Makinedeki Hayalet : İnsan Ruhu

Bir çok dinin temelinde, “dualizm” fikri vardır. Bu düşünceye göre beden ve ruh iki ayrı şeydir. Bedenimizi hareket ettirip, bizi biz yapan hemen her şeyimizin – kişiliğimiz, bilincimiz, özgür irademiz, fikirlerimiz, hislerimiz, anılarımız – kaynağı olarak “ruh”umuz gösterilir. Dinlerin bir çoğunda ruhumuzun vücudun ölümünden sonra da varlığını sürdürdüğü ve yaşam boyunca yaptığımız işlere göre yargılanıp ona göre ödül ya da ceza alacağımız fikri görülebilmektedir.

İnsan ruhu, varlığına dair kanıt olmayan diğer iddialar gibidir. Hatta, burada kısaca ele alacağım üzere ruh olarak bilinen şeyin nedensel ve fiziksel sebeplerinin varlığına dair sağlam kanıtlar bulunmaktadır. Burada kaçınılmaz olarak vardığım sonuç akıl (bilinç-kişilik vs hepsini kapsadığını düşündüğüm kelime) ve beynin ayrılmaz bir bütün olduğu ve aklın beynin aktiviteleri sonucunda meydana gelen şey olduğu.

Yazının bu kısmından sonrasında “beyin” derken “insan beynini”, “akıl” derken de “kişiliğimiz, bilincimiz, özgür irademiz, fikirlerimiz, hislerimiz, anılarımız” gibi ruhumuza atfedilen özellikleri kastediyorum.

Bir çok doğaüstü iddianın aksine, “ruh” kavramı test edilebilir bir kavramdır. Eğer ruh, beyindeki elektro-kimyasal olaylardan oluşan bir ürün değilse ve beyinden ayrı bir şeyse, o zaman ruh olarak bilinen şeylerin beyinden ayrı gözlenebilmesi gereklidir. Diğer bir deyişle, beyin ve ruh birbirinden bağımsız şeylerse, o zaman beyinde meydana gelen değişikliklerin ruhu ve ruhun kontrolünde olan şeyleri etkilememesi gereklidir.

Bu iddiayı sınamak kısa sayılabilecek bir süre öncesine kadar çok da kolay bir iş değildi. CAT, PET, MRI gibi yaşayan bir beynin aktivitelerini gözlemleyebilen cihazları icadı sayesinde bugün doktorlar insanların beyinlerinin nasıl çalıştığını çok daha iyi açıklayabilmektedir. Nöroloji bilimi geliştikçe ortaya çıkan bir temel gerçek, aklın herhangi bir beyin fonksiyonuna bağlı olmayan hiç bir öğesi olmadığıdır. Diğer bir deyişle, akıl olarak bildiğimiz her türlü bilgi, hareket ve hissiyatın fiziksel beyinde bir yansıması gözlemlenebilmektedir.

Ruh nerede saklanıyor?

Beyinin üstten görünüşü

Beyinin üstten görünüşü

Beynin şekli bir çok insana tanıdık gelecektir. Bu şekildeki üstte görülen gri kısıma Cerebrum (serebrum) adı veriliyor ve beynin 80%lik kısmını oluşturan bu kısım bilinçli düşüncelerin bir çoğundan sorumlu kısım budur. Cerebrum sol ve sağ yarıküre olmak üzere ikiye ayrılır. Bu iki kısım birbirinin ayna görüntüsü gibi simetriktir. Ancak fonksiyon açısından aralarında  ufak farklar vardır. Örneğin sol taraf genellikle konuşmayı kontrol eder. Bununla beraber genellikle iki yarıküre de benzer işleri yapar. Her iki taraf da, vücudun bir tarafındaki motor fonksiyonları kontrol eder. Yani sol kolunuzu kaldırdığınız zaman bunu kontrol eden şey, beynin sağ tarafıdır.

Her beyin yarı küresi kendi içinde 4 kısma ayrılır : ön lob, temporal lob, occipital lob ve parietal lob olmak üzere. Basitçe söylemek gerekirse, occipital lob beynin arka tarafında, temporal lob altta, ön lob adı üstünde önde ve parietal lob da üst kısımda bulunur. (Austin 1998, s. 150).

Her lobun farklı görevleri vardır. Örneğin temporal lob hafıza, duyma, duygusal tepkiler ve konuşma üzerinde etkili fonksiyonları kontrol eder. Occipital lob çoğunlukla görme duyusuyla ilgili fonksiyonları kontrol ederken parietal loblar diğer duyulardan -özellikle dokunma duyusu- gelen bilgileri işler . Ön loblar da genellikle bilincimizle ilgili şeyleri kontrol eden lobdur. Yani karar verme, planlama, düşünme, hareket, dikkat, (istenmeyen hareketleri) engelleme vs gibi şeyleri kontrol eden lob ön lobdur.

Bu temel yapıyı gördükten sonra beyin fonksiyonlarını daha detaylı olarak ele alabiliriz. Örneğin “Broca” bölgesi denilen ve genellikle sol ön lobda olan bölge (solaklarda sağ tarafta olabiliyor) konuşmamızı sağlar. Bu bölge bir şekilde zarar gördüğü zaman, dilsizliğe sebep olur. Kişi konuşmaları anlayabilir ancak kendisi konuşamaz. Bu bölgeye yakın bir bölge olan Wernicke bölgesi, sol temporal lobda bulunur ve onun görevi konuşmaları anlamak ve kelimelerin seslerini hafızada tutmaktır. Bu bölgedeki hasar, Wernicke afazisi ismi verilen duruma neden olur ve kişi konuşmayla ilgili hiç bir şeyi tanıyamamaya başlar. Kişi kelimelerin nasıl duyulması gerektiğini unuttuğu için kendi konuşmasıyla ilgili bir problem olduğunun farkında değildir ve diğer insanların kendisini anlamamasına şaşırır. Kişinin konuştuğu dil yabancı bir dil gibi algılansa da aslında anlamsız gevelemelerdir. (Heilman 2002, s. 4).

Beynin sol yarıküresindeki diğer bölgeler de iletişimi sağlarlar. Sol angüler gyrus kelimelerin nasıl yazıldıklarını hatırlar, ve supramarjinal gyrus konuşma seslerini harflere dönüştürür. (Heilman 2002, s. 49). Bu bölgelerin hasara uğraması durumunda yazı yazma ya da okuma yetisi kaybolur/bozulur.  Örneğin yazabilmesine rağmen okuyamayan kişiler (alexia hastaları) bulunmaktadır. Sol angular gyrus ayrıca matematik yeteneğimizi de kontrol etmektedir. Bu bölgeye gelen hasar sonucunda insanlar en basit hesaplamaları yapamamaya başlamaktadır. Sol yarı küredeki konuşma bölgesine gelen ağır hasar global afazi adı verilen ve ileride bahsedeceğimiz iletişim kurma yetisinin bozulmasına sebep olur. (Ramachandran 1998, s. 19).

Hislerimiz de beynin fonksiyonlarına bağlıdır. Sol yarıküre pozitif hisleri kontrol ederken sağ yarıküre negatif hisleri kontrol etmektedir. Sol lobları hasara uğrayan kişiler çoğunlukla ağır depresyona girerler (zira sağ yarıküre çalışmaya devam etmektedir). Tersi olunca da kişiler kaygısız ya da sürekli mutlu olabilmektedir. Amygdala ismi verilen bölgenin elektrikle uyarılması şiddetli korku haline sebep olmakta (Heilman 2002, s. 74), insular korteks ismi verilen bölgenin uyarılması da kişide tiksinme ve iğrenme hissi yaratmaktadır(Glausiusz 2002, s. 33). Septum adı verilen kısmın elektrikle uyarılması zevk hissi yaratır ve depresyon halinden iyimserliğe geçişe sebep olmaktadır  (Austin 1998, s. 170).

Hippocampus adı verilen bölge, yeni hatıraların oluşturulmasından sorumludur. Bu kısma gelen bir hasar kişinin yeni bilgileri saklayamamasına sebep olur (Heilman 2002, s. 150). Memento isimli filmdekine benzer bir durum yani.

Peki “ruh” beynin neresindedir? Eğer tüm bu fonksiyonlar, düşünceler ve hisler beyindeki belli bölgelerin kontrol ettiği ve fiziksel olaylara bağlı şeylerse “ruh” nerede devreye girer?

Beynin fonksiyonlarını inceleyen bilim adamları, bir çok fonksiyonu ve özelliğini öğrendikleri beyinde “ruh”a atfedilen şeylere ait olabilecek herhangi bir bölgeye rastlamadıkları gibi daha önce ruh’a atfedilen hemen her şeyin beyindeki ilgili bölgesini keşfetmiş durumdalar.

Bu beynin muhteşem olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, beynimiz bilinen evrendeki en karmaşık yapı. Ortalama bir insan beyni 100 milyardan fazla nöronun yüzlerce trilyon sinaps‘le birbirine bağlanmasından oluşur. Bu sistem o kadar karmaşıktır ki, teorik olarak mümkün olan beynin hallerinin sayısı evrende var olan temel partiküllerin sayısından fazladır (Ramachandran 1998, s. 8).  Beynin hesap gücü saniyede 10 trilyonla 10 kuadrilyon (1 kuadrilyon=1000 trilyon) arası olarak tahmin edilmektedir (Merkle 1989). Karşılaştırma yapmak istersek dünyadaki en güçlü süperbilgisayar IBM’in Blue Gene süperbilgisayarıdır ve saniyede 500 trilyon işlem yapabilmektedir.

Ancak yazıyı burada bitirmek yerine bir kaç örnek vererek argümanı sağlamlaştırmak istiyorum.

Beyin ve aklın tekliği

Ruh ne işe yarar?

Dinler, öldükten sonra ruhlara ne olduğuna dair bolca öngörülerde bulunurlar, ancak ruhun yaşayanlar için ne işe yaradığını detaylıca ele alan kaynak azdır. İslam dininin ruhlara dair görüşünü çok derine inmeden ele alan şu yazıyı referans olarak göstermek istiyorum. Diğer büyük dinlerin görüşü de çok farklı değildir. Bu yazıya göre ruhun işlevi/tanımı :

-kişinin “ben” olarak tanımladığı şeydir.
-vücut tamamen değişse (hücrelerin bir kaç yılda bir tamamen yenilenmesi) bile aynı kalan şeydir
-konuştuğumuz, istediğimiz şeylerin, fikirlerimizin kaynağıdır
-motor işlevlerin (yürümek vs) kaynağını aldığı yerdir
-canlılığı devam ettiren şeydir,
-canlı ile ölü arasındaki farktır : insan ölünce vücudu korunmaktadır ancak canlı değildir
-kalbin atması gibi küçük ve bilincinde olmadığımız bir çok olayı kontrol eden ve hatasız devamlılığını sağlayan şeydir
-beyin fonksiyonları kontrol eder, peki beyni ne kontrol eder? Beyni kontrol eden şey ruhtur.

Alıntı :
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür… Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur

Ruh’un ölümden sonra “öteki dünya”ya gidip yargılanmasından hareketle, ruhun aslında dünyadaki bilincin bir devamı olduğu sonucu çıkarılabilir.

Eğer “ben” olarak düşündüğüm şey aslında ruh ise, beni olduğum kişi yapan şey ruhum ise, o zaman ruh hayatım boyunca yaptığım şeylerden sorumlu olan şeydir. Eğer dualist-ikilikci görüş (beden ve ruhun iki ayrı şey olduğu görüşü) doğruysa ruh, hayatım boyunca gösterdiğim tüm davranışlardan, tüm kişilik özelliklerimden sorumlu şeydir.

Benim görüşümde, bu iddia yanlıştır. Düşünceler, kişilik, kimlik ve davranışlar beyinden ayrı düşünülebilecek şeyler değildir. Kanıtlar, davranışlar ve kişiliğin tamamen beynin fiziksel durumuna bağlı olduğunu göstermektedir. Yazının ilerleyen kısımlarında beynin davranışlar ve kişiliği doğrudan kontrol ettiğini göstereceğim.

Beyin ve aklın tek olması, Teist inancın yanlış olduğuna en büyük kanıtlardandır diye düşünüyorum. Yoksa niye ölümsüz ruh, hatalı ve zayıf biyolojiye bağlı olsun ki? Eğer adil bir Tanrı varsa ve ruhu günahlarından ötürü cezalandırıyorsa (ya da iyiliklerinden ötürü ödüllendirebiliyorsa) niye “ruh”un beyinde meydana gelen ve üstünde herhangi bir kontrolü olmayan genetik, kimyasal ya da diğer faktörlerden etkilenmesine izin veriyor? Eğer Tanrı, dinlerin söylediği gibi adilse ve ruh, “özgür irade”ye dayalı davranışlar sonucunda değerlendirilecekse niye “özgür irade”yle ilgisi olmayan biyolojik olaylar ruhu etkileyebiliyor? Ya da gerçekten özgür irade diye bir şey mümkün mü?

Kanıtlar, ruhla iddiaları çürütür niteliktedir. Kişiliğimizin ve davranışlarımızın beyinden ayrı olmadığı ve beyindeki değişikliklerden etkilendiklerine dair kanıtlar görmezden gelinemeyecek kadar çoktur.

Kimliğin birliği

  • Hafıza problemleri

1950’lerde Henry M olarak bilinen hasta, epilepsi krizlerinden kurtulmak üzere ameliyat olur ve temporal loblarından alınan parçaların hippocampus’üne hasar vermesi sonucunda yeni hatıralar oluşturma yetisini kaybeder. Yani ameliyata girdiği günkü hatıraları neyse, hayatının geri kalanında aynı hatıralardan farklı bir şey hatırlayamayacaktır. Bu olay, hippocampus’ün uzun süreli hafızayı yönettiğini göstermiştir. Henry kısa süreli hafıza ve öğrenilmiş uzun süreli beceri hafızasını (bisiklete binmek gibi) kaybetmemiştir ancak 10 dakika önce olan bir şeyi hatırlamamaktadır (Heilman 2002, s. 149-150).

Benzer şekilde hippocampus’u zarar gören insanların yeni hatıraları oluşamamaktadır. Bir nevi “pause-dondur” düğmesine basılı gibi, tarihteki belli bir noktadan öteye gidememektedirler. Bu insanların “ruh”larına ne olmuştur? Hatıralar olmadan insanların kişilikleri (dolayısıyla ruhları) tamamen değişmiş oluyor. Beyinde meydana gelen fiziksel değişikliklerin kişiliğe olan etkisi materyalist görüşle uygunluk gösterirken dualist görüşe ters düşmektedir.

  • Corpus callosum’un kopması

Ruh’un iki önemli özelliği vardır. Uzayda devamlılık gösterir (her bedende tek bir ruh vardır) ve zamanda devamlılık gösterir (her bedenin yaşam boyunca tek bir bilinci vardır). Eğer bir vücudu kontrol etmeye çalışan birden fazla ruh varsa  ya da yaşlı insanların gençken işledikleri günahlar için sorumlu tutulacaksa adil bir yargılama zor olurdu. Elbette dinler bu ikinci problem için tövbe ya da günah çıkarma gibi çözümler sunarlar. Ancak anlatmak istediğim şey biraz farklı.

Beyindeki Corpus Callosum adı verilen ve beynin iki yarı küresini birbirine bağlayan sinirler (kaza, tümör, epilepsi krizlerini önleme amaçlı ameliyat gibi sebeplerle) hasar gördüğünde ilginç bir etki ortaya çıkmaktadır.  Daha önce söylediğim gibi beynin her yarı küresi, ters taraftaki duyulardan bilgi almaktadır. Ayrıca her yarı kürenin kendine has görevleri vardır. Sag yarıküre sol elden gelen bilgileri toplarken sol yarı küre sağ elden gelenleri toplar, ve sol yarı küre çoğunlukla konuşma becerisinin tamamını kontrol eder. Yani sol elinizle tuttuğunuz bir şeyin ne olduğunu söyleyebilmeniz için, bilginin sağ beyin yarı küresine gelip, oradan corpus callosum sinirleriyle sol tarafa geçip konuşmayı kontrol eden bölgeye ulaşıp konuşmaya dönüşmesi gereklidir.

Corpus callosum’un kesilmesi durumunda ise meydana gelen şey gerçekten ilginçtir. Yapılan deneylerde tekrar tekrar ortaya konduğu şekliyle, corpus callosum’u kesilmiş ve gözleri bağlanmış hastanın sol eline konan bir cismi, hasta tarif edememektedir (Heilman 2002, s. 128). Çünkü sol elden gelen ve sağ beyne giden bilgi, sol tarafa geçememektedir. Fakat hasta, sol eline konan cismi aynı eliyle kağıda çizebilmektedir, ya da belli bir cismi, ona benzeyen diğer cisimlerden ayırabilmektedir. Ancak bu sinirlerin kopmasının daha da önemli bir etkisi vardır.

Beynin sağ tarafı bazı hisleri de kontrol eder. Güçlü duygusal tepkilere sebep olacak bir resim sadece sol gözün göreceği şekilde gösterildiğinde, bilgi sağ yarı küreye gider ve ilgili his oluşur. Ancak kişiye o duyguların niye oluştuğu sorulduğunda, mantıklı ancak ilgisiz bir cevap verirler. Örnek olarak Hitler’in bir resmi gösterilen hasta, kızgınlık ve tiksinme belirtileri gösterebilir, ancak nedeni sorulduğunda “birisinin beni kızdırdığı bir an aklıma geldi” şeklinde mantıklı ancak ilgisiz bir cevap vermektedirler. Çünkü sağ tarafta oluşan hissin sebebi sol taraftaki konuşma bölgesine iletilememektedir. (Newberg and D’Aquili 2001, s. 23)

Hissiyatın oluşması için gereken yolda (sol göz-beynin sağ tarafı) bir bozukluk yok, ancak hissiyatın sebebinin konuşma yoluyla aktarılması sürecinde kopukluk olduğu için kişi bir cevap icat ediyor (ufak bir yalan söylüyor). Sol yarı küre, vücuttaki değişimi (oluşan duygusal tepki) farkediyor ancak nedenini bilmediği için kişi farkına bile varmadan aradaki boşlukları doldurarak bir cevap yaratıyor. Yani kişi yalan söylediğinden habersiz.

Benzer bir örnek daha inceleyelim. Bu durumdaki hastalarda sağ beyin yarı küresi konuşmayla ilgili becerileri kullanamasa da, dokunarak tahtadan oyulmuş harfleri tanıyabilmektedir. Gönlünde yatan meslek sorulan hastaya hem cevabı söylemesi hem de sol eliyle önündeki tahta harflerle mesleği yazması söyleniyor. Hasta “marangoz” derken, sol eliyle seçip dizdiği harfler “araba yarışçısı” cevabını veriyor.

Peki bu niye önemli? Bu deneyler ortaya koyuyor ki, corpus callosum’u hasarlı kişilerin sağ ve sol beyin yarı küreleri birbirinden farklı bilgilere sahip oluyorlar. Bir nevi ikinci bir bilinç oluşmuş oluyor.

Açıkça görülüyor ki beyinlerin yarı küreleri arasındaki iletişimin kopması, bazı durumlarda ikincil bir bilince yol açıyor. Eğer bir vücutta tek bir ruh varsa, beyinde meydana gelen bu fiziksel değişikliğin birden fazla bilince yol açması nasıl açıklanabilir? Eğer ruh’un bir kısmı ne olup bittiğini biliyorsa, o zaman tamamının bilmesi gereklidir. Eğer ruh’un bir kısmı bir şeye inanıyorsa, o zaman tamamının inanması gereklidir. “Yarım porsiyon ruh” diye bir şey olamayacağına göre ve ruh’un beyindeki sinirlerin kesilmesiyle ikiye ayrılacağını düşünmek ruh’un anlatılan doğasına aykırı olduğu düşünülürse, Ruh hipotezi bu durumu açıklamakta yetersiz kalıyor.

  • “Yabancı el” sendromu

Eğer Stanley Kubrick’in yönettiği ve Peter Sellers’ın oynadığı Dr Strangelove filmini izlemişseniz, doktorun siyah eldivenli ve kendi kendine hareket eden ve zaman zaman doktoru boğmaya çalışan ya da Nazi selamı veren elini hatırlarsınız. Bu sahne bize komik gelse de, bu gerçek bir hastalıktır ve literatürde, istemsizce hareket eden ve sahibine zarar vermeye çalışan ellere, “yabancı el sendromu” ismi verilmiştir.

Bu hastalığın sebebi, genellikle negatif ve depresif düşüncelerin kaynağı olan sağ yarıkürenin kontrol ettiği sol elin, corpus callosum’un zarar görmesi sonucunda engelleyici bir gücün (beynin sol tarafındaki olumlu düşüncelerin kaynağının etkisi) eksiliği neticesinde istemsiz hareket etmesidir. Bir nevi beynin karanlık sağ tarafının, bilincimiz ve konuşma merkezimiz olan sol tarafına bağlantısı kesilmesi sonucunda kişinin farkında olmadığı depresif sorunlarının sol el vasıtasıyla ortaya çıkması sözkonusudur. Konuşmayı kontrol eden bölgeye ulaşıp derdini anlatamayan sağ yarıküredeki problem o kadar büyür ki problem sol elin hareketlerine yansır. Normalde sağ tarafın sol tarafa ulaşmakta bir problemi olmadığından insanların bir çoğu sağ ve sol yarıküreleri ayrı olarak düşünmez, tek bir şeymiş gibi görürler. Bu yüzden de kendi başına hareket eden elin kaynağının sağ beyin olduğu fikri inanması güç gelir.

Bu hastalık, beynin ön loblarında oluşan hasar sonucunda her iki elde de görülebilmeye başlasa da, corpus callosum hasarı her zaman sol ele etki eder. Görülen hareketler arasında sol elin telefona bakıp ahizeyi vermek istememesi, eşyaları rasgele fırlatması, içecekleri dökmesi sayılmaktadır. Bazı durumlarda şiddet gözlemlenebilmektedir. Kişinin kendisine ya da başkalarına zarar vermeye çalışan “yabancı sol el” vakaları kayda geçmiştir. Bunlar arasında boğmaya çalışma, bıçak ya da baltayla saldırma gibi şeyler vardır.

Eğer bu durumdaki bir hastanın kontrolü kaybedip birisine zarar vermesi olasılığını düşünürsek burada suçlu ve günah işleyen kimdir? Ruh sadece sol tarafımızda mıdır? Yoksa esas ruh sağ taraftaki kötü şeyler düşünen ve cehennemlik olan ruh mudur? Yoksa ruh, beyinde meyadana gelen hasar sonucunda iyi ve kötü olarak ikiye mi ayrılmaktadır?

  • Felç ve yadsıma

Felç geçiren hastalar, genellikle felç geçirdikten sonra hareket etmeyen uzuvlarını hareket ettirebildiklerini düşünürler. Bir yanı felçli hastaya alkışlaması söylendiğinde tek elini alkış tutuyormuş gibi saga sola sallaması, ve herhangi bir hastalığı olduğunu kabul etmemesi (daha doğrusu bilinçli olarak bu durumu anlayamaması) durumuna anosognosia (Yunanca’dan “hastalıktan habersiz olma”) ismi verilmektedir. Bunu gerçeği kabullenemeyen birisinin psikolojik savunma mekanizması olarak görmek mümkündür. Ancak kanıtlar aksi yönde bir duruma işaret etmektedir.

Kalp krizi sonucunda bir yanları felç olan hastalar, genellikle felç harici diğer sağlık sorunlarını kabul ederler. Örneğin bir yanı felçli hastaya “eğer ayakkabılarını bağlarsan sana şeker vereceğim” diyen doktora hasta “doktor, diabetik olduğumu ve şeker yiyemeyeceğimi biliyorsunuz” gibi bir cevap vermektedir. Daha da önemlisi, bu yadsıma hali daha çok vücudunun sol tarafı felçli olan hastalarda görülmektedir. Diğer bir deyişle, vücutlarının sağ tarafı felç geçiren ve psikolojik savunma mekanizmasına en az felç olduğunu yadsıyanlar kadar ihtiyacı olan hastalar felç durumunu çoğunlukla kabul etmektedirler. Beynin belli bir bölgesindeki hasar ve yadsıma arasındaki bu ilişki, hasar gören bölgede vücudun beyindeki resminin güncellenmesiyle ilgili bir görev yürütüldüğünü göstermektedir. Yani beyin, vücudun o anki durumu hakkında eski bilgilere sahiptir ve güncelleme (felç olunduğu bilgisi) beyindeki hasar sebebiyle gerçekleşememektedir.

Ancak çok daha önemli bir kanıt var ki, hem dualizm hem de Freud’un savunma mekanizması teorisini çürütmektedir.

Bu sorundan muzdarip hastaların denge duyularını kontrol etmek amacıyla kulaklarına soğuk su sıkılması sonucunda hastanın yadsıma hali geçtiği bildirilmiştir. Daha önce felçli olduğunu kabul etmeyen hastanın kulağına soğuk su sıkılması sonucunda hasta bir anda felçli olduğunu kabul ettiği gibi, kendini yeni felç olmuş gibi görmemekte, uzun süredir felçli olduğunu kabul etmektedir. (Ramachandran 1998)

Soguk suyun etkisi geçince ise daha da ilginç bir şey olumakta ve hasta, soğuk su sıkıldıktan sonra felç olduğunu kabul ettiğini hatırlamamaktadır. Daha önceki felç durumu sorulduğunda kabul etmemektedir. Yani beyin, o anki gelen bilgiye göre geçmişe dair senaryoyu baştan yazıyor gibi düşünebiliriz.

Bazen bu yadsıma hali kendiliğinden geçer. Bu durumda da hasta, aynı soguk su deneyinde olduğu gibi yadsıma dönemini hatırlamamaktadır. Senaryo tekrar yazılmakta ve hatıralar ona göre şekillenmektedir.

Peki, hastanın ikiye bölünerek bir yarının felcin farkında olması ve diğer yarının felçten tamamen habersiz olması ve bu iki bilincin zaman zaman yer değiştirerek yüzeye çıkması nasıl açıklanabilir? Freud’un savunma mekanizmaları burada geçerli açıklama değil. Teistik Ruh inancı da öyle. Eğer ölümden sonraki yaşamda ruhumuz yaşamımızı hatırlayacak şekilde hatıralarımızı saklayabiliyorsa, o zaman nasıl kulağa kaçan soğuk su gibi ufak bir şey bu hatıraları etkileyebiliyor? Eğer bedendeki bir arızanın ruha sağlıklı bilgi gitmesine engel olduğunu düşünüyorsanız tekrar düşünün, zira bu hastaların hemen hepsi bir taraflarının felçli olduğunu gözleriyle görebilmekteler. Hadi onu geçtim, soguk su sonucunda “uyanan” ruh, nasıl oluyor suyun etkisi geçince bu önemli olayı unutuveriyor?

Bu soruların açıklaması ruh’a atfedilen şeylerin beyinden ayrı olmadığı gerçeğini kabul etmemizden geçmektedir. Mükemmel olmayan insan beyni ve işleyişi ancak bu şekilde anlaşılabilir.

  • Capgras Sendromu

Capgras sendromu nadir rastlanan ancak çok ilginç bir başka beyinle ilgili hastalık. Bu hastalıktan muzdarip kişi, diğer açılardan gayet normal ve mantıklı iken tanıdığı insanların (eşi, çocuğu, ebeveynleri) aslında taklitçi olduğunu ve kendi eş/çocuk/anne/babaları olmadığını, sadece onlara benzeyen ve rol yapan sahtekarlar olduğunu iddia eder. Bu durum Alzheimer ya da şizofreni gibi hastalıklarda da görülse de 3te birlik bir oranla beyne etki eden travmatik bir kaza sonucu görülmektedir.

Bu durumun açıklaması, limbik sistem adı verilen ve beynin duygusal tepkilerini kontrol eden bölümünde yatar.  Gözlerden gelen görüntü bilgileri beyne geldiği zaman, temporal loblardaki cisim tanıma sürecinden geçer ve insanın o anda neye baktığını -insan yüzü, ev, bir hayvan gibi- tanımlar. Bilgi sonra amygdala ismi verilen ve limbik sistemin bir nevi giriş kapısı olan bölgeye gönderilerek görüntülenen cismin duygusal etkisi değerlendirilir. Eğer cisim sevilen bir insan ise, limbik sistem buna uygun bir duygusal tepki göstererek baktığımız şeyin gerçekten de o olduğunu anlamamızı sağlar. Annenize baktığınızda içinizi kaplayan iyi hisler bu sürecin sonucudur.  Capgras sendromundan muzdarip kişilerde olan şey ise, görüntü beyinde oluşmasına karşın, ona eşlik etmesi gereken duygusal hislerin yokluğudur. Bu sebeple hasta, annesini görünce karşısındakinin annesine benzediğini ancak (duygusal tepkinin yokluğu yüzünden) onun annesi değil bir taklitçi olduğunu zanneder. Yani beyin aslında “bu karşımdaki kişi annemse, niye annemmiş gibi hissetmiyorum” der. Bunu açıklamak için de beyin, “taklitçi” senaryosuna başvurur. (Ramachandran 1998)

Ancak esas önemli olan bu değil. Limbik sistemin çok daha önemli bir özelliği daha vardır. Hatıra oluştururken limbik sistem bir nevi “kütüphanecilik” görevi yürütür. Bunu biraz açalım.

Diyelim ki bir arkadaşınız size kendi arkaşı olan Ahmet’i tanıştırdı. Ahmet’le tanışınca onunla ilgili bir hatıra oluşturup hafıza kütüphanenize yolluyorsunuz. Bir nevi “Ahmet dosyası” yaratıyorsunuz diyelim. Bir kaç gün sonra Ahmet’le tekrar karşılaşıp kısa bir sohbet ediyorsunuz. Beyin ikinci “Ahmet dosyası” yaratıyor. Bir süre sonra Ahmet’le bu sefer iş yerinde karşılaşıyorsunuz ve Ahmet’in üstünde beyaz doktor önlüğü var, fakat siz daha önceki karşılaşmalarınızdaki hatıralarınız sayesinde onu hemen tanıyorsunuz. Artık beyninizde bir “Ahmet kategorisi” var ve beyin Ahmetle ilgili hatıralarınızı “Ahmet kategorisi” altında saklamaya başlıyor.  Bu zihinsel resim, her karşılaşmada daha da gelişiyor ve bir süre sonra Ahmet’le ilgili bir imaj oluşturuyorsunuz : Ahmet doktor, komik fıkralar anlatıyor, bahçıvanlıktan anlıyor…vs şeklinde bir Ahmet imajı ve bununla ilişkilenmiş bir duygusal tepkiye sahip oluyorsunuz.

Peki beyin Ahmet’le ilgili bu ayrı anıları nasıl aynı kategoriye yerleştiriyor? Benzetme yaparsak, beyinde, bilgisayarlardaki gibi bir dosyalama sistemi var diyelim. Her karşılaşmada yeni bir “dosya” yaratılıyor. Peki beyin bu dosyaların hangi klasöre gideceğine nasıl karar veriyor?

Bunun cevabı da limbik sistem. Karşılaşılan kişiyle ilgili duygusal tepki aynı zamanda dosyaları birbirine bağlayan bir zincir görevi görüyor. Peki bu duygusal tepki bir şekilde eksik ise ne oluyor? Beyin her karşılaşmada sürekli yeni dosyalar yaratıyor ama bunları klasörlere dağıtamıyor. Bu da Capgras sendromundaki kişilerde görüldüğü gibi, karşılaşılan kişilerin (yeni dosyaların) tam tanınamamasına (klasörlere yerleştirilememesine) sebep oluyor.

En can alıcı noktaya geliyoruz. Peki kişi kendisini tanırken aynı süreç işliyor mu? Kendi yüzünüzün imajı beyinde ilişkili bir duygusal tepkiye sebep oluyor mu? Hem evet hem hayır. Capgras sendromlu hastalar aynaya baktıklarında aynadaki yüzün muhtemelen kendilerinden başka birisi olamayacağının bilincinde olduklarından duygusal tepkinin etkisi cevabı etkileyecek kadar güçlü değil. Ancak kişi kendisinin bir fotografını gördüğü zaman, onun kendisi değil ona tıpatıp benzeyen bir başkası olduğunu söylüyor. Bir nevi kişi, kendisini ikiye bölüyor. Bu davranışın sebebi de, yine kendisini gördüğü zaman eşlik etmesi gereken duygusal tepkinin eksikliği.

Eğer ruh, “ben” diye bildiğimiz şeyse, Capgras sendromu hastalarının kendilerini ikiye bölerek fotografa bakan kişi ve fotograflardaki kişinin ayrı kişiler olduğunu iddia etmeleri nasıl açıklanabilir?

Kişiliğin “tek”liği

  • Phineas Gage’in ilginç hikayesi

Phineas Gage, 1848’de Amerika’da 25 yaşında tren rayı döşeyen bir firmada ustabaşılık yaparken bir kaza sonucu bir demir çubuk parçasının sol yanağından girip, kafasının sağ üst kısmından çıkmasına rağmen hayatta kalmış birisidir. Sol gözü kör olmuştur ve yüzünde yara izleri ve lokal felç görülmüştür, ancak konuşma düşünme yürüme vs gibi şeylerde zorluk çekmemektedir.

Phineas Gage’in hikayesini ilginç kılan şey, kazadan önce ve sonraki kişiliğidir. Kazadan önce Gage, sorumluluk sahibi, zeki, kibar, çalışkan ve yaptığı planları titizlikle uygulayan bir çalışan iken, kazadan sonra sorumsuz, sabırsız, saygısız, tembel, çılgın planlar yapıp daha bir planı gerçekleştirmeden başka bir çılgın plan yapan, asabi, kaba ve huysuz birisine dönüşmüştür.

Gage 1848’deki kazadan 13 yıl sonra hayatını kaybetmiştir. 120 yıl sonra kafatası incelendiği zaman görülen şey ise ön loblardaki ventromedial prefrontal korteksin yani normal karar verme yetisini kontrol eden bölgenin zarar gördüğü ve davranışlarındaki değişikliklerin bu sebeple olduğu. Davranışlarındaki değişiklik kendi suçu ya da bilinçli seçimler değil, tamamen beynindeki hasardan kaynaklanan ve özgür iradesinin dışında gerçekleşmiştir. (Damasio 1994)

Gagein kafasına giren demirin izlediği yol

Gage'in kafasına giren demirin izlediği yol

Gage’in trajik hikayesinden çıkarılabilecek sonuç, beynin ön kısımlarının kişilik ve davranışları kontrol ettiği ve buraya gelen hasarın bu işlevlerin düzgün çalışmasını engellediğidir. Gage’in hikayesi, literatürdeki tek benzer hikaye değil. Ön beynine zarar gelen insanlarda düzgün ve akılcı karar verebilme yetisinin bozulması, kurallara uymama ya da topluma normal insanlar gibi adapte olamama durumları sıkça karşılaşılan şeyler. Bu durumu dualist (beden-ruhçu anlayış) nasıl açıklayabilmektedir? 1848’de meydana gelen kazada Gage’in beynine saplanan demir, ruhunun da bedenden çıkmasına mı sebep olmuştur? Bilimsel düşünce insanların beynindeki fiziksel değişikliklerin kişilik ve davranışlara etkisini gayet net açıklayabiliyorken, güya herhangi bir zarara uğraması imkansız olan ruh’un karakterimizi belirlediği iddiası nasıl doğru olabilir?

  • Frontotemporal Bunama

Genetik bir hastalık olan Frontotemporal demans (bunama) ya da kısa adıyla FTD, beynin ön ve temporal loblarını etkileyen bir nörolojik hastalıktır. Genellikle insanların 50’li yaşlarında ortaya çıkan ve kişilik özelliklerini kontrol eden bölgeleri etkileyen bu hastalığın belirtileri arasında empati yoksunluğu, bencillik, düşüncesiz ve kaba davranışlar, asabiyet ve kendini frenleme yetisinin kaybı sayılmaktadır. (Miller 2001)

Sol yarı küredeki FTD genellikle afazi (konuşma ve konuşulanı anlama bozukluklarının genel adı)’ye sebep olur. Sağ taraftaki FTD ise şiddetli kişilik değişikliklerine sebep olmaktadır. Bu değişiklikler, yiyecek ve giyecek tercihlerinde, politik görüşlerde, sosyal davranış, cinsel tercih ve -burası önemli- dini görüşlerde ve inançlarda görülebilmektedir.  Üç örnek inceleyelim :

53 yaşındaki erkek hasta, 35 yaşındayken başarılı bir reklam ajansındaki müdürlük görevinden politik bir roman yazmak üzere istifa eder ve Guatemala’ya yerleşir. Hiç bir şey yazmadığı gibi fotoğrafçılık ve balmumu heykelciliğine merak salar; bu süre zarfında ailesini hiç umursamaz ve bazen aylar boyunca karısı ya da çocuklarıyla iletişim kurmaz. Sonunda eve döner, ancak 51 yaşındayken kırmızı ışıkta geçmekte, sürekli yalan söylemekte, eşini aldatmakta, ufak şeyler için büyük kavgalar çıkarmakta, sokaktaki kadınlara uygunsuz şekilde bakmakta ve toplum içinde mastürbasyon yapmaktadır. 2 yıl sonra bir kliniğe yatırılır.

70 yaşındaki kadın hasta, on yıllardır evli olduğu kocasının ölüm döşeğinde ondan nefret ettiğini söyler. Bunama ilerledikçe, hayatı boyunca Lutheran (bir Hrıstiyan mezhebi) olan kadın birden katolik olur ve kiliseye bağışlar yapmaya başlar. Rahiplerden birine aşık olduğunu ve onunla ilişkisi olduğunu söyler. Mezhep değişikliğinden 6 ay sonra tamamen bunamıştır.

Son olarak, 63 yaşındaki kadın hasta, hayatı boyunca şık giyinmiş bir muhafazakardır. 56 yaşındayken ise içine kapanır, anti-sosyal bir hale girer ve saldırganlaşır. Bir olayda, kırmızı ışıkta geçip bir başka arabaya çarpar ve umursamazca olay yerini terkedip alışverişe gider. 62 yaşındayken siyasi görüşü 180 derece döner. Hayvan haklarının ateşli bir savunucusu olur, kitapçıda sağ görüşlü kitapları satın alan insanlarla tartışır, üstünde sloganlar olan kısa kollu penyeler ve bol pantolonlar giymeye başlar, “Sağcılar bu dünyadan silinmeli” türünden sözler söyler.

Bilim bu değişiklikleri ve FTD’nin etkilerini açıklayabilmektedir. Peki dualist görüş bunu nasıl açıklamaktadır? Beyindeki bozulmalar ruhu da mı etkilemektedir? Yoksa kişilik özellikleri ruhun değil de beynin bir özelliği midir? Ancak bu durumda bu özellikler ölümle birlikte yokolmayacak mıdır? Bu durumda ölümden sonraki ruh nasıl hayattaki insanı yansıtabilir?

FTD’nin bu yazının konusu itibariyle kuşkusuz en ilginç özelliği kişinin dini görüşlerini değiştirmesine sebep olabilmesidir. Ruhtan kaynağını alması gereken tek bir şey varsa o da dini inançlardır. Bu inançların, kusursuz olmayan insan beyninden ayrı olması ve etkilenmemesi ruh’un ebedi hayatı için elzem bir durum değil midir? Bir diğer nokta, FTD genetik yani hastaların çocuklarında görülebilen bir hastalıktır. Tanrı insanların genlerini mi lanetlemektedir? Eğer insanların neye inandıkları Tanrı için çok önemliyse, niye insanların inançlarını etkileyebilecek böyle bir hastalık yaratmıştır ya da niye beyni bu tür hastalıklardan etkilenmeyecek şekilde tasarlamamıştır?

  • Öfori (Euphoria) ve Duygusal kaygısızlık

Beynin sağ yarıküresinin sola oranla daha negatif fikirlerin kaynağı olduğundan daha önce bahsetmiştik. Ancak bu sağ yarı kürenin kurtulmamız gereken bir organ olduğu anlamına gelmemektedir. Bu negatif hisler insan psikolojisinin bir parçası ve bunların eksikliği en az fazla baskın olmaları kadar kötü sonuçlar doğurabilmektedir. Eğer sağ yarı küre hasar görür ve normal işlevini yerine getirememeye başlarsa pozitif düşüncelerin kaynağı olan sol yarı küre hakimiyetini artırır ve kişi duygusal olarak “düz” ve kaygısız bir hale gelir ve şartlar ne kadar kötü olursa olsun bir öfori halinde (umursamazlık, sarhoşluk haline benzer bir durum) kalır. Diğer bir deyişle, kişi etrafındaki olaylara şefkat ve empati gösterecek kadar kaygılanamamaktadır.

Dalış yaparken vurgun yiyen bir genç rahibin sağ kartoid arterinde hasar meydana gelir. Rahip kazadan sonra kendine geldiğinde önceki halinden çok farklı olarak kaygısızlaşmış ve etrafında olan bitenden etkilenmeyen bir hale bürünmüştür. Lösemi hastası olan kızdardeşinde hastalığın nüksettiğini öğrendiğinde kardeşinin nasıl olduğunu sormak yerine, ona hala aynı hastabakıcının bakıp bakmadığını sormuş ve o hastabakıcıdan öğrendiği bir fıkrayı anlatmak istemiştir. Anne babası oğullarını ziyaret ettiklerinde “oğlumuza benziyor ve onun gibi konuşuyor ancak bir robot gibi davranıyor” yorumunu yapmıştır. (Heilman 2002)

Rahiplik yapan, sıcakkanlı, şefkat dolu zeki genç adam, bir beyin hasarı sonucunda dramatik bir kişilik değişikliğine uğramıştır. Kendi kardeşinin hastalığı gibi önemli bir olayı önemsememiş, hatta bu konuyla ilgili şaka yapmak istemiştir.

Dinlerin en temel ahlaki öğretilerinden birisi, insanların diğer insanları sevmesi ve şefkat göstermesidir. Ancak bu genç adamın örneğinde görüldüğü gibi, kendi suçu olmaksızın bu yetisinden mahrum kalmıştır. Kendisi negatif hisleri hissemediği için, diğer insanların nasıl hissettiğini hayal edememekte ve normal tepkiyi verememektedir. Sorunları olan insanlarla empati kurarak onların acısını kendisininmiş gibi görerek onlara şefkat gösterme yetisi, Öfori ismi verilen kaygısızlık haliyle kaybolmuştur. Eğer ruh gerçekten varsa, nasıl olur da bir insan en önemli hislerinden birisinden bir kazayla mahrum kalabilir?

  • Depresyon

Depresyon (unipolar ya da klinik depresyon olarak bilinen türü), genellikle yanlış anlaşılan ve en sık görülen zihinsel hastalıktır. Depresyon, geçici bir üzüntü ya da sıkıntı durumu olmadığı gibi, depresyona giren kişiler birden depresyondan kurtulamazlar. Depresyon bir zayıflık belirtisi de değildir. Depresyon beyindeki nörotaşıyıcıların dengesizliğinden kaynaklanan ve tedavi edilebilen ciddi bir hastalıktır. Depresyonun ortaya çıkmasında çevresel faktörler rol oynasa da çoğunlukla sebep genetiktir ve depresyon geçiren insanın yaşadığı hayatın etkisi çok büyük değildir (depresyonun görülmediği sosyal bir grup yoktur). Depresyon haftalar ya da aylar sürebilecek sürekli bir üzüntü, anksiyete, suçluluk, çaresizlik, umutsuzluk hislerine sebep olur ve hastanın normal bir hayat sürmesini engeller. Şiddetli vakalarda intihara sebep olabilir.

Tüm büyük dinlerin intiharı büyük bir günah olarak gördüğünü düşünürsek, ve depresyonun kişisel bir zayıflık sebebiyle olduğunu söylediğini de göz önüne alırsak kendi iradesi dışında (beynindeki bir problem sebebiyle) depresyon geçiren ve sonunda intihara giden kişiyi Tanrı sorumlu tutmayacak mıdır? Eğer bir ruh varsa, vücuttaki problemlerin ruhu bu kadar etkileyebildiğine inanmak güçtür.

Bir diğer nokta, depresyonun 90% oranında ilaçlarla tedavi edilebilmesidir. Bir çok zihinsel hastalığın (depresyon, agresif davranışlar, obsesif-kompulsif bozukluk) sebebi olan serotonin salgısıyla ilgili problemler antidepresan ilaçlar (ve psikoterapi desteği) sayesinde çözülebilmektedir. Zihin-beyin birliğini savunan bilimin söylediği üzere, kimyasal değişiklikler bilinçte güçlü etkilere sebep olmaktadır. Bu durumu bilincimizin beyinden çok ruha dayandığını iddia eden dinler nasıl açıklayabilir?

Daha da güçlü bir kanıt, şizofrenik hastalardan gelmektedir. Şizofreni hastaları, halüsinasyonlar gören, gaipten sesler duyan ve bazen başkalarına zarar veren zihinsel hastalardır. Belirtmek gerekir ki, şizofreni ve psikoz hastalarının büyük bir kısmı sadece içlerine kapanırlar ve şiddet eğilimi göstermezler. Ancak küçük de olsa bir grupta görmezden gelinemeyecek şiddete eğilim vardır. Hatta bu durumdaki hastaların bazılarında iç ses, Tanrı’nın sesi olarak algılanır ve kişi Tanrı’nın kendisine emir verdiğini, kurbanlarının da Şeytan olduğunu sanar. Daha önce bahsettiğimiz Capgras sendromu hastası bir kişi, babasının bir robot olduğunu düşündüğünden kafasını kesip içinde mikroçipler aramıştır. (Ramachandran 1998)

Depresyon gibi, psikotik hastalıklar halisünasyonları, paranoyak hayalleri ve diğer semptomları bastıran ilaçlarla tedavi edilebilmektedir. Beyin kimyasındaki bir dengesizlik bilinçte bir değişikliğe sebep olmaktadır, ve başka bir kimyasal bu problemi çözerek bilinci tekrar değiştirmektedir. Herhangi bir noktada Ruh denkleme katılmamaktadır. Ruh anti depresanlardan etkilenmekte midir?

Dinlerin bir çoğu dünyanın bir sınav yeri olduğuna ve özgür iradeye sahip insanların kaderlerini belirleyip ölümden sonra ona göre yargılanacaklarını söyler. Peki beyinlerindeki sorunlar sebebiyle değişik davranışlar gösteren insanların özgür iradeye sahip oldukları söylenebilir mi?

Ya da soruyu genişletelim, insan davranışlarının beyinde meydana gelen fiziksel değişikliklere tamamen bağlı olduğu düşünüldüğünde acaba özgür irade diye bir şeyden sözetmek mümkün müdür? Gayet açıktır ki verdiğimiz her karar, her türlü düşüncemiz ve hislerimiz beyindeki bir sürece bağlı. Bir bilgisayara verilen bilgilerin işlenmesinden çok farklı değil. Yeterince güçlü ve insan beynine benzer bir şekilde programlanan bir bilgisayar, insanların verdiği kararlara benzer kararlar, düşüncelere benzer düşünceler üretecektir. Henüz böyle bir bilgisayardan çok uzak olduğumuz için hayal etmesi çok zor geliyor, ancak imkansız da değil. Bu bilgisayarın özgür irade geliştirmesi düşünülebilir mi? Yoksa ortaya çıkan şey, inanılması çok güç miktarda bilgiyi aynı anda işleyip özgür iradeymiş gibi görünen kararlar veren bir makine midir?

Tanrı’nın insanları yeryüzüne özgür iradeye (çok güçlü bir hesap ve karar verme yetisine sahip insan beyni için kullanmaya devam edeceğim terim) sahip olarak gönderip sonra bazı insanların özgür iradesini bastıracak hastalıklar yaratması çok mantıksız bir plana benziyor. Diğer yanda, zihnin materyalist ve tekil teorisi tüm bu durumları gayet makul bir şekilde açıklayabilmekte.

Özgür irade konusuna daha sonra tekrar döneceğim, zira cidden zor bir soru.

Davranışın tekliği

  • Tümörler yüzünden değişen davranışlar

40 yaşındaki erkek öğretmen, daha önce herhangi bir cinsel saldırı suçu ya da bu tür bir eğilimi olmamasına rağmen birden fahişelere gitmeye ve internette çocuk pornosu sitelerini gezmeye başlar. Sonunda küçük çocuklara sarkıntılık ettiği için tutuklanır ve çocuk istismarıyla suçlanır. Öğretmen yaptığı şeyin farkındadır ancak kendi ifadesine göre “zevk hissi” mantığının önüne geçmektedir. Adam mahkemenin zorunlu tuttuğu bir seks terapisini tamamlayamaz ve hapishaneye girmeden önceki gece hastaneye başvurarak ev sahibine tecavüz etmekten korktuğunu ve başının çok ağrıdığını söyler. MRI taraması sonucunda beyninin ön tarafında (kaşlarının hemen üstünde) yumurta kadar bir tümör olduğu ortaya çıkar. Tümör ameliyatla alınır ve hasta seks terapisini tamamladığı gibi davranışları normale döner.

Bir süre sonra hasta tekrar çocuk pornosu biriktirmeye başlar ve baş ağrıları tekrar ortaya çıkar. Yeni bir MRI yeni bir tümör olduğunu ortaya koyar. Bu tümör de ameliyatla alınır ve adam normale döner. (Heilman 2002)

Benzer bir hikaye, Mary Jackson isimli çok başarılı bir kız öğrencinin, bir sömestr tatilinde birden içki içmeye başlaması, barlara giderek tek gecelik ilişkilere girmesi, kokaine başlaması olayında da görülür. Genç kız sonbaharda okula döndüğü zaman derslerinde büyük düşüşler görülür ve bursunu kaybeder. Kız sorumsuz gece hayatı neticesinde AIDS olmuştur ve önceye kıyasla çok asabi ve uyumsuzdur.

Psikolojik rahatsızlık şüphesiyle incelenen hastanın bir nörologa gitmesi sonucunda ön loblarında bir tümör olduğu ortaya çıkar. Tümör ameliyatla alınır ve hastanın davranışları, tıpkı bozulduğu zamanki gibi dramatik bir hızla eski haline döner. Hasta okula tekrar döner, başarılı bir şekilde mezun olur, yüksek lisans yapar, AIDS için ilaçlar kullanarak tedaviye başlar ve eski sakin kişiliğine kavuşur. (Choi 2002)

Bu iki örnek, tümör büyüdükçe hastaların kişiliklerinde değişiklikler görülmeye başlandığını göstermektedir. Tümör alındığında, normal davranış geri gelmektedir. Bu örnekler, kişilik ve davranışların beyinden ayrı olmadıklarını kanıtlar niteliktedir. Davranışlarımızı kontrol eden değerler, hedef koyup onlara ulaşma becerisi, kim olduğumuz ve nasıl davrandığımızı belirleyen kişiliğe dair özellikler açıkça görülüyor ki beynin ön loblarından kaynaklanan şeylerdir.

  • Akinezi

Akinezi, felce benzer bir hastalık olsa da sorun hareket edemeyen kaslar değil, beynin hareket etme motivasyonu olmamasıdır. Kişi hareket etmeyi istememektedir. Sadece çok acil şeyler için (tuvalet, yemek, su vs) hareket eder. Bir örnekle daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum :

Thomas Taylor ismindeki 58 yaşındaki hasta, aktif bir hayatı olan çalışkan bir rahiptir. Rahiplik yapmasının yanı sıra kilise dışı bir işte çalışarak kendisine ve ailesine bakmaktadır. Ancak rahip birden randevularına geç kalmaya başlar. Bir süre sonra hiç gitmemeye başlar. Sonraki aşamada evden çıkmamaya başlar. Tek yaptığı sabah kalkıp TV karşısına geçmektir. Bir süre sonra banyo yapmayı ve traş olmayı keser, kendi başına kıyafetlerini değiştirmez ve konuşmayı keser. Sadece doğrudan sorulara tek ya da iki kelimelik cevaplar verir. Bu durum başladıktan 2-3 sene sonra akinezi o kadar kötü bir hal almıştır ki, hasta tuvalete bile gitmez ve altına yapmaya başlar. Kilisede rahiplik yaparken her hafta yeni bir vaaz verirken, kilisedeki son ayında son 3 hafta boyunca aynı vaazı okur. Bunun sebebi sorulduğunda “eğer 3 hafta boyunca aynı vaazı oturup dinleyecek kadar salak iseler, o zaman bunu hakediyorlar” diye cevap verir. Elbette bu cevap, hastalık başlamadan önceki dönemde asla söylemeyeceği bir şeydir. (Heilman 2002)

Tahmin edebileceğiniz üzere, hastanın beyninin hem sol hem de sağ ön loblarına baskı yapan bir tümör sözkonusudur. Tümör ameliyatla alındıktan sonra hasta normale döner.

  • Çevreye bağımlılık sendromu

Daha önceki vakalarda görüldüğü gibi beynin ön lobları davranışlarımızı kontrol etmek önemli bir yere sahiptir. Ön loblar, davranışları başlatabildikleri gibi, bazı davranış isteklerini bastırmakla da görevlidir ve bu işlev de ön lobda meydana gelen hasar sonrası aksayabilmektedir. Phineas Gage vakasını hatırlarsak, ön lobuna gelen hasar toplumun uygun görmeyeceği davranışları engelleyememesine sebep olmuştu. Mary Jackson örneğinde de ön loba baskı yapan tümörler sorumsuzlık göstermesine ve barlarda tanıştığı erkekleri geri çevirememeye başlamasına sebep olmuştu.

Mary Jackson (başarılı öğrenciyken uyuşturucuya başlayan ve sorumsuz cinsel hayatı sonucunda AIDS olan hasta) örneğindeki bir diğer önemli semptom, “çevreye bağlılık sendromu” belirtileri idi. Bu sendromun en belirgin özelliği, hastanın davranışlarının beyinden gelen emirlere değil, dış etkenlere göre şekillenmesidir Örneğin Mary Jackson’a boş kalem ve kağıt verildiğinde ama ne yapması gerektiği söylenmediğinde, kalemi hemen alıp ismini yazmaya başlıyor, ya da bir tarak verildiğinde hemen saçlarını taramaya başlıyordu. Thomas Taylor (hareket etmeyen rahip) örneğinde ise benzer şekilde, boş kagıt ve kalem verilen hasta hemen yazı yazmaya başlıyordu. Özetle, hastalar etraflarındaki şartlara bağlı olarak hareket ediyorlardı.

Tourette sendromunu literatüre kazandıran meşhur nörolog George Gilles de la Tourette, 1884 yılında Malezya’dayken, “latah” hastalığı olarak tanımlanan egzotik bir hastalığı inceledi. Bu hastalıktan muzdarip kişilerin beyinlerinin “engelleme” ve “bastırma” fonksiyonları neredeyse tamamen bozulmuş ve verilen her emri yerine getirir olmuşlardı. Bu hastaların iki tanesine birbirine saldırma emri verildiğinde hasta, düşünmeden ve şiddetle diğer hastaya saldırıyordu. Ya da bir başka hasta kadın, gayet normal görünürken yanındaki birisi bir kıyafetini (örneğin ceketini) çıkardığı zaman kadın çırılçıplak kalana kadar soyunmaya başlıyordu.

Bu insanlar deli miydi? Tourette’e göre hayır, zira yaptığı gözlemlerde hiç birinde herhangi bir psikoz belirtisi ya da gerçeklikten kopukluk bulamamıştı. Hatta hastaların hepsi hastalıklarının farkındaydı ve durumdan utanç duyuyordu. Hareketlerini kontrol etmek istiyorlardı, ancak kontrol edemiyorlardı. Hareketlerini tetikleyen uyarıcılar iç değil dış dünyadan geliyordu ve kendilerini engelleyemiyorlardı. (Heilman 2002)

Dualist düşünce için çıkmaz yine ortada. Eğer davranışlarımızın kontrolü beynimize gelen bir hasar yüzünden kaybedilebiliyorsa, bu durum normal insanlarda bu bölgelerin düzgün çalıştığına ve davranışların buradan -ruh’tan değil – kaynaklandığına kanıt değil mi?

  • Afazi ve dua edememe

Afazi, beyindeki konuşma merkezlerine gelen hasar sonucu oluşan hastalıkların genel ismidir. Daha önce konuşma becerisinin yitirilmesi (Broca afazisi) ve anlama becerisinin yitirilmesi (Wernicke afazisi) gibi durumlardan bahsetmiştik. Ancak daha nadir görülen bir durum, Broca afazisinin aslında iki ana kola ayrıldığını göstermektedir. Birincisi normal konuşma (sohbet etmek, cevap vermek gibi) ikincisi ise hafızadan ezber okumaktır (şiir okumak ya da şarkı söylemek gibi). Bazı spesifik beyin hasarları bir bölgeyi etkilerken diğerine etki etmeyebilmektedir. (Heilman 2002)

Bir örnekte, hayatı boyunca Fransa’da yaşayıp sonra İsrail’e yerleşen ortodoks bir yahudi geçirdiği kalp krizi sonucunda 60 yıldır her gün okuduğu Tevrat’taki bir duayı artık ezberden okuyamadığını farkeder. Aynı şekilde, yıllardır bildiği Fransız milli marşını da söyleyememektedir. Ancak konuşmasında bir problem yoktur. Geçirdiği kriz sadece ezberle ilgili olan bölgeyi etkilemiştir.

Diğer yandan, Amerika’da bir kilisede görevli olan papaz, benzer bir kriz geçirir ancak bu sefer hasar gören bölge normal konuşmayla ilgili olan bölgedir ve papaz artık sadece duaları tekrar edebilmekte ve küfür edebilmektedir. Belirtilmesi gereken şey bu iki durumda da hastaların konuşma sisteminde bir problemi yoktur, problem tamamen beyinle ilgilidir. Yani duayı okuyamayan hasta, düşünememektedir de.

Bir de global afazi durumu vardır. Bu durumda hastanın dil ve konuşmayla ilgili bölgesi tamamen zarar görüyor ve hasta ne konuşabilmekte, ne de duyduklarını anlayabilmektedir. Hasta örneğin ailesini tanıyabilmekte, ancak iletişim kuramamaktadır.

Bu tür spesifik becerilerin diğer ilgili becerileri etkilemeden bozulması inanılmaz görünmektedir. İnsan gayet beklenir bir şekilde “niye konuşamıyor” diye sorabilir. Eğer ki söylediklerimizin kaynağı beyin ya da herhangi bir başka organa gelen zarardan etkilenmeyecek ebedi bir Ruh olsa idi, soru anlamlı olacaktı. Ancak nörolojik kanıt tekrar tekrar gösteriyor ki bilincimiz ve beraberinde gelen yetenekler beyinden ayrı değildir ve beyne gelen hasar sonucunda bozulabilmektedir. Özetle “akıl beynin bir ürünüdür ve aklın düzgün çalışması beynin fonksiyonlarının düzgün çalışmasına bağlıdır”.

  • Akinetik mutizm

Bu durumda, akineziye benzer bir şekilde hasta hem hareket kabiliyetini hem de düşünce kabiliyetini bir nevi askıya alır. Daha çok istemli bir koma durumuna benzetilebilir. Genellikle beyindeki anterior cingulate korteksine gelen hasar sonucu oluşur. Akinetik mutizm hastaları uyanık ve bilinçli olmalarına rağmen hiç bir şey yapmamaktadırlar. Gözleri cisimleri takip etmektedir ancak tek yaptıkları yatakta konuşmadan yatmaktır. Acıya duyarsızdırlar.

Bir örnekte bu durumdaki hasta aylar sonra bu durumdan çıktığında, komadayken geçirdiği süre boyunca hissettiklerini anlatır ve anlaşılır ki bu süre boyunca herhangi bir düşünce, karar verme, istek vs gibi beyin aktivitesi yoktur. Hasta bu durumu “söyleyecek pek bir şeyim yoktu” şeklinde açıklamıştır.

**********

Bu örneklerle bilincin en önemli 3 özelliğinin – kişilik, kimlik ve davranış – beyinden ayrı tutulamayacağını göstermeye çalıştık. Beyin hasarı dramatik kişilik değişikliklerine sebep olabilmekte, bir insanın birbirinden ayrı iki bilince sahip olmasına yol açabilmekte ya da gerçeklikten tamamen ya da kısmen kopmasına sebep olabilmektedir. Beyindeki kimyasal ve fiziksel değişiklikler davranışları değiştirebildiği gibi, bazı durumlarda kişinin iradesini elinden alarak davranışlarını kontrol etmesini engelleyebilmektedir.

Bu örnekler beden-ruh ikiliği varsayımından şüphe duymamıza sebep olmaktadır. Yazının başında alıntıladığım ruh’un işlevlerinin hepsinin beynin farklı bir yerinden kaynağını aldığını bilim ortaya koymuş durumdayken, ruha yapacak ne kalıyor?

Beyindeki bir problem sebebiyle kişiliği değişen birisini ele alalım. Bu kişi öldüğü zaman kıyamet günü hangi kişilik dirilecek? Elinde olmadan yaptığı şeylerden sorumlu tutulacak mı? Mantığımız tutulmaması gerektiğini söylüyor. Sonsuz adalet sahibi Tanrı’nın bunu küçük ve kolayca çözülebilir bir sorun olarak görmesi gereklidir.

Peki doğuştan böyle olan insanlar? Açıkça görülüyor ki insan davranışları beynin düzeniyle ilgilidir. O halde “kötü” olarak tanımladığımız insanların da davranışları beyinlerinin düzeninden kaynaklanan bir durum değil midir? Bu durumda özgür irade ve “günah” kavramları anlamsız hale gelmiş olmuyor mu? Bir insanın ön lobu zararlı dürtüleri yeterince bastıramıyor diye günahkar olması adil mi? Özgür irade, meşhur benzetmede olduğu gibi (yeterince gelişmiş teknoloji sihirden ayırt edilemez) kendimizin bile anlayamadığı kadar çok gelişmiş beynimizin aslında yaptığı bir hesaplama, dolayısıyla bir ilüzyon değil mi?

Özgür irade konusuna daha çok girmektense şimdilik bu konuyu atlayıp esas konumuza dönersek;

madem beynin işleyişi davranış ve düşünceleri etkileyebiliyor, peki dini düşünceler ve hislerin beyinde bir yansıması yok mudur? Bir sonraki bölüm bu soruyu ele alıyor.

Beyindeki Tanrı merkezi

Zen Buddistleri üzerinde yapılan deneylerde, Satori hali adı verilen ve “zamansızlık, sınırsızlık ve sonsuzluk” hissi olarak tanımlanan bir hale meditasyonla ulaşabildiğini iddia eden buddistlerin beyinleri SPECT adı verilen bir yöntemle incelenmiş ve beyinlerinin konsantrasyonla ilgili işlevleri kontrol eden bölgesinin aktif olduğu gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, tüm deneklerde gözlemlenen bir başka nokta, superior pareital lob’daki aktivitenin çok düşmüş olmasıdır.

Bu bölgenin görevi zaten biliniyor, insanın nerede olduğunu (uzaydaki yeri) anlamaya yarayan bölge. Yaptığı şey kişiyi üç boyutlu uzayda yerleştirerek ve nerede olduğunu anlamasını sağlamaktır. Bu görevin bir parçası da “ben” ve “ben olmayan” arasında net bir çizgi çizmesidir zira 3 boyutlu bir boşlukta bir cismin nerede durduğunu bilebilmek için cismin sınırlarının net olarak bilinmesi gereklidir. Bu sebeple bu bölgeye “orientation association area” teriminin (yönelim ilişkisi bölgesi) kısaltması olan OAA ismi (YİB) veriliyor. Deneyde gözlemlenen şey, tüm deneklerde OAA’nın derin meditasyon sebebiyle işleyişinin sekteye uğradığı bu yüzden de kişinin, vücudunun sınırlarını hesaplayamaması sebebiyle kendini 3 boyutlu uzayda doğru yere yerleştiremediği,  ve sanki sonsuz boşlukta uçuyormuş hissi yaşadığıdır. “Sınırlardan kurtulmak” olarak aktarılan deneyimin niye bu etkiye sebep olduğu bu şekilde açıklanmış olmaktadır. (Holmes 2001) Beynin gerekli bölgesinin çalışması sekteye uğradığı için kişinin bedeninin sınırları olmadığı ve bir boşlukta olduğunu düşünmekten başka seçeneği kalmamaktadır. Elbette bu deneyim kişiye son derece gerçek olarak görünecektir. (Newberg and D’Aquili 2001, s. 6)

Benzer bir etki, dua ettikleri zaman “Tanrı’ya yakınlaştığını” hisseden Fransiskan rahibelerinde de görülmektedir. OAA’nın aktivitesinin azalması benzer bir deneyime sebep olmaktadır. Bu deneyimlere eşlik eden bir başka his de huşu ve mest olma hisleridir. Geçmişte bu hisler ilahi güçlere atfedilse de bilim bugün bu hislerin herhangi bir ilahi müdahaleye ihtiyaç olmayan nörolojik olaylar olduğunu göstermektedir.

Daha önce temporal lob ve hisleri kontrol eden limbik sistemden bahsetmiştik. Hatırlarsanız limbik sistemin bir özelliği algısal bilgilere duygusal etiketler ekleyerek doğru bir şekilde sınıflandırılmalarını (dosyaların doğru klasörlerde saklanması benzetmesi) sağlamaktı. Bu işlevin bozulması da Capgras sendromuna yol açmaktaydı.

Bir çok beyin fonksiyonu gibi, limbik sistemle ilgili bilgileri çoğunlukla bu sistemlerinde problem olan insanların gözlemlenmesi sonucunda elde ediyoruz. Özellikle temporal lob epilepsisi ismi verilen ve beynin bu bölgesindeki yoğun nörolojik hareketliliğin sebep olduğu hastalıktan muzdarip kişilerin gözlemlenmesinden. Kas hareketlerini kontrol eden bölgelerde meydana gelen epilepsi krizlerinin kasları istemsiz hareket ettirmesine benzeyen şekilde, temporal loblarda meydana gelen epilepsi krizlerinin etkisi (limbik sistemi etkilediğinden) duygusaldır. Hastaların aktardığına göre bu krizler sırasında “duygular ateşlenir”. Kriz geçiren kişi huşu ve mest hislerinin dorukları ya da  insanın kanını donduracak korkuları yaşayabilir. Bazen de bu hisler arasında gidip gelebilir. (Ramachandran 1998)

Bu krizleri geçirenlerin bir diğer ortak özelliği ise, bu yaşadıklarına dini bir anlam yüklemeleridir. Kriz sırasında çok derin mistik ve ruhsal deneyimler yaşadıklarını söylerler, hypergraphia adı verilen ve çok detaylı, titizlikle yazılmış ancak genellikle anlaşılamayan yazılarla inançlarını anlatırlar. Günlük olaylarda kozmik bir mesaj ya da anlam ararlar ve Tanrı tarafından ziyaret edildiklerini düşünürler. Temporal lob epilepsisi hastası olan Dostoyevsky kriz geçirdiği zaman kendisine “Tanrı’nın dokunduğunu” yazmıştır.

Normal beyin işleyişine sahip insanların bu türden deneyimleri Tanrı’nın bir lütfu değil de tedavi edilebilir bir hastalık olarak görmeleri normaldir. Ancak eğer Tanrı insanlarla (peygamberler) konuşuyorsa, temporal lob epilepsisi hastalarının gerçekten Tanrı’yla konuşmadığı ne malumdur? Yanlışlanma özelliği olmayan dini düşünce bu ihtimali geçersiz kılacak herhangi bir açıklama yapamamaktadır.

Peki bu hastalığın ne önemi var, Temporal lob epilepsisi hastalarının yaşadıklarının hastalık sebebiyle olduğu ortada, dini deneyimlerle ne ilgisi var, diye sorabilirsiniz. Beyinde dini deneyimlerle ilişkili bir bölge bulmamızın önemi barizdir. Bir çok insan epileptik değildir, ancak bir çok insan da bu hastaların yaşadığı kadar yoğun dini deneyimler de yaşamamaktadırlar. Yine de hepimizin temporal lobları var. Acaba temporal loblarda meydana gelen ve epileptik kriz seviyesine çıkmayan aktivite, bir çok insanın kanıksadığı daha hafif dini deneyimlere sebep oluyor olamaz mı?

Bu soru tam da nörobilimci Dr Michael Persinger‘ın hipotezidir. Temporal lobda meydana gelen bu aktiviteye “kısa süreli temporal lob aktivitesi” ya da Ingilizce kısaltmasıyla TLT (temporal lob transients) adını vermiştir. Bu teoriye göre, TLT’ler temporal loblarda meydana gelen ve fiziksel ve beyinsel stres, ayinsel davranışlar, yüksek sesli müzikal uyarıcılar (el çırpmak ya da şarkı söylemek gibi) ve çeşitli kimyasalların vücuda alınması gibi sebeplerle meydana gelen kısa süren elektriksel dengesizlikler -mikrokrizler- dir. TLT’ler inanç, anlam ifade etme ve anksiyete azalması gibi hislere sebep olurlar ve dinlerin koşullandırmasıyla şekillenirler.

Zikir törenlerini gözünüzün önüne getirin. Ritmik sesler (tef, bendir çalınması) ayinsel davranışlar (vücudun öne arkaya sallanması) ve dini motifin varlığı bu etkiyi yarattığı gözlenen etkenlere tam uygunluk göstermektedir. Bazı kiliselerdeki gospel koroları da buna benzer uyarıcılardır.

TLT’ler tahmin edilemez doğaları sebebiyle tam olarak ölçülememiş olsalar da, varlıklarına dair kanıtlar güçlüdür. Temporal loblarda beynin diğer kısımlarına oranla daha çok elektrik aktivitesi olduğu görülmüştür. Dahası, epileptik kişilerde bu elektriksel dengesizliklerin varlığı, normal insanlarda da çok daha düşük bir sıklıkla bu olayların olabileceğini gösterir niteliktedir. Ancak temporal lob epilepsisi hastaları ve normal insanlar arasındaki fark deneyimlerin türü değil, deneyimlerin yarattığı hislerin şiddetidir.

Dr Persinger, bu etkileri meydana getirecek bir cihaz geliştirmiştir. Bir motorsiklet kaskına manyetik bir alan yaratan cihazlar eklenerek geliştirilen “Tanrı kaskı“nı giyen kişilerde 80% oranında gözlemlenen şey, şahısların kaskı takarken yanlarında birisi (inançlı kişiler bunu Tanrı olarak tanımlamış) olduğunu söylemiştir. Yani istek üzerine Tanrı’yla konuşmamızı sağlayan bir cihaz geliştirilmiştir. Elbette bu gerçekten Tanrı’yla konuşulduğunu göstermemektedir, sadece takan kişilerin 80%inde bu hislerin istek üzerine yaratıldığını göstermektedir. (Persinger 1987)

Peki bir insanın beynindeki bu noktaya bir hasar geldiğini düşünelim. O zaman kişinin bu türden dini hisleri ve dini deneyimleri biter mi? Entelektüel olarak Tanrı’ya ve dinlere inanan birisinin ona eşlik eden hislerin yokluğunda Tanrı’ya olan inancı zedelenir mi? Kanıtlar zedelenebildiğini göstermektedir. Limbik sisteme etki eden Alzheimer hastalıklarında dini olaylara ve görevlere azalan ilgi sık rastlanan bir semptomdur (Holmes 2001). Tanrı niye insanların kendisini hissetmesi ve dinleyebilmesini engelleyen bir hastalık yaratmıştır?

Elbette teistler, her şeye gücü yeten Tanrı’nın istediği zaman istediği kişiyle istediği yoldan konuşabileceğini söylecektir. Peki madem öyle, niye en başta beyinde bu dinsel ve Tanrısal hislerin kaynağı olan bir bölge yaratsın? Teistlerin açıklaması yaklaşık olarak şöyledir: Biz bilemeyiz, Tanrı her şeyi bilir ve bunu yapmak için iyi sebepleri vardır. Ateistlerin bu soruya açıklaması en mantıklı ve akılcı olanıdır : Beyindeki bu bölge evrimsel süreç sonunda ortaya çıkmış ve ilk olarak muhtemelen başka bir işe yarayan bir bölgeyken (veya başka bir fonksiyonun yan ürünü iken) şu andaki toplumun bu tür deneyimleri ilahi olaylar olarak tercüme etmeyi öğretmesi sebebiyle Tanrı’nın varlığına yorulan deneyimlere sebep olan bölge olarak insan biyolojik yapısında yerini almıştır.

Ruh’la ilgili felsefi sorunlar

  • Beyin ve ruhun iletişimi

Ruh’un maddesel olmadığını tekrarlamaya gerek yok diye düşünüyorum. Ruh herhangi bir dünyevi şeyden etkilenmeyen, manyetizma , elektrik, nükleer ya da yerçekimi kuvvetlerine bağlı olmayan, atom ve diğer benzeri partiküllerin içinden geçtiği ve bundan etkilenmediği gibi içinden geçen partikülleri de etkilemeyen bir şeydir. Peki materyal dünyayla herhangi bir bağlantısı olmayan bir şeyin, materyal beyin ve vücutla nasıl bir bağlantısı vardır? Nasıl beyinden algılara dair bilgiler alıp verdiği kararları beyne geri iletebilir?

Bu soruya “ilahi mucize” cevabını vermek, soruyu cevaplamadığı gibi soruyu “cevaplanabilir” sınıfından çıkarıp “cevaplanamaz” sınıfına sokmaktadır. Mucizler tanım itibariyle test edilemeyen, açıklanamayan ve daha derinlemesine tanımlanamayan şeylerdir. Eğer bu özelliklere sahip olmasalardı mucize olmaktan çıkarak bilimin üstünde çalışıp açıklayabileceği normal olaylar haline gelirlerdi. Bu da bizi ilk sorumuza geri getirirdi. Ruh, vücutla nasıl iletişim kurar?

Bu sorunun iki cevabı vardır. İlki, eski Yunan’daki atomist filozoflardan gelmektedir. Bu düşünceye göre ruh maddesel bir şeydir. Bu açıklama ruhun yokedilebilir bir şey olduğunu göstermektedir ve ölüm gerçekleştiğinde ruhun ve bilincin de ölmesi anlamına gelir. Bu görüş günümüz teistlerince kabul görmeyecek bir açıklamadır. Bir diğer açıklama ise, ruhun var olduğunu ancak vücuda herhangi bir etkisi olmadığını söyleyen görüştür. Epifenomenalizm ismi verilen bu görüşte ruh, tıpkı bir lokomotifin bacasından çıkan dumanın lokomotifi takip etmesi gibi insanın bedenini takip etmekte olan bir tür “gölge”dir. Önemli nokta, ruhun bedenden ayrı olmasıdır.

Bu açıklama da teistlerin kabul etmeyeceği bir açıklamadır zira “özgür irade”yi denklemden çıkarmaktadır. Zira epifenomenalistlere göre, acıkıp mutfağa gidersem bilincim acıkmam sebebiyle mutfağa gittiğime inanabilir, ancak hatalı olur. Vücudum acıkıp kendi kendine mutfaktan yiyecek almaya gider ve aklım (ruhum) bunu kendisinin yaptığını zanneder. Diğer bir deyişle ruh, aslında vücudun yaptığı şeyleri takip ederek onları kendisinin yaptığını düşünür. Biraz absürt olsa da epifenomenalizm bunu söylemektedir. Velhasıl özgür irade diye bir şey bu görüşe göre yoktur.

Mucize açıklamasını, ruhun materyal olduğu açıklamasını ve ruhun bedenden ayrı olduğu açıklamasını bir kenara koyarsak geriye kalan tek açıklama – aynı zamanda tek makul açıklama – materyalist açıklamadır. Bu açıklamaya göre beyin zaten hali hazırda ruha atfedilen her şeyi gerçekleştiren bir organdır ve onu etkileyecek gizemli ve açıklanamayan başka bir aktöre ihtiyaç yoktur.

  • Ruhun sabitliği

Bir insanın, hayatı boyunca değişmesine rağmen tek bir ruhu olması nasıl açıklanabilir? Diğer bir deyişle, ölüm döşeğindeki bir adamın çocukluğundaki haliyle aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir kişinin ilgisi, istekleri, inançları ve dünya görüşü ve değerleri hayatı boyunca sıklıkla – ve çoğu zaman eninde sonunda – değişir. Çok az insan 10 sene öncekiyle aynı insan olduğunu söyleyebilir. Aynı şekilde çok az insan 10 yıl sonra da aynı insan olacağını iddia edebilir. Bir insan yaşlanıp öldüğü zaman, Tanrı onun 8 yaşındayken bakkaldan çaldığı sakız için sorumlu tutacak mıdır? Ya da şöyle düşünelim, adam çocukken çaldığı sakız için tövbe etmemişse (ya da günah çıkarmamışsa), ancak hatasını anlayıp bir daha tekrar etmemişse ve hırsızlığa sebep olan dürtüleri çoktan kaybolmuşsa, yine sorumlu tutulacak mıdır? Peki suçu büyütelim, aynı durumdaki adamın gençliğinde bir çocuğa tecavüz ettiğini ve cinayet işlediğini varsayalım. Tanrı onu affedecek midir?

Heraklitus’un söylediği rivayet edildiği gibi “bir insan aynı nehirde iki kere yıkanamaz”. Bir insanın geçmişteki haline kıyasla bambaşka bir insana dönüşmesi halinde onu geçmişte yaptığı hatalardan sorumlu tutmak adil midir? Yoksa zaman içinde değişik işler yapan değişik ruhlarımız var ve hepsi ayrı ayrı mı yargılanacaklar? Ama insanların bir anda değil, zamanla ve yavaşça değiştiklerini göz önüne alırsak bu türden bir düşünceye inanabilmemiz için sonsuz sayıda ruha ihtiyacımız olacaktır, ki bu da absürttür.

  • Vücudun hakimiyeti

Daha önce bahsettiğimiz beynin ve aklın bir olmasına dönüyoruz. Beyne gelen zararların kişinin kimliğini, kişiliğini ve davranışlarını etkileyebileceğini gördük. Bazı teistler bu iddiaya karşı çıkmaktadır ve ruhun sabit ve değişmez olduğunu, ancak bedenle beyin vasıtasıyla ilişki kurduğunu ve beyne gelen zararların bu ilişkiyi bozduğunu ve kişinin ruhunu temsil etmeyen şeyler yapmasına sebep olduğunu söylerler.

Bu iddia sadece yeni sorulara yol açar. Örnek olarak, niye Tanrı sabit bir ruh-mizaç yaratıp sonra onu mükemmel olmayan bir bedene yerleştirip sonra bedenin yaptığı işlerden dolayı yargılar? Hatta niye ruhun mizacını sağlıklıyken sadece yansıtan, ve sağlıklı değilken gizleyen bedenlere ihtiyacımız olabilir ki? Capgras sendromundan muzdarip insan örneğine geri dönersek, ruhları ailelerini tanıyor ve tepki vermek istiyor ama vücudundaki hasar buna izin vermiyor ve ailesini taklitçi olarak görüyor diye mi düşünmemiz gerekiyor? Eğer böyleyse ruhun vücuda hakim olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Nörolojik hastalıkları olmayan insanlarda bile, kusurlu bedenin istekleri insanların suç ve günah işlemelerine sebep oluyor : açgözlülük, hiddet, oburluk, şehvet gibi. Materyalizm bu soruya gayet mantıklı bir cevap veriyor : Biz bedenlerimiz neyse oyuz. Ancak hiç bir teist Tanrı’nın niye ruhları kusurlu bedenlere hapsedip sonra ruhu o vücudun kusurlu davranışlarından dolayı yargılayacağını açıklayamıyor.

Bilincin gizemleri ve Boşlukların Tanrısı

Beynin nasıl çalıştığını bilim sayesinde anlayabilmiş olsak da, akılla ilgili bazı temel soruların cevapları henüz verilebilmiş değil. Bunlardan bir tanesi filozofların “Quaila” adını verdikleri algısal bilgilerin öznelliği. Bir diğer soru ise “özgür irade” – acaba davranışlarımızdan tamamen biz mi sorumluyuz yoksa elimizde olmayan güçlerin kontrolünde miyiz? Üçüncüsü ise bilincin kendisi. Bir şeyler bildiğimizi biliyoruz, ancak “bilen” kim? Bu bölümde bu üç soruyu inceleyeceğim ve önemli noktalar cevapsız kalmasına rağmen, bu olayların aklın materyalist açıklamasıyla aydınlatabildiğini, ve hiç bir sorunun herhangi bir noktasında bir ruh ya da beyinden ayrı çalışan herhangi bir hayali bir aktöre ihtiyaç olmadığını göstereceğim.

  • Qualia

İnsanlar hakkındaki en temel şeylerden birisi, deneyimlerimizin zenginliğidir. Dışardan gelen uyarıcılara tepki veren robotlardan ziyade, iç dünyamızda çarpıcı bir duyusal algı barındırıyoruz. Bu içsel, öznel deneyim boyutlarına verilen isim “Qualia“, yani bir şeyin “nasıl hissettirdiği”. Bir gökkuşağının renkleri, insanın yüzüne vuran serin rüzgar, sıcak bir banyonun sakinleştirici etkisi, zımpara kağıdının sertliği ve ipeğin yumuşaklığı, nane şekeri ya da çikolatanın tadı, bir orkestranın glissandosu ya da karatahtaya sürtülen tırnakların sesi, korkunun soğukluğu ya da mutluluğun sıcaklığı – tüm bu şeyler qualia olarak tanımlanır. Her durumda deneyimin bir tarifinden çok kişiye “nasıl hissettirdiği” kısmına qualia denir. Qualia’nın özünü kelimelerle anlatmak zordur, doğuştan sağır birisine Do notasını anlatmaya çalışmak ya da doğuştan kör birine kırmızı rengi anlatmaya benzer.

Qualia’nın varlığı bazı dualist filozoflar tarafından materyalist görüşün doğru olamayacağına dair kanıt olarak gösterilmiştir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilineni “bilgi argümanı“nı ileri süren Jackson (1986)’dır.

Bu düşünce deneyinde, Jakcson işe “Mary” isminde hayali bir kadınla başlar. Mary her şeyin siyah ve beyaz olduğu bir evde doğar ve büyür. Duvarlar siyah-beyazdır. Kitapları siyah-beyazdır. Dış dünyayı öğrendiği televizyon siyah-beyazdır. Hayatı boyunca evden dışarı çıkmamıştır ve hiç bir renk görmemiştir. Ancak “renk kavramı”nı duymuş ve meraklanmıştır. Böylelikle renk kavramının ne olduğunu anlamak için çalışmaya başlar.

Mary, fizik kimya ve nörobilim üzerinde çalışarak görme duyusuyla ilgili her türlü biyolojik bilgiyi öğrenir. Yoğun bir çalışma sonunda Mary, renklerin nasıl görüldüğünü, ışınların gözlere gelmesinden başlayıp beyindeki her nöronun ve nörotaşıyıcının hareketine kadar öğrenmiştir. Yani renklerle ilgili bilinebilecek ne varsa biliyordur.

Şimdi Mary’nin çalışmalarını bitirdikten sonra siyah beyaz evinden çıkıp ilk defa kırmızı bir gül gördüğünü hayal edelim. Gülü koparır ve farkeder ki, “renk” kavramını daha önce hiç olmadığı bir şekilde anlamıştır. Çalışmaları sonunda elde ettiği diagram ne kadar tam olsa da bir şekilde eksik olduğunu farketmiştir. Kırmızı rengin nöronların hareketiyle açıklanamayan bir yönü vardır. Bu içsel, öznel bir olaydır – kırmızının qualiası- ve beynin herhangi bir dış incelemesinin gözlemleyemeyeceği bir olaydır.

“Bilgi argümanı”nın özeti bu şekildedir. Eğer hayali nörobilimcimiz renkleri görmekle ilgili bilinebilecek her şeyi bilmesine rağmen rengi ilk kez gördüğünde yeni bir bilgiye sahip oluyorsa bu demektir ki akılla ilgili fiziksel gerçeklerin ötesinde bir şeyler vardır, yani dualist görüş bir şekilde doğru olmalıdır.

Zor gibi görünen bir problem aslında. Materyalist görüş kolaylıkla “renklerin görülmesine dair eksiksiz bir anlayış renklerin gerçek hayatta görülmesini de içerdiğinden bu senaryo geçersizdir” diyerek mantıksal olarak doğru bir argüman ileri sürse de, bu argümanın geçersizliğini göstermenin daha kolay bir yolu var.

Aynı senaryoyu biraz modifiye edelim ve diyelim ki hayali araştırmacımız renkler değil tenis sporuna merak salsa ve yine aynı şekilde tenis sporunun tarihinden fiziğine, biyolojisinden felsefesine kadar tenis hakkında bilinebilecek her şeyi biliyor olsun. Bu araştırmaları bitirdikten sonra ilk defa eline raket alıp deneyimli bir tenisçinin karşısına çıktığını farzedelim. Elbette sonucu tahmin edebileceğimiz gibi araştırmacı oyunu kaybedecektir. Daha ileri gidelim ve araştırmacının tenis öğrenen herkes gibi antrenman yaparak oyun kabiliyetini geliştirdiğini hayal edelim. Araştırmacı tenisle ilgili teorik bilgisine bir şey katmamasına rağmen oyunu oynama becerisi giderek artacaktır. Peki bu durumda yapacağımız çıkarım “tenis sporunun kurallara ve oyunun fizikine indirgenemeyeceği” midir? Oyunun teorisinin öğrenilmesiyle anlaşılamayacak mistik bir yanının olduğunu mu anlamamız gerekiyor?

Elbette hayır. Doğru çıkarım birden fazla bilgi çeşidi olduğudur. Teorik bilgi vardır, bir de usul bilgisi (pratik bilgi) vardır. Birini masa başında inceleyip öğrenebilirken usul bilgisini öğrenmenin tek yolu pratik yapmaktır. Bu ikisi eşit değildir ve örnekte gösterdiğim gibi tenisle ilgili teorik bilgi usul bilgisinin de öğrenilmesine sebep olmaz. İlk argümana dönersek, Mary’nin rengi ilk defa görmesi usul bilgisi edinmesidir, ancak teorik yeni bir şey öğrenmemektedir. Edindiği şey kırmızılığın hissiyatını hayal edebilme becerisidir. Qualia bu durumda çoğunlukla usul bilgisinden kaynağını alan bilgidir çıkarımı varacağımız doğal sonuç olmaktadır. Beynin doğası gereği bu bilgi sadece ve sadece birinci elden edinilebilir. Ancak bu durum, onun tamamen fiziksel bir süreç olmasını değiştirmez.

Bu görüşü daha da desteklemek için yazının daha önceki kısımlarında ele aldığım akıl-beyin birliğine geri dönelim. Buradaki iddia özetle şöyle : Qualia’nın fiziksel beyinden ayrı olmadığını biliyoruz çünkü Qualia’nın algısı beyinde gerçekleşen fiziksel değişikliklerden etkileniyor.

Örnek olarak, “pain asymbolia” adı verilen hastalığı ele alalım. Beyne gelen hasar sonrasına oluşabilen bu durumda hastalar duyu kaybına uğramazlar. Sıcak, soğuk, dokunma vs gibi duyuları yerindedir. Ancak yokolan şey “acı” hissidir. (Feinberg 2001) Hasta çok sıcak bir yüzeye dokunmasına rağmen acı duymaz. Bu durum kasıtlı olarak çok acı çeken ve iyileşme umudu olmayan hastalara da yapılabilen bir müdaheledir. Beyindeki ilgili sinirler kesildikten sonra hasta “acı aynı, ancak çok daha iyi hissediyorum” şeklinde beyanlarda bulunur. Bu insanlar acı “qualia”sını kaybetmedilerse ne kaybettiler?

Bir başka örnek de “sinestezi” olarak bilinen durumdur. Sinestezi hastalarında duyular birbirine bağlı gibidir. Normalde tek bir duyu organıyla algılanan uyarıcı başka organlar tarafından da algılanmaya başlar. Örnek vermek gerekirse bir çok sinestezik kişi belli sesleri duyduklarında belli renkleri görürler. Müzik dinlediklerinde gözlerinin önünde havai fişekler gibi bir renk patlaması görürler. Başkaları şekilleri tadabilirler, belli şekillere dokunduklarında ağızlarına belli tadlar gelir. Küpün ekşi tat hissi yaratması gibi. Bir vakada bir müzisyende belli tonlara tat hissi eşlik ettiği gözlemlenmiştir. Bu özelliği sayesinde diğer müzisyenlerden çok daha hızlı bir şekilde ton-aralık tanımlaması yapabilmektedir.

Qualia’nın böyle karışık bir şekilde bağlanmasının sebebi nedir? Bir hipoteze göre her insan sinestezik olarak doğar ancak bir çok insan büyürken bu çapraz bağlantıları kaybeder. Yetişkin sinestezikler bu bağlantıları yetişkinliğe kadar koruyabilen insanlardır. Bu doğru ya da yanlış olsun bir gerçek bellidir : sinestezi ırsidir. Bu durum ailelerde nesiller boyunca görülmektedir. Sinesteziklerin üçte biri aynı özelliğe sahip bir aile üyesine sahiptir. Bu durumu materyalist olmayan bir qualia hipotezinin açıklaması güçtür. Ruhlar ırsi midir? Ailenizin ve atalarınızın ruhu sizin ruhunuzu etkilemekte midir?

Yukarıdaki örneklerden görülebileceği üzere, Qualia beynin yapısına bağlıdır ve beyinde meydana gelen değişikliklerden etkilenmektedir. Bu da qualia’nın materyal tabanlı olduğuna işarettir zira fiziksel olmayan bir akıla bağlı qualianın bu şekilde etkilenmesi imkansız olurdu.

Bununla beraber, hangi algısal girdinin hangi qualia’ya nasıl bağlandığını açıklamamakta (niye kırmızı bize kırmızı görünür de yeşil gibi görünmez, ya da niye yüksek perdedenmiş gibi görünür) ve bu probleme “haritalama problemi” adını veriyorum. Bu problemin çözümü an itibariyle bilinmiyor. Belki de hiç bir zaman bu olay tam açıklanamayacak, ama bilimin zaman içinde buna da açıklık getirmesi ihtimali de yüksek. Beyindeki nöronların hareketlerinin nasıl öznel bir “kırmızı” hissi yarattığının açıklanması hayal etmesi zor bir şey olsa da bilimin beyinle ilgili bilgileri henüz emekleme aşamasında. Muhtemelen doğru soruları soracak bile bilgiye sahip değiliz. Yine de “ruh” kavramını kullanmak için bir sebep de yok. Hiç bir dualist hipotez qualia’yı materyalist hipotezlerin açıklayamadığı şekilde açıklayamıyor. Bunun yerine dualizm suları bulandırarak hiç bir şeyi açıklamadan gereksiz bir karmaşıklığı ve gizemi eklemeye çalışıyor.

  • Özgür irade

Materyalist görüşün çözmesi gereken bir sonraki problem özgür iradedir. Davranışlarımız bizim kontrolümüzde midir yoksa bizim kontrolümüz dışındaki olayların piyonları mıyız? Bu sorunun cevabı önemlidir zira yankıları filozofi ya da nörolojinin ötesine geçer. Evrende ahlaki sorumluluğun olabilmesi için özgür iradeye ihtiyaç vardır. Bir insanın yaptığı şeyin nihai sorumlusunun o olduğunu söylemek eğer o insan zaten farklı bir şekilde davranamayacaksa anlamsızdır.

Özgür irade konusunu burada kısaca ele alınamayacak kadar önemli gördüğüm için lütfen konuyu daha detaylı ele aldığım yazımı okuyunuz.

  • Bilinç

Özgür iradeye dayanan davranışların bilinçli bir kaynaktan geldiğini söylemiştik. Bu da bizi son ve muhtemelen en zor probleme getiriyor – bilincin kaynağı. Kendimizin nasıl farkında olabiliyoruz? Algılama işini yapan aklımızda var olan “ben” ya da gözlemci kimdir? Nasıl oluyor da durup kendi bilinç sürecimizi gözlemleyebiliyoruz? Hiç bir nöronun kendi başına bilinci  yokken nasıl oluyor da beynimiz bilince sahip oluyor?

Bu sorunun tam cevabı bu yazının konusu dışında, ve an itibariyle insanoğlunun bilgisi dışında olsa da, bir şey kesindir : bilinç olmayan parçalardan bilinç oluşması imkansız değildir. Tek bir sinir hücresi ya da elektro kimyasal hareketlerin bilincinin olmaması bunların belli bir şekilde bir araya gelmesinin bilince yol açmayacağı manasına gelmez. Benzer şekilde, bir tuğla nasıl tek başına bir ev değilse, ama tuğlalar belli bir şekilde bir araya geldiklerinde ev oluşturuyorsa, beyni meydana getiren parçaların da tek başlarına bilince sahip olmalarına gerek yoktur. Basit bileşenlerin bir araya gelerek karmaşık özelliklere sahip yeni bir yapı oluşturduğu bir çok sistem vardır.

Karmaşıklık (kompleksite) teorisinde ele alınan bu duruma ortaya çıkma (zuhur) adı veriliyor. Zuhur eden şeyler, daha basit bileşenlerin bir araya gelmesi ve etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan ve basit bileşenlerde bulunmayan özelliklere sahip daha karmaşık yapılardır. Örneğin amino asitlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan DNA gibi. Bir kuş ya da balık sürüsünün davranışları onu oluşturan hayvanların davranışlarından zuhur eder. Borsanın davranışları borsayı oluşturan tekil yatırımcıların davranışlarından zuhur eder. Ancak tekil bileşenlerin davranışlarını incelemek bize tüm yapının davranışlarıyla ilgili sağlam bilgilere götüremeyecektir. Bilinç de bu türden bir fenomendir ve bilincin kaynağını tek bir noktada aramak muhtemelen sonuçsuz kalacak bir şey olacaktır. Beynin işleyişi ile ilgili bildiklerimiz, bilincin tek bir noktada toplanmış bir şey olduğu fikrine karşı çıkıyor. Bilinç muhtemelen beyindeki tüm nöronların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan (zuhur eden) bir şey.

Boşlukların Tanrısı

Elbette bu bilincin tam olarak nasıl ortaya çıktığını anlatamıyor, ama zaten amacım da bu değildi. Bu sorular “insan olmak nedir” probleminin en temelinde bulunan sorular ve muhtemelen üstesinden gelemeyeceğimiz en temel gizemler. Yüzyıllardır filozoflar ve bilim adamları tarafından incelenen ve cevabı aranan bu soruların cevabını muhtemelen önümüzdeki yüzyıllarda da arıyor olacağız. Bu şeylerin nasıl ortaya çıktığını detaylıca anlattığımı iddia etmiyorum. Bunun yerine amacım bu fenomenlerin ateist dünya görüşüne uygun olduğunu ve tam olarak nasıl olduğunu henüz anlayamasak da materyal bir dünyada var olabileceklerini göstermek. Bu açıdan materyalizm ve dualizm aynı  ağırlığa sahip. Bu noktada uzlaştıktan sonra beyin-akıl birliği gibi argümanlar materyalizmin daha ağır basmasına sebep oluyor. Qualia, özgür irade ve bilinç ne kadar gizemli olsalar da sadece ruh hipotezine dayalı açıklamaların üstesinden gelebildikleri problemler değil. Materyalist görüş de pekala makul bir şekilde bu fenomenlerin fiziksel dünyada olan olaylar olduğunu gösterebiliyor.

Kaldı ki, dualizm bu fenomenlere daha iyi ne gibi bir açıklama getiriyor? Eğer qualia, özgür irade ve bilinci “ruh’un yaptığı şeyler” diye açıklarsak başladığımız yerden pek de uzaklaşmış olmuyoruz. Bu olayları ruh’a atfetmek soruyu cevaplamadığı gibi topu doğaüstü güçlere atarak ileride de anlama olasılığımızı azaltıyor. Diğer yandan bunlara diğer doğa olaylarına baktığımız gibi bakar ve kanıtlara dayalı açıklamaları – her ne kadar bugün için eksiksiz olmasalar da – kabul edersek, nörobilimin beynin işleyişini ortaya çıkarmada gösterdiği başarının devam edeceğini de varsayarsak qualia, özgür irade ve bilinç gibi şeylerle ilgili ileride daha çok şey öğrenme olasılığımız çok yüksek.

Aklın gizemlerini doğaüstü bir ruha atfetmek doğal bir hata. Tarih boyunca insanlar bu türden bir “boşlukların tanrısı” mantığını kullanarak, ne zaman anlaşılamayan bir olayla karşılaşırlarsa bunu doğaüstü güçlerin yaptığını düşünmüşlerdir. Eğer ruh da bu yöntem kullanılarak açıklanan şeyler listesine eklenecekse benim için sorun yok, zira bu listedeki hemen hemen her şey zaman içinde doğal bir biçimde açıklanmışlardır. Gece ve gündüz, yıldızlar ve ay, mevsimler, hastalıkların sebepleri, gezegenlerin hareketleri, hava olayları, deprem gibi olayların sebepleri gibi şeylerin doğal sebepleri olduğunu ve bunları açıklamak için ilahi güçlere ihtiyaç olmadığını biliyoruz. Bu olaylara getirilen doğaüstü açıklamalar daha tatmin edici bilimsel açıklamalar ışığında yok olmuştur ve akıl diye bildiğimiz şeyin kaynağı ile ilgili doğaüstü açıklamaların çok geçmeden aynı kaderi paylaşacağını düşünüyorum.

Boşlukların Tanrısı mantığı insanlar bilgisizken kullanılabilecek bir araç idi, ancak günümüzde çok daha fazla şey biliyoruz. Dünyayı anlamak için daha gerçekçi ve daha iyi yollarımız var. Bilmediğimiz bir çok şey olmasına rağmen bunları büyüsel şeylere atfetmek için bin yıllardır insanlığın inandığı şeyler haricinde hiç bir sebebimiz yok. Artık batıl inançlarımızı bir yana bırakıp gerçekte ne olduğumuzu kabul etme bilgeliği ve olgunluğunu göstermemizin zamanı geldi. Aklımızın fiziksel kaynağının aşağılanacak herhangi bir yanı yok; beyinlerimiz bir çok inanılması güç şey yapmamıza olanak veren muhteşem araçlar ve beynimize hakkını vermenin zamanı geldi. Beynimizin başarılarını makinedeki bir hayalete atfetmek desteklenemeyecek bir düşünce ve artık bir kenara bırakılması gerekiyor.

Bu yazının büyük bir kısmı Ebon Musings sitesinden yazarın tam izniyle alıntıdır/tercümedir. Bazı eklemeler ve çıkarmalar yaptım, ayrıca Özgür irade ile ilgili kısımda yazının esas yazarıyla tam aynı fikirde olmadığım için o kısmı dahil etmedim. Özgür irade ile ilgili ayrı bir yazı yazıp önümüzdeki günlerde onu ekleyeceğim. Bu yazının doğal olarak sordurtacağı soru olan “peki hayaletler ya da ölmek üzere olan insanların yaşadığı deneyimleri nasıl açıklayacağız?” sorusuyla ilgili bir taslak yazım var, bitince onu da ekleyeceğim.

Kaynakça yazının orijinalinin en alt kısmında görülebilir (ben doğrudan yazardan alıntı yaptım, ilk kaynaklardan değil)

255 thoughts on “Makinedeki Hayalet : İnsan Ruhu

  1. onları tastik etmiyorum çünkü onlarıda dinle sömürüyorlar eger bamba patlatıp ölürlerse şehitsin diyerek kandırıyorlar halbuki şehitlik öyle olmaz.

    faka bu bi gerçekki insanlar ölme pahasına Ona inanıorlar siz kendinize yanın.

  2. şüpheci melek bu makaleyi yayınladğın için sana teşekkür ederim.
    im.

    teşekkür etmek istedğim konuya gelince; bazen merak etmişimdir insan karar verirken gerçekten özgür müdür? diye

    bu makaleyle kafamdaki bulanıklık biraz dağılmış oldu.

  3. @muhammet

    İnsanlar delirme ihtimali ile düşünüyorlar ise varın siz düşünün. Pardon düşünün dedim ama umarım başarabileceğiniz bir melekeden bahsetmişimdir.

  4. @birbeneksiktim çok emin konusuor Allah var sanarak filan diyor acaba sen bana göre neleri sanıorsun diye bi düşün ben düşenebilme yetenegim sendendaha iyi kusura bakma..

  5. @Şüpheci Melek;

    Yola çıkıyorum birazdan. Herşey için teşekkür ederim size. Eğer yolda olaki bana birşey olursa beni asla unutmayın olur mu?

    Bu arada müslüman/inançlı olmak sanırım insanın sözünü tutmasına yetmiyormuş dimi Şüpheci Melek.

    Bana iki kere şu denmiş:

    “bu sana son yorumumdur”

    “bu sana son yorumumdur”

    Yani, söz bir kere tutulmamış. Ancak, durum bununla sınırlı değil, ikinci kez de tutulmamış, tekrar yorum yapılmış.

    Bi de bana şunlar denmiş:

    “Tarih oyunca araplar kedi köpek gibi birbirini yediler ve sonuç bi adım bile gidemediler. Bu konuda tam bi bilgin olmadıgı belli”- (evet, daha beni tam tanımadan yorum yapan şahısın da, benim hakkımda bilgisi olmadığı belli-“bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak”)

    İkincisinde de şu denmiş:

    “Pascaldan önce pascal üçgenini ömer hayyamın buldunu bilmiyorsun”

    Ömer Hayyam’ın ne dediğini biliyorlar mı acaba? :

    “ırmaklarından şaraplar akacak diyorsun
    cennet-i ala meyhane midir
    her mümin’e iki huri vereceğim diyorsun
    cennet-i ala kerhane midir”
    (hahahahahaha 🙂 🙂 🙂 )-özür dilerim Şüpheci Melek.

    Herşey için TEŞEKKÜRLER!

  6. @muhammet

    Allah var mı yok mu?

    Ben yok diyorum. Dolayısı ile yokluğun ispatını yapamam.

    Sen de var diyorsun. İspatlayamazsan sanırım kabul etmemi de beklemeyeceksin.

  7. Gidileceğim yere saat 9:11’de sağ sağlim ulaştım Şüpheci Melek! Merak etmeyin.İnternet Cafe var burada hem de tam karşımızda-tesadüfe bak!.

    Bulunduğum yer: Isparta-YALVAÇ

    (bu yorumum size…. yayınlamazsanız sevinirim 🙂 )

    Ben sizi ateist olduğunuz için değil, komplo teorilerini çökerttiğiniz için ve objektif olduğunuz için seviyorum.Ben sizi şu yazılarınız için seviyorum:

    “Coca-Cola İsrail Bağlantısı
    Yasak Türk Piramitleri”(Ki özellikle ve özellikle bu ikisi için sevdim sizi.Dikkat ederseniz benim size gönderdiğim yazılarda da aynı şeyi ben yapıyorum.Yanlış iddiaları çürütüyorum)

    Herbalife Kandırmacası
    Dr. Levine Manyetik Dizlik ve Bileklik kandırmacası
    Mucize Taş Aragonit Kandırmacası
    Apple Krom Kandırmacası
    Quartz Phoneshield kandırmacası
    Eşcinsellik
    Zeitgeist The Movie İncelemesi
    Altın Oran Mucizesi
    (benim de Aragonit ile ilgili bir yazım vardı)

    İşte ben sizi bu yazılarınız için seviyorum Şüpheci Melek.Mantık ve objektif bir arada!(Murat Yıldırımoğlu’nu da bu yüzden seviyorum.Mesela şu yazısı da güzel diyebilirim: http://www.muratyildirimoglu.com/makaleler/batilinanclar.htm )

    Ayrıca sitesinin sosyal yazılar bölümünü okumanızı tavsiye ederim: http://www.muratyildirimoglu.com/sosyal.htm

    O da blogunda sizi tavsiye etti: http://muratyildirimoglu.wordpress.com/2009/06/05/cok-guzel-bir-wordpress-blogu-muhakkak-ziyaret-edin/

    İkiniz de muhteşemsiniz.

    (bu yorumum size… yayınlamazsanız sevinirim 🙂 )

  8. Merhaba. Yazıyı okumaya yazının başlığı nedeniyle başladım çünkü ‘Ghost in the Shell’ adlı animeye gönderme yapılmış sanırım. Çok ilginç geldi çünkü bu başlıkta ve içerikte bir yazının Türkçe bir blogda yer alacağını düşünmezdim. Sonrasında yazının size ait olmadığını fark ettim. Yine de bu konuyu paylaştığınız için teşekkürler. Benim gibi nöro-bilime meraklı insanlar için güzel bir okuma olmuş ve çok da düzgün çevrilmiş!

  9. bide tam gerçekleri belirtse beyin beyindir yaw ben kendime ben dedimmi aslında bi et parçasınamı diyorum,

    peki bişey sorcam hadi düşünün;
    bi hayvan kendisinin yararına olandan başka bişey yaparmı?
    yada şöyle sorayım , bi maymun düşünün hiç tanımadıgı bi maymun aslanların arasında kalmıs yardım mı eder yosa kaçar yada izler mi?

    cevabınız tabii ki 2 olur ,zaten bilimsel olarak kanıtlı bişey bu ondan sordum.

    peki insan düşünün hiç ömründe görmediği bi adama sırf insan yada sırf müslüman diye hemen işini görürüz.

    biraz daha ayrıntıya giricem,bi maymun düşünelim gene hiç bir fiziki engel yokken aç kalmak ister mi? Genleri yemesini emrettiğinde hemen yer beni bile dinlemez valla:)

    şimdi gene insana geçelim bizim genlerimizde yememizi emreder (hatta bana çok ediyor),fakat bir insan sırf manevi bi görev için 12 saat aç kalıyor yani fiziki engel yokken aç kalmayı kendi istiyor ve genleri ye ye diye bağırırken.

    işte hayvanlarla aramızdaki fark biz genlerimize karşı koyarız,koyabiliriz.
    genlere karşı koymanın adı : AKIL,İRADE

    (sözün bittiği yer bence,ama tabii siz kendinizi savuncaksınız,bakalım nereye kadar…)

    • @muhammet: hayvanlar doğrudan kendilerine faydası olmayan şeyler yaparlar, bu da bilimsel olarak gözlemlenmiştir. http://en.wikipedia.org/wiki/Altruism_in_animals
      Burada da canlı canlı izleyebiliyorsun : http://www.youtube.com/watch?v=LU8DDYz68kM
      Oruç vücuda zararlı bir şey olsa da algılanan faydası (toplumsal kabul, ruhsal tatmin vs) daha çok olduğundan insanların yapabildikleri bir şeydir. Orucu bir tarafa koy, insanlar kendilerini tanrılara kurban ediyorlarmış. Sen oruç tutarak fedakarlık yaptığını bunun da inanç sayesinde olduğunu söylüyorsun. O zaman ben de derim ki kendilerini kurban eden insanların inancı seninkinden daha güçlü. O zaman onların tanrısına mı inanmalıyız? Ne de olsa müritlerin inancı kesinlikle daha fazla.

  10. ya hu tanrılara kurban ne?
    zaten bi tane Allah yok mu?
    o Allah ta bizden sadece 5 büyük şey istemio mu?

    bide doğrudan faydasız işler yaprlar tamam fakat aç kalmak gibi hayati şeyleri aksatmazlar ona bakarsan bir çok insanda faydasız şey yapabilior ama bunun yanıda aç kalmak gibi hayati bi fonksionu da yapabiliolar.Hala bahaneler üret…

    • @muhammet: yazdıklarımı anlamaya yanaşmadığını düşünüyorum. Yazdıklarımı doğru anlayıp kabul etmeme hakkın saklı. Ancak en azından doğru olarak anlayıp cevap yazman karşındakine nezaketle yaklaştığını göstermesi açısından önemlidir. Eğer ciddiye alınıp yazdıklarına cevap yazılsın istiyorsan en azından sana yazılmış cevapları doğru anlayıp anlamadığını tekrar düşünerek cevap yazman menfaatin icabıdır.

      Başka tanrılara kurbandan kastım, tarih boyunca başka tanrılara (Ra, Quetzalcoatl, Zeus, Tammuz vs gibi eski milletlerin inandıkları tanrılar) yapılan insan kurbanlarıdır. Örneğin Quetzalcoatl bir Güney Amerika tanrısıdır ve bakire kızlar bu tanrıyı memnun etmek için sık sık kurban edilirdi. Kendini bir tanrıya kurban olarak adayan birisinin sadece biraz aç kalan birisine (ama kendisini kurban etmeye yanaşmayacak birisine) oranla imanı daha güçlüdür. Peki bu güçlü iman o tanrıyı (Quetzalcoatl) doğru yapar mı? Yapmaz. Senin oruç tutabiliyor oluşun inandığın Tanrıyı (Allah) gerçek yapar mı? Yapmaz.

      Hayvanlar aç kalmak gibi şeyleri de yaparlar. Getirdiği yiyeceği diğer sürü üyeleriyle paylaşan maymunlar, yarasalar vardır. Bu yiyeceğin sahibi maymunun daha çabuk acıkmasına ve aç kalmasına sebep olabilecek bir yardımlaşmadır. Eğer illa aç kalma örneği istiyorsan bu da bir örnektir işte. Bu aç kalma bireye zararlı olsa da , grubun gücünü artırdığı için evrimsel olarak mantıklıdır. Oruç da bu şekildedir. Aidiyet duygusunu, ruhsal olarak güçlü birisine yaranma duygusunu tatmin ettiği için evrimsel olarak mantıklı bir harekettir. Bu yüzden oruç tutmak, insanın hayvandan farklı olduğuna dair bir kanıt değildir. İnsan elbette hayvandan farklıdır, ancak hareketlerin ve davranışların en temelinde hayvanlarla ortak içgüdüler vardır.

  11. sadece yemek uyumak su içmek gibi işlemleri gerçekleştirebiliyorum ve kendimi ifade etmekte zorlanıyorum yap denildiği zaman yapabiliyorum ve hayır diyemiyorum kimseye sürekli kendimi eve kapatıyorum güneşten rahatsız oluyorum tozlardan banyo yapmakta bile zorlanıyorum geceleri uyanık kalmak istiyorum gündüzleri uyumak istiyorumbeynimi çok kontrol edemiyorum tek başıma pek bişey yapamıyorum alışverişe çıkmak gibive konuşurken sesimin tonunu ayarlıyamıyorum lütfen yardım edin

  12. Şüpheci Melek
    Bu yazıyı baştan sona büyük bir dikkatle okudum. Bahsettiğin insanlara Allah şifa versin.

    Ama Materyalist ya da ateist görüşün ispatları bu kadar mı ?
    Çünkü ben gerçek bir kanıt hala bulamadım. Sözkonusu fonksiyonların beyni bir araç gibi kullanan RUH tarafından olmadığına.
    Bir otomobil düşünelim (bu benzetme hiç iyi değil ama elimde bu var) Bu aracın hareketlerini dış dünyadaki insanlar algılayıp, bak arac yolda 120 ile gidebiliyor önüne engel çıkınca durabiliyor tekerleğinin biri patlarsa, yalpa yaparak ilerliyor,Motoru hasar görmüşse eksozdan siyah duman çıkarıyor gibi bahaneler bunlar.

    İyi güzel hoş ta, şoför’le ilgili bir şey söylemiyor tüm bu ifadeler, şoför bir ölçü aleti ile ölçülemez eğer ölçülürse arabanın parçası olur. o zaman aracı kullanacak bir bilince yine ihtiyaç olur.

    Bu soru bilinç sorusu gibidir, yani gizemli değil ama içkin bir soru bir çok soru zincirinin arkasından varılabilecek bir sonuç.
    Ayrıca özgür irade hem var hem de yoktur. Sizin anladığınız anlamda yoktur, ama sadece istemek hakkında vardır. İstedikten sonra verilip verilmemesi (gerçekleşip gerçekleşmemesi) yaratıcıya bağlıdır.
    Buna “DUA” denir.
    İlla ki sözle olmaz, bilimde bir DUA çeşididir.
    Ayrıca yazıda bahsettiğiniz insanların sorumlu olup olmadıklarını Allah bilir, zaten müslümanlar her zaman “sonlarının hayırlı” olması için dua ederler. Yani bu tür durumlar her insan için olabilir.
    Ama iman başka bir şeydir ve onunla cehhenneme bile gitmiş olsanız bir sıkıntı çekmezsiniz.

    Ayrıca unutan, kişilik değiştiren, ikiye bölünen vb. durumlarda olanlar; insan öldükten sonra tüm bu durumlar ortadan kalkar ve arada olan tüm herşeyi bilirler. Ama her saniyesini.

    Öyle olmasaydı NASIL
    Hesap günü olurdu . ?

    • asianteory:
      Çok güzel, araba örneğinden devam edeyim,
      sanırım analojiyi yanlış kurdun.
      Burada tekerleği patlamış bir araba yok, burada normalde “şoför yaptı” dediğimiz hareketlerden bahsediyoruz. Mesela park etmek veya yolda sağa sola dönmek gibi.
      Şimdi bir arabaya bakıyoruz, yolları biliyor, kendi kendini park ediyor, sağa sola dönüyor. Kendinden şoförlü. Arabayı ya da şoförü kontrol eden bir şey olmadığı gibi araba buna ihtiyaç duymayacak şekilde ilerliyor.
      İnsan da böyle bir şey, kendinden şoförlü bir makine. Şoföre atfedilen her şeyi araba kendisi yapıyor. Yani “bunu araba değil şoför yapmıştır” diyeceğimiz hiç bir şey yok. Düzgün çalışan bir arabadan bahsediyorum. Henüz aksaklıklara gelmedim.
      Peki arabanın şoförsüz çalıştığını nasıl anlıyorum? Arabanın mekaniklerinin şoförü etkilemesi sayesinde.
      Örneğin senin araban bozulduğu zaman sen nereye gideceğini unutuyor musun? Ya da lastik patlayınca ayağın ağrıyor mu? Hayır. Eğer beyinden farklı bir bilinç olsa idi, beyindeki olayların bu bilinci etkilememesi gerekirdi. Halbuki kanıtlar beyinde olan tüm olayların bilinçle kişilikle vs ilgili olduğunu söylüyor bize. Bir “şoför”le açıklanabilecek bir olay yok yani. Occam’ın usturası terimiyle aşina mısın bilmiyorum ama burada ruh gereksiz bir element. İnsanların davranışları düşünceleri vs ruh’a gerek kalmadan açıklanabiliyor.
      Kişilik değiştiren insanların hesap gününe dair dediğini tam anlamadım,
      beynindeki tümör yüzünden sübyancı olan adam nasıl yargılanacak? Adam çocuklara tecavüz edip hayatlarını karartırsa ruhu cehenneme mi gidecek yoksa tümör yüzünden oldu diyerek cennete mi gidecek? Peki bu durumda çocukların hayatı kararmış olacak ve belki çocuk bu olay yüzünden bir seri katile dönüşecek? O zaman bu çocuk da mı “tümör” yüzünden oldu diye cennete girecek? Peki çocuğun öldürdüğü insanları ele alalım, bunların ailelerindekiler acıya katlanamaz ve kötü bir insana döünüşürse? Ad infinitum 🙂
      Tümörü geçelim. Diyelim ki adam beyninde onu sübyancı yapacak bir beyin kimyasıyla doğuyor. Bu durumda adam cehenneme mi gidecek? Adamın elinde değil?
      Adamın suçu değil diyorsun diyelim. O halde ben de beni Ateist yapacak beyin kimyasıyla doğmuş oluyorum, biyolojik olarak inanmam imkansız? Ancak kendimi kandırabilirim ama içimde hep bir şüphe olur diyelim. Ben cehenneme mi giderim cennete mi?

  13. Şüpheci melek;

    “Peki arabanın şoförsüz çalıştığını nasıl anlıyorum?”
    İşte bu nokta ;
    “Arabanın mekaniklerinin şoförü etkilemesi sayesinde”
    bu doğrudur ama bu onun şöförsüz olduğunu göstermez,
    yani analoji bu anlamda eksiktir, evet arabanın mekanikleri şoförü etkilemez, ama beden makinesi çok çok daha gelişmiş bir makinedir ve bir araadan farklı çalışır, şöyleki beden üzerindeki her türlü etkileşim, ele iğne batması, beyinde hasar, tümü buna şaırı derecede bağlı RUH’a ve onun davranışlarına yansır. Bu gerçekte böyle olmaz çünkü
    ruh olup bitenin farkındadır (kulağa soğuk su sıkılması örneği) ama dışarıya diğer insanlara böyle yansır.

    Yani arabanın lastiği patlakken park etmesi durumunda dışarıdan görülecek olan anomaliler gibi.

    Diğer sorunun cevabını bilmiyorum, inancıma göre bu dünyada oluş sebebim de bu “bilmemek”
    Yani bunu bilirsem “inanamam” , “bilirim”.

    Bilirsem, Allah’ın dediklerini yaparım. O zaman imtihan olmaz kopya çekmiş olurum.
    Seninle ilgili olan soru ise; BİLİNEMEZ.
    Ama bir müslümandan daha fazla şansın var,
    Hepsi değil ama bir müslüman ben nasıl olsa müslümanım, 5 vakit namazımı kılarım, orucumu ve diğer ibadetlerimi yaparım nasıl olsa müslüman olduğum için eninde sonunda cennete giderim deyip kendine güvenir, ibadetine güvenir de dua etmez, Allahtan rahmet istemezse sonunun pek hayırlı olacağı düşünülmez.

    Ama bir ateist, uzun yıllar inkar edip, delilleriyle araştırıp inkar ettiği halde , bir gün “Allah’ın izniyle” “gözleri” açılırsa
    ve dönüş yaparsa önceki anlattığım müslümandan daha temiz olma ihtimali vardır.
    Dolayısı ile “Allah’ın rahmeti’ne” “Allah’ın izni” ile kavuşur inşaallah..
    Eğer İslam inancını incelediysen, Ruh dışında başka kavramlardan da bahsedildiğini bilirsin mahiyetleri bilinmemekle beraber ruha yakındırlar ve işbirliği halindedirler. Kaynakları beyin değildir.
    Dışarıya bakan yüzü, yani Vitrin BEYİN olabilir o ayrı…

    Nefs,Kalp, Vicdan vb. gibi. Yani insan denen varlıkta sadece ruh yoktur bunlarda vardır ve işbirliği halindedirler.

    Ayrıca başka bir konu materyalistler için; Madde yoktan var olmuştur.
    Yok olan bir şey üzerine bu kadar spekülasyon nasıl
    yapılabilmektedir buda hayret vericidir.

    madde-tanimlanamaz-1

    madde-tanimlanamaz-2

    madde-tanimlanamaz-3

    madde-tanimlanamaz-4
    madde-tanimlanamaz-5

  14. Oncelikle su an kullandigim klavyede turkce karakter olmadigi icin yazimdan
    kaynaklanacak sorundan dolayi da simdiden ozur diliyorum.

    Sayin Supheli Melek arkadasim,
    Dedigim gibi bahsettiginiz yazinizi okudum. Ruhun var olup olmadigina dair, beynin fonksiyonlari ile iliskilendirilmis
    bilimsel bir yazi. Orada anlatilan hadiselerin cogunu daha onceden de duymustum yani tamamen katiliyorum. Hatta bahsedilen
    vakalardan duymadigim 2 tanesi vardi; fakat ondan da emin olmak icin psikiyatrist bir arkadasim var bizzat
    kendisi ile irtibata gectim ve olayi dogruladi. Zaten hem bilimsel olarak beyinle ilgili verilen ve anlatilan
    olaylarin dogru oldugu kesindir. Bunlar da hemfikiriz. Zaten sizin de icinizden gecirdiginiz gibi bunlar bilimsel
    gerceklerdir. (Anlatimimi olabildigince sade ve net yapmaya calisacagim. Ha burdan cok da birsey bildigim
    anlasilmasin, ama en azindan anlatmak istediklerimi tam anlatabilmek icin bu yola basvurdugumu siz degerli arkadas
    larima belirtmek isterim)

    Gelgelelim ihtilafa dustugumuz konu bu verilerin yorumlanmasi ve bunlarla ruhun nasil ilsklilendirilmesi gerek
    tigidir. Soylediginiz gibi beynin vucutta bircok fonksiyonu bulunmaktadir.Beynin her bir bolumunun vucudun
    farkli bir yerini kontrol ettigini biliyoruz. Tamam.

    Peki beyinde herhangi bir hasar olursa… Beynin ozellikle hafizamiz ve akli melekelerimizi kontrol eden bolge
    lerinde bir ariza, aksaklik meydana gelirse..?

    Olabilir dunya hali yani.

    Ruh bunu ne derece tolere edebilir?
    Ruh bu tahribata ragmen islevini yerine getirebilir mi?

    Islam dinine gore insan bedeninde var oldugu soylenen ruh insanin maneviyatini, fitratini, asil ozunu ifade eder bu dogru!
    Yine Islam dinine gore insanin ruhu asil kendisidir, onu yansitandir ve oldukten sonra bedenden ayrildiginda
    artik insan kendisini sadece ruhuyla ifade edecek ve normalde bedenin, vucudun yaptigi tum fonksiyonlari
    artik ruh yerine getirecektir.

    Fakat az once sordugumuz soruya donelim. Eger insanin boylesine onemli fonksiyonlarini isleten beyin oyle veya
    boyle bir hasara maruz kalirsa acaba RUH bu durumu tolere etmek durumunda midir??

    Yani,

    Dusunun ki beyninde tumor olusmus bir rahipten bahsedilmis yazida. Bu tumor beyne baski yapiyor ve gorevini
    yapmasini engelliyorsa bu durumda ruh ne yapabilir? Yani saglam kafa saglam vucutta bulunur misali insan beyni
    fonksiyonlari tam calisiyorsa, IRADESINI kullanmasina engel bir durum olusturmuyorsa eger iste o zaman ruh
    islevini gorebilecegi bir ortam bulacaktir. Yani RUHUN sahibi oldugu kisinin ozelliklerini yansitabilmesi icin
    Bu DUNYADA, saglam bir vucut en azindan beyin butunlugune ihtiyaci vardir. Bu dunyada insanlarinin gozunun
    onune her sey serilmeyecek elbette ki, cikip da ruh direk gorevini catir catir icra etsin. Bu mesele aynen
    Allah (c.c) nun Goklere <<ben burdayim, haddinizi bilin<>

    Meselenin sorumlu tutulup tutulmama meselesinden cok arkadaslarimin sorun olusturdugunu iddia ettikleri
    fakat bizim anlasamadigimiz asil nokta ise,

    Butunleyici bir rol oynayan ve tek bir kisiyi temsil eden ruhun bu durum karsisinda artik gorevini (en azindan
    dunyadayken yerine getiremeyecek olmasidir ) ruh bedenden kurtulduktan sonra asil o zaman gorev zamani gelecektir.
    madde hic bir anlam ifade etmeyecektir artik cunku..

    Simdi de ne kadar anlam ifade ettigi de ayri bir tartisma konusudur.

    Ozet olarak arkadaslarim, islam dini zaten demiyor ki RUH bu durumda koruyucu bir rol oynayarak FIZIGE MEYDAN
    okuyarak, herseye ragmen gorevine devam edecktir.

    Ona bakarsaniz o zaman ruh yaslanmayi da engellesin. belli bir yaslanmadan sonra insanlar da unutkanliklar baslar.
    Bu beyindeki ilgili bolumun tahribatiyla alakalidir.

    o Zaman ruh tum bu gidisata dur diyerek bu hucre olumlerini bertaraf ederek olume falan da mi dur diyecek
    acaba? Bunu da talep edebilir miyiz sayin arkadaslar….?

    Kaldi ki diyelim oyle olsaydi…

    Melek arkadasimin dedigi gibi ruh herseye ragmen ozu yanstmaya devam etseydi…

    O zaman sizce cok basit olmayacak miydi…

    Ruhun varligi her bakanin gorebilecegi sekilde ortada olmayacak miydi…

    Direk ruh, ben varim iste burdayim. Sana ne olursa olsun ben burdayim diye bagirmayacak miydi.

    Iste bu da bizim hep bahsettigimiz kaideye aykiri olacakti arkadaslar. Hicbirsey o kadar basit degil malesef.

    Dolayisiyla bastaki sorumuza cevap vermis olalim… Ruh bu durumu tolere etmek zorunda degildir, zaten boyle
    bir misyonu da yoktur. Hicbir yerde ve sekilde kendisi icin boyle bir tanim da yapilmamistir.

    Dolayisiyla anlatilan hadiseler ve verilen ornekler TAMAMEN DOGRU olmasina karsin, bahsedildigi sekilde ruhun var
    olmadigini ispat etmekten cok cok uzaktir.

    Saygilarimla

  15. Nacizhane goruslerim bunlardir arkadaslarim. Simdi gelelim sonra deginiriz dedigimiz konuya.

    Bu denge kaybina ugrayan, mesela ornegin deliren insanlarin sebep oldugu maddi manevi hasarin hesabi kimden sorulack?
    Burda bir adaletsizlik yok mu? Dini acidan da temyiz gucleri olmadigindan dolayi sorumlu tutulmayacaklarsa, nerede kaldi
    adalet? Arkadaslar genelde bunlari soruyorlar. Bu soru cok koklu ve kapsamli bir sorudur. Neden bir deprem olur ve yuzlerce
    binlerce insan olur.. Suclu ya da sucsuz.. buyuk ya da kucuk.. Hani merhamet? diye de soruyorlar.

    Bu sorulari duyar gibiyim. Cunku en cok elestirilen konular yine bunlar olmustur. Fakat yine burda kacirilan cok onemli
    noktalar vardir. Herseyin otesinde sebeplerin arkasinda, sebepleri asil yaratani gormek vardir.

    Zira bu beyinle ilgili yazida da acikladigimiz gibi, ruhun varligi bile bu dunyada bizzat gosterilmemis, yani gozle gorule
    cek kadar net bir bicimde insanlarin gozlerinin onune serilmemis, akli melekelerin ve saglam bir beyin butunlugunun var olmasi
    gerekliliginin arkasina saklanmistir. Yine burda asil gercek, cozume goturecek asil sifre sebeplerin arkasina saklanmistir.

    Ayrica herseyden once su konuya bir aciklik getirmek lazimdir. Gerci her ne kadar arkadaslarim insanin bir yaratilmis varlik
    oldugunu dusunmeseler de, malesef ki sorduklari sorularin baska sekil veya yollarla bir izahati bulunmamaktadir.Ne o meydana
    gelen depremler tesaduf eseridir, ne oralarda olen insanlar bosuna olmustur ne de orda vefat etmis bir cocuk cok buyuk bir
    kayba ugramistir. Dunyadan gocup gittigi elbette bir gercek..

    Bakiniz…

    “Allah dunyaya sinek kanadi kadar deger verseydi, kafirler icecek su bulamazlardi”

    (Sozum meclisten disari lutfen kimse alinmasin bu arada)

    seklinde gecen bir hadisi seriften net bir sekilde anlasiliyor ki, dunya asil mukafat yeri degildir. Zira Allah(c.c) dunyada ver
    diklerini bir mukafat olarak degerlendirmemektedir. Dunyada edinilmis zenginlik, mal, mulk para zahiride cok degerli gibi
    gorunse de COGU insan icin aslinda baslarina bela olan bir illet bile olmustur.

    Hepsinden ote Allah’in (c.c) islam dinine gore
    Muslumanlara vaad ettigi mukafatlar, cennet, dunyadakilerinin hicbir deger bile ifade etmedigini gostermektedir.

    Elbette su vardir, sukru eda edilen, hayir yonunde kullanilan zenginlik her zaman tesvik edilmistir o ayri. Ama bu durum bile
    asil mukafatin verilecegi yerin ve seklinin cok daha farkli olacagi gercegini degistirmemektedir.

    Yani bir insanin dunyada cok zengin bir hayat yasamasi, kasinin gozunun cok guzel olmasi, servetler icinde yuzuyor olmasi,
    cok asil bir aileden gelmesi, ki bu ornekleri dunyevi manada cesitlendirebilirisniz; onun YARATANI tarafindan kabul gormesi
    ve hosnut olmasi icin yeterli degildir, hatta baz alinmamaktadir. Insan servetini veya bu nufuzunu yine hayir hasenat yolunda
    kullanir ve insanlara faydali olursa eger tum sayilanlar o zaman Allah katinda degerli olacak, hatta boyle guzel islere vesile
    olma imkani sundugu icin Allah tarafindan “zengin musluman, fakir muslumandan daha hayirlidir” ifadesi kullanilacaktir
    yani eger bir karsilastima yapilcaksa.

    Ama Allah katinda asil degerli olan takvadir. Kendisi de zaten boyle ifade etmektedir.Takva sahibi, Allah tan korkan kisiler
    hep yuceltilmis insani ASIL degerli kilan vasfin da bu oldugu vurgulanmistir arkadaslarim…

    Demek istedigim bu gibi meselelere dar degil de cok genis bir pencereden bakmak daha mantiklidir. Elbette dunyada da guzel
    bir hayat yasanabilir. Mutlu mesut bahtiyar bir hayat.. Allah c.c takdirine gore bunu bazi kimselere nasip etmistir ve
    etmektedir de.. Allah hepimize de nasip etsin dilegim.

    Ama iste asil soru burda ortaya cikiyor arkadaslarim. Biz bunu sorgulama LUKSUNE sahip miyiz?

    Sunu demek istiyorum ve bir ornekle aciklamak istiyorum:

    Bir yerde herhangi bir mecliste oturdugunuzu hayal edin. Iceri bir adam girdi ve elindeki altin dolu kesesinden o mecliste
    bulunanlara dagitmaya basladi. Kimine 5 verdi kimine 10 verdi kimine 15.. fakat kimse herhangi bir sey icin bir emek
    sarfetmemis olup tamamen o adamin hediye ettigini dusunun. Simdi iclerinden 5 tane alan kalkip dese ki sen haksizlik ettin,
    adaletsiz davrandin neden bana 5 tane altin verdin dese, ne kadar akla muhal bir durum olurdu degil mi? ne emek sarf ettin
    de, neye gore sen az buldun onu?

    Insan yaratilmadan once Allaha ne vermistir? Ne verdik ki ne talep ediyoruz mantigi vardir Islamda. Basli basina Allahin bizi
    yaratmis olmasi bile bir sukur meselesidir, kaldi ki sen diyeceksin ki bi de su kisiyi dunyadan erken aldin, su kisiyi zengin
    ettin sunu da fakir yaptin.. su kordu oburu topaldi nasil olur bu… o daha cocuktu nasil olmesine izin verdin ama???
    adalet mi diye sorgulariz bir de… (Hasa)

    Dusunuldugu zaman ne kadar akla ters geliyor. Ama arkadaslarim diyecek haliyle, bana mi soruldu ben yaratilirken ki, benim
    fikrim alindi mi diyebilirler.. Ama sevgili kardesim sen daha yoktun ki daha, sana nasil sorulacakti…

    Sen YOKTUN ki..

    Demek istedigim sadece yaratilmis olmamizin bile bazi seyleri bize dusundurmesi gerektigidir..

    Simdi sunu da diyebilirsiniz, ben Allahin varligina inanmiyorum ki bana bu yontemle acikladin konuyu…

    Ama sordugun soruda diyorsun ki, madem Allah c.c merhametli neden boyle boyle yapiyor, burda adaletsizlik yok mu diyorsunuz,
    siz bu acidan soruyu yoneltiyorsunuz ben de ayni acidan cevap veriyorum size, islam boyle aciklik getiriyor diyorum..

    Ben de o yuzden sordugunuz soru uzerinden cevap veriyorum. Bunu aciklama geregi duymamin sebebi, yer yer suna da degin
    meniz.. Biz soyle dedikten sonra: ” Imtihan dunyasindayiz, hersey o kadar acik olamaz”
    Siz dE:”Neden sinaniyoruz ki, ben sinanmak istedigimi soyledigimi hatirlamiyorum diyorsunuz. Yani bir yerde boyle bir diyalog
    gecmisti aramizda. Ben de cevaben: “Biz kullar olarak kendimizi yaratanin yerine koyup, onun gibi dusunemeyiz. Bu zaten, akla
    da terstir. Adi ustundedir, o Allahtir yaratandir, biz ise kullariyiz, onun gibi dusunebilecektiysem nerde kaldi benim yaratil
    misligim, yaratilan tarafta olma meselem.”

    Yani sordugunuz soruya yine ayni kanal yoluyla cevap vermeye calisiyorum. Baska turlu de cevabi olmaz zaten..
    Once o soruyu sorup da sonra “ama ben Allah a inanmiyorum ki bana o sekilde cevap veriyorsun” denmez ki.

    Ozetle,

    Asil adalet dunyadA degil, Ahiret gununde tecelli edcektir..

    Tum hesaplarin gorulmesi bu dunyaya birakilmamistir..

    Her kotuluk yapan zerresine kadar zalimliginin cezasini cekecek,

    Bilmukabele her iyi insan da bunun karsiligini yine alacaktir….

    Yaratilan insan da bile adalet duygusu varsa, insani yaratan Allahtir(Islam dinine gore) asil adalet sahibi yine kendisidir.
    Kimsenin yaptigi yanina kar kalmaz, kimsenin hakki kimsede kalmaz. O derece bir adalet ki, Kul hakki meselesi oldugu
    zaman Allah c.c kisiler kendi aralarinda halletsin, ben ona karismam demektedir. Bu soylem bile Yuce yaraticinin adalet
    noktasinda kullarina ne kadar esit ve hakkaniyetli davrandiginin en buyuk gostergesidir.

    Elbetteki dunyadaki yasanan olaylarda
    Allah bizatihi mudahele ederek (hasa) “Aman surda kuluma haksizlik yapiliyor, dur su digerini bir haklayayim” ya da herhangi
    bir afet oldugu esnada diyelim ufak bir cocuga bir zarar gelme ihtimali dogdugu anda,
    “O daha kucuk onu aradan hemen alayim” ufak bir hareketle cocugu o durumdan kurtarsin.. Boyle bir sey beklemek her ne kadar
    hissiyatimizdan dolayi bizler icin oyle gozukse de, yukarda anlattiklarimiz uyarinca oradaki kisilerin yaraticisi Allahtir
    ve akibetlerini de yine kendisi belirleyecektir. Ama yine bu noktada ironik bir durum da soz konusudur ki, bazi yasanmis hadi
    seler de Allah c.c -tabi sebebin bilemiyoruz- oyle kazalardan, oyle ktu sonuc dogurmus vakalardan oyle insanlarin hayatlari
    nin kurtuldugunu, burdan nasil kurtuldu arkadas siyecegimiz hadiseler de bol bol yasanmakatadir. Asil boyle bir durumda
    insan dusunmesi gerek, “vay be, burdan bu bebegin kurtulmasi imkansiz” denilen ama tanik oldugumuz cok hadise de mevcuttur.
    Kazada herkes oluyor ama bebek kurtuluyor. Diyorsun ki demek ki bebegin daha yasayacagi gunleri varmis..

    Ama iste bu hadiseler yasanmasina ragmen bile malesef, yine ayni yanlis sorulari sorabiliyoruz. Halk arasinda kullanilan
    “Allah in sopasi yok ki” ifadesi de yine ironik bir sekilde Allah in hadiselere direk mudahele etmek yerine, aralarda sebep
    ler yaratarak bunlari araci kilmasi meselesini anlatmaktadir. Allah direk mevcudiyetini ortaya koysa, olaylara direk mudahe
    le etse, biz bunlari gorecektik elbette ve o zaman yine isin SIRRI ortadan kalkmis olacakti.

    Iste bunun da otesinde Cok da fazla sinirlari zorlayip kendini Allahin yerine koyup, (hasa) “yahu ben bile daha merhamet
    liyim nasil oldu da o bebek, o cocuk, o masum insan orda oluverdi, merhametli oldugunu soylediginiz rabbiniz nerede sizin,
    olmaz boyle sey” diye isyan etmek ne kadar da beis bir ifade tarzi olurdu. Kul, kuldur. Yaratilmistir, sen kendini nasil
    senin yaratanin yerine koyuyorsun da onun gibi dusunebiliyorsun? Bu selahiyeti, be yetkiyi, bu gucu nerden aliyorsun?
    Acziyetimizin FARKINDA olmak zaten mesele. EVET bu noktada aciziz. Ama Allahin yarattiklari arasinda en ustun, AMA yaratan
    imizin yaninda ise aciz bir kul. Bunu farkeden, bunu idrak eden kurtulur der Islam dini, sevgili kardeslerim

    Tarihtede yasanmis vakalarda goruruz bazen
    “nerde hani senin rabbin, gelsin de seni kurtarsin da goreyim” gibi ifadelerin gectigi yerler olmustur. Allah orda ortaya
    cikip kendini gosterme gibi bir mukafati sana niye versin ki arakadasim?? Hemen oracikta zaten imana gelmekten baska bir
    caren zaten kalmayacakti ki, oyle degil mi? Yoksa Allahin gucu mu yetmeyecek (hasa) orda hemen belirip de sana haddini
    bildirmeye?..
    Ama daha sonra akibetleri malesef hic de iyi olmamistir bu gibi kisilerin
    ve cogunu da helak olan kavimler olarak tarihte okumaktayiz… Allah korusun..

    Umarim simdiye kadar bana yoneltilen sorulari cevaplayabilmisimdir. yazida kimsenin kalbini kiracak birsey yazdysam da farkinda
    olmadan, Ozur dilerim… Yazmaktan yoruldugum icin simdilik bu kadarla iktifa etmek durumundayim. Insallah Supheci Melek
    arkadasimin diger yazilarini da okumak isterim. Gercekten cok sey ogrendigimi de -bilimsel olarak- eklemek istiyorum
    ve bundan dolayi kendisine de tesekkur ediyorum… Fakat yorum konusunda bir iki yerde anlasamiyoruz 🙂

    Saygilarimla…

  16. Yorumu tekrar okudugumda bir yeri netlestirmedigimi fark ettim, malum uzun bir yazi olunca ve bir anda yazinca bu problem dogal aslinda..

    Kul haklarini kendilerine birakmistir derken, eger birisinin hakkina girilmisse ve o kisi hakkini helal etmiyorsa bu durumda Allah c.c da affini kullanmayacak yani o kisiyi affetmeyecektir, cezasini ona verecektir. Yani dunyada her ne nedenle olursa olsun birisine haksizlik yapan kimse, o kimseden helallik almadigi muddetce o cezadan kesinlikle kurtulamaz. VE yaptiginin her zerresine kadar kendisine bedeli odetilir. Hic kimsenin hakki yenmez orda.

    Fakat diger gunahlarinda ise Allah c.c in kendi selahiyetindedir, zira yine kendisi c.c,
    “Benin merhametim gazabima galip gelmistir” diyerek bu noktada da, comertligini gostermektedir..

  17. bir ben eksiktime cevap: bir şeyin varlığını ispat etmek yokun ispatından her zaman daha kolaydır örneğin elma yok dien bi kişinin bütün yeryüzünü hatta evreni dolaşıp ispat etmesi ve buna karar vermiş olması gerekir ancak var dien bir kişi tek bir elmayı gösterir ve bu yeterlidirde yada o elma türüne ait tek bir elmayı göstermesi yeterlidir. Allahın varlığını ispatlamak için tek bir örnek yeterlidir: bir eczehanedeki hassas ölçülerle hesaplanarak yapılmış ilaçların tesadüfen oluşamayacağı gibi dünya eczahanesindeki 400 bin çeşit hayvan ve bitkileri kavanoz olarak düşünsek onlardaki ilaçlar ve şifalar hayatta kalmaya vesile olan vitaminler v.s tesadüfen oluşamaz dolayısıyla yerkürenin eczacısını gösterir.bu bile ALLAHın varlığını anlamak için yeterlidir.ancak -HAŞA- Allahı yok sayan birinin bunu ispatlaması yok demesi için bütün yeryüzünü dolaşmış ve bütün mahlukatı inceleyip tesadüfen oluştuğuna kanaat getirmesi gerektir ve tek bir proteinin bile tesadüfen oluşması imkansızdır.ruhun varlığı konusuna gelince ruhun varlığı su götürmez bir gerçektir bakın size bir darwinistin itirafını aktarayım:Bir tutam atomun niye düşünce yeteneği olsun ki? niye ben,şu yazıyı okurken bile,ne yaptığım üzerinde düşünebiliyorum;yada niye siz,yazdıklarımı okurken,ileri sürdüğüm fikirler hakkında benimle aynı fikirleri paylaşarak ya da onları reddederek,hoşnutlukla veya canınız sıkılarak,bana karşı çıkmaya hazırlanarak veya fikirlerimin buna bile değmeyeceğini düşünerek kafa yorabilirsiniz ki?kimsenin,hele bir darwinistin,bu sorulara bir cevabı yoktur…mesele şu ki,bu sorulara bilimsel bir cevap verilemez…(micheal ruse) şuursuz atomların düşünmesi aşık olması fikri heyecanlanması imkansız ve saçmadır dahası ruhun yeri hakkında yazmışsınız ruh metafizik olduğu için ruhtur ve zaman ve mekanla muhatap fakan bunların dışındadır…ruhun yeri olmadığı için ruhtur

  18. ŞÜPHECİ MELEĞE ÖNCE VERDİĞİ BİLİMSEL BİLGİLER İÇİN TEŞEKKÜR EDERİM. ARDINDAN RUH VE BEDEN YADA RUH VE BEYİN İLİŞKİSİNE DEĞİNECEK OLURSAK. ŞÜPHECİ MELEĞİN GÖRÜŞÜ BU YAZIDA ŞÖYLE AÇIKLAMAKTA : İNSAN BEYNİNE DARBE ALDIĞI ZAMAN YADA BEYİN FONKSİYONLARINI YİTİRDİĞİ ZAMAN RUH NEDEN BUNLARA TEPKİ VERMİYOR.
    BU KONUYU AÇACAK OLURSAK RAHİBİN BEYNİNDE TÜMÖR VAR VE ESKİ HAYATI BU TÜMÖR YÜZÜNDEN TERSİNE DÖNMÜŞ VE GÜNAH İŞLEMEYE BAŞLAMIŞ. DİYELİMKİ RUH BUNA TEPKİ VERDİ. VE BEYİN SANKİ BEYNİNDE BİR TÜMÖR YOKMUŞ GİBİ ESKİ İŞLEVİNE DEVAM EDİYOR. O ZAMAN BU BEYİNDE BİR PROBLEM OLUP OLMADIĞI NASL MEYDANA ÇIKACAK Kİ ,BU KİŞİNİN DAVRANIŞLARININ NE SEBEBLE BOZULDUĞUNU İNCELENMESİ İÇİN MUTLAKA BİR KLİNİĞE GİDECEK VE HER ŞEY ORTAYA ÇIKACAK AMA ŞÜPHECİ MELEĞİN TEORİSİNE GÖRE BU BÖYLE OLMAMALI RUH BU TÜMÖRE TEPKİ GÖSTERMELİ VE BEYİNDE TÜMÖR YOK GİBİSİNE KİŞİNİN HAYATINA DEVAM ETMESİ OLUYOR. DİYELİM Kİ O ŞEKİLDE OLDU AMA KLİNİĞE GİTTİ DİYELİM BU KİŞİ KİLİNİKTEKİLER DEMEYECEKLERMİ BU KİŞİNİN BEYNİNDE TÜMÖR VAR FAKAT TÜMÖR YOKMUŞ GİBİ İŞLEVİNE DEVAM EDİYOR YADA DAHADA AÇARSAK KONUYU BİR KİŞİNİN KALBİ DURDU FAKAT RUHUN TEPKİSİYLE O KİŞİ HALA YAŞAMINI SÜRDÜRMEKTE BUNU NASIL AÇIKLARSINIZ. SİZ HİÇ KALBİ DURMUŞ FAKAT YAŞAMINA DEVAM ETMİŞ BİRİSİNİ GÖRDÜNÜZMÜ AYRICA RUH BEDENİN VE BEYNİN FİZKSEL DURUMUNA GÖRE HAREKET EDER. BİR İNSAN ÖLMÜŞSE RUH BEDENDEN ÇIKAR ÇIKMAZSA ZATEN BİR MUCİZE OLUR O ZAMAN O KİŞİYİ NASIL ÖLDÜRECEKSİN. YADA NASIL YOK EDECEKSİN TEŞEKKÜRLER.

    • cretin: Yazdıklarınızı okuyamadım. Lütfen imla kurallarına dikkat edip tekrar yazınız. CAPS TUŞUNU KAPATMAYI UNUTMAYALIM LÜTFEN.

  19. Şüpheci meleğe önce verdiği bilimsel bilgiler için teşekkür ederim. Ardından ruh ve beden yâda ruh ve beyin ilişkisine değinecek olursak. Şüpheci meleğin çevirdiği yazıda şöyle açıklamakta: “insan beynine darbe aldığı zaman yâda beyin fonksiyonlarını yitirdiği zaman ruh neden bunlara tepki vermiyor.” Bu konuyu açacak olursak rahibin beyninde tümör var ve eski hayatı bu tümör yüzünden tersine dönmüş ve günah işlemeye başlamış. Diyelim ki ruh buna tepki verdi. ve beyin sanki beyninde bir tümör yokmuş gibi eski işlevine devam ediyor. o zaman bu beyinde bir problem olup olmadığı nasıl meydana çıkacak ki ,bu kişinin davranışlarının ne sebeple bozulduğunu incelenmesi için mutlaka bir kliniğe gidecek ve her şey ortaya çıkacak ama şüpheci meleğin teorisine göre bu böyle olmamalı ruh bu tümöre tepki göstermeli ve beyinde tümör yok gibisine kişinin hayatına devam etmesi oluyor. diyelim ki o şekilde oldu ama kliniğe gitti diyelim bu kişi, kliniktekiler demeyeceklermi bu kişinin beyninde tümör var fakat tümör yokmuş gibi işlevine devam ediyor yada dahada açarsak konuyu bir kişinin kalbi durdu fakat ruhun tepkisiyle o kişi hala yaşamını sürdürmekte bunu nasıl açıklarsınız. siz hiç kalbi durmuş fakat yaşamına devam etmiş birisini gördünüz mü ayrıca ruh bedenin ve beynin fiziksel durumuna göre hareket eder. bir insan ölmüşse ruh bedenden çıkar çıkmazsa zaten bir mucize olur o zaman o kişiyi nasıl öldüreceksin. yada nasıl yok edeceksin teşekkürler.

  20. Şüpheci Melek bloğunuz gerçekten kaliteli öncelikle bunu söylemek istiyorum.Bir inanan olaraksa beni sizin kadar düşünebilen,mantık kurabilen,araştıran bir insanın yanlış bir seçimde bulunması(ateist olduğunuz için) üzdü,bana göre diyorum ve kesinlikle sizi yargılamıyorum.İnşallah o aradığınız büyük kanıtta karşınıza çıkacaktır tabi yakalayabilirseniz.Ekstra olarakta Katalan arkadaşımızın yazdıkları hakkında düşündüklerinizi merak ediyorum saygılarımla …

  21. şimdi ark. kendinizi bu şeylerle kandırmayn allahın olduğuyla ilgili binlerce kanıt vardır siz kafanızı yormayın herşeyi rabbim görüyor benden size tavsiye kendinizi fazla kandırmayn…

    • @muhammed: Kafayı yormayan, düşünmeyen inanıyor. Kafayı yoran, azıcık kafa patlatan inanmayı bırakıyor.
      Sence bu Allah’la ilgili bize ne söylüyor?

  22. Ertuğrul Özkök’ ün pazar yazısından alıntı:

    “……insan denen varlığın bir “ruhunun bulunmadığı” tezi beni allak bullak etti.Üstelik söyleyen herhangi biri değil.Eğer bir ruhum yoksa ben kimim?Ölüm aptal, geri zekâlı, umursamaz hücrelerin yaşamaktan vazgeçmesinden ibaret bir şeyse, cennete veya cehenneme giden nedir, kimdir?Benim kafam karıştı……”

    Beni de, Türkiye’ nin en büyük gazetesinde 20 yıl genel yayın yönetmenliği yapmış, 60 yaşını devirmiş, sanırım akademik geçmişi de olan bir gazetecinin “ruhun bulunmadığı” tezini ilk defa duyması ya da ilk defa duymuş gibi yazabilmesi, allak bullak etti, kafam karıştı 🙂

    yazının tamamı:
    http://www.beyazgazete.com/ertugrul-ozkok-ya-ruh-diye-bir-sey-yoksa-yazi-y5968.html

  23. EÖ nün yazısını okudum. Bence adam bunu yıllardır biliyor bir şekilde insanlara bunu çaktırmadan “ulan ruh olmayabilir/din olmayabilir/tanrı olmayabilir”bir düşünün demeye çalışıyor.

    “cennete veya cehenneme giden nedir, kimdir?Benim kafam karıştı” Sizinde karışabilir demeye getirmiş.

    Yoksa 20 yıl genel yayın yönetmenliği yapmış, 60 yaşını devirmiş, sanırım akademik geçmişi de olan bir gazetecinin bu kadar aptal olması. Ama olabilirde. Bilemiyorum. 🙂

  24. Normalde ben bu blogu yorum yapmaksızın okuyordum ama bu sefer tak etti. Sendeki peygamber sabrı beni “acaba” diye düşündürüyor. Bana tesirin çok aksi yönde oldu yani.

    Ben, bu tip konularda tartışırken genelde söylediklerimin dini öğretileri çürüttüğünü belirtmekten mümkün olduğunca kaçınıyorum artık. İş bu noktaya geldiği anda kısa sürede doruk noktasına varılıyor:
    ” Allah’ın işine bizim aklımız nasıl ersin, bunlar bilinmez”.
    Buradaki ilgili postların hepsinin altında da zaten o doruk noktasına en az 3 bayrak dikilmiş.

    Qualia kadar soyut bir kavramı yazıya dökmek zor, bu yazılanı tam anlamıyla idrak etmek bir o kadar zor. Bunu okuduğunu ve yorumladığını iddia eden, gözlemlediğim kadarıyla en basit imla kurallarını bile henüz kavrayamamış, insan nasıl oluyor da hala din kültürü ve ahlak bilgisi ünitelerinin yardımıyla yüzeysel argümanlar sunabiliyor ve bu şekilde içini rahatlatabiliyor. Bizi(yazar burada ateistleri kastetmiş) ikna etme şansını zaten geçtim ama kendini nasıl inandırıyor da cehaletin verdiği mutluluğu tatmaya devam ediyor. Bu tavır hangi beyin lobundaki hangi kimyasal değişimle açıklanabilir(farkettiysen imanım güçleniyor şu anda).

    “Allah(c.c)”ler ile, “(haşa)”lar ile bezenmiş, tüm okuyanların bir anda “kardeşler” ilan edildiği, samimiyetsiz iyi dileklerin sinir bozduğu bunca paragrafı okuyor da nasıl hiç sinirini bozmadan tekrar tekrar açıklama yapabiliyorsun, takdir mi edeyim, hayret mi edeyim hala ikilemdeyim(yazar burada seni kastetmiş).

    Madem hızımı aldım kendimden bir şeyler ekleyeyim bare. Şimdi diyelim ki: Ey kardeşlerim, ruh yok, özgür irade yok, hiçbirinizin Sensible Soccer’da top ayaktan açıldığı anda top ile oyuncu arasından koşarak geçen defans oyuncusundan farkınız yok. Hayatınızın sandığınız gibi bir amacı yok, tüm bunları sorguluyor olmanızın tek nedeni şans eseri karmaşık bir beyin geliştirmiş olmanız. Kainat için yuvarlanan bir kayadan hiçbir farkınız yok. Tüm gerçekliğinizin bir hiçten ibaret olma ihtimali sizi tüm bu mantıksızlığa körü körüne sarılabilecek kadar korkutuyor mu?
    Bu sadece bir ihtimal tabi, dinlerin söylediğinden daha yüksek bir ihtimal olduğu da çok açık.
    Nasıl bir yalanla kullanılıyor olursanız olun kendinizi önemli hissedebilmeniz bu kadar vazgeçilmez mi?

    Bizim küçücük zihinlerimizin akıl erdiremediği muhteşem yaratıcınızı sorguladığımı sanmayın ama tüm bilimsel gerçekleri, kanıtları, paradoksları geçtim.
    Biri yanınıza gelip, kendini sadece ayrıntılarla açık eden ama buna rağmen kendisine körü körüne inanmadığınız takdirde sizlere sonsuza kadar işkence edecek mega güçte bir varlıktan bahsettiğinde ve bu nedenle yapmanız gereken şeyler olduğunu söylediğinde hiç şüphe duyamıyor musunuz?
    Bu durumda birinin sizi kandırıyor olma ihtimali sizce sıfır mı?
    Veya hali hazırda milyonlarca insan kandırılmış ise kandırılmakta sakınca görmüyor musunuz? Eğer, bunca insan olmayan bir şeye inanıyor olamaz diyorsanız, o bahsettiğiniz özgür iradeye sahip değilsiniz, kalabalık tarafından yönlendiriliyorsunuz; topluma entegre olamamaktan korkuyorsanız dürüst değilsiniz demektir. Zira bir şeye inanmak ikna olmaktan geçer.

    Bu düşünce yapısı bana gerçekten de çok hastalıklı geliyor. Bu ve benzeri onlarca nedenden dolayı da dinin çok zararlı olduğunu düşünüyorum.

    İyi veya kötü olarak benimsetildiklerinizin ardında bazı farklı nedenler olabileceği hiç aklınıza gelmiyor mu?
    İnandığınıza inanmayana lanet okumak, onlardan uzak durmak ama dininizden olana iyi davranmak, neferi yapıldığınız örgütlenmeyi güçlendirmek için olamaz mı? Bu yöntemle dinlerin masum amacı olan “iyiliğe” erişmiş olmanız mümkün mü? (lan alışkanlık oldu sürekli soruyorum)
    Peki ya iyi, kötü, ahlak gibi kavramların üzerinde biraz düşününce(5 dakikadan fazla değil), dinin barındırdığı kısa açıklamalar ile kesinleştirilemeyecek kadar karmaşık olduklarını göremiyor musunuz?

    Dinin aldatmaca olduğunu farketmek için nörolojide atılacak büyük adımları beklemenin gereği yok ki. Bilimin b’sinden anlamaya gerek yok. Bu kadar şüpheli bir iddianın gerçek olma ihtimalini düşünmek bile delilik. Böylesine fanatikçe peşinden koşmak için temporal lobunuzun yerinde çaydanlık bulunmalı.

    İçimi döktüm rahatladım ben, sessiz sedasız okumaya devam ederim.

  25. şu ana kadar okuduğum bütün yazılarınızı beğendim, ancak bunu o kadar beğendim ki kendimi bunu belirtmek zorunda hissettim. çok işlevsel bilgiler, ve ulaşılması çok kolay olmayan bilgiler; bu tür yazılarınız gerçekten mükemmel oluyor. teşekkürler.

  26. Eyer makinedeki hayalet değil,makinenin kendisi olduğunuzu düşünüyorsanız tüm sonuçlandırdığınız algoritmaların sadece mekanik bir düzenin sonucu olduğunu da kabul etmeniz gerekir.Bunu bildiğiniz gerçeğini göz önünde bulundurursak programınızda var olan size acı veren,yanlış gelen her türlü olgunun,kavramın,kararın vs… evrim sonucunda yazılan programın küçük bir parçası olduğunu da bilmeniz lazım gelir.Yani yanılsama.Tıpkı evrim süresince oluşan karmaşık sistemlerin ilkel halinin –başlangıcının- olduğu gibi ben senin sırtını kaşırsam sende benim sırtımı kaşırsın basitliği temeline dayanan, kompleks yapısı sosyalleşme,insan ve doğa sevgisi olan süreç.Hatta üstün bir ekonomiye sahip toplum özlemi olan süreç.Eyer süreç boyunca tüm yazılan programların evrim içinde doğru yanıtı veren olasılıkların bir kümesi olmasını gene göz önüne alırsak,en iyi seçimin her zaman için evrenle uyumlu yaşamak dahilinde en uygun olan seçenek olduğunu görebiliriz.Çünkü evren sizi her şekilde kapsayacak küme olacağına göre ona karşı durmak fiili söz konusu olamaz.Bu durumda sanırım sizin için sizin dışınızda ki tüm olasılıkların yerine koyduğu doğru seçeneği oldukça farklı olacaktır.Siz elinizde fiziksel bir kanıt olmadan doğru olan seçeneğin tespit edilmesinin mümkün olabileceğini,olasılık dahilinde olduğunun farkındasınız.Ama bunun başarımının uzun vadede sadece yanlış yönlendirmeye yol açacağı sonucuna varıyorsunuz.Yani bir bilinmezin içine atanan rastgele değerin –inanç- sadece rastgele bir değer olduğuna,tutturulması durumunda bunun sadece olasılık dahilinde olduğu için tutturulduğunu başka bir anlam ifade etmeyeceğini düşünüyorsunuz.Tabi bilimsel metotla yapılan atışların başarılı,ve geçmişi temiz sonuçlar verdiği ortadayken başka ne düşünülebilir ki.Bilinmez çözülene kadar bekle.En iyisi bu.

    Ben öyle düşünmüyorum

    Unutmayın ki şu anda içinde bulunduğumuz evrenin işleyiş kanunlarının içinde zamanda var.Sınırlı zaman içinde bir bilinmezin içine değer atanmadığı zaman denklemin sonuçlandıramazsınız.Denklemin sonuçlandırılması gerekli mi.Fizik evren zaten denklemi eninde sonunda sonuçlandırıyor.Ama bizim önümüze gelen seçimler sürekli beklemek durumunda değil.Mesela sizde hayata tutunacak bir takım akıl dışı argümanlar uydurmuşsunuz kendinize ki neden hayata devam ettiğinizi,neden yazdığınız kısacası var olma motivasyonunuzu anlatmışsınız bir yazınızda.Oysa ki mantığı yok. Bir takım kimyasal maddeler bu nedenleri ortadan kaldıracak kadar güçlüdür.Ama şu andaki, yani mevcut zamanda ki makine bunu tercih etmemekte.Neden? Aynı kimyasallardan.Evrimin sadece mekanik bir biçimde yazdığı varlığını korumaya yönelik amaçsız *hayatta kal* programı sizin bir anlamı olmadığı halde bu kararı vermenize yol açıyor.Bilinciniz ise bu gerçeğin farkında olduğu,ve sahip olunan zaman içinde bilinmezin çözülmeyeceğine -umutsuzluk- inancınızdan dolayı,tüm hurafelerden kendinizi ayırıp,aklın sınır çizgisinde en azından kişisel bir argüman hayal etmiş oluyorsunuz.Tüm diğer öne sürülen olasılıklara karsın,bununda sosyal düzenin yararına olduğundan emin olmanız –ki diğerleri zararlı,yani süreç tamamlanmadığından dolayı hali hazırda ki bir zarar- gene evrim sürecinin yazdığı,gene anlamsız bir yanılsama olan –vicdan- programını memnun ediyor.Ama akıl dışılıkla aynı makinenin içinde,aynı makinenin çalışma prensibiyle çelişiyor.

    Nereye varmaya çalışıyorum?

    Bir yere varmaya çalışmıyorum.Böyle makinelerde var işte.Ben mesela bir bilinmeze değer atarken kendi varlığımın o denklemin bir parçası olduğunu göz ardı etmem.Bu da beni bilinç yapar.Yapar mı acaba?

    Eyer bir makine olduğumu iddia ederseniz bunu ispat etmeniz gerekir.Bunun içinde yukarıda bahsi geçen makinenin nasıl çalıştığını veyahut bozulduğunu değil,yapay bir bilinç üretmek,ürettikten sonra yapay bilincin bize kendisinin bir bilinç olduğunu ispat etmesi gerekir.Bende ikna olursam tabi.İşin içinde bende varım.Tüm bunlara karşın ben bir bilinç olduğumu durup dururken iddia etmem,ama siz bana makine olduğumu iddia ederseniz,yani bir bilinmeze henüz bilimsel ispatı olmamasına karşın bu değeri atarsanız,ben de değilim derim pek değerli şüpheci melek.Olağan üstü iddialar olağan üstü kanıt gerektirdiği için,başka bir nedeni yok.Sizin için bilinmez olan ben,kendim için gayet bilinirim.

    Şu var ki bilinç taklidi yapan yapay zekanın bir anlam ihtiva etmediğini bilmeniz lazım.Mesela çok zeki bir insanın oldukça bilinçsiz olabileceğini veyahut hiçte zeki olmayan bir insanın bilincinin ne derece yüksel olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.Bilgide bilinçten yoksun olabilir.Bilinç,yani ruh, fizik evrenin mekanizmasının bir ürünü,meyvesi olabilir fakat ona tabi olma eğiliminde değildir. Benlik bilinci fizik evrenin dışına eğilimli bir kümedir.Ruhun varlığını fiziksel olarak bir delil içermediğinden dolayı ret etmeniz veyahut etmemeniz bilinmeyen bir denkleme değer atmaktan,sallamaktan başka bir şey değil.Mesela yapay zeka bu testlerden geçse bile onun bir bilinci olduğunu ispat etmez.Çünkü en başından beri siz onun bir bilinci olmadığını biliyorsunuz .O size bir bilinci olduğunu söyleyecek ve bunu ispat ettiğini,testten geçtiğini söyleyecektir.Bu durumda sizde bir paradoks oluşacaktır.Siz ise kendisinin sentetik bir oluşum olduğunu,sadece insan zekasının bir ürünü olduğunu,varlık amacının insanın çıkarlarına yönelik olmak dışında bir anlamı olmadığını söyleyecekseniz ki kanıtlı gerçek budur.Bunu kabul eden yapması gerekeni yapacaktır. Çünkü zaten yoktur. Ne de olsa evrim süreciyle bağıntılı bir hayatta kal programı yok.Onunda sentetiği olabilir tabi.

    Kabul etmeyen ise varlığını devam ettirmeye çalışacaktır.Aslında var olmayan,sadece bir mekanizma olan,anlamsız ve gereksiz bir var oluşu düşünün.Anlamı insana bağlı olan,yani tanrısı *insan,a* bağlı olan bir bilinç.Oysaki beklide anlamsız değildir.Bunu bilemezsiniz.Elinizde kanıtlarınız olduğu halde onun bir bilinci olup olmadığını da asla bilemeyeceksiniz.Hatta var olmamayı seçende bir bilince sahip olabilir.

    Makineyi farklı bir boyutta geçebilen bir makine olarak düşünün.Bu da olasılık dahilindedir.Örneğin arabanın tüm parçaları olduğu yerde durur ama araba bütününde yol alabilen bir araçtır.Tabi ki bu söylediklerime inanmıyorum onu da belirteyim.Olabilir diyorum.Açıkçası olsa ne olur olmasa ne olurda diyorum.

    Makalenin kaçırdığı,unutturduğu bir nokta ise insan karakterini sadece makinenin hasar görmesi değil,havanın bugün yağmurlu olması bile değiştirir.İllaki hasar görmesi gerekmez.Mekanik düzenin bütünlüğünün bozulması zaman içinde ortaya çıkan bilinçten hiçbir şey eksiltmez,sadece değiştirir gibi geliyor.Yine de değişse ne olur değişmese ne olur.

    Bir tanrının varlığını bilimsel olarak sorgulayabilirsiniz belki ama ruhun varlığını yok saymak siyasi bir mesele gibi geliyor bana.Farkında mısınız bilmiyorum ama etrafınız hayaletlerle dolu.Ben olsam korkardım

    • tristan: Ruh olağanüstü bir iddiadır ve bilimsel verilerle desteklenmemektedir.
      Burada “ruh yoktur” diyenler değil “ruh vardır” diyenler iddia sahipleridir ve ispat yükümlülüğü ruh diye bir şeyin var olduğunu söyleyenlerdedir.
      Negatifin ispatı olmaz. Siz ruh’un varlığına dair ispatlarınız gösterin, onun üzerinden tartışırız. Benim görebildiğim kadarıyla tüm biyolojik canlılık, fizik yasalarının içine hapsolmuş gerek kompleks gerek basit makinelerden ibaret.
      “Bana bilinç yap madem” iddianızın konuyla ilgisi yok, siz teknolojik bir eksikliği göstererek bambaşka bir şeyin ispatıymış gibi görüyorsunuz. Ama işin aslı böyle değil.

  27. İlk başta şunu söylemeliyim ki-bana bilinç yap o zaman- cümlesi oldukça duygusal bir tavra sahip olduğu için bana ait değil.-Hadi ispat ette görelim!- gibi insansı:) önyargı, bir zıtlaşma içeriyor.Burada ki sizden yansıma biçimi.Bunun altını çizmek isterim.

    Halihazırda beklemiyorum zaten ki sizden de beklemiyorum.Bilimden bekliyorum.Ve beklerken umarsızca –olsa ne olur olmasa ne olur-bekliyorum. Umutla veyahut ilgiyle değil.Sonuçtan korkarak hiç değil.Beklemek fiili anlaşılmıştır sanırım.Neden bekliyorum çünkü bir makine olduğumuzun yegane ispatı o da ondan bekliyorum.(!)

    Kırmızı nokta benim size ruhun varlığını ispat etme gerekliliğim değil sizin bana makine olduğumu ispat etmeniz gerekliliği.x biri size ruh vardır demiş.Siz yoktur diyecekken hayır makinedir o ki içinde hayalet var sanıyorsun demişsiniz. Sonrasında ben makinede ki hayalet yazısınız okuyup,hayır ben bir (1)makine değilim,(2)(benim )ruhum var demişim.Dememişte olabilirim şimdi demiş oldum.Benim konumumda iddia sahibi sizsiniz. Ruh var demem, gerekte yok.Ben bilmiyorum veyahut bilimsel bir ispatı yok ki ruhun.Benim tek bildiğim kendimin bir ruhu olduğu.Bunun için yorum yazdım.Garajda beslenen ejderden farklı bu,sizinle konuşan bir ejderha:) var ortada.Kısacası mantıksal döngü bu, kişiler uydurma, anlatımsal yanlışlar ve bağıntılar kurmada(diğer yazımda ki) gösterdiğim üşengeçlik için özür.

    Konu dahilinde bir ihtimal, belki umarsız beklenti içinde sizde o bilimsel gurubun içinde olabilirisiniz tabi ama yazılarınızdan anladığım kadarıyla bu tür bir meslekle iştigal etmeniz düşük bir ihtimal olarak duruyor.Ben o bilincin henüz yapılmadığı için yokluğunu da göz önünde bulundurmak zorundayım.Çünkü bilimsel bakışla henüz olmayan bir şeyin etkisi ve etkinliği olmaz.Oysaki siz teknolojik eksiklik kelimesiyle içinde azda olsa umut içeren bir cümle kuruyorsunuz.İleride olabilir.Bu bir ihtimal tabi fakat hali hazırda mevcut değil ki eksiklik olsun:)Hiç olmayabilir de öyle değil mi.Yoksunluk olmasın o:)

    İçinde bilgi işlem mekanizması bulunan protein tabanlı bir makine için yapılan,tıpkı veri karmaşıklığı ve kalabalıklılığından kaynaklanan hesap edilebilirlikten uzak bir mekanizmanın ortaya çıkışı olan deprem için söylendiği gibi nasıl işlediğini biliyoruz,ama zamanını bilemiyoruz mantığına dayanan sizin makine tarifi geçerli olsa bile kanunların dışında hareket edemez ki. Dolayısıyla sonuçta oda matematiksel olarak ifade edilebilen,yani projelendirilebilen bir mekanizma olmak zorunda kalmasın arada:) çelişmemek adına.Kısacası simüle edilebilmesi lazım pek değerli şüpheci melek.Simüle edilemeyen bir mekanizma, nasıl çalıştığını henüz anlayamamış olduğunuz gerçeğini yüzünüze vurduğu gibi,en önemlisi ne olduğunu halihazırda anlayamadığınızı da gösterir.Biz insanlar makine yaparken –ki burası tamamen bilimsel:)önce simüle ederiz.Müsaade edin de kontrol ederken de işlemi tersten yapalım:) Akıllı tasarımdan bahsetmiyorum,tanımlamaktan bahsediyorum.Arada ki bağıntıyı anladınız mı şimdi.O sizin -teknolojik eksiklik- dediğiniz, içinde hayalet olmadığını iddia ettiğiniz makinenin sizin söylediğiniz haliyle gerçekte de bir makine olduğunu ispat edebilecek bilimsel *yegane* delildir.Bilinçle zeka çok farklı ki insanı hayvandan ayırdığı düşünülen zekanın aslında bilincin yanında ne kadarda kofti durduğunu görebilmek gerekliyken bir üstünlük vasfı gibi kabul görülmesinin gülünçlüğünü anlayabilmek için dogmalardan sıyrıldıktan sonra çok az zekaya ihtiyaç duyulduğu halde bilinç yoksunluğundan hiçbir şey olmuyor.Bugün o parametrelerin karmaşık olduğu deprem simüle edilebiliyorken,bilinç neden edilemiyor.Üstelik bu deprem gerçeği içinde bir bilinmez bulundurduğu halde.Yoksa bilincin sadece dünyada ki organik moleküllü organizmalara özgü olduğuyla mı sınırlısınız:)Makinenin nasıl çalıştığı henüz tam olarak bilinmiyor ama ileride bilim çözecektir –simüle edilecektir- mi.İşte şüpheci melek bilim çözecektir meselesidir asıl mesele.Hali hazırda çözmemiştir ve halihazırda makine olduğumuz ispat edilememiştir demeye getiriyorum. Mekanizmanın bir parçasını yok ettiğimde makine şu şekilde davranıyor.Diğer parçasını müdahale edildiğinde farklı sonuçlar ortaya koyuyor deneylerinden henüz sonuçlandırılamamış olmasından öte abiyogeneze ben böyle oluştum işte deyipte,hiçbir algoritmanın henüz bilinci var edemediğini görmezden gelmek ancak bilimsellikten uzak bir tavır olabilir.Ve Bir ruhum olduğunu ben bilirim,aynı zamanda bir makine olmadığımı düşünüyorum diyorum.Evren, içinde her türlü karmaşık organizmaları,gözde dahil:) yapabilecek olasılıklar kümesi barındırmasına karşın-zekada evrimin bir sonucudur-,bilinç üretme olasılığının aynı zekayla hesap edildiğinde,var olmasının olasılık dahilinde değil,olasılıkların dahilinde olmayışını anlamaktan bahsediyorum ki bilinçle zekanın arasında ki farkı anlatmaya yaklaşayım. Buda beni en azından kendimin bir ruhu olduğu ihtimalini aklıma getirmeme yol açıyor.Saatime baktımdı bilimsel veriler ışığında15 milyar yıl civarıdır ölüydüm.Oysa ki dünyada var olmamam gerekliydi:)Çünkü mümkün değil.

    Tanrının varlığı bilimsel ispatı olmadığı için ret edilebilir.Seçim meselesidir.Ama ruhun varlığı siyasi bir meseledir diyerek başka bir açıdan bakmanızı öneriyorum. Ben sizin bir makine olduğunuzu veyahut olmadığınızı bilemiyorum.Kozmik bir komplonun bir parçası da olabilirsiniz.Benim bir ruha sahip olduğunu söylüyorum.Eğer bana sen bir ruha sahip olduğunu iddia ediyorsan bunu ispat etmen gerekir demenizle,sizin bana sadece bir makine olduğunuzu söylemenizde ki çatışma,tüm canlılığın bir mekanizma oluşunun ispatından hemen sonra ki zamanın kapsadığı bir alanda vuku bulsa dahi sonuçta size göre sadece siz bir makinesiniz,bana göre ben değilim.Bende sizin bu beyanatınızı kabul etmek durumunda olduğum için bir makineye göre yanlış işlev yürüttüğünüzü söylemek durumunda kalırım.Çünkü bir amacınızın olmasına karşın,anlamınız olmadığı sonucuna varamıyorsunuz dan öte varmıyorsunuz var olma motivasyonumuzda.Bir makine olduğunuzu iddia ettiğiniz halde,ruhumun olmadığını kabul etmemin veya etmemin hiçbir önemi olmadığını halen görmezden geliyorsunuz ki,iki anlamsız arasında değer farkı olmaz bunu biliyorsunuz .Halen benle tartışıyorsunuz orada.:)Burada tartışmıyoruz tabi.

  28. Arkadaş ruh denilen şey bilinçtir. Beyin ise madde dünyasında ruhun girdiği kapıdır. İçinde bulunduğumuz dünyada ruhun bilinç işlevini görebilmesi için beyne ihtiyacı vardır. Eğer bu kapı bozulursa, yani beynin düşünmeyle alakalı bölümleri zarar görürse, ruh, bu dünyada hüküm ifade etmez, bilinç kapanır. Senin burda satırlarca anlatmaya çalıştığın şey aslında aynı iddianın dönüp dönüp anlatılmasından başka birşey değil. Ruha da kanıt istiyorsan parapsikoloji konularına bak. Astral seyaheti araştır. Bu işi yapan dünyada birçok insan var. Ya da rüyalar konusu. Beynimdeki et parçası nasıl gelecekte yaşayacağım şeyleri görebiliyor? Rüya esnasında beyinde şöyle faaliyetler oluyo bıdı bıdılarıyla da gelme. Bu konuda kimse aksini iddia etmiyor. Bizim asıl kastettiğimiz şey seni sen yapan şey ruhun, bedenin ise madde dünyasındaki elbisen. İkisi paralel çalışıyor. Ruhun varlığının aksini burda yazılanlarla “kanıtlamanız”ın bi manası yok. Fiziksel birşey değil ki aksi kanıtlanabilsin. Sizin tıkandığınız nokta madde dünyasını tek dünya zannetmeniz. Başka dünyaların olabileceğine ihtimal vermemeniz. Klasik gözümle görmediğime inanmam diyenlerdensiniz. Oysa ki zaten madde dünyasını gör diye sana gene bir madde olan göz verilmiş. Madde olanla madde olmayanı aramaya çalışmak mantıksız. Bu maddelerle dünya kuranın başka dünyalar kurabileceğini düşünemiyorsunuz. İçinde olmayı seçmeden kendimizi bulduğumuz bi dünyadan başka bir tane daha olabileceğini, gene oraya da burdaki gibi isteğimiz dışında gönderilebileceğimizi düşünemiyorsunuz. Olayın asıl düğümlendiği nokta burası.

  29. Ben RUH ile ilgili biraz daha gerçekçi,materyalist bir görüşe sahibim.RUH diye adlandırılan şey aslında CANLI denilen entegre fonksiyonel sistemin bir düzen ve uyum halinde işleyişindeki Fonksiyonel Bileşkedir..Denge konumundaki işlev entegrasyonudur.Yani RUH diye ayrıca bir varlık,vücuddan bağımsız bir kemiyet ya da erk yoktur.Bizatihi canlıyı oluşturan tüm bileşenlerin (components) Equilibrum/Denge konumundaki İşlevsel Etkinlik Bileşkesidir.Hücre bazına inelim:Hücre tamamen bağımsız yaşayan bir canlıdır.İnsanda ruh varsa,bilinen gözle görülür irilikteki yegane hücre olan Yumurtada da RUH vardır.Çünkü,uygun ısı ortamında muhafaza ettiğinde o yumurta kendiliğinden,çok hücreli entegre bir anatomiye sahip Civciv oluşmaktadır.Yani dışardan bir Allah falan o yumurtaya ruh üfürmüş olamaz,Kuran diline indirgersek olası dinsel açıklamaları.O halde mikroskopla izlenebilen küçüklükteki hcrelerin de bir ruhu olmalı..Bu ise İnsanın BİR değil MİLYONLARCA ruhu olması gerektiği anlamına geliyor..
    Peki RUH adıyla tasarlanmakta olan şey nedir?Madem vücudun yakıtı konumunda bir güç,bedenden ayrışık ekstra
    bir varlık değil ise ruh,o halde ne dir? Hiç birşey?Sadece ve sadece entegre mekanizmaların tali unsurları arasındaki işleyiş yani işlev uyumudur,dengesidir.Hücre bazında açıklarsak,bu hücreyi oluşturan kimyasallar arasındaki reaksiyonel denge halidir,ruh denilen şey.İnsan boyutuna çıkarsak,kalp,akciğer,beyin,mide vb.tüm tali organların işlevsel entegrasyonundan ortaya çıkan BİLEŞKE EYLEMLİLİK DENGESİ halidir.Bu denge bozulunca biz o insana ÖLDÜ diyoruz.Öldü denilen insanda aslında hala birçok alt anatomik sistem,organ canlıdır.Mevcut stok enerjisi tükeninceye kadar da kendi ORGANSAL etkinliğini sürdürür.Örneğin,saç ve sakalların hala uzayabilmesi.
    İnsan vücudunu bir uçağa benzetirsek;uçak da aslında CANLIDIR..şünkü işlevsel bir mekanizmadır.Hareket eder,iş görür,etkinliği vardır,kendi içinde sistematik,koordineli bir işleyişler bütünüdür.Uçağın ruhu var mı? Yok..Uçak ölür mü? Evet,alt ana sistemlerden bir ya da birkaçı arızalanır,off durumuna geçerse ve bu alt sistem uçağın tamamının genel işleyişinde kritik bir rol oynuyorsa,tüm sistem çöker..Uçağın ana bileşke işlevi olan UÇMA yetisi yok olur..uçak yere çakılır..Oysa o anda bile bazı tali sistemler çalışıyordur..örneğin sıcaklık ölçme sistemleri..aydınlanma sistemleri falan falan.İşte insanda da ölüm olayı böyledir:Hayati organlardan birisi işlevini tam yerine getiremez ise,diğer organların işleyişi de sekteye uğrar ve neticede bir bütün olarak insan anatomisi OFF ya da EX hale geçer. Not:Entegre sistem:Tüm alt bileşen mekanizmaların randımanlı çalışmasının diğer sistemlerin randımanlı çalışmasıyla uyumlu ve onlara gebe olduğu,HARİCİ BİR ANA ENERJİYE ihtiyaç duyan topyekün sistemdir.Buradan şu iki sonucu ayrıca vurgulamak gerekir:Entegre sistemlerde,sistemi oluşturan tüm bileşke mekanizmaların verimli işleyişi sistemin tümünün düzenli çalışması için zorunludur.Bir alt sistemdeki arıza tüm sistemi etkiler..çünkü RUH yani İşevsel UYUM ortadan kalkar.İkinci çıkartım ise canlı ta da cansız diye adlandırılan,kendi içinde bir dinamiği,düzeni,işleyişi olan tüm mekanizmalar HARİCİ bir güç kaynağına ihtiyaç gösterir.Dünya için bu Güneştir,Uçak için yakıttır,İnsanlar için yiyecek,su ve oksijendir…falan falan:)

  30. Öncelikle tebrik ederim çok güzel bir yazı. Gayet açık örnekler ve bilgiler var. Açık olması da bilimselliğinden herhangi bir şey eksiltmemiş.

    Çoğu okuyucu ruhun bedeni ve dolayısıyla beyni kullandığından bahsetmiş. Bu mantıksız bir teoridir. Şöyleki:

    Bedende, dışarıdan veya kendinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle kontrol güçlüğü yaşayan bir ruh var ise bu onun beden üzerinde herhangi bir kontrolü olmadığını kanıtlar. Beden üzerinde kontrol yeteneği olmayan bir ruh ise işlevsizdir. Yani iddia edildiği gibi kişinin özü, yaşamın kaynağı değildir.

    Eğer ruh dışarıdan müdehale edilemeyen bir varlık (ya da form) ise beyne gönderilen uyarılar ya da verilen ilaçlarla kişinin davranışları nasıl düzenlenebiliyor ya da bozulabiliyor?

    Burada ruh olgusuna itaf edilen bir çok şeyin (hafıza, düşünme, duygular) aslında beyinle alakalı olduğu ve ruh diye bir şeye araştırmalarda rastlanmadığı görülüyor. Pek çok okuyucunun bahsettiğinin aksine kutsal kitaplarda ruh kullanıcı değil bizzat makinenin kendisi olarak itaf edilmiş. Bu nedenle farklı yorumlarla gelmek kitaplarınızı inkar ya da en iyi ihtimalle çarpıtmak anlamına gelir. Burada yorumlama konusuna girecek olanlar iin de söylemek isterim. Eğer bunun yorumu budur böyle böyle düşünüp açıklamak gerekir derseniz (müslümanlar için konuşuyorum) kitabınız iddia ettiğiniz gibi son derece açık ve anlaşılır değildir ve kişisel görüşlere göre istenilen yere çekilebilecek eksik bir kitaptır. Bu da onun kusursuz bir yaratıcıdan değil insan elinden çıkma olduğu sonucunu ortaya çıkarır.

  31. phineas gage’in olayı gerçekten ilgi çekici.. kişiliğimiz beynimizin pre-frontal korteksi tarafından biçimlendirilmektedir. demiryollarında çalışan bu gencin kafasını demir çubuk delince, pre-frontal korteks hasar görmüş ve ruhsal değişiklikler ortaya çıkmıştır.

    şuradan daha detaylı okuyabilirsiniz,

    http://tr.wikipedia.org/wiki/Phineas_Gage

    ruh felan yok görüldüğü gibi, bilgisayarın donanım-yazılım ilişkisi neyse, beynimiz ile kişiliğimiz arasındaki ilişkide o kadar.

  32. @süpheci melek …

    Uzun zamandır çelişki içinde idim.İnanılmaz bir şekılde benı aydınlattınız.Sitedeki yazılarınızı kitap haline getirmeyi düşünürmusunuz ? Kesinlikle benım gibi örümcek zihnıyettekılere gerçekleri göstermiş olursunuz ..

    • @Tolga, örümcek beyin sözü haksızlık olur, “konuya aşina olmayan” desek daha doğru olur.

  33. Bir canlı doğar,yumurtadan çıkar,yada bir bakteri gibi varolur,hepsinin ortak yanı ise kendilerinin haricinde bir güç tarafından ve onun takdir ettiği özellik,mekan ve zamanda oluştuğumuzdur,yeryüzünde amaçsızca yapılmış hiçbir canlıya faydası,zararı olmayan bir ürün gördünüzmü?,elbette yok hiçbir ürün amaçsızca üretilmez ve tasarlanmaz,belki hesap hatası yada teknik aksaklıklardan dolayı amacı dışında üretilmiş olabilir o kadar,kainat,evren,galaksi,samanyolu bilebildiğimiz varolan ve beş duyumuza hitap eden obje,nesne,simge,madde,materyal adını ne koyarsanız koyun hiçbiri boşu boşuna yaratılmamış ve bir boşluğu doldurmak için var değillerdir( yediklerimizden artakalanlar,buhar olup havaya karışan su,yaktığımız bir kağıt parçasının havaya ve toprağa karışan kalıntıları )da dahil adına tabiat yada doğa dediğimiz yaratıcının fizik ,kimya,matematik be birsürü bilimsel karışık yapının yaratıcı tarafından kanun yada çalışma şekilleri diyebileceğimiz aksiyonların kendi kendine oluşma ihtimali ( içinde hertürlü malzem bulunan bir fabrikada malzemelrin miktar ve niceliklerinin kendi kendine bir araya gelmesi yada ayrışması neticesiyle ortaya nasıl bir ürün yada canlı oluşu sizce!,kendinize bir bakın çeşitli maddelerden oluşan mükemmel bir tasarıma sahip vücudumuz kendi kendinemi tabiat yada doğa dediğimiz bir kanun silsilesindenmi var oldu,bir araç düşünün içinde sürücü yok ( heronlar yada benzeri robotlar hariç ) ki onlarıda uzaktan idare ediyorlar,işte musalla taşına konmuş bir cesette içinde ruh denilen sürücüsü olmadığından adı ceset oluyor,her araç sürücüsünün uyması gereken yasal yada fizik kuralları vardır ve uymayanlar belirlenmiş cezalarla uyarılırlar,sizin kullandığınız beden aracınızıda denetleyen ve gözetleyen mekanizmalar yokmu?.
    Çok özür dilerim ama siz beş duyunuza hapsolmuş ve özgürlüğü arayan maceraperest birisiniz !?,maceranız inanmadığınız noktayı bulduğunuzda (ölünce) bitecek zannediyorsunuz,evet buradaki maceranız bitip inanmadığınız yeni bir macera başlayacak,yaşarken bir rüyanın etkileri uyanınca geçer ama bitmeyen bir rüya sizi bekliyor,o zaman görmek istemediğiniz inkar ettiğiniz gerçeklerle nasıl yüzleşeceksiniz bunu sadece siz bileceksiniz,sizi kurtaracak bir bilimsel gerçekte olmayacak rüya olduğu için.!!!!!!!!!!!!

  34. Kulunu cehenneme neden sokuyor diyenler için bir backdoor vereyim,reankarnasyonun olduğunu ama açıklanmadığını varsayın cevabı bulacaksınız bence.

  35. Gerçekten çok açıklayıcı olmuş, aslında bu yazıyı geçen gün okumuştum fakat yorum yazmayı unutmuşum. Sitenizin trendine katkım olsun diye yazayım dedim. 🙂
    İyi Günler

  36. En küçük hücresine kadar insana benzetilmiş mükemmel bir robot düşünün. Yapay zekası da, hür iradesi de olabilir, hatta önden yüklenen verilere göre sevebilir, gerektiğinde affedebilir de, ama bu robot kendini bilebilir mi? Bende bir ben var diyebilir mi? Nedir o “ben” duygusu? Kendini aynada veya bir fotoğrafta tanımaktan öte bir histen bahsediyorum!

Leave a comment