). Depresyon haftalar ya da aylar sürebilecek sürekli bir üzüntü, anksiyete, suçluluk, çaresizlik, umutsuzluk hislerine sebep olur ve hastanın normal bir hayat sürmesini engeller. Şiddetli vakalarda intihara sebep olabilir.

Tüm büyük dinlerin intiharı büyük bir günah olarak gördüğünü düşünürsek, ve depresyonun kişisel bir zayıflık sebebiyle olduğunu söylediğini de göz önüne alırsak kendi iradesi dışında (beynindeki bir problem sebebiyle) depresyon geçiren ve sonunda intihara giden kişiyi Tanrı sorumlu tutmayacak mıdır? Eğer bir ruh varsa, vücuttaki problemlerin ruhu bu kadar etkileyebildiğine inanmak güçtür.

Bir diğer nokta, depresyonun 90% oranında ilaçlarla tedavi edilebilmesidir. Bir çok zihinsel hastalığın (depresyon, agresif davranışlar, obsesif-kompulsif bozukluk) sebebi olan serotonin salgısıyla ilgili problemler antidepresan ilaçlar (ve psikoterapi desteği) sayesinde çözülebilmektedir. Zihin-beyin birliğini savunan bilimin söylediği üzere, kimyasal değişiklikler bilinçte güçlü etkilere sebep olmaktadır. Bu durumu bilincimizin beyinden çok ruha dayandığını iddia eden dinler nasıl açıklayabilir?

Daha da güçlü bir kanıt, şizofrenik hastalardan gelmektedir. Şizofreni hastaları, halüsinasyonlar gören, gaipten sesler duyan ve bazen başkalarına zarar veren zihinsel hastalardır. Belirtmek gerekir ki, şizofreni ve psikoz hastalarının büyük bir kısmı sadece içlerine kapanırlar ve şiddet eğilimi göstermezler. Ancak küçük de olsa bir grupta görmezden gelinemeyecek şiddete eğilim vardır. Hatta bu durumdaki hastaların bazılarında iç ses, Tanrı’nın sesi olarak algılanır ve kişi Tanrı’nın kendisine emir verdiğini, kurbanlarının da Şeytan olduğunu sanar. Daha önce bahsettiğimiz Capgras sendromu hastası bir kişi, babasının bir robot olduğunu düşündüğünden kafasını kesip içinde mikroçipler aramıştır. (Ramachandran 1998)

Depresyon gibi, psikotik hastalıklar halisünasyonları, paranoyak hayalleri ve diğer semptomları bastıran ilaçlarla tedavi edilebilmektedir. Beyin kimyasındaki bir dengesizlik bilinçte bir değişikliğe sebep olmaktadır, ve başka bir kimyasal bu problemi çözerek bilinci tekrar değiştirmektedir. Herhangi bir noktada Ruh denkleme katılmamaktadır. Ruh anti depresanlardan etkilenmekte midir?

Dinlerin bir çoğu dünyanın bir sınav yeri olduğuna ve özgür iradeye sahip insanların kaderlerini belirleyip ölümden sonra ona göre yargılanacaklarını söyler. Peki beyinlerindeki sorunlar sebebiyle değişik davranışlar gösteren insanların özgür iradeye sahip oldukları söylenebilir mi?

Ya da soruyu genişletelim, insan davranışlarının beyinde meydana gelen fiziksel değişikliklere tamamen bağlı olduğu düşünüldüğünde acaba özgür irade diye bir şeyden sözetmek mümkün müdür? Gayet açıktır ki verdiğimiz her karar, her türlü düşüncemiz ve hislerimiz beyindeki bir sürece bağlı. Bir bilgisayara verilen bilgilerin işlenmesinden çok farklı değil. Yeterince güçlü ve insan beynine benzer bir şekilde programlanan bir bilgisayar, insanların verdiği kararlara benzer kararlar, düşüncelere benzer düşünceler üretecektir. Henüz böyle bir bilgisayardan çok uzak olduğumuz için hayal etmesi çok zor geliyor, ancak imkansız da değil. Bu bilgisayarın özgür irade geliştirmesi düşünülebilir mi? Yoksa ortaya çıkan şey, inanılması çok güç miktarda bilgiyi aynı anda işleyip özgür iradeymiş gibi görünen kararlar veren bir makine midir?

Tanrı’nın insanları yeryüzüne özgür iradeye (çok güçlü bir hesap ve karar verme yetisine sahip insan beyni için kullanmaya devam edeceğim terim) sahip olarak gönderip sonra bazı insanların özgür iradesini bastıracak hastalıklar yaratması çok mantıksız bir plana benziyor. Diğer yanda, zihnin materyalist ve tekil teorisi tüm bu durumları gayet makul bir şekilde açıklayabilmekte.

Özgür irade konusuna daha sonra tekrar döneceğim, zira cidden zor bir soru.

Davranışın tekliği

  • Tümörler yüzünden değişen davranışlar

40 yaşındaki erkek öğretmen, daha önce herhangi bir cinsel saldırı suçu ya da bu tür bir eğilimi olmamasına rağmen birden fahişelere gitmeye ve internette çocuk pornosu sitelerini gezmeye başlar. Sonunda küçük çocuklara sarkıntılık ettiği için tutuklanır ve çocuk istismarıyla suçlanır. Öğretmen yaptığı şeyin farkındadır ancak kendi ifadesine göre “zevk hissi” mantığının önüne geçmektedir. Adam mahkemenin zorunlu tuttuğu bir seks terapisini tamamlayamaz ve hapishaneye girmeden önceki gece hastaneye başvurarak ev sahibine tecavüz etmekten korktuğunu ve başının çok ağrıdığını söyler. MRI taraması sonucunda beyninin ön tarafında (kaşlarının hemen üstünde) yumurta kadar bir tümör olduğu ortaya çıkar. Tümör ameliyatla alınır ve hasta seks terapisini tamamladığı gibi davranışları normale döner.

Bir süre sonra hasta tekrar çocuk pornosu biriktirmeye başlar ve baş ağrıları tekrar ortaya çıkar. Yeni bir MRI yeni bir tümör olduğunu ortaya koyar. Bu tümör de ameliyatla alınır ve adam normale döner. (Heilman 2002)

Benzer bir hikaye, Mary Jackson isimli çok başarılı bir kız öğrencinin, bir sömestr tatilinde birden içki içmeye başlaması, barlara giderek tek gecelik ilişkilere girmesi, kokaine başlaması olayında da görülür. Genç kız sonbaharda okula döndüğü zaman derslerinde büyük düşüşler görülür ve bursunu kaybeder. Kız sorumsuz gece hayatı neticesinde AIDS olmuştur ve önceye kıyasla çok asabi ve uyumsuzdur.

Psikolojik rahatsızlık şüphesiyle incelenen hastanın bir nörologa gitmesi sonucunda ön loblarında bir tümör olduğu ortaya çıkar. Tümör ameliyatla alınır ve hastanın davranışları, tıpkı bozulduğu zamanki gibi dramatik bir hızla eski haline döner. Hasta okula tekrar döner, başarılı bir şekilde mezun olur, yüksek lisans yapar, AIDS için ilaçlar kullanarak tedaviye başlar ve eski sakin kişiliğine kavuşur. (Choi 2002)

Bu iki örnek, tümör büyüdükçe hastaların kişiliklerinde değişiklikler görülmeye başlandığını göstermektedir. Tümör alındığında, normal davranış geri gelmektedir. Bu örnekler, kişilik ve davranışların beyinden ayrı olmadıklarını kanıtlar niteliktedir. Davranışlarımızı kontrol eden değerler, hedef koyup onlara ulaşma becerisi, kim olduğumuz ve nasıl davrandığımızı belirleyen kişiliğe dair özellikler açıkça görülüyor ki beynin ön loblarından kaynaklanan şeylerdir.

  • Akinezi

Akinezi, felce benzer bir hastalık olsa da sorun hareket edemeyen kaslar değil, beynin hareket etme motivasyonu olmamasıdır. Kişi hareket etmeyi istememektedir. Sadece çok acil şeyler için (tuvalet, yemek, su vs) hareket eder. Bir örnekle daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum :

Thomas Taylor ismindeki 58 yaşındaki hasta, aktif bir hayatı olan çalışkan bir rahiptir. Rahiplik yapmasının yanı sıra kilise dışı bir işte çalışarak kendisine ve ailesine bakmaktadır. Ancak rahip birden randevularına geç kalmaya başlar. Bir süre sonra hiç gitmemeye başlar. Sonraki aşamada evden çıkmamaya başlar. Tek yaptığı sabah kalkıp TV karşısına geçmektir. Bir süre sonra banyo yapmayı ve traş olmayı keser, kendi başına kıyafetlerini değiştirmez ve konuşmayı keser. Sadece doğrudan sorulara tek ya da iki kelimelik cevaplar verir. Bu durum başladıktan 2-3 sene sonra akinezi o kadar kötü bir hal almıştır ki, hasta tuvalete bile gitmez ve altına yapmaya başlar. Kilisede rahiplik yaparken her hafta yeni bir vaaz verirken, kilisedeki son ayında son 3 hafta boyunca aynı vaazı okur. Bunun sebebi sorulduğunda “eğer 3 hafta boyunca aynı vaazı oturup dinleyecek kadar salak iseler, o zaman bunu hakediyorlar” diye cevap verir. Elbette bu cevap, hastalık başlamadan önceki dönemde asla söylemeyeceği bir şeydir. (Heilman 2002)

Tahmin edebileceğiniz üzere, hastanın beyninin hem sol hem de sağ ön loblarına baskı yapan bir tümör sözkonusudur. Tümör ameliyatla alındıktan sonra hasta normale döner.

  • Çevreye bağımlılık sendromu

Daha önceki vakalarda görüldüğü gibi beynin ön lobları davranışlarımızı kontrol etmek önemli bir yere sahiptir. Ön loblar, davranışları başlatabildikleri gibi, bazı davranış isteklerini bastırmakla da görevlidir ve bu işlev de ön lobda meydana gelen hasar sonrası aksayabilmektedir. Phineas Gage vakasını hatırlarsak, ön lobuna gelen hasar toplumun uygun görmeyeceği davranışları engelleyememesine sebep olmuştu. Mary Jackson örneğinde de ön loba baskı yapan tümörler sorumsuzlık göstermesine ve barlarda tanıştığı erkekleri geri çevirememeye başlamasına sebep olmuştu.

Mary Jackson (başarılı öğrenciyken uyuşturucuya başlayan ve sorumsuz cinsel hayatı sonucunda AIDS olan hasta) örneğindeki bir diğer önemli semptom, “çevreye bağlılık sendromu” belirtileri idi. Bu sendromun en belirgin özelliği, hastanın davranışlarının beyinden gelen emirlere değil, dış etkenlere göre şekillenmesidir Örneğin Mary Jackson’a boş kalem ve kağıt verildiğinde ama ne yapması gerektiği söylenmediğinde, kalemi hemen alıp ismini yazmaya başlıyor, ya da bir tarak verildiğinde hemen saçlarını taramaya başlıyordu. Thomas Taylor (hareket etmeyen rahip) örneğinde ise benzer şekilde, boş kagıt ve kalem verilen hasta hemen yazı yazmaya başlıyordu. Özetle, hastalar etraflarındaki şartlara bağlı olarak hareket ediyorlardı.

Tourette sendromunu literatüre kazandıran meşhur nörolog George Gilles de la Tourette, 1884 yılında Malezya’dayken, “latah” hastalığı olarak tanımlanan egzotik bir hastalığı inceledi. Bu hastalıktan muzdarip kişilerin beyinlerinin “engelleme” ve “bastırma” fonksiyonları neredeyse tamamen bozulmuş ve verilen her emri yerine getirir olmuşlardı. Bu hastaların iki tanesine birbirine saldırma emri verildiğinde hasta, düşünmeden ve şiddetle diğer hastaya saldırıyordu. Ya da bir başka hasta kadın, gayet normal görünürken yanındaki birisi bir kıyafetini (örneğin ceketini) çıkardığı zaman kadın çırılçıplak kalana kadar soyunmaya başlıyordu.

Bu insanlar deli miydi? Tourette’e göre hayır, zira yaptığı gözlemlerde hiç birinde herhangi bir psikoz belirtisi ya da gerçeklikten kopukluk bulamamıştı. Hatta hastaların hepsi hastalıklarının farkındaydı ve durumdan utanç duyuyordu. Hareketlerini kontrol etmek istiyorlardı, ancak kontrol edemiyorlardı. Hareketlerini tetikleyen uyarıcılar iç değil dış dünyadan geliyordu ve kendilerini engelleyemiyorlardı. (Heilman 2002)

Dualist düşünce için çıkmaz yine ortada. Eğer davranışlarımızın kontrolü beynimize gelen bir hasar yüzünden kaybedilebiliyorsa, bu durum normal insanlarda bu bölgelerin düzgün çalıştığına ve davranışların buradan -ruh’tan değil – kaynaklandığına kanıt değil mi?

  • Afazi ve dua edememe

Afazi, beyindeki konuşma merkezlerine gelen hasar sonucu oluşan hastalıkların genel ismidir. Daha önce konuşma becerisinin yitirilmesi (Broca afazisi) ve anlama becerisinin yitirilmesi (Wernicke afazisi) gibi durumlardan bahsetmiştik. Ancak daha nadir görülen bir durum, Broca afazisinin aslında iki ana kola ayrıldığını göstermektedir. Birincisi normal konuşma (sohbet etmek, cevap vermek gibi) ikincisi ise hafızadan ezber okumaktır (şiir okumak ya da şarkı söylemek gibi). Bazı spesifik beyin hasarları bir bölgeyi etkilerken diğerine etki etmeyebilmektedir. (Heilman 2002)

Bir örnekte, hayatı boyunca Fransa’da yaşayıp sonra İsrail’e yerleşen ortodoks bir yahudi geçirdiği kalp krizi sonucunda 60 yıldır her gün okuduğu Tevrat’taki bir duayı artık ezberden okuyamadığını farkeder. Aynı şekilde, yıllardır bildiği Fransız milli marşını da söyleyememektedir. Ancak konuşmasında bir problem yoktur. Geçirdiği kriz sadece ezberle ilgili olan bölgeyi etkilemiştir.

Diğer yandan, Amerika’da bir kilisede görevli olan papaz, benzer bir kriz geçirir ancak bu sefer hasar gören bölge normal konuşmayla ilgili olan bölgedir ve papaz artık sadece duaları tekrar edebilmekte ve küfür edebilmektedir. Belirtilmesi gereken şey bu iki durumda da hastaların konuşma sisteminde bir problemi yoktur, problem tamamen beyinle ilgilidir. Yani duayı okuyamayan hasta, düşünememektedir de.

Bir de global afazi durumu vardır. Bu durumda hastanın dil ve konuşmayla ilgili bölgesi tamamen zarar görüyor ve hasta ne konuşabilmekte, ne de duyduklarını anlayabilmektedir. Hasta örneğin ailesini tanıyabilmekte, ancak iletişim kuramamaktadır.

Bu tür spesifik becerilerin diğer ilgili becerileri etkilemeden bozulması inanılmaz görünmektedir. İnsan gayet beklenir bir şekilde “niye konuşamıyor” diye sorabilir. Eğer ki söylediklerimizin kaynağı beyin ya da herhangi bir başka organa gelen zarardan etkilenmeyecek ebedi bir Ruh olsa idi, soru anlamlı olacaktı. Ancak nörolojik kanıt tekrar tekrar gösteriyor ki bilincimiz ve beraberinde gelen yetenekler beyinden ayrı değildir ve beyne gelen hasar sonucunda bozulabilmektedir. Özetle “akıl beynin bir ürünüdür ve aklın düzgün çalışması beynin fonksiyonlarının düzgün çalışmasına bağlıdır”.

  • Akinetik mutizm

Bu durumda, akineziye benzer bir şekilde hasta hem hareket kabiliyetini hem de düşünce kabiliyetini bir nevi askıya alır. Daha çok istemli bir koma durumuna benzetilebilir. Genellikle beyindeki anterior cingulate korteksine gelen hasar sonucu oluşur. Akinetik mutizm hastaları uyanık ve bilinçli olmalarına rağmen hiç bir şey yapmamaktadırlar. Gözleri cisimleri takip etmektedir ancak tek yaptıkları yatakta konuşmadan yatmaktır. Acıya duyarsızdırlar.

Bir örnekte bu durumdaki hasta aylar sonra bu durumdan çıktığında, komadayken geçirdiği süre boyunca hissettiklerini anlatır ve anlaşılır ki bu süre boyunca herhangi bir düşünce, karar verme, istek vs gibi beyin aktivitesi yoktur. Hasta bu durumu “söyleyecek pek bir şeyim yoktu” şeklinde açıklamıştır.

**********

Bu örneklerle bilincin en önemli 3 özelliğinin – kişilik, kimlik ve davranış – beyinden ayrı tutulamayacağını göstermeye çalıştık. Beyin hasarı dramatik kişilik değişikliklerine sebep olabilmekte, bir insanın birbirinden ayrı iki bilince sahip olmasına yol açabilmekte ya da gerçeklikten tamamen ya da kısmen kopmasına sebep olabilmektedir. Beyindeki kimyasal ve fiziksel değişiklikler davranışları değiştirebildiği gibi, bazı durumlarda kişinin iradesini elinden alarak davranışlarını kontrol etmesini engelleyebilmektedir.

Bu örnekler beden-ruh ikiliği varsayımından şüphe duymamıza sebep olmaktadır. Yazının başında alıntıladığım ruh’un işlevlerinin hepsinin beynin farklı bir yerinden kaynağını aldığını bilim ortaya koymuş durumdayken, ruha yapacak ne kalıyor?

Beyindeki bir problem sebebiyle kişiliği değişen birisini ele alalım. Bu kişi öldüğü zaman kıyamet günü hangi kişilik dirilecek? Elinde olmadan yaptığı şeylerden sorumlu tutulacak mı? Mantığımız tutulmaması gerektiğini söylüyor. Sonsuz adalet sahibi Tanrı’nın bunu küçük ve kolayca çözülebilir bir sorun olarak görmesi gereklidir.

Peki doğuştan böyle olan insanlar? Açıkça görülüyor ki insan davranışları beynin düzeniyle ilgilidir. O halde “kötü” olarak tanımladığımız insanların da davranışları beyinlerinin düzeninden kaynaklanan bir durum değil midir? Bu durumda özgür irade ve “günah” kavramları anlamsız hale gelmiş olmuyor mu? Bir insanın ön lobu zararlı dürtüleri yeterince bastıramıyor diye günahkar olması adil mi? Özgür irade, meşhur benzetmede olduğu gibi (yeterince gelişmiş teknoloji sihirden ayırt edilemez) kendimizin bile anlayamadığı kadar çok gelişmiş beynimizin aslında yaptığı bir hesaplama, dolayısıyla bir ilüzyon değil mi?

Özgür irade konusuna daha çok girmektense şimdilik bu konuyu atlayıp esas konumuza dönersek;

madem beynin işleyişi davranış ve düşünceleri etkileyebiliyor, peki dini düşünceler ve hislerin beyinde bir yansıması yok mudur? Bir sonraki bölüm bu soruyu ele alıyor.

Beyindeki Tanrı merkezi

Zen Buddistleri üzerinde yapılan deneylerde, Satori hali adı verilen ve “zamansızlık, sınırsızlık ve sonsuzluk” hissi olarak tanımlanan bir hale meditasyonla ulaşabildiğini iddia eden buddistlerin beyinleri SPECT adı verilen bir yöntemle incelenmiş ve beyinlerinin konsantrasyonla ilgili işlevleri kontrol eden bölgesinin aktif olduğu gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, tüm deneklerde gözlemlenen bir başka nokta, superior pareital lob’daki aktivitenin çok düşmüş olmasıdır.

Bu bölgenin görevi zaten biliniyor, insanın nerede olduğunu (uzaydaki yeri) anlamaya yarayan bölge. Yaptığı şey kişiyi üç boyutlu uzayda yerleştirerek ve nerede olduğunu anlamasını sağlamaktır. Bu görevin bir parçası da “ben” ve “ben olmayan” arasında net bir çizgi çizmesidir zira 3 boyutlu bir boşlukta bir cismin nerede durduğunu bilebilmek için cismin sınırlarının net olarak bilinmesi gereklidir. Bu sebeple bu bölgeye “orientation association area” teriminin (yönelim ilişkisi bölgesi) kısaltması olan OAA ismi (YİB) veriliyor. Deneyde gözlemlenen şey, tüm deneklerde OAA’nın derin meditasyon sebebiyle işleyişinin sekteye uğradığı bu yüzden de kişinin, vücudunun sınırlarını hesaplayamaması sebebiyle kendini 3 boyutlu uzayda doğru yere yerleştiremediği,  ve sanki sonsuz boşlukta uçuyormuş hissi yaşadığıdır. “Sınırlardan kurtulmak” olarak aktarılan deneyimin niye bu etkiye sebep olduğu bu şekilde açıklanmış olmaktadır. (Holmes 2001) Beynin gerekli bölgesinin çalışması sekteye uğradığı için kişinin bedeninin sınırları olmadığı ve bir boşlukta olduğunu düşünmekten başka seçeneği kalmamaktadır. Elbette bu deneyim kişiye son derece gerçek olarak görünecektir. (Newberg and D’Aquili 2001, s. 6)

Benzer bir etki, dua ettikleri zaman “Tanrı’ya yakınlaştığını” hisseden Fransiskan rahibelerinde de görülmektedir. OAA’nın aktivitesinin azalması benzer bir deneyime sebep olmaktadır. Bu deneyimlere eşlik eden bir başka his de huşu ve mest olma hisleridir. Geçmişte bu hisler ilahi güçlere atfedilse de bilim bugün bu hislerin herhangi bir ilahi müdahaleye ihtiyaç olmayan nörolojik olaylar olduğunu göstermektedir.

Daha önce temporal lob ve hisleri kontrol eden limbik sistemden bahsetmiştik. Hatırlarsanız limbik sistemin bir özelliği algısal bilgilere duygusal etiketler ekleyerek doğru bir şekilde sınıflandırılmalarını (dosyaların doğru klasörlerde saklanması benzetmesi) sağlamaktı. Bu işlevin bozulması da Capgras sendromuna yol açmaktaydı.

Bir çok beyin fonksiyonu gibi, limbik sistemle ilgili bilgileri çoğunlukla bu sistemlerinde problem olan insanların gözlemlenmesi sonucunda elde ediyoruz. Özellikle temporal lob epilepsisi ismi verilen ve beynin bu bölgesindeki yoğun nörolojik hareketliliğin sebep olduğu hastalıktan muzdarip kişilerin gözlemlenmesinden. Kas hareketlerini kontrol eden bölgelerde meydana gelen epilepsi krizlerinin kasları istemsiz hareket ettirmesine benzeyen şekilde, temporal loblarda meydana gelen epilepsi krizlerinin etkisi (limbik sistemi etkilediğinden) duygusaldır. Hastaların aktardığına göre bu krizler sırasında “duygular ateşlenir”. Kriz geçiren kişi huşu ve mest hislerinin dorukları ya da  insanın kanını donduracak korkuları yaşayabilir. Bazen de bu hisler arasında gidip gelebilir. (Ramachandran 1998)

Bu krizleri geçirenlerin bir diğer ortak özelliği ise, bu yaşadıklarına dini bir anlam yüklemeleridir. Kriz sırasında çok derin mistik ve ruhsal deneyimler yaşadıklarını söylerler, hypergraphia adı verilen ve çok detaylı, titizlikle yazılmış ancak genellikle anlaşılamayan yazılarla inançlarını anlatırlar. Günlük olaylarda kozmik bir mesaj ya da anlam ararlar ve Tanrı tarafından ziyaret edildiklerini düşünürler. Temporal lob epilepsisi hastası olan Dostoyevsky kriz geçirdiği zaman kendisine “Tanrı’nın dokunduğunu” yazmıştır.

Normal beyin işleyişine sahip insanların bu türden deneyimleri Tanrı’nın bir lütfu değil de tedavi edilebilir bir hastalık olarak görmeleri normaldir. Ancak eğer Tanrı insanlarla (peygamberler) konuşuyorsa, temporal lob epilepsisi hastalarının gerçekten Tanrı’yla konuşmadığı ne malumdur? Yanlışlanma özelliği olmayan dini düşünce bu ihtimali geçersiz kılacak herhangi bir açıklama yapamamaktadır.

Peki bu hastalığın ne önemi var, Temporal lob epilepsisi hastalarının yaşadıklarının hastalık sebebiyle olduğu ortada, dini deneyimlerle ne ilgisi var, diye sorabilirsiniz. Beyinde dini deneyimlerle ilişkili bir bölge bulmamızın önemi barizdir. Bir çok insan epileptik değildir, ancak bir çok insan da bu hastaların yaşadığı kadar yoğun dini deneyimler de yaşamamaktadırlar. Yine de hepimizin temporal lobları var. Acaba temporal loblarda meydana gelen ve epileptik kriz seviyesine çıkmayan aktivite, bir çok insanın kanıksadığı daha hafif dini deneyimlere sebep oluyor olamaz mı?

Bu soru tam da nörobilimci Dr Michael Persinger‘ın hipotezidir. Temporal lobda meydana gelen bu aktiviteye “kısa süreli temporal lob aktivitesi” ya da Ingilizce kısaltmasıyla TLT (temporal lob transients) adını vermiştir. Bu teoriye göre, TLT’ler temporal loblarda meydana gelen ve fiziksel ve beyinsel stres, ayinsel davranışlar, yüksek sesli müzikal uyarıcılar (el çırpmak ya da şarkı söylemek gibi) ve çeşitli kimyasalların vücuda alınması gibi sebeplerle meydana gelen kısa süren elektriksel dengesizlikler -mikrokrizler- dir. TLT’ler inanç, anlam ifade etme ve anksiyete azalması gibi hislere sebep olurlar ve dinlerin koşullandırmasıyla şekillenirler.

Zikir törenlerini gözünüzün önüne getirin. Ritmik sesler (tef, bendir çalınması) ayinsel davranışlar (vücudun öne arkaya sallanması) ve dini motifin varlığı bu etkiyi yarattığı gözlenen etkenlere tam uygunluk göstermektedir. Bazı kiliselerdeki gospel koroları da buna benzer uyarıcılardır.

TLT’ler tahmin edilemez doğaları sebebiyle tam olarak ölçülememiş olsalar da, varlıklarına dair kanıtlar güçlüdür. Temporal loblarda beynin diğer kısımlarına oranla daha çok elektrik aktivitesi olduğu görülmüştür. Dahası, epileptik kişilerde bu elektriksel dengesizliklerin varlığı, normal insanlarda da çok daha düşük bir sıklıkla bu olayların olabileceğini gösterir niteliktedir. Ancak temporal lob epilepsisi hastaları ve normal insanlar arasındaki fark deneyimlerin türü değil, deneyimlerin yarattığı hislerin şiddetidir.

Dr Persinger, bu etkileri meydana getirecek bir cihaz geliştirmiştir. Bir motorsiklet kaskına manyetik bir alan yaratan cihazlar eklenerek geliştirilen “Tanrı kaskı“nı giyen kişilerde 80% oranında gözlemlenen şey, şahısların kaskı takarken yanlarında birisi (inançlı kişiler bunu Tanrı olarak tanımlamış) olduğunu söylemiştir. Yani istek üzerine Tanrı’yla konuşmamızı sağlayan bir cihaz geliştirilmiştir. Elbette bu gerçekten Tanrı’yla konuşulduğunu göstermemektedir, sadece takan kişilerin 80%inde bu hislerin istek üzerine yaratıldığını göstermektedir. (Persinger 1987)

Peki bir insanın beynindeki bu noktaya bir hasar geldiğini düşünelim. O zaman kişinin bu türden dini hisleri ve dini deneyimleri biter mi? Entelektüel olarak Tanrı’ya ve dinlere inanan birisinin ona eşlik eden hislerin yokluğunda Tanrı’ya olan inancı zedelenir mi? Kanıtlar zedelenebildiğini göstermektedir. Limbik sisteme etki eden Alzheimer hastalıklarında dini olaylara ve görevlere azalan ilgi sık rastlanan bir semptomdur (Holmes 2001). Tanrı niye insanların kendisini hissetmesi ve dinleyebilmesini engelleyen bir hastalık yaratmıştır?

Elbette teistler, her şeye gücü yeten Tanrı’nın istediği zaman istediği kişiyle istediği yoldan konuşabileceğini söylecektir. Peki madem öyle, niye en başta beyinde bu dinsel ve Tanrısal hislerin kaynağı olan bir bölge yaratsın? Teistlerin açıklaması yaklaşık olarak şöyledir: Biz bilemeyiz, Tanrı her şeyi bilir ve bunu yapmak için iyi sebepleri vardır. Ateistlerin bu soruya açıklaması en mantıklı ve akılcı olanıdır : Beyindeki bu bölge evrimsel süreç sonunda ortaya çıkmış ve ilk olarak muhtemelen başka bir işe yarayan bir bölgeyken (veya başka bir fonksiyonun yan ürünü iken) şu andaki toplumun bu tür deneyimleri ilahi olaylar olarak tercüme etmeyi öğretmesi sebebiyle Tanrı’nın varlığına yorulan deneyimlere sebep olan bölge olarak insan biyolojik yapısında yerini almıştır.

Ruh’la ilgili felsefi sorunlar

  • Beyin ve ruhun iletişimi

Ruh’un maddesel olmadığını tekrarlamaya gerek yok diye düşünüyorum. Ruh herhangi bir dünyevi şeyden etkilenmeyen, manyetizma , elektrik, nükleer ya da yerçekimi kuvvetlerine bağlı olmayan, atom ve diğer benzeri partiküllerin içinden geçtiği ve bundan etkilenmediği gibi içinden geçen partikülleri de etkilemeyen bir şeydir. Peki materyal dünyayla herhangi bir bağlantısı olmayan bir şeyin, materyal beyin ve vücutla nasıl bir bağlantısı vardır? Nasıl beyinden algılara dair bilgiler alıp verdiği kararları beyne geri iletebilir?

Bu soruya “ilahi mucize” cevabını vermek, soruyu cevaplamadığı gibi soruyu “cevaplanabilir” sınıfından çıkarıp “cevaplanamaz” sınıfına sokmaktadır. Mucizler tanım itibariyle test edilemeyen, açıklanamayan ve daha derinlemesine tanımlanamayan şeylerdir. Eğer bu özelliklere sahip olmasalardı mucize olmaktan çıkarak bilimin üstünde çalışıp açıklayabileceği normal olaylar haline gelirlerdi. Bu da bizi ilk sorumuza geri getirirdi. Ruh, vücutla nasıl iletişim kurar?

Bu sorunun iki cevabı vardır. İlki, eski Yunan’daki atomist filozoflardan gelmektedir. Bu düşünceye göre ruh maddesel bir şeydir. Bu açıklama ruhun yokedilebilir bir şey olduğunu göstermektedir ve ölüm gerçekleştiğinde ruhun ve bilincin de ölmesi anlamına gelir. Bu görüş günümüz teistlerince kabul görmeyecek bir açıklamadır. Bir diğer açıklama ise, ruhun var olduğunu ancak vücuda herhangi bir etkisi olmadığını söyleyen görüştür. Epifenomenalizm ismi verilen bu görüşte ruh, tıpkı bir lokomotifin bacasından çıkan dumanın lokomotifi takip etmesi gibi insanın bedenini takip etmekte olan bir tür “gölge”dir. Önemli nokta, ruhun bedenden ayrı olmasıdır.

Bu açıklama da teistlerin kabul etmeyeceği bir açıklamadır zira “özgür irade”yi denklemden çıkarmaktadır. Zira epifenomenalistlere göre, acıkıp mutfağa gidersem bilincim acıkmam sebebiyle mutfağa gittiğime inanabilir, ancak hatalı olur. Vücudum acıkıp kendi kendine mutfaktan yiyecek almaya gider ve aklım (ruhum) bunu kendisinin yaptığını zanneder. Diğer bir deyişle ruh, aslında vücudun yaptığı şeyleri takip ederek onları kendisinin yaptığını düşünür. Biraz absürt olsa da epifenomenalizm bunu söylemektedir. Velhasıl özgür irade diye bir şey bu görüşe göre yoktur.

Mucize açıklamasını, ruhun materyal olduğu açıklamasını ve ruhun bedenden ayrı olduğu açıklamasını bir kenara koyarsak geriye kalan tek açıklama – aynı zamanda tek makul açıklama – materyalist açıklamadır. Bu açıklamaya göre beyin zaten hali hazırda ruha atfedilen her şeyi gerçekleştiren bir organdır ve onu etkileyecek gizemli ve açıklanamayan başka bir aktöre ihtiyaç yoktur.

  • Ruhun sabitliği

Bir insanın, hayatı boyunca değişmesine rağmen tek bir ruhu olması nasıl açıklanabilir? Diğer bir deyişle, ölüm döşeğindeki bir adamın çocukluğundaki haliyle aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir kişinin ilgisi, istekleri, inançları ve dünya görüşü ve değerleri hayatı boyunca sıklıkla – ve çoğu zaman eninde sonunda – değişir. Çok az insan 10 sene öncekiyle aynı insan olduğunu söyleyebilir. Aynı şekilde çok az insan 10 yıl sonra da aynı insan olacağını iddia edebilir. Bir insan yaşlanıp öldüğü zaman, Tanrı onun 8 yaşındayken bakkaldan çaldığı sakız için sorumlu tutacak mıdır? Ya da şöyle düşünelim, adam çocukken çaldığı sakız için tövbe etmemişse (ya da günah çıkarmamışsa), ancak hatasını anlayıp bir daha tekrar etmemişse ve hırsızlığa sebep olan dürtüleri çoktan kaybolmuşsa, yine sorumlu tutulacak mıdır? Peki suçu büyütelim, aynı durumdaki adamın gençliğinde bir çocuğa tecavüz ettiğini ve cinayet işlediğini varsayalım. Tanrı onu affedecek midir?

Heraklitus’un söylediği rivayet edildiği gibi “bir insan aynı nehirde iki kere yıkanamaz”. Bir insanın geçmişteki haline kıyasla bambaşka bir insana dönüşmesi halinde onu geçmişte yaptığı hatalardan sorumlu tutmak adil midir? Yoksa zaman içinde değişik işler yapan değişik ruhlarımız var ve hepsi ayrı ayrı mı yargılanacaklar? Ama insanların bir anda değil, zamanla ve yavaşça değiştiklerini göz önüne alırsak bu türden bir düşünceye inanabilmemiz için sonsuz sayıda ruha ihtiyacımız olacaktır, ki bu da absürttür.

  • Vücudun hakimiyeti

Daha önce bahsettiğimiz beynin ve aklın bir olmasına dönüyoruz. Beyne gelen zararların kişinin kimliğini, kişiliğini ve davranışlarını etkileyebileceğini gördük. Bazı teistler bu iddiaya karşı çıkmaktadır ve ruhun sabit ve değişmez olduğunu, ancak bedenle beyin vasıtasıyla ilişki kurduğunu ve beyne gelen zararların bu ilişkiyi bozduğunu ve kişinin ruhunu temsil etmeyen şeyler yapmasına sebep olduğunu söylerler.

Bu iddia sadece yeni sorulara yol açar. Örnek olarak, niye Tanrı sabit bir ruh-mizaç yaratıp sonra onu mükemmel olmayan bir bedene yerleştirip sonra bedenin yaptığı işlerden dolayı yargılar? Hatta niye ruhun mizacını sağlıklıyken sadece yansıtan, ve sağlıklı değilken gizleyen bedenlere ihtiyacımız olabilir ki? Capgras sendromundan muzdarip insan örneğine geri dönersek, ruhları ailelerini tanıyor ve tepki vermek istiyor ama vücudundaki hasar buna izin vermiyor ve ailesini taklitçi olarak görüyor diye mi düşünmemiz gerekiyor? Eğer böyleyse ruhun vücuda hakim olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Nörolojik hastalıkları olmayan insanlarda bile, kusurlu bedenin istekleri insanların suç ve günah işlemelerine sebep oluyor : açgözlülük, hiddet, oburluk, şehvet gibi. Materyalizm bu soruya gayet mantıklı bir cevap veriyor : Biz bedenlerimiz neyse oyuz. Ancak hiç bir teist Tanrı’nın niye ruhları kusurlu bedenlere hapsedip sonra ruhu o vücudun kusurlu davranışlarından dolayı yargılayacağını açıklayamıyor.

Bilincin gizemleri ve Boşlukların Tanrısı

Beynin nasıl çalıştığını bilim sayesinde anlayabilmiş olsak da, akılla ilgili bazı temel soruların cevapları henüz verilebilmiş değil. Bunlardan bir tanesi filozofların “Quaila” adını verdikleri algısal bilgilerin öznelliği. Bir diğer soru ise “özgür irade” – acaba davranışlarımızdan tamamen biz mi sorumluyuz yoksa elimizde olmayan güçlerin kontrolünde miyiz? Üçüncüsü ise bilincin kendisi. Bir şeyler bildiğimizi biliyoruz, ancak “bilen” kim? Bu bölümde bu üç soruyu inceleyeceğim ve önemli noktalar cevapsız kalmasına rağmen, bu olayların aklın materyalist açıklamasıyla aydınlatabildiğini, ve hiç bir sorunun herhangi bir noktasında bir ruh ya da beyinden ayrı çalışan herhangi bir hayali bir aktöre ihtiyaç olmadığını göstereceğim.

  • Qualia

İnsanlar hakkındaki en temel şeylerden birisi, deneyimlerimizin zenginliğidir. Dışardan gelen uyarıcılara tepki veren robotlardan ziyade, iç dünyamızda çarpıcı bir duyusal algı barındırıyoruz. Bu içsel, öznel deneyim boyutlarına verilen isim “Qualia“, yani bir şeyin “nasıl hissettirdiği”. Bir gökkuşağının renkleri, insanın yüzüne vuran serin rüzgar, sıcak bir banyonun sakinleştirici etkisi, zımpara kağıdının sertliği ve ipeğin yumuşaklığı, nane şekeri ya da çikolatanın tadı, bir orkestranın glissandosu ya da karatahtaya sürtülen tırnakların sesi, korkunun soğukluğu ya da mutluluğun sıcaklığı – tüm bu şeyler qualia olarak tanımlanır. Her durumda deneyimin bir tarifinden çok kişiye “nasıl hissettirdiği” kısmına qualia denir. Qualia’nın özünü kelimelerle anlatmak zordur, doğuştan sağır birisine Do notasını anlatmaya çalışmak ya da doğuştan kör birine kırmızı rengi anlatmaya benzer.

Qualia’nın varlığı bazı dualist filozoflar tarafından materyalist görüşün doğru olamayacağına dair kanıt olarak gösterilmiştir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilineni “bilgi argümanı“nı ileri süren Jackson (1986)’dır.

Bu düşünce deneyinde, Jakcson işe “Mary” isminde hayali bir kadınla başlar. Mary her şeyin siyah ve beyaz olduğu bir evde doğar ve büyür. Duvarlar siyah-beyazdır. Kitapları siyah-beyazdır. Dış dünyayı öğrendiği televizyon siyah-beyazdır. Hayatı boyunca evden dışarı çıkmamıştır ve hiç bir renk görmemiştir. Ancak “renk kavramı”nı duymuş ve meraklanmıştır. Böylelikle renk kavramının ne olduğunu anlamak için çalışmaya başlar.

Mary, fizik kimya ve nörobilim üzerinde çalışarak görme duyusuyla ilgili her türlü biyolojik bilgiyi öğrenir. Yoğun bir çalışma sonunda Mary, renklerin nasıl görüldüğünü, ışınların gözlere gelmesinden başlayıp beyindeki her nöronun ve nörotaşıyıcının hareketine kadar öğrenmiştir. Yani renklerle ilgili bilinebilecek ne varsa biliyordur.

Şimdi Mary’nin çalışmalarını bitirdikten sonra siyah beyaz evinden çıkıp ilk defa kırmızı bir gül gördüğünü hayal edelim. Gülü koparır ve farkeder ki, “renk” kavramını daha önce hiç olmadığı bir şekilde anlamıştır. Çalışmaları sonunda elde ettiği diagram ne kadar tam olsa da bir şekilde eksik olduğunu farketmiştir. Kırmızı rengin nöronların hareketiyle açıklanamayan bir yönü vardır. Bu içsel, öznel bir olaydır – kırmızının qualiası- ve beynin herhangi bir dış incelemesinin gözlemleyemeyeceği bir olaydır.

“Bilgi argümanı”nın özeti bu şekildedir. Eğer hayali nörobilimcimiz renkleri görmekle ilgili bilinebilecek her şeyi bilmesine rağmen rengi ilk kez gördüğünde yeni bir bilgiye sahip oluyorsa bu demektir ki akılla ilgili fiziksel gerçeklerin ötesinde bir şeyler vardır, yani dualist görüş bir şekilde doğru olmalıdır.

Zor gibi görünen bir problem aslında. Materyalist görüş kolaylıkla “renklerin görülmesine dair eksiksiz bir anlayış renklerin gerçek hayatta görülmesini de içerdiğinden bu senaryo geçersizdir” diyerek mantıksal olarak doğru bir argüman ileri sürse de, bu argümanın geçersizliğini göstermenin daha kolay bir yolu var.

Aynı senaryoyu biraz modifiye edelim ve diyelim ki hayali araştırmacımız renkler değil tenis sporuna merak salsa ve yine aynı şekilde tenis sporunun tarihinden fiziğine, biyolojisinden felsefesine kadar tenis hakkında bilinebilecek her şeyi biliyor olsun. Bu araştırmaları bitirdikten sonra ilk defa eline raket alıp deneyimli bir tenisçinin karşısına çıktığını farzedelim. Elbette sonucu tahmin edebileceğimiz gibi araştırmacı oyunu kaybedecektir. Daha ileri gidelim ve araştırmacının tenis öğrenen herkes gibi antrenman yaparak oyun kabiliyetini geliştirdiğini hayal edelim. Araştırmacı tenisle ilgili teorik bilgisine bir şey katmamasına rağmen oyunu oynama becerisi giderek artacaktır. Peki bu durumda yapacağımız çıkarım “tenis sporunun kurallara ve oyunun fizikine indirgenemeyeceği” midir? Oyunun teorisinin öğrenilmesiyle anlaşılamayacak mistik bir yanının olduğunu mu anlamamız gerekiyor?

Elbette hayır. Doğru çıkarım birden fazla bilgi çeşidi olduğudur. Teorik bilgi vardır, bir de usul bilgisi (pratik bilgi) vardır. Birini masa başında inceleyip öğrenebilirken usul bilgisini öğrenmenin tek yolu pratik yapmaktır. Bu ikisi eşit değildir ve örnekte gösterdiğim gibi tenisle ilgili teorik bilgi usul bilgisinin de öğrenilmesine sebep olmaz. İlk argümana dönersek, Mary’nin rengi ilk defa görmesi usul bilgisi edinmesidir, ancak teorik yeni bir şey öğrenmemektedir. Edindiği şey kırmızılığın hissiyatını hayal edebilme becerisidir. Qualia bu durumda çoğunlukla usul bilgisinden kaynağını alan bilgidir çıkarımı varacağımız doğal sonuç olmaktadır. Beynin doğası gereği bu bilgi sadece ve sadece birinci elden edinilebilir. Ancak bu durum, onun tamamen fiziksel bir süreç olmasını değiştirmez.

Bu görüşü daha da desteklemek için yazının daha önceki kısımlarında ele aldığım akıl-beyin birliğine geri dönelim. Buradaki iddia özetle şöyle : Qualia’nın fiziksel beyinden ayrı olmadığını biliyoruz çünkü Qualia’nın algısı beyinde gerçekleşen fiziksel değişikliklerden etkileniyor.

Örnek olarak, “pain asymbolia” adı verilen hastalığı ele alalım. Beyne gelen hasar sonrasına oluşabilen bu durumda hastalar duyu kaybına uğramazlar. Sıcak, soğuk, dokunma vs gibi duyuları yerindedir. Ancak yokolan şey “acı” hissidir. (Feinberg 2001) Hasta çok sıcak bir yüzeye dokunmasına rağmen acı duymaz. Bu durum kasıtlı olarak çok acı çeken ve iyileşme umudu olmayan hastalara da yapılabilen bir müdaheledir. Beyindeki ilgili sinirler kesildikten sonra hasta “acı aynı, ancak çok daha iyi hissediyorum” şeklinde beyanlarda bulunur. Bu insanlar acı “qualia”sını kaybetmedilerse ne kaybettiler?

Bir başka örnek de “sinestezi” olarak bilinen durumdur. Sinestezi hastalarında duyular birbirine bağlı gibidir. Normalde tek bir duyu organıyla algılanan uyarıcı başka organlar tarafından da algılanmaya başlar. Örnek vermek gerekirse bir çok sinestezik kişi belli sesleri duyduklarında belli renkleri görürler. Müzik dinlediklerinde gözlerinin önünde havai fişekler gibi bir renk patlaması görürler. Başkaları şekilleri tadabilirler, belli şekillere dokunduklarında ağızlarına belli tadlar gelir. Küpün ekşi tat hissi yaratması gibi. Bir vakada bir müzisyende belli tonlara tat hissi eşlik ettiği gözlemlenmiştir. Bu özelliği sayesinde diğer müzisyenlerden çok daha hızlı bir şekilde ton-aralık tanımlaması yapabilmektedir.

Qualia’nın böyle karışık bir şekilde bağlanmasının sebebi nedir? Bir hipoteze göre her insan sinestezik olarak doğar ancak bir çok insan büyürken bu çapraz bağlantıları kaybeder. Yetişkin sinestezikler bu bağlantıları yetişkinliğe kadar koruyabilen insanlardır. Bu doğru ya da yanlış olsun bir gerçek bellidir : sinestezi ırsidir. Bu durum ailelerde nesiller boyunca görülmektedir. Sinesteziklerin üçte biri aynı özelliğe sahip bir aile üyesine sahiptir. Bu durumu materyalist olmayan bir qualia hipotezinin açıklaması güçtür. Ruhlar ırsi midir? Ailenizin ve atalarınızın ruhu sizin ruhunuzu etkilemekte midir?

Yukarıdaki örneklerden görülebileceği üzere, Qualia beynin yapısına bağlıdır ve beyinde meydana gelen değişikliklerden etkilenmektedir. Bu da qualia’nın materyal tabanlı olduğuna işarettir zira fiziksel olmayan bir akıla bağlı qualianın bu şekilde etkilenmesi imkansız olurdu.

Bununla beraber, hangi algısal girdinin hangi qualia’ya nasıl bağlandığını açıklamamakta (niye kırmızı bize kırmızı görünür de yeşil gibi görünmez, ya da niye yüksek perdedenmiş gibi görünür) ve bu probleme “haritalama problemi” adını veriyorum. Bu problemin çözümü an itibariyle bilinmiyor. Belki de hiç bir zaman bu olay tam açıklanamayacak, ama bilimin zaman içinde buna da açıklık getirmesi ihtimali de yüksek. Beyindeki nöronların hareketlerinin nasıl öznel bir “kırmızı” hissi yarattığının açıklanması hayal etmesi zor bir şey olsa da bilimin beyinle ilgili bilgileri henüz emekleme aşamasında. Muhtemelen doğru soruları soracak bile bilgiye sahip değiliz. Yine de “ruh” kavramını kullanmak için bir sebep de yok. Hiç bir dualist hipotez qualia’yı materyalist hipotezlerin açıklayamadığı şekilde açıklayamıyor. Bunun yerine dualizm suları bulandırarak hiç bir şeyi açıklamadan gereksiz bir karmaşıklığı ve gizemi eklemeye çalışıyor.

  • Özgür irade

Materyalist görüşün çözmesi gereken bir sonraki problem özgür iradedir. Davranışlarımız bizim kontrolümüzde midir yoksa bizim kontrolümüz dışındaki olayların piyonları mıyız? Bu sorunun cevabı önemlidir zira yankıları filozofi ya da nörolojinin ötesine geçer. Evrende ahlaki sorumluluğun olabilmesi için özgür iradeye ihtiyaç vardır. Bir insanın yaptığı şeyin nihai sorumlusunun o olduğunu söylemek eğer o insan zaten farklı bir şekilde davranamayacaksa anlamsızdır.

Özgür irade konusunu burada kısaca ele alınamayacak kadar önemli gördüğüm için lütfen konuyu daha detaylı ele aldığım yazımı okuyunuz.

  • Bilinç

Özgür iradeye dayanan davranışların bilinçli bir kaynaktan geldiğini söylemiştik. Bu da bizi son ve muhtemelen en zor probleme getiriyor – bilincin kaynağı. Kendimizin nasıl farkında olabiliyoruz? Algılama işini yapan aklımızda var olan “ben” ya da gözlemci kimdir? Nasıl oluyor da durup kendi bilinç sürecimizi gözlemleyebiliyoruz? Hiç bir nöronun kendi başına bilinci  yokken nasıl oluyor da beynimiz bilince sahip oluyor?

Bu sorunun tam cevabı bu yazının konusu dışında, ve an itibariyle insanoğlunun bilgisi dışında olsa da, bir şey kesindir : bilinç olmayan parçalardan bilinç oluşması imkansız değildir. Tek bir sinir hücresi ya da elektro kimyasal hareketlerin bilincinin olmaması bunların belli bir şekilde bir araya gelmesinin bilince yol açmayacağı manasına gelmez. Benzer şekilde, bir tuğla nasıl tek başına bir ev değilse, ama tuğlalar belli bir şekilde bir araya geldiklerinde ev oluşturuyorsa, beyni meydana getiren parçaların da tek başlarına bilince sahip olmalarına gerek yoktur. Basit bileşenlerin bir araya gelerek karmaşık özelliklere sahip yeni bir yapı oluşturduğu bir çok sistem vardır.

Karmaşıklık (kompleksite) teorisinde ele alınan bu duruma ortaya çıkma (zuhur) adı veriliyor. Zuhur eden şeyler, daha basit bileşenlerin bir araya gelmesi ve etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan ve basit bileşenlerde bulunmayan özelliklere sahip daha karmaşık yapılardır. Örneğin amino asitlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan DNA gibi. Bir kuş ya da balık sürüsünün davranışları onu oluşturan hayvanların davranışlarından zuhur eder. Borsanın davranışları borsayı oluşturan tekil yatırımcıların davranışlarından zuhur eder. Ancak tekil bileşenlerin davranışlarını incelemek bize tüm yapının davranışlarıyla ilgili sağlam bilgilere götüremeyecektir. Bilinç de bu türden bir fenomendir ve bilincin kaynağını tek bir noktada aramak muhtemelen sonuçsuz kalacak bir şey olacaktır. Beynin işleyişi ile ilgili bildiklerimiz, bilincin tek bir noktada toplanmış bir şey olduğu fikrine karşı çıkıyor. Bilinç muhtemelen beyindeki tüm nöronların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan (zuhur eden) bir şey.

Boşlukların Tanrısı

Elbette bu bilincin tam olarak nasıl ortaya çıktığını anlatamıyor, ama zaten amacım da bu değildi. Bu sorular “insan olmak nedir” probleminin en temelinde bulunan sorular ve muhtemelen üstesinden gelemeyeceğimiz en temel gizemler. Yüzyıllardır filozoflar ve bilim adamları tarafından incelenen ve cevabı aranan bu soruların cevabını muhtemelen önümüzdeki yüzyıllarda da arıyor olacağız. Bu şeylerin nasıl ortaya çıktığını detaylıca anlattığımı iddia etmiyorum. Bunun yerine amacım bu fenomenlerin ateist dünya görüşüne uygun olduğunu ve tam olarak nasıl olduğunu henüz anlayamasak da materyal bir dünyada var olabileceklerini göstermek. Bu açıdan materyalizm ve dualizm aynı  ağırlığa sahip. Bu noktada uzlaştıktan sonra beyin-akıl birliği gibi argümanlar materyalizmin daha ağır basmasına sebep oluyor. Qualia, özgür irade ve bilinç ne kadar gizemli olsalar da sadece ruh hipotezine dayalı açıklamaların üstesinden gelebildikleri problemler değil. Materyalist görüş de pekala makul bir şekilde bu fenomenlerin fiziksel dünyada olan olaylar olduğunu gösterebiliyor.

Kaldı ki, dualizm bu fenomenlere daha iyi ne gibi bir açıklama getiriyor? Eğer qualia, özgür irade ve bilinci “ruh’un yaptığı şeyler” diye açıklarsak başladığımız yerden pek de uzaklaşmış olmuyoruz. Bu olayları ruh’a atfetmek soruyu cevaplamadığı gibi topu doğaüstü güçlere atarak ileride de anlama olasılığımızı azaltıyor. Diğer yandan bunlara diğer doğa olaylarına baktığımız gibi bakar ve kanıtlara dayalı açıklamaları – her ne kadar bugün için eksiksiz olmasalar da – kabul edersek, nörobilimin beynin işleyişini ortaya çıkarmada gösterdiği başarının devam edeceğini de varsayarsak qualia, özgür irade ve bilinç gibi şeylerle ilgili ileride daha çok şey öğrenme olasılığımız çok yüksek.

Aklın gizemlerini doğaüstü bir ruha atfetmek doğal bir hata. Tarih boyunca insanlar bu türden bir “boşlukların tanrısı” mantığını kullanarak, ne zaman anlaşılamayan bir olayla karşılaşırlarsa bunu doğaüstü güçlerin yaptığını düşünmüşlerdir. Eğer ruh da bu yöntem kullanılarak açıklanan şeyler listesine eklenecekse benim için sorun yok, zira bu listedeki hemen hemen her şey zaman içinde doğal bir biçimde açıklanmışlardır. Gece ve gündüz, yıldızlar ve ay, mevsimler, hastalıkların sebepleri, gezegenlerin hareketleri, hava olayları, deprem gibi olayların sebepleri gibi şeylerin doğal sebepleri olduğunu ve bunları açıklamak için ilahi güçlere ihtiyaç olmadığını biliyoruz. Bu olaylara getirilen doğaüstü açıklamalar daha tatmin edici bilimsel açıklamalar ışığında yok olmuştur ve akıl diye bildiğimiz şeyin kaynağı ile ilgili doğaüstü açıklamaların çok geçmeden aynı kaderi paylaşacağını düşünüyorum.

Boşlukların Tanrısı mantığı insanlar bilgisizken kullanılabilecek bir araç idi, ancak günümüzde çok daha fazla şey biliyoruz. Dünyayı anlamak için daha gerçekçi ve daha iyi yollarımız var. Bilmediğimiz bir çok şey olmasına rağmen bunları büyüsel şeylere atfetmek için bin yıllardır insanlığın inandığı şeyler haricinde hiç bir sebebimiz yok. Artık batıl inançlarımızı bir yana bırakıp gerçekte ne olduğumuzu kabul etme bilgeliği ve olgunluğunu göstermemizin zamanı geldi. Aklımızın fiziksel kaynağının aşağılanacak herhangi bir yanı yok; beyinlerimiz bir çok inanılması güç şey yapmamıza olanak veren muhteşem araçlar ve beynimize hakkını vermenin zamanı geldi. Beynimizin başarılarını makinedeki bir hayalete atfetmek desteklenemeyecek bir düşünce ve artık bir kenara bırakılması gerekiyor.

Bu yazının büyük bir kısmı Ebon Musings sitesinden yazarın tam izniyle alıntıdır/tercümedir. Bazı eklemeler ve çıkarmalar yaptım, ayrıca Özgür irade ile ilgili kısımda yazının esas yazarıyla tam aynı fikirde olmadığım için o kısmı dahil etmedim. Özgür irade ile ilgili ayrı bir yazı yazıp önümüzdeki günlerde onu ekleyeceğim. Bu yazının doğal olarak sordurtacağı soru olan “peki hayaletler ya da ölmek üzere olan insanların yaşadığı deneyimleri nasıl açıklayacağız?” sorusuyla ilgili bir taslak yazım var, bitince onu da ekleyeceğim.

Kaynakça yazının orijinalinin en alt kısmında görülebilir (ben doğrudan yazardan alıntı yaptım, ilk kaynaklardan değil)

Astroloji

Astroloji, bilinen manasıyla kişinin doğum anında ve sonrasında gök cisimlerinin gök yüzündeki yerlerinin o kişinin hayatına etkisi olduğu teorisine dayanan bir fal türüdür. Hatta bazı astrologlar, dünyada meydana gelen olayların da (doğal afetler gibi) gökcisimlerinin yerlerine bakarak tahmin edilebileceğini söylemektedirler. Genelde ise, insanların kendilerini tanıma (ve karşılarındaki hakkında bir ön fikre sahip olma) ve eğlence amaçlı ilgilendikleri bir sözdebilimdir.

Zodyak

Zodyak

Astroloji milyonlarca insanın inandığı, binlerce yıldır devam eden bir geleneğe sahip olan, ve bugün dahi basılı ve sözlü medyanın sıkça yer verdiği (günlük burç yorumları) bir şeydir. Gökcisimlerine bakarak kehanetlerde bulunmak, 3000 yıl öncesine dayanan bir uygulama. Babilliler 12 burcu icat ettiler, ancak modern astrolojinin temel taşlarını kuranlar, Büyük İskender zamanından başlayarak Yunanlılardır. Hrıstiyanlığın yayılması süresince astrolojinin yayılması sekteye uğrasa da Rönesans sırasında Astronomi ve genel olarak bilime duyulan ilgi sebebiyle tekrar popülarite kazanmıştır. Hrıstiyan dünyası Papa nezdinde astrolojiyi lanetlese de, Kepler’den beri astronomik olayların bilimsel yöntemlerle anlaşılması süreci sayesinde astrolojinin dayandığı temeller sarsılmış olsa da, bu durum astrolojinin bugünkü popülerliğine ve uzun ömrüne etki etmemiş görünüyor.

Günümüzdeki en popüler astroloji yöntemi, güneş burçlarına dayanan astrolojik hesaplamalardır. Günlük gazetelerdeki burçlar da bu yönteme dayanır. Horoskop, verilmiş bir tarihte gök cisimlerinin Dünya’dan görüldüğü hallerine ilişkin bir haritadır, örneğin kişinin doğduğu an gibi. Ayrıca günlük fal manasına gelebilen, astrolojik bir tür tahmin-öngörme metodudur.

Zodyak, gökyüzünü 12 dilime böler ve her dilim içerdiği takımyıldızın ismiyle (Koç, Boğa, Başak vs) anılır. Güneş’in, Ay’ın ve diğer Güneş Sistemi gezegenlerinin yörüngeleri bu Zodyak içerisinde yer alır. Ancak devinim sebebiyle ekinoks ve gündönümü çizgileri son 2000 senede 30 derece kadar batıya kaymışlardır. Bu sebepten, antik zamanlarda isimlendirilmiş zodyak dilimleri, artık gökteki aynı bölümlere denk gelmemektedirler. Kısaca eğer 2000 sene önce aynı gün doğmuş olsaydınız, bugünkünden farklı bir burçta doğmuş olacaktınız.

Hatta 12 değil, 13 burç olması gereklidir. Zira “ophiuchus” isimli takımyıldızı her yıl 30 Kasım ve 17 Aralık arasında güneşin geçtiği yörüngede bulunan takımyıldızıdır. Akrep burcu ise sadece 7 gündür. Ancak modern Astroloji bu durumu Babillilerden beri görmezden gelmektedir. Hatta diğer burçların da süreleri farklıdır. Örneğin Başak burcu gerçekte 16 eylülde başlar 30 ekime kadar sürer. Gerçek güneş burçları ve tarihlerini şuradan görebilirsiniz.

Günümüzde de kullanılan geleneksel Zodyak, MS 140larda Ptolemy (Batlamyus)‘un yazdığı Tetrabiblos isimli esere dayanır. İskenderiye kütüphanesindeki geniş kaynaklardan faydalanan Ptolemy Devinim hareketini farketmiş ve Babil zodyakını eserlerinde kullanmıştır. Daha önce söylediğim gibi, bu zodyak hem yaklaşık 30 günlük dilimlere bölünerek takımyıldızlarına denk gelen gerçek zodyaktan farklıdır, hem geçtiğimiz 2000 yıla yakın sürede 30 derecelik bir kayma meydana gelmiştir, hem de 13. takımyıldızı bu zodyak’a dahil değildir. Özetle, bugünkü Astrologların büyük bölümünün kullandığı Zodyak, geçerliliği varsa bile çoktan yitirilmiş bir sistemdir.

Peki, zodyak elimizdeki bilgilere ve astronomik gözlemlere göre tam olarak yapılmış olsaydı bile, acaba gökcisimleri insanların hayatlarını etkileyecek etkileri olan şeyler midir?

Aslında gökcisimlerinin hayatımıza etkisi vardır. Ay’ın çekim kuvveti gel-git olaylarına sebep olur, ya da Güneş’in ışığı dünyadaki hayat için olmazsa olmaz bir şeydir. Ancak yıldızların, ya da diğer gezegenlerin insanların yaşamına herhangi bir etkisi olduğuna dair bilimsel kanıtlar yoktur.

Astrolojiyi savunanların en yaygın argümanlarından birisi, “bakınız Ay nasıl da gel-gitlere sebep oluyor, insan vücudunun 70%i su, demek ki Ay’ın benzer bir etkisi söz konusu olmalıdır”. İşin aslı, Ay’ın çekiminin pek de öyle güçlü olmadığıdır. Ayrıca Ay’ın etki ettiği sular sınırı olmayan sulardır. Okyanuslar ve denizlerde görülür. Göllerde görülen gel gitler okyanustakilere oranla çok küçüktür. Örneğin insanda bulunanla aynı miktar suyu bir kaba koyarsanız, gel-git zamanlarında okyanusları etkileyen gel-git’ten etkilenmediğini kolaylıkla gözlemleyebilirsiniz. Hatta, çocuğunu kucağında taşıyan bir annenin çekim kuvveti, Ay ya da Güneşin çocuğa uyguladığı çekim kuvvetinden 12 milyon kat daha yüksektir (Kelly et al., 1996: 25) ve bir sivrisineğin kolunuza uyguladığı çekim kuvveti Ay’ınkinden fazladır (Abell 1979). Gel-gitlerin tek sebebi Ay’ın çekim kuvveti değildir. Dünyanın dönüşü, rüzgarlar, basınç vs gibi bir dolu sebebi vardır gel-gitlerin. Yine bu sebeplerle Ay’ın ya da herhangi bir başka gökcisminin deprem gibi afetlere sebep olması ihtimali, neredeyse sıfırdır.

Astrologlar, gök cisimlerinin insanlara etkisinin bu cisimlerin kişinin doğumundaki pozisyonlarına göre olduğunu söylemektedir. Ancak bu iddiayla ilgili problem, doğumun anlık bir şey olmadığı ve saatler sürebildiğidir. Hangi anı temel almak gerekiyor? Annenin suyunun geldiği an mı? Başın ilk göründüğü an mı? Ayağın vajinadan çıktığı doğumun son anı mı? Hemşirenin kayıt defterine girdiği zaman mı? Göbek kordonunun kesildiği an mı? Peki ya doğal olmayan yollarla örneğin sezaryanla doğan bebekler? Onların “kader”lerindeki doğum anını bilmeni bir yolu var mı ?

Astrolog

Astrolog

Niye gezegenlerin yerleri, kişi doğarken etrafındaki etkenlerden daha güçlü? Bir bebeğin doğabileceği milyonlarca yer var : özel bir hastanede ipekler içine , bir ahırda samanların üstüne, bir arabada, gemide, bir gecekonduda ya da sarayda doğmasının, gördüğümüz kadarıyla Mars’ın ya da Jüpiter’in konumuna oranla daha çok etkisi var kişinin hayatında.

İşin aslı, Ay, Güneş ve arada bir geçen kuyruklu yıldızlar ya da meteorlar haricindeki gök cisimleri, Dünya’ya herhangi bir etki edemeyecek kadar uzaktadırlar. Etkisi olanlarınsa bu etkileri dünya yüzeyine varana kadar diğer etmenler tarafından yokedilmektedir. Ay ve bir insanın çekim kuvvetleri arasında 12 milyon katlık bir fark olduğundan bahsetmiştim.

Peki günlük fallara ne demeli ? Burcunuza göre o gün başınıza gelebilecek şeyleri söyleyen günlük fallar da, en az dayandığı bu problemli yapı kadar güvenilmez. Ufak bir test yaparak bunu anlayabilirsiniz. Şu paragrafı okuyup size uyup uymadığını düşünün :

İlginç gelişmeler içinde bulunduğunuz bir dönemdesiniz. Farklı istekler içine girebilir düşüncelerinizi yeniden düzenlemeye başlayabilirsiniz. Bugün parasal konulara yönelik harcamalarınıza özen göstermeniz gerekiyor.

Üstteki burç yorumunun, 12 burçtan bir tanesine uyması, kalan 11 tanesine uymaması gerekiyor. Hangi burca ait olduğunu yazının sonunda yazacağım, ve unutmayın doğru bile olsa zaten doğru cevabı bilme olasılığınız 1/12.

Gerçekte olan, astrolojik yorumların ve falcıların verdiği tavsiyelerin Forer efekti adı verilen ve aslında bir çok duruma ya da insana uyabilecek bilgilerin kişiye “bu bana, ve sadece bana tam olarak uyuyor” diye düşünmesi sonucunda ve “onaylama eğilimi” adı verilen, olayların kişinin önceki deneyimleri ve inançlarına göre yorumlanarak kendine uyan kısımlarının hatırlanması ya da kabul edilmesi sebebiyle doğruymuş gibi algılanmasından başka bir şey değildir.

Astrolojinin olduğunu iddia ettiği kozmik etkilerin hiç birisinin etkisi test edilememiştir zira tekrarlanabilir bir etkileri yoktur. Yanlışlanabilmesi imkansız iddialar ortaya attıklarından bilimsel olarak ölçülemezler. Ancak halihazırdaki deneyimlerin hemen hepsi nedensellikle açıklanabilecek türdendir.

Astrologların insanlar üzerindeki etkisi, yıldızların ya da gezegenlerin etkisinden daha büyüktür.

Dönelim burç yorumuna, eğer bu yorum gerçekten doğru ise, yazıyı okuyanların sadece belli bir burcuna mensup olanların, bugünkü deneyimlerine uyması gerekiyor. Yani eğer bu yazıyı yayınlandığından farklı bir tarihte okuduysanız, üstteki yorumun hiç bir şekilde kimseye uymaması gerekir. İlk okuduğunuz zaman size uyduğunuzu düşünüyorsanız, ve bugün harici bir günde okuduysanız ya da başka bir burçta doğmuşsanız Forer efektini deneyim etmiş oldunuz, tebrikler. Yorumu olduğu gibi copy-paste ederek google’da aratırsanız aynı yorumun nasıl yüzlerce başka burç sitesinde tekrar tekrar kullanıldığını görebilirsiniz.

Tanrılara niye inanırız

Bu sene Atlanta’ad yapılan Amerikan Ateistleri kongresinde, psikolog Andy Thomson’un, genellikle Daniel Dennett ve Pascal Boyer’in kitaplarından alıntı yaparak insanların niye Tanrı’lara inandığını evrimsel bir bakış açısından anlatıyor. 54 dakika, İngilizce. Eğer İngilizce biliyorsanız mutlaka izlenmesini tavsiye edeceğim bir video.

Richard Dawkins’in sitesinde daha çok detay mevcut.

AKP Gelince Rahatladım

 

Ekşi Sözlükte gördüğüm bir yazıyı hızlıca analiz etmek istiyorum. Bu tür yazıların aslında nasıl ustaca kaleme alınıp okuyucuyu inandırmak için kurgulandığını göstermek adına bence önemli. Yazım hataları yapmış olabilirim, peşinen özür. Alıntılardaki yazım hataları orijinal yazarına aittir. 

çalı$tığım kurulu$un hizmetlileriyle bu sabah sohbet ederken, hizmetli bir arkada$ın duygularını ifade eden cümlesidir. 

Yazarın burda verdiği mesaj, ben halkın her kademesiyle haşır neşirim, halktan birisiyim mesajı. derler ya , AKP’nin halkla iç içe olduğu CHP’nin halka yukarıdan baktığı falan, o hesap işte. Başlık AKP olduğu için beklenti o yönde zira. İsim vermesine, parmakla göstermesine gerek yok. 

aynen $u $ekildir cümle: “bülent ecevit gelince ‘ulan nolucak geleceğim’ dediydim. akp seçilince ‘tamam geleceğim garanti artık’ dedim”. 

Bu cümleyi söyleyebilmek için bir kaç şartın geçerli olması lazım

  1. Ecevit hükümetinin, kadrolaşmak ugruna, karşı partinin adamlarını toptan işten çıkarması, yerine kendi adamlarını koyması
  2. AKP hükümetinin, hizmetli arkadaşı kendisinden görüp, işine devam etmesine izin vermesi
  3. Hizmetli arkadaşın işini iyi yapıp yapmamasının önemsiz olması, tamamen mevcut hükümete yakınlıkla alakalı bir iş güvenliği kriterinin geçerli olması. 

google’da aratınca, 

dsp + kardrolaşma = 22.000 küsür sonuç. 
akp + kadrolaşma = 132.000 sonuç. Tam 6 katı yani 
sonucu çıkarmayı size bırakıyorum.

sohbet esnasında birkaç arkada$ bir aradaydık ve sonuçta bu tespitin hepimiz için geçerli olduğu ortak kanaatine vardık. 

Demek ki yukarıdaki senaryolar aynen uyuyor bu arkadaşlar için. 

ama nedenlerimiz farklıydı, diğer 16,5 milyon insanın hepsinin ayrı ayrı nedenleri olduğu gibi.

Burada yazar, okuyucuyla yakınlık kurmaya çalışıyor. Bu, klasik telkin tekniğidir, Ortaya bir kavram, iddia, görüş sürülür, ve o görüşe katılması istenen kişinin, boş bırakılan noktaları kendi isteğine göre doldurması beklenir. Kişi boşlukları kendi kafasına göre doldurduğu zaman, kafasındaki fikir/imaj kabul ettirilmek istenen argümanla farklılıklar gösterse bile, kişi zihninde canlandırdığı ve kendi ihtiyaç ve isteğine tam olarak uyan argümanı göreceği için kabul ettirilmek istenen şeyi sadece kabul etmekle kalmayacak, onu şiddetle savunacaktır da. 

$imdi ben bu görü$ü birkaç bakımdan değerlendirmek istiyorum.

Değerlendir bakalım

öncelikle ben yapım gereği oldukça sevecen ve kolay diyalog kurabilen bir insanım. babacan tavrımla tanınırım. 

Okuyucunun kafasında yakınlık kurma amaçlı imaj yaratma denemesi.

arkada$lar sağolsunlar ilgilerini hiç eksik etmezler. onun için hizmetli arkada$ların çoğuyla da iyi ili$kilerim, sıcak dostluklarım vardır. kadir abi olsun, $evket abi olsun ve diğerleriyle hepsiyle güzel anılarım olmu$tur. 

Anekdot temelli örnekler. Herhangi bir inandırıcılığı olmayan, tamamen yazarın kendisinin sevilen güvenilir birisi olduğu fikrini veren, ve bundan sonra söyleyeceği şeylerin de güvenilir ve doğru bilgiler olacağı beklentisini yaratmayı hedefleyen sözler. 

fakat eğitim, ailevi yapı ve sosyo-kültürel farklılıklar gibi bir takım sebeplerden ötürü farklı sosyal tabakalardanız. fakat konumuz özeline inince baktığımızda $u açıkça görülüyor: hepimiz akp’den ve icraatlarından son derece memnunuz ve çok sayıda olmayan ortak noktamızdan bir tanesi de oy verdiğimiz parti akp. 

diyor ki, AKP çok geniş bir çerçeveden bir çok insanı kucaklamayı başarmış bir parti. 

aranızdan bazı sorgulayıcı tiplerin 

“tip” yakıştırması, “sorgulama” işini yapanlara otomatikman iliştirilmiş. Verilmek istenen mesaj ne? “Sorgulayan tiplerden olma” “Can sıkıcı lavuklardan olma”. Sorgulama işi, istenmeyen karakterdeki insanlara has bir eylem, yani diyor ki “sen boşver kendin düşünmeyi, benim yazdığıma inan gitsin”. 

 “farklı sosyal tabakalardan ki$iler nasıl aynı partide birle$ebiliyor?” dediğini duyar gibiyim. bunun cevabı çok kapsayıcı bir slogandır: akp’nin herkesi kucaklayan bir parti olması. 

Bunu daha önce demişti zaten, ama böyle açık değil. Bir diğer mesaj da sorgulayıcıların sorabileceği yegane sorunun kendi sorduğu soru olduğu izlenimi yaratması. Sen gel ben ne sorular sorarım sana.

ve bununla birlikte etyen mahcupyan’ın 

Bu iddiayı belirten belki 50 tane gazeteci vardır, ama bir Ermeni yazarın seçilmesi, kasıtlıdır. “Bakın elin Ermeni’si bile kabul etmiş be hey gafiller”‘dir burada yazarın vermek istediği bilinç altı mesaj. 

da belirttiği üzre ‘tek gerçek parti olması, tam bir türkiye partisi olması’dır. bilindiği üzre seçimlerden sonra türkiye haritasını incelediğimizde görülecektir ki, tüm türkiye sarıya boyanmı$tır. 

Kırmızı beyaza boyanan gavur İzmir ve yeşil sarı kırmızıya boyanan Güneydoğu Anadolu hariç

bu, halkın tüm coğrafyalarda tercihinin tek olduğunun, temel konularda bir ayrı gayrılığın bulunmadığının ve halkımızın karde$liğinin açık bir göstergesidir. 

Halkın tüm coğrafyalarında tercih tek olsaydı, oy oranı 46% değil, 80-90% olurdu. Demek ki oy verenlerin yarısından fazlasının tercihi başka yönde. 

bu ya$amsal konuların haricinde baktığımızda, daha önce de belirttiğim üzre hepimizin farklı bir nedenden akp’yi tercih ettiğimiz gözüküyor. örneğin kadir abi’nin tek amacı ruhunu teslim ederken 

Ruhunu teslim etme kısmı, okuyucunun gardını daha da düşürme maksatlı. Hepimiz bir gün öleceğiz, hepiniz ruhunuzu “teslim” edeceksiniz. Bu hissiyata soktuktan sonra : 

bir ev ve bir araba sahibi olabilmekmi$ ve toki sayesinde evini alabilmi$. 

Bakınız, bir sonraki adım, hayatının amacı ev ve araba sahibi olmak olan birisinin hayatının amacına Toki – dolayısıyla AKP sayesinde ulaşması. İlk mesaj “sen de öleceksin“, ikinci mesaj “hayatının hayali” burada okuyucu kendi hayalini gözünün önüne getiriyor bilinçsizce, üçüncü mesaj da “toki ve AKP sayesinde ulaştı” – verilmek istenen mesaj, “sen de hayallerine AKP ile ulaşabilirsin“. 

bu 2. dönemde de arabasını alıp gayesini gerçekle$tirmeyi planlıyormu$. -ekonomik kriz çığırtkanlığı yapan çevrelere duyurulur- .

Bu kısma ne yazsam bilemedim. Öncelikle diyor ki, sen kriz çığırtkanlığı yaparken, elin hizmetlisi evini aldı, araba bakıyor.

Tüm yabancı devletler kriz korkusundan trilyon dolarlar akıtıyor ekonomiye, sen adam gibi önlem almadığın gibi bir de “önlem al” diyenlere “kriz çığırtkanı” diyorsun. Kriz çığırtkanı dediğin adam, işinden atılan yüzbinlerden birisi . Hemen herkesin etrafında mutlaka tanıdığı birisi vardır kriz sonrası işinden atılan. Onlara sorun. Kriz onları nasıl etkilemiş?

 $evket abi’ye göreyse akp ula$ım sorununun çözümünde büyük mesafe kat etmi$, dakka ba$ı metrobüs kalkıyormu$ ve istanbul’un bir ucundan diğerine kolayca ula$mak artık mümkünmü$. 

10 küsür sene önce açılan metroya adam gibi ekleme yapmak yerine, efektifliği, ve maliyeti çokça tartışılan metrobüs, “ulaşım sorununun çözümünde büyük mesafe katedilmesi” olarak gösterilmiş. 

marmaray projesi ise seçimde kullanmanın etik olarak doğru olmayacağı dü$üncesiyle, açılı$ı seçim sonrasına ertelenmi$.. ben bu hususlarda fazla bilgi sahibi değilim. ama kadir abi’yi de $evket abi’yi de çok severim. öyle diyorlarsa öyledir. 

Çok ilginç, aylar önce hizmete giren tesisler yeni bitmiş gibi seçim gezilerinde bir bir açılırken “etik” ancak parasızlıktan bekleyen Marmaray “etik değil”? Şu yalana inanacak kimse var mı çok merak ediyorum. AKP’nin elinde Marmaray gibi bir koz var ve “etik sebepler” yüzünden bekletiyor öyle mi? Asfalt danışmanına milyonlarca lira parayı el yazısı faturalarla veren bir belediyeden sözediyoruz. Önce işi verip, sonra ihaleyi yapan, milyonlarca lirayı lalelere veren, dalavere konusunda çağ atlayan bir belediyeden sözediyoruz. Sen hala bana “etik olmaz” diyorsun. Trajikomik. 

benim akp tercihimin nedeni ise sanırım daha makro ve teorik düzeyde. 

Yazar, kendi sosyal seviyesine geri dönüp makro-teori gibi sözler kullanmaya başlıyor. Buradaki verdiği mesaj “bakmayın hizmetliyle konuştuğuma, ben aynı zamanda okumuş yazmış bu işlerden anlayan birisiyim, büyük resme bakabiliyorum”. 

akp iktidara geldiği 2002 yılı sonundan bu yana özgürlükler alanında büyük geli$meler sağlandı. 

Hem de nasıl, sansür özgürlüğü açısından büyük gelişme. Buna karşın dergi sattığı için gözaltında işkence ve dayaktan ölen mi istersin, bilime sansür mü istersin, devlet hastanesinde başörtüsü baskısı, mahalle baskısı mı istersin? Gelişme nereden baktığınıza bağlı sevgili okurlar. “İslamcı bağnaz görüşlerin uygulanmasında gelişme” derseniz katılırım. Ama insan hakları, ifade özgürlüğü gibi özgürlüklerden sözediyorsanız, sizinle dalga bile geçemem. O kadar acınası bir argüman ki zira..

tartı$ılması bir tabu halini almı$ pek çok konu -sivil demokrasi gibi- değişik platformlarda artık rahatça tartı$ılabiliyor. 

Hah geldik mi Ergenekon’a? Ben de diyordum nerde hani postallı korkuluklar diye. Bu demokrasi Tayyip efendinin “demokrasi bir trendir, zamanı gelince inmesini biliriz” derken kastettiği demokrasi türü mü ? 

bu bakımdan tabuları yıkan bir partidir akp.

Evet, Ürdün’de Suriye’de olmayan First Lady’lere sahibiz bu tabuların yıkılması sayesinde. Protokolde “sıkmabaş” dönemi, bir tabunun yıkılmasıdır. Sıradaki “tabu” değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasa hükümleri olmasın sakın? 

 -ahlaki bazı değerlerimizi muhafaza etmek $artıyla- , avrupa birliği projesi ile birlikte uygar dünya ile bütünle$ik, evrensel değerleri içselle$tirmi$, kopenhang ve maastricht kriterlerini sağlamı$, çağda$ bir liberal piyasa ekonomisine sahip bir ülke. 

Şurada sandalyeden düşüyordum. Kopenhag, Maastricht kriterleri? Çok merak ediyorum bu kriterleri açıp bir kere okudu mu bu yazar arkadaş. Ne diyorlar, ne şartlar yazıyor gördü mü? Okuyup Türkiye’nin bu şartları gerçekleştirdiğini sanıyorsa, bu arkadaşın acilen profesyonel yardıma ihtiyacı olduğu haricinde hiç bir şey gelmiyor aklıma. 

farklılıklarımıza rağmen, hepimizin bulu$tuğu yer aynı, zaten önemli olan da bu. 

onun için güçlerimizi birle$tirmeliyiz. yine, yeniden.

Verilmek istenen mesaj, “arkadaşım senle ben belki çok benzemiyoruz, aynı değiliz, ama AKP hepimizi birden kucaklayan bir parti. Sen de bana bakarak farklılıklarımıza takılma, zira AKP hepimizi kucaklayabilir. Eğer gücümüzü birleştirmezsek, bu laikçi ulusalcılar, yukarıda saydığım tüm güzellikleri yıkmak için geliyorlar haberin olsun”. 

Leonardo Da Vinci’nin bir sözü vardır, 

“Kötülüğü cezalandırmayan, kötülük yapılmasını emretmiş sayılır”

Biz bu tür düşüncelerin yayılmasını, kontrolsüz bir şekilde insanlara ulaşmasını engellemez, ve/veya bu tür saçmalıkları yalanlamaz ve gerçekte ne olduklarını göstermezsek, biz de en az bu satırların yazarı kadar sorumluyuz bu sonuçtan. 

 

Konuyla ilgili bir başka yazım için : Gizli hipnoz, İkna yöntemleri ve günümüzdeki yaygın kullanımı 

Yobazlık Üzerine

Klişeye kaçma pahasına yazıya şöyle başlamama izin veriniz :

Yobaz  :sıfat

1 .   Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse):”Bu memleketi de dört buçuk yobaza bırakamayız.”- A. Gündüz.
2 .   mecaz  Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse).
3 .   halk ağzında  Kaba saba, inceliksiz (kimse).

 

Ateizm, özgür düşünce, bilim gibi şeyler üzerine yazı yazmaya çalışınca,  insan ilginç bir şekilde bir yobaz mıknatısına evriliyor (tashih kastendir). 

Öncelikle, şunu belirtmem gerekiyor ki, elde yeterince kanıt olmadan bir insanı sınıflandırmanın, popüler deyimle yaftalamanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Ancak eldeki kanıtlar başka türlüsünün olma olasılığının çok düşük olduğuna işaret ediyorsa, bu yaftalama değil, “yerinde tespit”‘tir. Zira söylenen şey doğruysa, karalama olmaz. 

Sizlerle paylaşmak istediğim yobazlık örnekleri, cidden arasam bulamayacağım türden ve ne şanslıyım ki ayağıma kadar geldiler. Alıntı yapacağım kısımlar, daha ilk ayını tamamlamayan blogumdaki bazı yazılara gelen yorumlardan oluşuyor. Dilbilgisi ve yazım hatalarına dokunmadım. 

Eşcinsel Evliliğiyle ilgili yazıma gelen yorum : 

Vay seni götveren ahlaksız züppe vay ,ne yapmaya çalışıyorsun?,
be beyinsiz.senidemi arkadan kandırdılar?.
vay sokak çocuğu vay yazıklar olsun.

Evrim’i Hocalar açıkladı‘ya gelen yorum :

Yeni bir ırk oluşturmak için Alman Hıristiyanaların,ileri sürdüğü ahmakça bir düşüncedir,akıl ile bağdaşmazilim ve bilim ile hiç alakası yoktur.Cahilce bir düşüncedir.

 

Evrim teorisi kanıtlanmamıştır,
Bir safsatadır.
Almanların,Hitlerin tek tip insan doğrurma yortusudur,Hava ile su ile civa ile alakası yoktur.
Şeytani bir görüştür.Hıristiyanlıktan sapmış sapıkların ortaya attığı bir hayvani görüştür.
Değil islam,aklı olan hiç kimse kabul etmez.
Ancak maymunluğa özenen,maymun kafalı,beyinsizler kabul edebilirler.
Ama zavallı maymuna hakaret ediyorlar.
Köpek soyundan geldiklerini iddia etmiş olsaydılar daha doğru olurdu.
Çünkü köpek gibi insanla ısırıyorlar.

 

Şüpheci Melek..
Melek değil ” şüpheci şeytan ” desek daha doğru olur.
Senin fikrin yokki dayatasın.
Ben müslümanım,müslüman olmayanları,hayvan olarak bile kabul etmiyorum.
Örneğin,Yahudi ve Hıristiyanların,kanı,canı,malı,ırzı heleldır.zira savaştayız elime geçse katledirim hiçte acımam.
Çünkü onlar bizim ile savaşıyorlar.
Bu zalimleri maymun olarak nitelek,hayvancağıza hakaret olur.

Muhammed ve Vahiy‘ler’le ilgili yazıma 

Önce insan olmanız gerek.
Sayın şüpheci şeytan.
Hıristiyanların maymuncuk ou-yunları bilim olamaz.
Müslüman olmayanlar,hayvan bile olamazlar.
Yahudi ve Hıristiyanlar,Pisliktirler.Toprağa gmmek lazım.

 

Sen evrime inanabilirsin,zaten beynin yokki.
Aklı olmayanlar,İslamada inanmazlar.
Veya aklı dejenere olmuş,beyinsiz atalarının izinden gitmektedirler,Senide baban,deden,maymun gibi hayvan oğlu hayvanmıydır?.
Öyleyse kuruğunu gösterde görelim.

 

Ve abinin coştuğu nokta – İslam’da Kölelik başlıklı yazıma :

 

İşsizliğin İlacı ve Kölelik
İşsizliğin İlacı
İslamî Ahlak ve Ahlaksızlığın Sebepleri:

 

1-İşsizlik,Ahlaksızlığı doğurur.

2-Kocası ölen kadına,maaş bağlanmalı.

3-Kadın,Zenginse maaş bağlanmamalı.

4-Boşanmış kadına maaş bağlanmamalı.

5-Çalışan kadınlar işten çıkartılmalıdır.

6-Kadınlar çalışmak zorunda değildir.

7-Kadın ev içinde veya ev dışında çalıştırılamaz.

8-İşden Çıkan kadınların yerine,erkekler işe alınmalıdır.

9-Erkek ev ve nafaka temin etmek zorundadır.

10-Kadın evinin ve Erinin kadını olmalıdır.

11-Kadın bir yere gidecağı zaman,kocasından izin almak mecburiyeti vardır.

12-Kadın,kocasından izin almadıkça,eve kimseyi alamaz.

13-Kadın her hususta kocasına itaat etme mecburiyeti yoktur.

14-Kadının,Yemek yapmak veya ev işinde çalışmak veya ev dışında çalışmak mecburiyeti yoktur.

15-Çalışmak kadının asli görevi değil,fıtri görevidir.Düzeltmeye çalışırsan kırarsın,kendi haline bırakırsan yararlanırsın.Fıtraten evde çalışma görevi vardır.

16-Kadın eve nafaka getirmek zorunda değildir.

17-Erkek kadına minnet ve zulüm yapamaz.

18-Erkek evini korumak ve kollamak mecburiyetindedir.

19-Güzel ahlak yaşanmalıdır.

20-Huzur İslamdadır.

NOT:Bu ilaçların yan tesiri yoktur.Herkes kullanabilir.Ancak ek ilaçlar yazılabilir.Fakaat bu ilaçlar eczanelerde bulunmuyor.İthalat ve ihracatı yasaktır.Kullanılamaz.Böylece hastalık yapan mikroplar zemini münasip bulduğundan sıkça üreme yapmaktadırlar. Böylece toplum hastalanmaktadır.Korkarım yakında komaya girer. Ne yazıkki yoğun bakım ünitemiz yoktur.Tedavi görmek için Hastahanelere ihtiyacımız vardır. Hükümet-Millet işbirliği ile hastahaneler yapılmalıdır. Dinsiz milletler,Dinsiz Devletler uzun süre payidar olamazlar. Din,Güzel Ahlak Demektir. Türkiyede,maddi kirizden ziyade,Ahlaksızlık ve işsizlik kırizi vardır. 

Mesajlarını sildiğim için gelen bir mesaj :

Mesajlarımı tabiiki silers,iniz.Önce terbiyenin ne olduğunu öğrenmelisin.
Terbiye kafa tasındaki,kuru düşünceye bağlıdır. Sapıkların terbiye anlayışıda ,sapıklık olur.
Arkadan sikişenlerde,kendilerini terbiyeli zanendiyorlar,öyle değilmi?. Öyle ise terbiye nedir?.
En büyük terbiyesiz sen değilmisin.? En edepsiz kişi sen değilmisin?.
Biraz edep dersi alda insan evladı ol. Türk ve müslüman evladı olan BU halka ihanet etmeye hakkın yoktur.
Sakalımda oturup bıyığımı yolmaya hakkın yoktur. Defol git geldiğin yere.

 

Sanırım bu satırların yazarını gayet rahat bir şekilde yobaz olarak tanımlandırabiliriz. 

Hakkında yazdığı konuyla ilgili cehalet bir yana (evrim safsatadır kanıtlanamamıştır vs) doğrudan saldırgan bir tutum içerisindeki şu satırlar bile yeterli kanıt:

Yahudi ve Hıristiyanlar,Pisliktirler.Toprağa gmmek lazım.

Ben müslümanım,müslüman olmayanları,hayvan olarak bile kabul etmiyorum.

Örneğin,Yahudi ve Hıristiyanların,kanı,canı,malı,ırzı heleldır.zira savaştayız elime geçse katledirim hiçte acımam.

Yobazın zihni, gözbebeği gibidir, ne kadar aydınlatırsanız o kadar küçülür. Ne yazık ki , dünyada yukarıdaki satırları yazan insanlar var, ve samimi söylüyorum, maymunlarla akraba olmayı, bu insanlarla akraba olmaya tercih ederim.

Lord Byron’un çok sevdiğim bir saptaması vardır : 

Akıl yürütmeyenler yobazdır, akıl yürütemeyenler aptaldır, akıl yürütmeye cesaret edemeyenler köledir. 

En güldüğüm yanı “Huzur Islamdadır” yazması. Bana pek huzurlu bir insandan çıkabilecek sözler gibi görünmedi bu yazdıkları. 

Bir insan nasıl olur da bu kadar cahilliği, nefreti, saçmalığı hayatının merkezine koyup şu dünyadaki kısıtlı zamanını boşa geçirebilir, gerçekten anlamak çok güç. Ancak ne yazık ki gerçek olan şey bu satırların yazarı ve onun gibi düşünen insanların dünyada, her ülkede mevcut olduklarıdır. Bu insanların istediklerini elde etmelerinin önüne geçecek olan yegane şey de, akıl ve mantığa, kanıtlara dayanan bilimsel bilgiye önem veren, dayanağı olmayan peri masalları ve yalanları kabul etmeyen  insanların, seslerini bu yobazlar kadar çok çıkarmasıdır. Eğer siz de, kendiniz ve çocuklarınız için aydınlık ve akla dayalı bir yaşam ve gelecek istiyorsanız, bu tür düşmanca fikirleri olan yobaz insanlarla karşılaştığınız zaman, ne kadar rahatsız edici olursa olsun, onları yalanlamaktan, argümanlarını çürütmekten ve gerekirse alaya almaktan korkmayın.