Sünnet

Bu yazı erkek ve kadın cinsel organlarının ve hastalıklarının resimleri ve cerrahi müdahele videolarını içermektedir, linkerin bazılarında rahatsız edici görüntüler bulunmaktadır.

Sünnet, ya da daha spesifik olmak gerekirse çocukların cinsel organlarının genellikle gelenek ve dini sebeplerle cerrahi müdahelelerle değiştirilmesi işlemi, çok eski bir uygulamadır.

Tarihte bilinen en eski sünnet uygulaması eski Mısır krallıklarında görülür. Sünnet işleminin tüm Mısırlı erkeklere mi yoksa sadece kraliyet ailesi ve ruhban sınıfına mı yapıldığı tartışmalıdır. Ancak genel görüş İbranilerin zamanın en güçlü ve en gelişmiş devleti olan Mısır’ın uyguladığı bu işlemi (Mısırlılar yapıyorsa bilgelikten yapıyorlardır şeklinde bir mantıkla) alarak Museviliğe kattıklarıdır.

Vezir Ankhmahorun mezar taşındaki sünnet kabartması MÖ 2400

Vezir Ankhmahor'un mezar taşındaki sünnet kabartması MÖ 2400

Eski Ahit Yaratılış 17:10-14 arasında Tanrı İbrahim’e şöyle der :

10  ‹‹Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek.11  Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak. 12  Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek bu. 13  Evinizde doğan ya da satın aldığınız her çocuk kesinlikle sünnet edilecek. Bedeninizdeki bu belirti sonsuza dek sürecek antlaşmamın simgesi olacak. 14  Sünnet edilmemiş her erkek halkının arasından atılacak, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir.››

Hrıstiyanlıkta sünnet dinen gerekli olmasa da batı dünyasında özellikle 19.yy’dan sonra yeni doğan çocukların sünnet edilmesi yaygınlaşmıştır. Bunun sebeplerinden daha sonra bahsedeceğim. Bazı ortodoks Afrika kiliselerinde ise yaygın bir şekilde uygulanmaktadır.

İslam’da ise sünnet (hitan olarak da geçer) Kuran’da farz kılınmamış, ancak Peygamberin sünneti olduğu için gerekli görülmüştür.

Fasil : ZİNET BÖLÜMÜ
Konu : Ziynetle İlgili Çeşitli Meseleler
Ravi : Ebu Hüreyre
Hadis : Resulullah (sav) buyurdular ki: “Fıtrat beştir: sünnet olmak, etek traşı olmak, bıyığı kesmek, tırnakları kesmek, koltuk altını yolmak.”
HadisNo : 2147

Bu da kadın sünnetiyle (hafd) ilgili hadis :

Fasil : ZİNET BÖLÜMÜ
Konu : Ziynetle İlgili Çeşitli Meseleler
Ravi : Ümmü Atiyye
Hadis : Bir kadın Medine`de kızları sünnet ederdi. Resulullah (sav) (kadını çağırtarak) kendisine: “Derin kesme. Zira derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için de daha makbuldür” diye talimat verdi. (Rezin`in rivayetinde Resulullah şöyle buyurur: “Kızları sünnet ederken üstten kes, derin kesme, bu şekilde kesilmesi yüze daha çok parlaklık, kocaya daha çok haz verir.”)
HadisNo : 2153

Muhammed’in kendisinin sünnetli doğduğu ya da doğduktan 7 gün sonra dedesi tarafından sünnet ettirildiği rivayet olur (bk. İbn Haldun, Mukaddime, İstanbul 1970, II, s. 400; Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul 1972, I, 59).

Sünnet’in ortaya çıkışına dair bence en akla yatkın açıklama, bir tür kurban olduğudur. Aileler, çocuklarının tamamını kurban etmek yerine bir parçalarını kurban ederek Tanrıları onurlandırma yoluna gitmişlerdir. (Hitchens 2007).

WHO’nun tahminlerine göre dünya erkeklerinin 30%’u sünnetlidir ve bu erkeklerin 68%i Müslümandır.

Peki bu dini ve geleneğe dayanan endişeleri bir yana bırakarak sünneti sağlık açısından incelersek ne görürüz? Acaba sünnetin sağlık açısından bir yararı var mıdır? Zararları var mıdır, zararları yararlarıyla kıyaslandığında nasıl bir tablo ortaya çıkar?

Öncelikle sünnetin sağladığı iddia edilen sağlık faydalarını ele alalım. Şu site faydaları kısaca sıralamış. Ben biraz daha kısaltarak buraya aktarıyorum.

  • Fimozis (phimosis), parafimozis (paraphimosis) , balanit (balanitis), postit (posthitis) gibi hastalıklar sünnetle önlenmektedir. Sünnet olmayan kişilerde bu hastalıklara sünnet olanlara oranla 2.5 misli fazla rastlanmaktadır.
  • Prepisyum (sünnet derisi)’un kesilmesi bölgenin daha kolay temizlenmesini sağlamaktadır.
  • Üriner sistem enfeksiyonu (idrar yolları enfeksiyonu) sünnet olmayan çocuklarda daha sık görülmektedir.
  • Penis kanseri riski sünnet olan kişilerde düşüktür. Buna ek olarak penis kanseri olan erkeklerin eşlerinin serviksin yassı hücreli kanserine yakalanma sıklığı 3-8 misli fazladır.
  • Sünnet olmamış erkeklerin cinsel temasla geçen hastalıklara daha çok yakalandığı görülmektedir.

Bu iddiaları teker teker ele alalım.

  • Fimozis, ya da phimosis penisin ucundaki derinin normal gelişimini gösteremediği ve geriye doğru sıyrılamayacak kadar dar uçlu olduğu durumlara verilen isimdir. Daha önceleri bu sorun için sünnet olunması önerilse de günümüzde sünnetsiz erkekler için en yaygın tedavi 6 hafta kadar süren bir steroid kremi tedavisidir. Bu tedavi hem etkin hem de cerrahi müdaheleden çok daha ucuzdur.
  • Parafimozis ya da paraphimosis yine uç derisinin dar olduğu ancak geriye çekilebildiği fakat normal haline döndürlemediği durumlara verilen isimdir. Çoğu durumda elle müdahele ile deri yerine geçmektedir, ancak derinin yerine oturtulamaması ve bu durumun saatler sürmesi daha büyük problemlere yol açabilmektedir. Bu anomali sünnet gibi tüm uç derisini kesmeyi gerektirmeyen ufak bir müdaheleyle düzelebilmektedir.
  • Balanit ve postit (balanitis ve posthitis) sırasıyla penisin içerde kalan ucu (glans) ve uç derisinde oluşan ve bir çok sebebi olabilen (virus, bakteri, tahriş vs) iltihaplardır. Balanit’in sadece sünnetsiz erkeklerde görüldüğü geniş çaplı bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış bir şey değildir, araştırılan gruplar çok küçüktür ve balanit sünnetlilerde de görülebilmektedir. Sünnetlilerde balanit görülmesi daha nadirdir ancak balanitin tam sebepleri anlaşılmadan aradaki korelasyon nedensellik olarak görülmemelidir. Sünnetsiz çocuklarda risk 4%’ten fazla hesaplanmamıştır ve genellikle sünnetsiz çocukların yaşadığı Danimarkadaki bir araştırmada 9545 çocuğun hiç birisinde balanit görülmemiştir. Tedavi yöntemi antibiyotik merhemleridir. Sünnet gibi cerrahi müdaheleleri gerektirecek bir hastalık değildir.
  • Sünnet olmanın uç derisi civarının daha kolay temizlenmesini sağladığı iddiası artık eskimiş ve kabul görmeyen bir şehir efsanesidir. Sünnetin çöl gibi kumlu yerlerde yaşayan kişilerin penis hijyenini daha kolay yapmalarını sağlamak açısından faydalı olduğuna dair iddialar da pek sağlam dayanaklara sahip değildir. 1. ve 2. Dünya savaşları sırasında bu tür kumlu ve çöl iklimine sahip bölgelerde savaşan sünnetsiz askerlerin medikal kayıtlarını inceleyen doktorlar balanit, sünnet ya da benzeri müdahele gibi kayıtlara rastlamamışlardır.
  • Üriner sistem enfeksiyonları çocuklarda genellikle oral antibiyotik tedavisiyle çözülebilen bir hastalıktır.
  • Penis kanseri, çok nadir görülen bir kanser türüdür. Dünya ortalaması 100.000’de 1’dir. Hatta görülme sıklığı erkeklerdeki göğüs kanseri sıklığından bile azdır. Çoğunlukla 60lı yaşlardan sonra görülür. Sünnetli erkeklerde penis kanserine yakalanma sıklığının sünnetsizlere göre daha az olduğunu gösteren araştırmalar vardır, ancak diğer yandan geniş skalalı incelemelerde sünnetin yaygın olarak uygulanmadığı ülkelerle sünnetin yaygın olduğu ülkelerdeki penis kanseri oranları karşılaştırıldığında belirgin bir fark olmadığı görülmüştür. Bir diğer nokta penis kanserine neyin sebep olduğu tam olarak bilinmemektedir bu yüzden sünnet olmanın efektif bir penis kanseri önleme yöntemi olduğu tartışmalıdır. Penis kanseri sünnetli erkeklerde de görülebilmektedir. Alıntı yaptığım sitedeki Paraguay ve Türkiye karşılaştırmasında penis kanseri oranını etkileyebilecek belki bir milyon başka değişken vardır. İklim, beslenme alışkanlıkları, kıyafet alışkanlıkları, temizlik alışkanlıkları, ve daha bir dolu faktör burada sözkonusu olabilir ve bu karşılaştırma sağlıksız bir karşılaştırmadır. Amerika’da erkeklerin sünnet olma oranı 75%tir fakat sünnet olma oranı çok düşük olan (%2 civarı) Japonya, İsveç  ve Norveç ile karşılaştırıldığında 0.00001% olan penis kanserinin görülme oranında belirgin bir farklılık görülmemektedir.
  • Sünnetin cinsel yolla bulaşan hastalıkların bulaşmasını zorlaştırdığı iddiasına gelelim. Bu iddianın en sık dile getirilmiş hali sünnetli erkeklerin HIV yani AIDS’e yakalanma olasılıklarının düşük olduğudur. Bu konuya derinlemesine girmeyi gereksiz buluyorum zira AIDS ve bir çok başka cinsel hastalığı engellemenin çok daha basit ve ucuz bir yolu var. Adına prezervatif deniyor ve her markette, benzin istasyonunda ve eczanede bulunabiliyor. Ancak kısaca değinmek gerekirse araştırmalarda ortaya konan şey cinsel yolla bulaşan hastalıkları önlemek amacıyla doğan her erkek bebeğin sünnet edilmesinin meşru bir uygulama olmayacağı. Şurada daha fazla bilgi mevcut. Ben yine de eş seçiminde sorumluluk duygusuyla hareket etmek ve prezervatif gibi daha basit ve etkili çözümleri öneriyorum.

-Sünnet ve AIDS ile ilgili detaylı yazı için buraya tıklayınız.

  • Sünnetin potansiyel faydaları arasında gösterilen bir diğer şey de prostat kanseri oranının daha düşük olmasıdır. Ancak yine penis kanseri örneğindeki gibi prostat kanserine sebep olan tüm faktörler ele alınmadan sünnetin prostat kanserini engellediği sonucu çıkarılmamalıdır. Prostat kanseri Amerikada akciğer kanserinden sonra en çok ölüme sebep olan kanserdir. Aynı şey İngiltere’de de görülmektedir. İngiltere’de sünnet olan erkek oranı %6, Amerika’da ise 75% civarıdır.
  • Sünnetin Human Papilloma Virüsü ve rahim kanseriyle olan ilişkisine dair çalışmalar nihai değildir.

Peki sünnet olmanın zararları ya da riskleri nedir?

İlk risk sünnet operasyonu sırasında olabilecek problemlerdir. Bunlar kanamanın durmaması, enfeksiyon kapılması, anestezi sırasında oluşabilecek problemler ya da sünnetin yanlış yapılması durumunda geri döndürülemez zararlara sebep olması gibi aslında her ameliyatta mevcut olan risklerdir. Enfeksiyon tedavi edilemezse bebeğin ya da çocuğun ölümüne yol açabiliyor.

Burada ufak bir yan yola girerek size ilginç bulduğum bir sünnet yönteminden bahsetmek istiyorum.

Bazı koyu dindar Yahudi cemaatlerinde sünneti gerçekleştiren ve Mohel ismi verilen sünnetçi yarayı temizlemek için bebeğin (çoğu zaman 1 haftalıktır) penisini ağzına alarak emer. Bu yönteme Metzitzah b’peh ismi verilir. Bu yöntemle sünnet edilen bebeklerin bazılarında ölüme ya da beyinde hasara yol açan herpes (yetişkinlerde genital bölgede uçuklara sebep olan ancak bebeklerde ölümcül olabilen virütik bir hastalık) görülmüştür. 2006 yılında New York’ta bir bebeğin bu yöntemle sünnet edilmesi sonrasında ölümü epey yankı uyandırmıştır. Ancak oy kaygısı belediye başkanı Bloomberg’ün konuyla ilgili nihai karar vermesine engel olmuştur. Esas konumuza geri dönelim.

İleride ortaya çıkabilecek problemler arasında şunlar gösteriliyor :

  • Sünnet derisinin kesilmesi sonucunda açığa çıkan glansın bebek bezlerine veya külotlara sürtünmesi sonucu ortaya çıkabilen ve Meatal Stenosis adı verilen durumda penis ucundaki deliğin daralarak sidiğin çıkışını etkileyerek ağrıya ve bazen kanamaya sebep olan durumun tedavisi Meatotomy adı verilen bir cerrahi müdahele ile penis deliğinin alt kısmına kısa bir yarık açılmasıdır.
  • Ischuria adı verilen idrar yapma zorluğu. Bu hastalığın tedavisi penisin ucundan içeri bir tüp sokulması veya cerrahi müdaheledir.
  • Venous Statis adı verilen kanın damarlarda yavaş dolaşması ve kan pıhtılarının oluşma riskinin artması.
  • Gömülü penis ya da “saklı penis” ismi verilen ve penisin kasık yağının içerisinde gömülü olması durumu. Resimler. Sünnetten sonra görülebilen bir durumdur. Penis bu durumdayken normal işlevlerini yerine getirebilmektedir, ama tam çözüm cerrahi müdahele ile olmaktadır.
  • Yapışmalar. Vücudun herhangi bir yeri kesildiği zaman deri iyileşirken etraftaki deriye yapışır. Bazı durumlarda sünnet derisi iyileşirken penisin uç kısmına yapışırlar. Bu durumda tekrar cerrahi müdahele ile derinin daha fazla bir kısmı kesilerek çevre derisinin glansa değil penisin alt kısmına yapışarak iyileşmesi sağlanır.
  • Erektil bozukluklar. Penisin ereksiyon olması sırasında yaşanan sorunlar.

Özetle, benim buradan çıkardığım sonuç, sünnetin potansiyel zararlarının çözümü çoğu zaman cerrahi müdaheleden geçerken sünnet olmayanlarda görülme potansiyeli olan problemler çok daha basit yöntemlerle çözülebiliyor. Yani rutin bir şekilde çocukların sünnet edilmesi için meşru hiç bir sebep yok.

Bu görüşümü şöyle bir örnekle açıklayayım.

Penisin etrafındaki deriyi ileride sorun çıkarabilir endişesiyle bebekken ya da çocukken kesmek, ileride patlayabilir diye bebeklerin apandisini cerrahi müdaheleyle almak, şişebilir diye bademciklerini almak, ya da çürüyebilir diye dişlerini çekmeye benziyor. Bir çocuğun penisinde bir sorun varsa doktora götürüp sorunu çözmek, tıpkı çocuk ateşlenince doktora götürüp sorunu çözmeye benziyor ve gayet normal. Ancak ateşi olmayan bir çocuğu nasıl doktora götürüp “doktor bey oğlumun 10 sene sonra ateşi çıkabilir buna bir şey yapın” demiyorsak “ileride bu çocuk AIDS kapabilir, 60 yaşında penis kanseri olabilir” gibi sebeplerle götürüp gereksiz acı çektirmemize gerek yok.

Aşağıdaki video, bir bebeğin sünnet edilmesini gösteriyor. Sizden ricam, sesini açarak 5 buçuk dakika sabretmeniz ve videoyu baştan sona izlemeniz.

Video Youtube’da, tam linki : http://www.youtube.com/watch?feature=related&v=AwBCElbVkuY . Eğer Youtube’a k-tunnel gibi siteler aracılığıyla giriyorsanız “brownyman circumcision” anahtar kelimeleriyle aratırsanız videoyu izleyebilirsiniz.

Videonun tamamını izleyebilenleri tebrik ediyorum, ben 2. dakikadan sonrasını ancak sesini kısarak ve hızla ileri alarak izleyebildim. İşte hiç bir tıbbi dayanağı ve meşruiyeti olmayan ve aslında dini/sosyal/geleneksel endişelerden kaynağını alan “oldu da bitti maşallah” diyerek sanki ufak ve önemsiz bir şeymiş gibi gösterilen sünnet bu şekilde yapılıyor.

Bebeklerin yeni doğduklarında acıya daha dayanıklı oldukları, ya da acı hissetmedikleri hikayesi koskoca bir yalandır. Bebekler de çocuklar ve yetişkinler gibi acıya duyarlıdır. Ağrı kesiciler acıyı yoketmemektedir sadece azaltmaktadır. İyileşme sürecinde çocuk acı duymaya devam edecektir. Bir sonraki videoda Türkiye’den bir toplu sünnet töreninde acıyla çığlık atan çocuklar da bir önceki video gibi bu işin acısız sıkıntısız olduğunu söyleyenlerin yalanını ortaya koymaktadır.

Videonun tam linki : http://www.youtube.com/watch?v=QaFtcIrtbm0 , aramak için anahtar kelimeleri “The brutality of genital mutilation– male circumcision”.

Reşit olmayan, hatta kendilerine yapılacak bu sakatlamaya karşı bile koyamayan çocuklara bunu yapmak benim görüşümde çocuk istismarıdır.

Dini görüşlere geri dönelim.

Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen tasarımcı bir Tanrı’nın en sevdiği yaratıklarının üreme organlarını en iyi şekilde tasarlayacağını düşünmek çok da yanlış olmaz. Peki Tanrı niye hem erkeklerin hem de kızların cinsel organlarını en iyi şekilde yaratmamış da bu “düzeltme”yi insanlara bırakmış? Bu sorunun cevabı belli değil.

Kızlara yapılan sünnet, en az erkek sünneti kadar gaddarcadır. Kadın sünneti vajinanın dış kısmındaki organların kesilmesidir. İsmen Labia ve klitoris. Daha önce örnek verdiğim hadisten de anlaşılabileceği üzere İslam’da kadın sünneti yasaklanmamıştır, hatta hadiste Peygamber nasıl yapılması gerektiğine dair tavsiyede bulunmuştur. Allah vahiy yoluyla sünneti engellemediğine göre Peygamberin sünneti Allah’ın da rızasıdır. Bugün çoğunlukla Afrika’da çocuk yaştaki kızlar sünnet edilerek vajina ağızları sadece regl kanı ve idrarın geçebileceği bir delik bırakılacak şekilde dikilir. Bunun sebebi de genç kızların evlenene kadar herhangi bir deneyim yaşamasına engel olmaktır. Bununla beraber kızların sünnet edilmesi Yahudilik ve Hrıstiyanlıkta yoktur.

Bu da bizi daha önce bahsedeceğimi söylediğim Hrıstiyan dünyasındaki erkek sünnetine getiriyor. Hrıstiyan batı dünyasında erkek sünnetinin yaygınlaşmasının ana sebebi mastürbasyon ve cinsel ilişkiden alınan hazzı azaltarak ve çocukları masturbasyondan uzaklaştırarak insanların daha “ahlaklı” yaşamlar sürmesini sağlamaktır. Masturbasyon yapmanın deliliğe, körlüğe ve ileride iktidarsızlığa sebep olması; erkeklerde spermin sınırlı miktarda olması ve masturbasyonun bu rezervi boş yere bitiren ve erkeğin üreme şansını azaltan bir şey olduğu iddiaları yüzlerce yıl boyunca her yaştan erkeği psikolojik baskı altına alan yalanlar olarak tarihte yerlerini almışlardır. Erkeklerin penis ucundaki derinin sinir uçlarını barındırdığını ve alınan zevki artırdığını bilen 19.yy din adamları ve muhafazakar doktorları Yahudi geleneği olan sünnetin cinsel aktiviteyi hayat boyunca sınırlandırmak ve alınan hazzı azaltmak için çocukların sünnet edilmesinin sağlık yararları olduğu masallarını yıllarca tekrarladılar. Bugün bile 200 yıllık yalanları tekrar eden yobazlara ve onlara cevap vermek zorunda kalan doktorlara rastlamak mümkün.

Sünnetli okuyucuların bir çoğunun “ben sünnet oldum bende bir problem yok” diyeceklerini tahmin ediyorum. Onlara sorum çok basit: “bir problem olmadığını nereden biliyorsunuz?”. Kaç kişi sünnet olmadan önce orgazm olmuştur? Kaç kişi sünnet öncesi ve sonrasındaki orgazm hissiyatını hatırlayabilmektedir ve kıyaslama yapabilmektedir? Kesilen deri ucundaki sinirlerin alınan cinsel hazzı artırdığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Sizi muhtemelen iyi niyetle sünnet ettiren aileniz, hayatınızdaki en harika hislerden birinden alacağınız hazzı geri döndürülemeyecek şekilde azaltmışlardır. Kimbilir belki de erken boşalma sorunu yaşıyorsanız onun sorumlusu da aileleriniz olabilir.

Bu kısa araştırmanın sonucunda benim vardığım sonuç, ne erkek ne de kadın sünnetinin herhangi bir meşru tıbbi dayanağı olmadığı, sadece ilkel dini dayanaklara sahip olduğu ve hem çocuk istismarı olduğu hem de bireyin vücudunda onarılamayacak bir sakatlığa sebep olduğu için insan haklarına aykırı olduğu. Etik olan şey, sünnetin reşit olmayan kişilere yapılmaması ve insanların reşit olduktan sonra kendi kararlarını vererek istiyorlarsa bu müdaheleyi yaptırmalarıdır.

Ek bulgular : Konuyla ilgili güzel bir özet, hem de Türkçe olarak şu sayfada bulunabilir :

http://www.cirp.org/pages/parents/FAQ/index_tk.html

Güncelleme : Konuyla ilgili yazdığım 2. yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Televizyonda İmana Gelinir mi?

Kanal T isminde daha önce duymadığım bir kanalda yakında (1 Temmuz olarak geçiyor) bir yarışma programı başlayacağı haberleri görüyorum bir kaç gündür. Programın adı İmana Gel. Şuradaki habere göre 3 büyük din ve Budist bir rahip yarışmaya katılan 10 tane ateisti ikna etmeye ve dinlerine kazanmaya çalışacaklar.

Özel bir televizyon kanalında ‘kısa zamanda çok tartışma’ yaratacak bir yarışma programı başlıyor.
Bir Budist rahip, bir haham, bir papaz ve bir imam her hafta yapılacak olan yarışmada 10 ateisti ikna etmek için mücadele edecek. 
Seyhan Soylu’nun önderliğinde yapılacak “İmana Gel” adlı yarışmanın yapımcılığını Ayşe Önal, moderatörlüğünü ise Gülgün Feyman yürütecek. “Hem tartışalım hem de yarışalım” diyerek yola çıkılan görülmemiş yarışmanın amacı, 
“Bu dünyada ‘Tanrı, Allah, Rab’ ismine ne dersek diyelim, Yaradan’ın yanına herkesi ve her kesimi çekebilmek” diye belirtiliyor. 
Sizi yarışmaya davet etmek için de kanal şu çağrıyı yapıyor: 
“Dinleri iyi tanıyorum ama buna rağmen ‘İnanmıyorum’ diyorsanız, buyurun işi temsilcileriyle konuşun.  Hıristiyan, Musevi, Budist, Müslüman, Ateist… Bizce en önemlisi hepsi insan… Gelin hem tartışalım, hem de yarışalım… Bir de üzerine ödül kazanalım.”

Böyle bir yarışmanın Türkiye’de yayınlanması bence imkansız.

Düzelteyim, dürüstçe ve herhangi bir bit yeniği olmadan yayınlanması imkansız. Eğer amatör ve tanınmayan tiyatrocuları alır Samanyolu TV gibi düzmeceden imana getirirseniz o zaman kimsenin sesi çıkmaz. Ne de olsa 99%u Müslüman bir ülkede yaşıyoruz.

Merak ettiğim şey, acaba karşılarına dişli ve kafası çalışan ve de dinlerin eksik ve yanlış yanlarını bilen bir Ateist çıkar da milletin kafasında “acaba”lar oluşmaya başlarsa ne olacak? Zamanında Aziz Nesin’e yapmaya çalıştıkları gibi cadı avına çıkacak mı bonibon beyinliler? Ya da hayatını tehlikeye atacak kadar deli cesaretine sahip 10 tane ateisti nerden bulacaklar? O yarışmaya katılmak bir çok Ateist için sosyal intihar demek olacaktır.

Programın yapımcıları programın amacının inançsızları inançlılara dönüştürmek olduğunu söylemiş. Eğer durum buysa o zaman inanmak isteyen inançsızların yarışmaya katılarak yarışma sonunda dinlerden birini seçeceklerini tahmin etmek çok zor değil.

Diyanet açıklama yaparak programın zarar vereceğini, seçil(e)meyen dinlerin sanki yanlış dinmiş gibi bir izlenim doğuracağını söylemiş. Eğer ali cengiz oyunları olmazsa programın kime zarar vereceği bence açık.

Kaldı ki Diyanet işlerinin yardımıyla hazırlanan Din ve Ahlak Bilgisi derslerinde öğretilen şey diğer dinlerin yanlış, kitaplarının tahrife uğramış ve İslam dininin en son, en doğru ve tek hak din olduğu. Niye şimdi böyle “çevir kazı yanmasın” yapıyor anlamadım. Ah pardon, konuşan bir din adamı, elbette nabza göre şerbet verecek, ne kadar da dalgınım :).

Program yurt dışında da ilgi uyandırmış.

Yine de bu programın adı duyulmamış bir TV kanalının reklamını yapmak üzere uydurulduğu ve hiç bir zaman ekrana gelmeyeceğini düşünüyorum.

Aslında yarışmaya katılıp sonunda Budist olduğumu söyleyerek Tibet’e gidip gezme fikri fena görünmüyor 🙂 Ya da Vatikan. İtalyan mutfağını hep sevmişimdir.

Hürriyet gazetesinde Herbalife reklamı

Herbalife ile ilgili ilk yazalı bir kaç ay oldu ve o kadar tepki (ve destek) gelmesine rağmen yazıdaki herhangi bir şeyi tekzip henüz etmedim. Bir önceki yazının yorumlarına baktığımızda gördüğümüz şey Herbalife eğitimlerinde ezberletilen resmi şirket söylemleri ve yalanlarının tekrarı sadece. Yani daha önceki yazıda yazdıklarım henüz yanlışlanmış değil.

Geçtiğimiz haftalarda Herbalife’ı konu alan bir haberi Hürriyet gazetesinde okudum. Haberin yazarı Demet Cengiz Bilgin. Üzülerek gördüğüm şey, halka doğru bilgileri vermekle sorumlu olan bir basın çalışanının neredeyse Herbalife reklamcısı gibi şirketin tüm palavralarını yazısında aktarmasıydı.

Annesi için formül geliştirdi otomobilinden 70 ülkeye yayıldı

MARK Hughes, obez annesini zayıflatmak için çıktığı yola 1980 yılında Herbalife’ı kurarak devam etti. Mark Hughes’in annesi fazla kilolarını vermek için onlarca yöntem denemiş en sonunda vazgeçmişti. Oğlu Mark Hughes, annesini zayıflatan formülü, otomobilinin arkasında satmaya başladı.

Bu resmi Herbalife hikayesi, ancak Mark Hughes’un annesinin aşırı şişman olduğu hikayesi, annesinin ölümüyle ortaya çıkan gerçeklerle örtüşmüyor. Mark Hughes’un annesi Jo Ann Hughes 1975’te Darvon isimli ağrıkesiciyle aşırı dozdan öldü. Herbalife’ın resmi hikayesindeki “zayıflama ilaçları” yüzünden değil.

Hayatı değişenler

Distribütör olmanın kolaylığına dikkat çeken Roberts, pek çok başarı kazanmış distribütörün önce part-time daha sonra ise full-time çalıştığını söyledi. Roberts, büyük başarı kazanan bazı distribütörleri şöyle sıraladı:
Meksika’dan ABD’ye kaçak gelmiş bir kadını, kocası terk edip gitmiş. Üç çocukla kalakalmış. Temizlikçi olarak çalışırken otobüs durağında Herbalife’ı duyuyor. Şimdi temizliğe gittiği evlerden birinde oturuyor.
Bolivya’da kocası Microsoft’ta yönetici olan bir kadın o kadar başarılı oldu ki, kocası da ona katıldı.
Sisteme part-time olarak giren öğretmen, tam zamanlı iş olarak yapmaya başladı. Şimdi deniz kıyısında çok övündüğü bir eve sahip.
En iyi distribütörlerimizden biri Cambridge mezunu bir avukat.
1988’de iflas eden bir emlakçı, eski ünlü bir squash oyuncusu da en iyi distribütörlerimizden.

Hiç bir şekilde doğruluğu sınanamayacak iddialar. İnternette her Herbalife başarı öyküsüne karşılık en az bir o kadar başarısızlık öyküsü bulmak mümkün.

Herbalife ile gerçekten para kazanma ihtimali, anlatılandan çok daha düşük. Köşe başlarından birini tutmuyorsanız işiniz çok zor. Normal bir işe girip o kadar gayret gösterseniz kısa sürede yükselirsiniz.

Çok uzatmak istemiyorum, daha fazla bilgi ilk yazımda mevcut. Bu konuyu tekrar açmamın sebebi Türkiye’nin en büyük günlük gazetelerinden birisinde bu şaibeli şirketin tam sayfa reklamının habermiş gibi gösterilmesi. Türkiye’de Medyanın güvenilirliği zaten tartışmalı, ancak bu tür haberler insanların paralarını ve sağlıklarını kaybetmelerine sebep olabileceği için diğer haberlerden daha zararlı. Haberin yazarı Demet Cengiz Bilgin’in bir dahaki sefere eline tutuşturulan broşürlerden haber yapmak yerine gerçek bir gazeteci gibi davranıp 30 dakikasını ayırıp araştırmasını umuyorum.

Doğadaki en başarılı taklitçi : Lirkuşu

Sir David Attenborough’un sunduğu ve BBC’de yayınlanan Life Of Birds belgeselinde gösterilen bir kuşa dair kısa bir videoyu paylaşmak istiyorum. Lirkuşu ya da İngilizce adıyla Lyrebird isimli kuşun başarılı taklidini izleyeceğiz. Kuş dişileri etkilemek için diğer kuşların ötüşünü taklit ediyor. Bu konuda o kadar başarılı ki, duyduğu bir çok şeyi ustalıkla taklit ediyor. Video 1 dakika, Youtube’da

Proxy kullanıp izlemek isteyenler için tam adres : http://www.youtube.com/watch?v=KOFy8QkNWWs&feature=related

Makinedeki Hayalet : İnsan Ruhu

Bir çok dinin temelinde, “dualizm” fikri vardır. Bu düşünceye göre beden ve ruh iki ayrı şeydir. Bedenimizi hareket ettirip, bizi biz yapan hemen her şeyimizin – kişiliğimiz, bilincimiz, özgür irademiz, fikirlerimiz, hislerimiz, anılarımız – kaynağı olarak “ruh”umuz gösterilir. Dinlerin bir çoğunda ruhumuzun vücudun ölümünden sonra da varlığını sürdürdüğü ve yaşam boyunca yaptığımız işlere göre yargılanıp ona göre ödül ya da ceza alacağımız fikri görülebilmektedir.

İnsan ruhu, varlığına dair kanıt olmayan diğer iddialar gibidir. Hatta, burada kısaca ele alacağım üzere ruh olarak bilinen şeyin nedensel ve fiziksel sebeplerinin varlığına dair sağlam kanıtlar bulunmaktadır. Burada kaçınılmaz olarak vardığım sonuç akıl (bilinç-kişilik vs hepsini kapsadığını düşündüğüm kelime) ve beynin ayrılmaz bir bütün olduğu ve aklın beynin aktiviteleri sonucunda meydana gelen şey olduğu.

Yazının bu kısmından sonrasında “beyin” derken “insan beynini”, “akıl” derken de “kişiliğimiz, bilincimiz, özgür irademiz, fikirlerimiz, hislerimiz, anılarımız” gibi ruhumuza atfedilen özellikleri kastediyorum.

Bir çok doğaüstü iddianın aksine, “ruh” kavramı test edilebilir bir kavramdır. Eğer ruh, beyindeki elektro-kimyasal olaylardan oluşan bir ürün değilse ve beyinden ayrı bir şeyse, o zaman ruh olarak bilinen şeylerin beyinden ayrı gözlenebilmesi gereklidir. Diğer bir deyişle, beyin ve ruh birbirinden bağımsız şeylerse, o zaman beyinde meydana gelen değişikliklerin ruhu ve ruhun kontrolünde olan şeyleri etkilememesi gereklidir.

Bu iddiayı sınamak kısa sayılabilecek bir süre öncesine kadar çok da kolay bir iş değildi. CAT, PET, MRI gibi yaşayan bir beynin aktivitelerini gözlemleyebilen cihazları icadı sayesinde bugün doktorlar insanların beyinlerinin nasıl çalıştığını çok daha iyi açıklayabilmektedir. Nöroloji bilimi geliştikçe ortaya çıkan bir temel gerçek, aklın herhangi bir beyin fonksiyonuna bağlı olmayan hiç bir öğesi olmadığıdır. Diğer bir deyişle, akıl olarak bildiğimiz her türlü bilgi, hareket ve hissiyatın fiziksel beyinde bir yansıması gözlemlenebilmektedir.

Ruh nerede saklanıyor?

Beyinin üstten görünüşü

Beyinin üstten görünüşü

Beynin şekli bir çok insana tanıdık gelecektir. Bu şekildeki üstte görülen gri kısıma Cerebrum (serebrum) adı veriliyor ve beynin 80%lik kısmını oluşturan bu kısım bilinçli düşüncelerin bir çoğundan sorumlu kısım budur. Cerebrum sol ve sağ yarıküre olmak üzere ikiye ayrılır. Bu iki kısım birbirinin ayna görüntüsü gibi simetriktir. Ancak fonksiyon açısından aralarında  ufak farklar vardır. Örneğin sol taraf genellikle konuşmayı kontrol eder. Bununla beraber genellikle iki yarıküre de benzer işleri yapar. Her iki taraf da, vücudun bir tarafındaki motor fonksiyonları kontrol eder. Yani sol kolunuzu kaldırdığınız zaman bunu kontrol eden şey, beynin sağ tarafıdır.

Her beyin yarı küresi kendi içinde 4 kısma ayrılır : ön lob, temporal lob, occipital lob ve parietal lob olmak üzere. Basitçe söylemek gerekirse, occipital lob beynin arka tarafında, temporal lob altta, ön lob adı üstünde önde ve parietal lob da üst kısımda bulunur. (Austin 1998, s. 150).

Her lobun farklı görevleri vardır. Örneğin temporal lob hafıza, duyma, duygusal tepkiler ve konuşma üzerinde etkili fonksiyonları kontrol eder. Occipital lob çoğunlukla görme duyusuyla ilgili fonksiyonları kontrol ederken parietal loblar diğer duyulardan -özellikle dokunma duyusu- gelen bilgileri işler . Ön loblar da genellikle bilincimizle ilgili şeyleri kontrol eden lobdur. Yani karar verme, planlama, düşünme, hareket, dikkat, (istenmeyen hareketleri) engelleme vs gibi şeyleri kontrol eden lob ön lobdur.

Bu temel yapıyı gördükten sonra beyin fonksiyonlarını daha detaylı olarak ele alabiliriz. Örneğin “Broca” bölgesi denilen ve genellikle sol ön lobda olan bölge (solaklarda sağ tarafta olabiliyor) konuşmamızı sağlar. Bu bölge bir şekilde zarar gördüğü zaman, dilsizliğe sebep olur. Kişi konuşmaları anlayabilir ancak kendisi konuşamaz. Bu bölgeye yakın bir bölge olan Wernicke bölgesi, sol temporal lobda bulunur ve onun görevi konuşmaları anlamak ve kelimelerin seslerini hafızada tutmaktır. Bu bölgedeki hasar, Wernicke afazisi ismi verilen duruma neden olur ve kişi konuşmayla ilgili hiç bir şeyi tanıyamamaya başlar. Kişi kelimelerin nasıl duyulması gerektiğini unuttuğu için kendi konuşmasıyla ilgili bir problem olduğunun farkında değildir ve diğer insanların kendisini anlamamasına şaşırır. Kişinin konuştuğu dil yabancı bir dil gibi algılansa da aslında anlamsız gevelemelerdir. (Heilman 2002, s. 4).

Beynin sol yarıküresindeki diğer bölgeler de iletişimi sağlarlar. Sol angüler gyrus kelimelerin nasıl yazıldıklarını hatırlar, ve supramarjinal gyrus konuşma seslerini harflere dönüştürür. (Heilman 2002, s. 49). Bu bölgelerin hasara uğraması durumunda yazı yazma ya da okuma yetisi kaybolur/bozulur.  Örneğin yazabilmesine rağmen okuyamayan kişiler (alexia hastaları) bulunmaktadır. Sol angular gyrus ayrıca matematik yeteneğimizi de kontrol etmektedir. Bu bölgeye gelen hasar sonucunda insanlar en basit hesaplamaları yapamamaya başlamaktadır. Sol yarı küredeki konuşma bölgesine gelen ağır hasar global afazi adı verilen ve ileride bahsedeceğimiz iletişim kurma yetisinin bozulmasına sebep olur. (Ramachandran 1998, s. 19).

Hislerimiz de beynin fonksiyonlarına bağlıdır. Sol yarıküre pozitif hisleri kontrol ederken sağ yarıküre negatif hisleri kontrol etmektedir. Sol lobları hasara uğrayan kişiler çoğunlukla ağır depresyona girerler (zira sağ yarıküre çalışmaya devam etmektedir). Tersi olunca da kişiler kaygısız ya da sürekli mutlu olabilmektedir. Amygdala ismi verilen bölgenin elektrikle uyarılması şiddetli korku haline sebep olmakta (Heilman 2002, s. 74), insular korteks ismi verilen bölgenin uyarılması da kişide tiksinme ve iğrenme hissi yaratmaktadır(Glausiusz 2002, s. 33). Septum adı verilen kısmın elektrikle uyarılması zevk hissi yaratır ve depresyon halinden iyimserliğe geçişe sebep olmaktadır  (Austin 1998, s. 170).

Hippocampus adı verilen bölge, yeni hatıraların oluşturulmasından sorumludur. Bu kısma gelen bir hasar kişinin yeni bilgileri saklayamamasına sebep olur (Heilman 2002, s. 150). Memento isimli filmdekine benzer bir durum yani.

Peki “ruh” beynin neresindedir? Eğer tüm bu fonksiyonlar, düşünceler ve hisler beyindeki belli bölgelerin kontrol ettiği ve fiziksel olaylara bağlı şeylerse “ruh” nerede devreye girer?

Beynin fonksiyonlarını inceleyen bilim adamları, bir çok fonksiyonu ve özelliğini öğrendikleri beyinde “ruh”a atfedilen şeylere ait olabilecek herhangi bir bölgeye rastlamadıkları gibi daha önce ruh’a atfedilen hemen her şeyin beyindeki ilgili bölgesini keşfetmiş durumdalar.

Bu beynin muhteşem olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, beynimiz bilinen evrendeki en karmaşık yapı. Ortalama bir insan beyni 100 milyardan fazla nöronun yüzlerce trilyon sinaps‘le birbirine bağlanmasından oluşur. Bu sistem o kadar karmaşıktır ki, teorik olarak mümkün olan beynin hallerinin sayısı evrende var olan temel partiküllerin sayısından fazladır (Ramachandran 1998, s. 8).  Beynin hesap gücü saniyede 10 trilyonla 10 kuadrilyon (1 kuadrilyon=1000 trilyon) arası olarak tahmin edilmektedir (Merkle 1989). Karşılaştırma yapmak istersek dünyadaki en güçlü süperbilgisayar IBM’in Blue Gene süperbilgisayarıdır ve saniyede 500 trilyon işlem yapabilmektedir.

Ancak yazıyı burada bitirmek yerine bir kaç örnek vererek argümanı sağlamlaştırmak istiyorum.

Beyin ve aklın tekliği

Ruh ne işe yarar?

Dinler, öldükten sonra ruhlara ne olduğuna dair bolca öngörülerde bulunurlar, ancak ruhun yaşayanlar için ne işe yaradığını detaylıca ele alan kaynak azdır. İslam dininin ruhlara dair görüşünü çok derine inmeden ele alan şu yazıyı referans olarak göstermek istiyorum. Diğer büyük dinlerin görüşü de çok farklı değildir. Bu yazıya göre ruhun işlevi/tanımı :

-kişinin “ben” olarak tanımladığı şeydir.
-vücut tamamen değişse (hücrelerin bir kaç yılda bir tamamen yenilenmesi) bile aynı kalan şeydir
-konuştuğumuz, istediğimiz şeylerin, fikirlerimizin kaynağıdır
-motor işlevlerin (yürümek vs) kaynağını aldığı yerdir
-canlılığı devam ettiren şeydir,
-canlı ile ölü arasındaki farktır : insan ölünce vücudu korunmaktadır ancak canlı değildir
-kalbin atması gibi küçük ve bilincinde olmadığımız bir çok olayı kontrol eden ve hatasız devamlılığını sağlayan şeydir
-beyin fonksiyonları kontrol eder, peki beyni ne kontrol eder? Beyni kontrol eden şey ruhtur.

Alıntı :
Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür… Bedende bulunduğu sürece bedene muhtaçtır. Faaliyetleri bedenle sınırlıdır. Ölüm, onun beden zindanından kurtulup, hürriyetine kavuşmasıdır. O zaman bedene ihtiyacı kalmaz. Gözsüz görür, kulaksız işitir, beyinsiz düşünür. Mahşere kadar bedensiz bekler. Ahirette yeniden ve yeni bir bedene kavuşur

Ruh’un ölümden sonra “öteki dünya”ya gidip yargılanmasından hareketle, ruhun aslında dünyadaki bilincin bir devamı olduğu sonucu çıkarılabilir.

Eğer “ben” olarak düşündüğüm şey aslında ruh ise, beni olduğum kişi yapan şey ruhum ise, o zaman ruh hayatım boyunca yaptığım şeylerden sorumlu olan şeydir. Eğer dualist-ikilikci görüş (beden ve ruhun iki ayrı şey olduğu görüşü) doğruysa ruh, hayatım boyunca gösterdiğim tüm davranışlardan, tüm kişilik özelliklerimden sorumlu şeydir.

Benim görüşümde, bu iddia yanlıştır. Düşünceler, kişilik, kimlik ve davranışlar beyinden ayrı düşünülebilecek şeyler değildir. Kanıtlar, davranışlar ve kişiliğin tamamen beynin fiziksel durumuna bağlı olduğunu göstermektedir. Yazının ilerleyen kısımlarında beynin davranışlar ve kişiliği doğrudan kontrol ettiğini göstereceğim.

Beyin ve aklın tek olması, Teist inancın yanlış olduğuna en büyük kanıtlardandır diye düşünüyorum. Yoksa niye ölümsüz ruh, hatalı ve zayıf biyolojiye bağlı olsun ki? Eğer adil bir Tanrı varsa ve ruhu günahlarından ötürü cezalandırıyorsa (ya da iyiliklerinden ötürü ödüllendirebiliyorsa) niye “ruh”un beyinde meydana gelen ve üstünde herhangi bir kontrolü olmayan genetik, kimyasal ya da diğer faktörlerden etkilenmesine izin veriyor? Eğer Tanrı, dinlerin söylediği gibi adilse ve ruh, “özgür irade”ye dayalı davranışlar sonucunda değerlendirilecekse niye “özgür irade”yle ilgisi olmayan biyolojik olaylar ruhu etkileyebiliyor? Ya da gerçekten özgür irade diye bir şey mümkün mü?

Kanıtlar, ruhla iddiaları çürütür niteliktedir. Kişiliğimizin ve davranışlarımızın beyinden ayrı olmadığı ve beyindeki değişikliklerden etkilendiklerine dair kanıtlar görmezden gelinemeyecek kadar çoktur.

Kimliğin birliği

  • Hafıza problemleri

1950’lerde Henry M olarak bilinen hasta, epilepsi krizlerinden kurtulmak üzere ameliyat olur ve temporal loblarından alınan parçaların hippocampus’üne hasar vermesi sonucunda yeni hatıralar oluşturma yetisini kaybeder. Yani ameliyata girdiği günkü hatıraları neyse, hayatının geri kalanında aynı hatıralardan farklı bir şey hatırlayamayacaktır. Bu olay, hippocampus’ün uzun süreli hafızayı yönettiğini göstermiştir. Henry kısa süreli hafıza ve öğrenilmiş uzun süreli beceri hafızasını (bisiklete binmek gibi) kaybetmemiştir ancak 10 dakika önce olan bir şeyi hatırlamamaktadır (Heilman 2002, s. 149-150).

Benzer şekilde hippocampus’u zarar gören insanların yeni hatıraları oluşamamaktadır. Bir nevi “pause-dondur” düğmesine basılı gibi, tarihteki belli bir noktadan öteye gidememektedirler. Bu insanların “ruh”larına ne olmuştur? Hatıralar olmadan insanların kişilikleri (dolayısıyla ruhları) tamamen değişmiş oluyor. Beyinde meydana gelen fiziksel değişikliklerin kişiliğe olan etkisi materyalist görüşle uygunluk gösterirken dualist görüşe ters düşmektedir.

  • Corpus callosum’un kopması

Ruh’un iki önemli özelliği vardır. Uzayda devamlılık gösterir (her bedende tek bir ruh vardır) ve zamanda devamlılık gösterir (her bedenin yaşam boyunca tek bir bilinci vardır). Eğer bir vücudu kontrol etmeye çalışan birden fazla ruh varsa  ya da yaşlı insanların gençken işledikleri günahlar için sorumlu tutulacaksa adil bir yargılama zor olurdu. Elbette dinler bu ikinci problem için tövbe ya da günah çıkarma gibi çözümler sunarlar. Ancak anlatmak istediğim şey biraz farklı.

Beyindeki Corpus Callosum adı verilen ve beynin iki yarı küresini birbirine bağlayan sinirler (kaza, tümör, epilepsi krizlerini önleme amaçlı ameliyat gibi sebeplerle) hasar gördüğünde ilginç bir etki ortaya çıkmaktadır.  Daha önce söylediğim gibi beynin her yarı küresi, ters taraftaki duyulardan bilgi almaktadır. Ayrıca her yarı kürenin kendine has görevleri vardır. Sag yarıküre sol elden gelen bilgileri toplarken sol yarı küre sağ elden gelenleri toplar, ve sol yarı küre çoğunlukla konuşma becerisinin tamamını kontrol eder. Yani sol elinizle tuttuğunuz bir şeyin ne olduğunu söyleyebilmeniz için, bilginin sağ beyin yarı küresine gelip, oradan corpus callosum sinirleriyle sol tarafa geçip konuşmayı kontrol eden bölgeye ulaşıp konuşmaya dönüşmesi gereklidir.

Corpus callosum’un kesilmesi durumunda ise meydana gelen şey gerçekten ilginçtir. Yapılan deneylerde tekrar tekrar ortaya konduğu şekliyle, corpus callosum’u kesilmiş ve gözleri bağlanmış hastanın sol eline konan bir cismi, hasta tarif edememektedir (Heilman 2002, s. 128). Çünkü sol elden gelen ve sağ beyne giden bilgi, sol tarafa geçememektedir. Fakat hasta, sol eline konan cismi aynı eliyle kağıda çizebilmektedir, ya da belli bir cismi, ona benzeyen diğer cisimlerden ayırabilmektedir. Ancak bu sinirlerin kopmasının daha da önemli bir etkisi vardır.

Beynin sağ tarafı bazı hisleri de kontrol eder. Güçlü duygusal tepkilere sebep olacak bir resim sadece sol gözün göreceği şekilde gösterildiğinde, bilgi sağ yarı küreye gider ve ilgili his oluşur. Ancak kişiye o duyguların niye oluştuğu sorulduğunda, mantıklı ancak ilgisiz bir cevap verirler. Örnek olarak Hitler’in bir resmi gösterilen hasta, kızgınlık ve tiksinme belirtileri gösterebilir, ancak nedeni sorulduğunda “birisinin beni kızdırdığı bir an aklıma geldi” şeklinde mantıklı ancak ilgisiz bir cevap vermektedirler. Çünkü sağ tarafta oluşan hissin sebebi sol taraftaki konuşma bölgesine iletilememektedir. (Newberg and D’Aquili 2001, s. 23)

Hissiyatın oluşması için gereken yolda (sol göz-beynin sağ tarafı) bir bozukluk yok, ancak hissiyatın sebebinin konuşma yoluyla aktarılması sürecinde kopukluk olduğu için kişi bir cevap icat ediyor (ufak bir yalan söylüyor). Sol yarı küre, vücuttaki değişimi (oluşan duygusal tepki) farkediyor ancak nedenini bilmediği için kişi farkına bile varmadan aradaki boşlukları doldurarak bir cevap yaratıyor. Yani kişi yalan söylediğinden habersiz.

Benzer bir örnek daha inceleyelim. Bu durumdaki hastalarda sağ beyin yarı küresi konuşmayla ilgili becerileri kullanamasa da, dokunarak tahtadan oyulmuş harfleri tanıyabilmektedir. Gönlünde yatan meslek sorulan hastaya hem cevabı söylemesi hem de sol eliyle önündeki tahta harflerle mesleği yazması söyleniyor. Hasta “marangoz” derken, sol eliyle seçip dizdiği harfler “araba yarışçısı” cevabını veriyor.

Peki bu niye önemli? Bu deneyler ortaya koyuyor ki, corpus callosum’u hasarlı kişilerin sağ ve sol beyin yarı küreleri birbirinden farklı bilgilere sahip oluyorlar. Bir nevi ikinci bir bilinç oluşmuş oluyor.

Açıkça görülüyor ki beyinlerin yarı küreleri arasındaki iletişimin kopması, bazı durumlarda ikincil bir bilince yol açıyor. Eğer bir vücutta tek bir ruh varsa, beyinde meydana gelen bu fiziksel değişikliğin birden fazla bilince yol açması nasıl açıklanabilir? Eğer ruh’un bir kısmı ne olup bittiğini biliyorsa, o zaman tamamının bilmesi gereklidir. Eğer ruh’un bir kısmı bir şeye inanıyorsa, o zaman tamamının inanması gereklidir. “Yarım porsiyon ruh” diye bir şey olamayacağına göre ve ruh’un beyindeki sinirlerin kesilmesiyle ikiye ayrılacağını düşünmek ruh’un anlatılan doğasına aykırı olduğu düşünülürse, Ruh hipotezi bu durumu açıklamakta yetersiz kalıyor.

  • “Yabancı el” sendromu

Eğer Stanley Kubrick’in yönettiği ve Peter Sellers’ın oynadığı Dr Strangelove filmini izlemişseniz, doktorun siyah eldivenli ve kendi kendine hareket eden ve zaman zaman doktoru boğmaya çalışan ya da Nazi selamı veren elini hatırlarsınız. Bu sahne bize komik gelse de, bu gerçek bir hastalıktır ve literatürde, istemsizce hareket eden ve sahibine zarar vermeye çalışan ellere, “yabancı el sendromu” ismi verilmiştir.

Bu hastalığın sebebi, genellikle negatif ve depresif düşüncelerin kaynağı olan sağ yarıkürenin kontrol ettiği sol elin, corpus callosum’un zarar görmesi sonucunda engelleyici bir gücün (beynin sol tarafındaki olumlu düşüncelerin kaynağının etkisi) eksiliği neticesinde istemsiz hareket etmesidir. Bir nevi beynin karanlık sağ tarafının, bilincimiz ve konuşma merkezimiz olan sol tarafına bağlantısı kesilmesi sonucunda kişinin farkında olmadığı depresif sorunlarının sol el vasıtasıyla ortaya çıkması sözkonusudur. Konuşmayı kontrol eden bölgeye ulaşıp derdini anlatamayan sağ yarıküredeki problem o kadar büyür ki problem sol elin hareketlerine yansır. Normalde sağ tarafın sol tarafa ulaşmakta bir problemi olmadığından insanların bir çoğu sağ ve sol yarıküreleri ayrı olarak düşünmez, tek bir şeymiş gibi görürler. Bu yüzden de kendi başına hareket eden elin kaynağının sağ beyin olduğu fikri inanması güç gelir.

Bu hastalık, beynin ön loblarında oluşan hasar sonucunda her iki elde de görülebilmeye başlasa da, corpus callosum hasarı her zaman sol ele etki eder. Görülen hareketler arasında sol elin telefona bakıp ahizeyi vermek istememesi, eşyaları rasgele fırlatması, içecekleri dökmesi sayılmaktadır. Bazı durumlarda şiddet gözlemlenebilmektedir. Kişinin kendisine ya da başkalarına zarar vermeye çalışan “yabancı sol el” vakaları kayda geçmiştir. Bunlar arasında boğmaya çalışma, bıçak ya da baltayla saldırma gibi şeyler vardır.

Eğer bu durumdaki bir hastanın kontrolü kaybedip birisine zarar vermesi olasılığını düşünürsek burada suçlu ve günah işleyen kimdir? Ruh sadece sol tarafımızda mıdır? Yoksa esas ruh sağ taraftaki kötü şeyler düşünen ve cehennemlik olan ruh mudur? Yoksa ruh, beyinde meyadana gelen hasar sonucunda iyi ve kötü olarak ikiye mi ayrılmaktadır?

  • Felç ve yadsıma

Felç geçiren hastalar, genellikle felç geçirdikten sonra hareket etmeyen uzuvlarını hareket ettirebildiklerini düşünürler. Bir yanı felçli hastaya alkışlaması söylendiğinde tek elini alkış tutuyormuş gibi saga sola sallaması, ve herhangi bir hastalığı olduğunu kabul etmemesi (daha doğrusu bilinçli olarak bu durumu anlayamaması) durumuna anosognosia (Yunanca’dan “hastalıktan habersiz olma”) ismi verilmektedir. Bunu gerçeği kabullenemeyen birisinin psikolojik savunma mekanizması olarak görmek mümkündür. Ancak kanıtlar aksi yönde bir duruma işaret etmektedir.

Kalp krizi sonucunda bir yanları felç olan hastalar, genellikle felç harici diğer sağlık sorunlarını kabul ederler. Örneğin bir yanı felçli hastaya “eğer ayakkabılarını bağlarsan sana şeker vereceğim” diyen doktora hasta “doktor, diabetik olduğumu ve şeker yiyemeyeceğimi biliyorsunuz” gibi bir cevap vermektedir. Daha da önemlisi, bu yadsıma hali daha çok vücudunun sol tarafı felçli olan hastalarda görülmektedir. Diğer bir deyişle, vücutlarının sağ tarafı felç geçiren ve psikolojik savunma mekanizmasına en az felç olduğunu yadsıyanlar kadar ihtiyacı olan hastalar felç durumunu çoğunlukla kabul etmektedirler. Beynin belli bir bölgesindeki hasar ve yadsıma arasındaki bu ilişki, hasar gören bölgede vücudun beyindeki resminin güncellenmesiyle ilgili bir görev yürütüldüğünü göstermektedir. Yani beyin, vücudun o anki durumu hakkında eski bilgilere sahiptir ve güncelleme (felç olunduğu bilgisi) beyindeki hasar sebebiyle gerçekleşememektedir.

Ancak çok daha önemli bir kanıt var ki, hem dualizm hem de Freud’un savunma mekanizması teorisini çürütmektedir.

Bu sorundan muzdarip hastaların denge duyularını kontrol etmek amacıyla kulaklarına soğuk su sıkılması sonucunda hastanın yadsıma hali geçtiği bildirilmiştir. Daha önce felçli olduğunu kabul etmeyen hastanın kulağına soğuk su sıkılması sonucunda hasta bir anda felçli olduğunu kabul ettiği gibi, kendini yeni felç olmuş gibi görmemekte, uzun süredir felçli olduğunu kabul etmektedir. (Ramachandran 1998)

Soguk suyun etkisi geçince ise daha da ilginç bir şey olumakta ve hasta, soğuk su sıkıldıktan sonra felç olduğunu kabul ettiğini hatırlamamaktadır. Daha önceki felç durumu sorulduğunda kabul etmemektedir. Yani beyin, o anki gelen bilgiye göre geçmişe dair senaryoyu baştan yazıyor gibi düşünebiliriz.

Bazen bu yadsıma hali kendiliğinden geçer. Bu durumda da hasta, aynı soguk su deneyinde olduğu gibi yadsıma dönemini hatırlamamaktadır. Senaryo tekrar yazılmakta ve hatıralar ona göre şekillenmektedir.

Peki, hastanın ikiye bölünerek bir yarının felcin farkında olması ve diğer yarının felçten tamamen habersiz olması ve bu iki bilincin zaman zaman yer değiştirerek yüzeye çıkması nasıl açıklanabilir? Freud’un savunma mekanizmaları burada geçerli açıklama değil. Teistik Ruh inancı da öyle. Eğer ölümden sonraki yaşamda ruhumuz yaşamımızı hatırlayacak şekilde hatıralarımızı saklayabiliyorsa, o zaman nasıl kulağa kaçan soğuk su gibi ufak bir şey bu hatıraları etkileyebiliyor? Eğer bedendeki bir arızanın ruha sağlıklı bilgi gitmesine engel olduğunu düşünüyorsanız tekrar düşünün, zira bu hastaların hemen hepsi bir taraflarının felçli olduğunu gözleriyle görebilmekteler. Hadi onu geçtim, soguk su sonucunda “uyanan” ruh, nasıl oluyor suyun etkisi geçince bu önemli olayı unutuveriyor?

Bu soruların açıklaması ruh’a atfedilen şeylerin beyinden ayrı olmadığı gerçeğini kabul etmemizden geçmektedir. Mükemmel olmayan insan beyni ve işleyişi ancak bu şekilde anlaşılabilir.

  • Capgras Sendromu

Capgras sendromu nadir rastlanan ancak çok ilginç bir başka beyinle ilgili hastalık. Bu hastalıktan muzdarip kişi, diğer açılardan gayet normal ve mantıklı iken tanıdığı insanların (eşi, çocuğu, ebeveynleri) aslında taklitçi olduğunu ve kendi eş/çocuk/anne/babaları olmadığını, sadece onlara benzeyen ve rol yapan sahtekarlar olduğunu iddia eder. Bu durum Alzheimer ya da şizofreni gibi hastalıklarda da görülse de 3te birlik bir oranla beyne etki eden travmatik bir kaza sonucu görülmektedir.

Bu durumun açıklaması, limbik sistem adı verilen ve beynin duygusal tepkilerini kontrol eden bölümünde yatar.  Gözlerden gelen görüntü bilgileri beyne geldiği zaman, temporal loblardaki cisim tanıma sürecinden geçer ve insanın o anda neye baktığını -insan yüzü, ev, bir hayvan gibi- tanımlar. Bilgi sonra amygdala ismi verilen ve limbik sistemin bir nevi giriş kapısı olan bölgeye gönderilerek görüntülenen cismin duygusal etkisi değerlendirilir. Eğer cisim sevilen bir insan ise, limbik sistem buna uygun bir duygusal tepki göstererek baktığımız şeyin gerçekten de o olduğunu anlamamızı sağlar. Annenize baktığınızda içinizi kaplayan iyi hisler bu sürecin sonucudur.  Capgras sendromundan muzdarip kişilerde olan şey ise, görüntü beyinde oluşmasına karşın, ona eşlik etmesi gereken duygusal hislerin yokluğudur. Bu sebeple hasta, annesini görünce karşısındakinin annesine benzediğini ancak (duygusal tepkinin yokluğu yüzünden) onun annesi değil bir taklitçi olduğunu zanneder. Yani beyin aslında “bu karşımdaki kişi annemse, niye annemmiş gibi hissetmiyorum” der. Bunu açıklamak için de beyin, “taklitçi” senaryosuna başvurur. (Ramachandran 1998)

Ancak esas önemli olan bu değil. Limbik sistemin çok daha önemli bir özelliği daha vardır. Hatıra oluştururken limbik sistem bir nevi “kütüphanecilik” görevi yürütür. Bunu biraz açalım.

Diyelim ki bir arkadaşınız size kendi arkaşı olan Ahmet’i tanıştırdı. Ahmet’le tanışınca onunla ilgili bir hatıra oluşturup hafıza kütüphanenize yolluyorsunuz. Bir nevi “Ahmet dosyası” yaratıyorsunuz diyelim. Bir kaç gün sonra Ahmet’le tekrar karşılaşıp kısa bir sohbet ediyorsunuz. Beyin ikinci “Ahmet dosyası” yaratıyor. Bir süre sonra Ahmet’le bu sefer iş yerinde karşılaşıyorsunuz ve Ahmet’in üstünde beyaz doktor önlüğü var, fakat siz daha önceki karşılaşmalarınızdaki hatıralarınız sayesinde onu hemen tanıyorsunuz. Artık beyninizde bir “Ahmet kategorisi” var ve beyin Ahmetle ilgili hatıralarınızı “Ahmet kategorisi” altında saklamaya başlıyor.  Bu zihinsel resim, her karşılaşmada daha da gelişiyor ve bir süre sonra Ahmet’le ilgili bir imaj oluşturuyorsunuz : Ahmet doktor, komik fıkralar anlatıyor, bahçıvanlıktan anlıyor…vs şeklinde bir Ahmet imajı ve bununla ilişkilenmiş bir duygusal tepkiye sahip oluyorsunuz.

Peki beyin Ahmet’le ilgili bu ayrı anıları nasıl aynı kategoriye yerleştiriyor? Benzetme yaparsak, beyinde, bilgisayarlardaki gibi bir dosyalama sistemi var diyelim. Her karşılaşmada yeni bir “dosya” yaratılıyor. Peki beyin bu dosyaların hangi klasöre gideceğine nasıl karar veriyor?

Bunun cevabı da limbik sistem. Karşılaşılan kişiyle ilgili duygusal tepki aynı zamanda dosyaları birbirine bağlayan bir zincir görevi görüyor. Peki bu duygusal tepki bir şekilde eksik ise ne oluyor? Beyin her karşılaşmada sürekli yeni dosyalar yaratıyor ama bunları klasörlere dağıtamıyor. Bu da Capgras sendromundaki kişilerde görüldüğü gibi, karşılaşılan kişilerin (yeni dosyaların) tam tanınamamasına (klasörlere yerleştirilememesine) sebep oluyor.

En can alıcı noktaya geliyoruz. Peki kişi kendisini tanırken aynı süreç işliyor mu? Kendi yüzünüzün imajı beyinde ilişkili bir duygusal tepkiye sebep oluyor mu? Hem evet hem hayır. Capgras sendromlu hastalar aynaya baktıklarında aynadaki yüzün muhtemelen kendilerinden başka birisi olamayacağının bilincinde olduklarından duygusal tepkinin etkisi cevabı etkileyecek kadar güçlü değil. Ancak kişi kendisinin bir fotografını gördüğü zaman, onun kendisi değil ona tıpatıp benzeyen bir başkası olduğunu söylüyor. Bir nevi kişi, kendisini ikiye bölüyor. Bu davranışın sebebi de, yine kendisini gördüğü zaman eşlik etmesi gereken duygusal tepkinin eksikliği.

Eğer ruh, “ben” diye bildiğimiz şeyse, Capgras sendromu hastalarının kendilerini ikiye bölerek fotografa bakan kişi ve fotograflardaki kişinin ayrı kişiler olduğunu iddia etmeleri nasıl açıklanabilir?

Kişiliğin “tek”liği

  • Phineas Gage’in ilginç hikayesi

Phineas Gage, 1848’de Amerika’da 25 yaşında tren rayı döşeyen bir firmada ustabaşılık yaparken bir kaza sonucu bir demir çubuk parçasının sol yanağından girip, kafasının sağ üst kısmından çıkmasına rağmen hayatta kalmış birisidir. Sol gözü kör olmuştur ve yüzünde yara izleri ve lokal felç görülmüştür, ancak konuşma düşünme yürüme vs gibi şeylerde zorluk çekmemektedir.

Phineas Gage’in hikayesini ilginç kılan şey, kazadan önce ve sonraki kişiliğidir. Kazadan önce Gage, sorumluluk sahibi, zeki, kibar, çalışkan ve yaptığı planları titizlikle uygulayan bir çalışan iken, kazadan sonra sorumsuz, sabırsız, saygısız, tembel, çılgın planlar yapıp daha bir planı gerçekleştirmeden başka bir çılgın plan yapan, asabi, kaba ve huysuz birisine dönüşmüştür.

Gage 1848’deki kazadan 13 yıl sonra hayatını kaybetmiştir. 120 yıl sonra kafatası incelendiği zaman görülen şey ise ön loblardaki ventromedial prefrontal korteksin yani normal karar verme yetisini kontrol eden bölgenin zarar gördüğü ve davranışlarındaki değişikliklerin bu sebeple olduğu. Davranışlarındaki değişiklik kendi suçu ya da bilinçli seçimler değil, tamamen beynindeki hasardan kaynaklanan ve özgür iradesinin dışında gerçekleşmiştir. (Damasio 1994)

Gagein kafasına giren demirin izlediği yol

Gage'in kafasına giren demirin izlediği yol

Gage’in trajik hikayesinden çıkarılabilecek sonuç, beynin ön kısımlarının kişilik ve davranışları kontrol ettiği ve buraya gelen hasarın bu işlevlerin düzgün çalışmasını engellediğidir. Gage’in hikayesi, literatürdeki tek benzer hikaye değil. Ön beynine zarar gelen insanlarda düzgün ve akılcı karar verebilme yetisinin bozulması, kurallara uymama ya da topluma normal insanlar gibi adapte olamama durumları sıkça karşılaşılan şeyler. Bu durumu dualist (beden-ruhçu anlayış) nasıl açıklayabilmektedir? 1848’de meydana gelen kazada Gage’in beynine saplanan demir, ruhunun da bedenden çıkmasına mı sebep olmuştur? Bilimsel düşünce insanların beynindeki fiziksel değişikliklerin kişilik ve davranışlara etkisini gayet net açıklayabiliyorken, güya herhangi bir zarara uğraması imkansız olan ruh’un karakterimizi belirlediği iddiası nasıl doğru olabilir?

  • Frontotemporal Bunama

Genetik bir hastalık olan Frontotemporal demans (bunama) ya da kısa adıyla FTD, beynin ön ve temporal loblarını etkileyen bir nörolojik hastalıktır. Genellikle insanların 50’li yaşlarında ortaya çıkan ve kişilik özelliklerini kontrol eden bölgeleri etkileyen bu hastalığın belirtileri arasında empati yoksunluğu, bencillik, düşüncesiz ve kaba davranışlar, asabiyet ve kendini frenleme yetisinin kaybı sayılmaktadır. (Miller 2001)

Sol yarı küredeki FTD genellikle afazi (konuşma ve konuşulanı anlama bozukluklarının genel adı)’ye sebep olur. Sağ taraftaki FTD ise şiddetli kişilik değişikliklerine sebep olmaktadır. Bu değişiklikler, yiyecek ve giyecek tercihlerinde, politik görüşlerde, sosyal davranış, cinsel tercih ve -burası önemli- dini görüşlerde ve inançlarda görülebilmektedir.  Üç örnek inceleyelim :

53 yaşındaki erkek hasta, 35 yaşındayken başarılı bir reklam ajansındaki müdürlük görevinden politik bir roman yazmak üzere istifa eder ve Guatemala’ya yerleşir. Hiç bir şey yazmadığı gibi fotoğrafçılık ve balmumu heykelciliğine merak salar; bu süre zarfında ailesini hiç umursamaz ve bazen aylar boyunca karısı ya da çocuklarıyla iletişim kurmaz. Sonunda eve döner, ancak 51 yaşındayken kırmızı ışıkta geçmekte, sürekli yalan söylemekte, eşini aldatmakta, ufak şeyler için büyük kavgalar çıkarmakta, sokaktaki kadınlara uygunsuz şekilde bakmakta ve toplum içinde mastürbasyon yapmaktadır. 2 yıl sonra bir kliniğe yatırılır.

70 yaşındaki kadın hasta, on yıllardır evli olduğu kocasının ölüm döşeğinde ondan nefret ettiğini söyler. Bunama ilerledikçe, hayatı boyunca Lutheran (bir Hrıstiyan mezhebi) olan kadın birden katolik olur ve kiliseye bağışlar yapmaya başlar. Rahiplerden birine aşık olduğunu ve onunla ilişkisi olduğunu söyler. Mezhep değişikliğinden 6 ay sonra tamamen bunamıştır.

Son olarak, 63 yaşındaki kadın hasta, hayatı boyunca şık giyinmiş bir muhafazakardır. 56 yaşındayken ise içine kapanır, anti-sosyal bir hale girer ve saldırganlaşır. Bir olayda, kırmızı ışıkta geçip bir başka arabaya çarpar ve umursamazca olay yerini terkedip alışverişe gider. 62 yaşındayken siyasi görüşü 180 derece döner. Hayvan haklarının ateşli bir savunucusu olur, kitapçıda sağ görüşlü kitapları satın alan insanlarla tartışır, üstünde sloganlar olan kısa kollu penyeler ve bol pantolonlar giymeye başlar, “Sağcılar bu dünyadan silinmeli” türünden sözler söyler.

Bilim bu değişiklikleri ve FTD’nin etkilerini açıklayabilmektedir. Peki dualist görüş bunu nasıl açıklamaktadır? Beyindeki bozulmalar ruhu da mı etkilemektedir? Yoksa kişilik özellikleri ruhun değil de beynin bir özelliği midir? Ancak bu durumda bu özellikler ölümle birlikte yokolmayacak mıdır? Bu durumda ölümden sonraki ruh nasıl hayattaki insanı yansıtabilir?

FTD’nin bu yazının konusu itibariyle kuşkusuz en ilginç özelliği kişinin dini görüşlerini değiştirmesine sebep olabilmesidir. Ruhtan kaynağını alması gereken tek bir şey varsa o da dini inançlardır. Bu inançların, kusursuz olmayan insan beyninden ayrı olması ve etkilenmemesi ruh’un ebedi hayatı için elzem bir durum değil midir? Bir diğer nokta, FTD genetik yani hastaların çocuklarında görülebilen bir hastalıktır. Tanrı insanların genlerini mi lanetlemektedir? Eğer insanların neye inandıkları Tanrı için çok önemliyse, niye insanların inançlarını etkileyebilecek böyle bir hastalık yaratmıştır ya da niye beyni bu tür hastalıklardan etkilenmeyecek şekilde tasarlamamıştır?

  • Öfori (Euphoria) ve Duygusal kaygısızlık

Beynin sağ yarıküresinin sola oranla daha negatif fikirlerin kaynağı olduğundan daha önce bahsetmiştik. Ancak bu sağ yarı kürenin kurtulmamız gereken bir organ olduğu anlamına gelmemektedir. Bu negatif hisler insan psikolojisinin bir parçası ve bunların eksikliği en az fazla baskın olmaları kadar kötü sonuçlar doğurabilmektedir. Eğer sağ yarı küre hasar görür ve normal işlevini yerine getirememeye başlarsa pozitif düşüncelerin kaynağı olan sol yarı küre hakimiyetini artırır ve kişi duygusal olarak “düz” ve kaygısız bir hale gelir ve şartlar ne kadar kötü olursa olsun bir öfori halinde (umursamazlık, sarhoşluk haline benzer bir durum) kalır. Diğer bir deyişle, kişi etrafındaki olaylara şefkat ve empati gösterecek kadar kaygılanamamaktadır.

Dalış yaparken vurgun yiyen bir genç rahibin sağ kartoid arterinde hasar meydana gelir. Rahip kazadan sonra kendine geldiğinde önceki halinden çok farklı olarak kaygısızlaşmış ve etrafında olan bitenden etkilenmeyen bir hale bürünmüştür. Lösemi hastası olan kızdardeşinde hastalığın nüksettiğini öğrendiğinde kardeşinin nasıl olduğunu sormak yerine, ona hala aynı hastabakıcının bakıp bakmadığını sormuş ve o hastabakıcıdan öğrendiği bir fıkrayı anlatmak istemiştir. Anne babası oğullarını ziyaret ettiklerinde “oğlumuza benziyor ve onun gibi konuşuyor ancak bir robot gibi davranıyor” yorumunu yapmıştır. (Heilman 2002)

Rahiplik yapan, sıcakkanlı, şefkat dolu zeki genç adam, bir beyin hasarı sonucunda dramatik bir kişilik değişikliğine uğramıştır. Kendi kardeşinin hastalığı gibi önemli bir olayı önemsememiş, hatta bu konuyla ilgili şaka yapmak istemiştir.

Dinlerin en temel ahlaki öğretilerinden birisi, insanların diğer insanları sevmesi ve şefkat göstermesidir. Ancak bu genç adamın örneğinde görüldüğü gibi, kendi suçu olmaksızın bu yetisinden mahrum kalmıştır. Kendisi negatif hisleri hissemediği için, diğer insanların nasıl hissettiğini hayal edememekte ve normal tepkiyi verememektedir. Sorunları olan insanlarla empati kurarak onların acısını kendisininmiş gibi görerek onlara şefkat gösterme yetisi, Öfori ismi verilen kaygısızlık haliyle kaybolmuştur. Eğer ruh gerçekten varsa, nasıl olur da bir insan en önemli hislerinden birisinden bir kazayla mahrum kalabilir?

  • Depresyon

Depresyon (unipolar ya da klinik depresyon olarak bilinen türü), genellikle yanlış anlaşılan ve en sık görülen zihinsel hastalıktır. Depresyon, geçici bir üzüntü ya da sıkıntı durumu olmadığı gibi, depresyona giren kişiler birden depresyondan kurtulamazlar. Depresyon bir zayıflık belirtisi de değildir. Depresyon beyindeki nörotaşıyıcıların dengesizliğinden kaynaklanan ve tedavi edilebilen ciddi bir hastalıktır. Depresyonun ortaya çıkmasında çevresel faktörler rol oynasa da çoğunlukla sebep genetiktir ve depresyon geçiren insanın yaşadığı hayatın etkisi çok büyük değildir (depresyonun görülmediği sosyal bir grup yoktur). Depresyon haftalar ya da aylar sürebilecek sürekli bir üzüntü, anksiyete, suçluluk, çaresizlik, umutsuzluk hislerine sebep olur ve hastanın normal bir hayat sürmesini engeller. Şiddetli vakalarda intihara sebep olabilir.

Tüm büyük dinlerin intiharı büyük bir günah olarak gördüğünü düşünürsek, ve depresyonun kişisel bir zayıflık sebebiyle olduğunu söylediğini de göz önüne alırsak kendi iradesi dışında (beynindeki bir problem sebebiyle) depresyon geçiren ve sonunda intihara giden kişiyi Tanrı sorumlu tutmayacak mıdır? Eğer bir ruh varsa, vücuttaki problemlerin ruhu bu kadar etkileyebildiğine inanmak güçtür.

Bir diğer nokta, depresyonun 90% oranında ilaçlarla tedavi edilebilmesidir. Bir çok zihinsel hastalığın (depresyon, agresif davranışlar, obsesif-kompulsif bozukluk) sebebi olan serotonin salgısıyla ilgili problemler antidepresan ilaçlar (ve psikoterapi desteği) sayesinde çözülebilmektedir. Zihin-beyin birliğini savunan bilimin söylediği üzere, kimyasal değişiklikler bilinçte güçlü etkilere sebep olmaktadır. Bu durumu bilincimizin beyinden çok ruha dayandığını iddia eden dinler nasıl açıklayabilir?

Daha da güçlü bir kanıt, şizofrenik hastalardan gelmektedir. Şizofreni hastaları, halüsinasyonlar gören, gaipten sesler duyan ve bazen başkalarına zarar veren zihinsel hastalardır. Belirtmek gerekir ki, şizofreni ve psikoz hastalarının büyük bir kısmı sadece içlerine kapanırlar ve şiddet eğilimi göstermezler. Ancak küçük de olsa bir grupta görmezden gelinemeyecek şiddete eğilim vardır. Hatta bu durumdaki hastaların bazılarında iç ses, Tanrı’nın sesi olarak algılanır ve kişi Tanrı’nın kendisine emir verdiğini, kurbanlarının da Şeytan olduğunu sanar. Daha önce bahsettiğimiz Capgras sendromu hastası bir kişi, babasının bir robot olduğunu düşündüğünden kafasını kesip içinde mikroçipler aramıştır. (Ramachandran 1998)

Depresyon gibi, psikotik hastalıklar halisünasyonları, paranoyak hayalleri ve diğer semptomları bastıran ilaçlarla tedavi edilebilmektedir. Beyin kimyasındaki bir dengesizlik bilinçte bir değişikliğe sebep olmaktadır, ve başka bir kimyasal bu problemi çözerek bilinci tekrar değiştirmektedir. Herhangi bir noktada Ruh denkleme katılmamaktadır. Ruh anti depresanlardan etkilenmekte midir?

Dinlerin bir çoğu dünyanın bir sınav yeri olduğuna ve özgür iradeye sahip insanların kaderlerini belirleyip ölümden sonra ona göre yargılanacaklarını söyler. Peki beyinlerindeki sorunlar sebebiyle değişik davranışlar gösteren insanların özgür iradeye sahip oldukları söylenebilir mi?

Ya da soruyu genişletelim, insan davranışlarının beyinde meydana gelen fiziksel değişikliklere tamamen bağlı olduğu düşünüldüğünde acaba özgür irade diye bir şeyden sözetmek mümkün müdür? Gayet açıktır ki verdiğimiz her karar, her türlü düşüncemiz ve hislerimiz beyindeki bir sürece bağlı. Bir bilgisayara verilen bilgilerin işlenmesinden çok farklı değil. Yeterince güçlü ve insan beynine benzer bir şekilde programlanan bir bilgisayar, insanların verdiği kararlara benzer kararlar, düşüncelere benzer düşünceler üretecektir. Henüz böyle bir bilgisayardan çok uzak olduğumuz için hayal etmesi çok zor geliyor, ancak imkansız da değil. Bu bilgisayarın özgür irade geliştirmesi düşünülebilir mi? Yoksa ortaya çıkan şey, inanılması çok güç miktarda bilgiyi aynı anda işleyip özgür iradeymiş gibi görünen kararlar veren bir makine midir?

Tanrı’nın insanları yeryüzüne özgür iradeye (çok güçlü bir hesap ve karar verme yetisine sahip insan beyni için kullanmaya devam edeceğim terim) sahip olarak gönderip sonra bazı insanların özgür iradesini bastıracak hastalıklar yaratması çok mantıksız bir plana benziyor. Diğer yanda, zihnin materyalist ve tekil teorisi tüm bu durumları gayet makul bir şekilde açıklayabilmekte.

Özgür irade konusuna daha sonra tekrar döneceğim, zira cidden zor bir soru.

Davranışın tekliği

  • Tümörler yüzünden değişen davranışlar

40 yaşındaki erkek öğretmen, daha önce herhangi bir cinsel saldırı suçu ya da bu tür bir eğilimi olmamasına rağmen birden fahişelere gitmeye ve internette çocuk pornosu sitelerini gezmeye başlar. Sonunda küçük çocuklara sarkıntılık ettiği için tutuklanır ve çocuk istismarıyla suçlanır. Öğretmen yaptığı şeyin farkındadır ancak kendi ifadesine göre “zevk hissi” mantığının önüne geçmektedir. Adam mahkemenin zorunlu tuttuğu bir seks terapisini tamamlayamaz ve hapishaneye girmeden önceki gece hastaneye başvurarak ev sahibine tecavüz etmekten korktuğunu ve başının çok ağrıdığını söyler. MRI taraması sonucunda beyninin ön tarafında (kaşlarının hemen üstünde) yumurta kadar bir tümör olduğu ortaya çıkar. Tümör ameliyatla alınır ve hasta seks terapisini tamamladığı gibi davranışları normale döner.

Bir süre sonra hasta tekrar çocuk pornosu biriktirmeye başlar ve baş ağrıları tekrar ortaya çıkar. Yeni bir MRI yeni bir tümör olduğunu ortaya koyar. Bu tümör de ameliyatla alınır ve adam normale döner. (Heilman 2002)

Benzer bir hikaye, Mary Jackson isimli çok başarılı bir kız öğrencinin, bir sömestr tatilinde birden içki içmeye başlaması, barlara giderek tek gecelik ilişkilere girmesi, kokaine başlaması olayında da görülür. Genç kız sonbaharda okula döndüğü zaman derslerinde büyük düşüşler görülür ve bursunu kaybeder. Kız sorumsuz gece hayatı neticesinde AIDS olmuştur ve önceye kıyasla çok asabi ve uyumsuzdur.

Psikolojik rahatsızlık şüphesiyle incelenen hastanın bir nörologa gitmesi sonucunda ön loblarında bir tümör olduğu ortaya çıkar. Tümör ameliyatla alınır ve hastanın davranışları, tıpkı bozulduğu zamanki gibi dramatik bir hızla eski haline döner. Hasta okula tekrar döner, başarılı bir şekilde mezun olur, yüksek lisans yapar, AIDS için ilaçlar kullanarak tedaviye başlar ve eski sakin kişiliğine kavuşur. (Choi 2002)

Bu iki örnek, tümör büyüdükçe hastaların kişiliklerinde değişiklikler görülmeye başlandığını göstermektedir. Tümör alındığında, normal davranış geri gelmektedir. Bu örnekler, kişilik ve davranışların beyinden ayrı olmadıklarını kanıtlar niteliktedir. Davranışlarımızı kontrol eden değerler, hedef koyup onlara ulaşma becerisi, kim olduğumuz ve nasıl davrandığımızı belirleyen kişiliğe dair özellikler açıkça görülüyor ki beynin ön loblarından kaynaklanan şeylerdir.

  • Akinezi

Akinezi, felce benzer bir hastalık olsa da sorun hareket edemeyen kaslar değil, beynin hareket etme motivasyonu olmamasıdır. Kişi hareket etmeyi istememektedir. Sadece çok acil şeyler için (tuvalet, yemek, su vs) hareket eder. Bir örnekle daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum :

Thomas Taylor ismindeki 58 yaşındaki hasta, aktif bir hayatı olan çalışkan bir rahiptir. Rahiplik yapmasının yanı sıra kilise dışı bir işte çalışarak kendisine ve ailesine bakmaktadır. Ancak rahip birden randevularına geç kalmaya başlar. Bir süre sonra hiç gitmemeye başlar. Sonraki aşamada evden çıkmamaya başlar. Tek yaptığı sabah kalkıp TV karşısına geçmektir. Bir süre sonra banyo yapmayı ve traş olmayı keser, kendi başına kıyafetlerini değiştirmez ve konuşmayı keser. Sadece doğrudan sorulara tek ya da iki kelimelik cevaplar verir. Bu durum başladıktan 2-3 sene sonra akinezi o kadar kötü bir hal almıştır ki, hasta tuvalete bile gitmez ve altına yapmaya başlar. Kilisede rahiplik yaparken her hafta yeni bir vaaz verirken, kilisedeki son ayında son 3 hafta boyunca aynı vaazı okur. Bunun sebebi sorulduğunda “eğer 3 hafta boyunca aynı vaazı oturup dinleyecek kadar salak iseler, o zaman bunu hakediyorlar” diye cevap verir. Elbette bu cevap, hastalık başlamadan önceki dönemde asla söylemeyeceği bir şeydir. (Heilman 2002)

Tahmin edebileceğiniz üzere, hastanın beyninin hem sol hem de sağ ön loblarına baskı yapan bir tümör sözkonusudur. Tümör ameliyatla alındıktan sonra hasta normale döner.

  • Çevreye bağımlılık sendromu

Daha önceki vakalarda görüldüğü gibi beynin ön lobları davranışlarımızı kontrol etmek önemli bir yere sahiptir. Ön loblar, davranışları başlatabildikleri gibi, bazı davranış isteklerini bastırmakla da görevlidir ve bu işlev de ön lobda meydana gelen hasar sonrası aksayabilmektedir. Phineas Gage vakasını hatırlarsak, ön lobuna gelen hasar toplumun uygun görmeyeceği davranışları engelleyememesine sebep olmuştu. Mary Jackson örneğinde de ön loba baskı yapan tümörler sorumsuzlık göstermesine ve barlarda tanıştığı erkekleri geri çevirememeye başlamasına sebep olmuştu.

Mary Jackson (başarılı öğrenciyken uyuşturucuya başlayan ve sorumsuz cinsel hayatı sonucunda AIDS olan hasta) örneğindeki bir diğer önemli semptom, “çevreye bağlılık sendromu” belirtileri idi. Bu sendromun en belirgin özelliği, hastanın davranışlarının beyinden gelen emirlere değil, dış etkenlere göre şekillenmesidir Örneğin Mary Jackson’a boş kalem ve kağıt verildiğinde ama ne yapması gerektiği söylenmediğinde, kalemi hemen alıp ismini yazmaya başlıyor, ya da bir tarak verildiğinde hemen saçlarını taramaya başlıyordu. Thomas Taylor (hareket etmeyen rahip) örneğinde ise benzer şekilde, boş kagıt ve kalem verilen hasta hemen yazı yazmaya başlıyordu. Özetle, hastalar etraflarındaki şartlara bağlı olarak hareket ediyorlardı.

Tourette sendromunu literatüre kazandıran meşhur nörolog George Gilles de la Tourette, 1884 yılında Malezya’dayken, “latah” hastalığı olarak tanımlanan egzotik bir hastalığı inceledi. Bu hastalıktan muzdarip kişilerin beyinlerinin “engelleme” ve “bastırma” fonksiyonları neredeyse tamamen bozulmuş ve verilen her emri yerine getirir olmuşlardı. Bu hastaların iki tanesine birbirine saldırma emri verildiğinde hasta, düşünmeden ve şiddetle diğer hastaya saldırıyordu. Ya da bir başka hasta kadın, gayet normal görünürken yanındaki birisi bir kıyafetini (örneğin ceketini) çıkardığı zaman kadın çırılçıplak kalana kadar soyunmaya başlıyordu.

Bu insanlar deli miydi? Tourette’e göre hayır, zira yaptığı gözlemlerde hiç birinde herhangi bir psikoz belirtisi ya da gerçeklikten kopukluk bulamamıştı. Hatta hastaların hepsi hastalıklarının farkındaydı ve durumdan utanç duyuyordu. Hareketlerini kontrol etmek istiyorlardı, ancak kontrol edemiyorlardı. Hareketlerini tetikleyen uyarıcılar iç değil dış dünyadan geliyordu ve kendilerini engelleyemiyorlardı. (Heilman 2002)

Dualist düşünce için çıkmaz yine ortada. Eğer davranışlarımızın kontrolü beynimize gelen bir hasar yüzünden kaybedilebiliyorsa, bu durum normal insanlarda bu bölgelerin düzgün çalıştığına ve davranışların buradan -ruh’tan değil – kaynaklandığına kanıt değil mi?

  • Afazi ve dua edememe

Afazi, beyindeki konuşma merkezlerine gelen hasar sonucu oluşan hastalıkların genel ismidir. Daha önce konuşma becerisinin yitirilmesi (Broca afazisi) ve anlama becerisinin yitirilmesi (Wernicke afazisi) gibi durumlardan bahsetmiştik. Ancak daha nadir görülen bir durum, Broca afazisinin aslında iki ana kola ayrıldığını göstermektedir. Birincisi normal konuşma (sohbet etmek, cevap vermek gibi) ikincisi ise hafızadan ezber okumaktır (şiir okumak ya da şarkı söylemek gibi). Bazı spesifik beyin hasarları bir bölgeyi etkilerken diğerine etki etmeyebilmektedir. (Heilman 2002)

Bir örnekte, hayatı boyunca Fransa’da yaşayıp sonra İsrail’e yerleşen ortodoks bir yahudi geçirdiği kalp krizi sonucunda 60 yıldır her gün okuduğu Tevrat’taki bir duayı artık ezberden okuyamadığını farkeder. Aynı şekilde, yıllardır bildiği Fransız milli marşını da söyleyememektedir. Ancak konuşmasında bir problem yoktur. Geçirdiği kriz sadece ezberle ilgili olan bölgeyi etkilemiştir.

Diğer yandan, Amerika’da bir kilisede görevli olan papaz, benzer bir kriz geçirir ancak bu sefer hasar gören bölge normal konuşmayla ilgili olan bölgedir ve papaz artık sadece duaları tekrar edebilmekte ve küfür edebilmektedir. Belirtilmesi gereken şey bu iki durumda da hastaların konuşma sisteminde bir problemi yoktur, problem tamamen beyinle ilgilidir. Yani duayı okuyamayan hasta, düşünememektedir de.

Bir de global afazi durumu vardır. Bu durumda hastanın dil ve konuşmayla ilgili bölgesi tamamen zarar görüyor ve hasta ne konuşabilmekte, ne de duyduklarını anlayabilmektedir. Hasta örneğin ailesini tanıyabilmekte, ancak iletişim kuramamaktadır.

Bu tür spesifik becerilerin diğer ilgili becerileri etkilemeden bozulması inanılmaz görünmektedir. İnsan gayet beklenir bir şekilde “niye konuşamıyor” diye sorabilir. Eğer ki söylediklerimizin kaynağı beyin ya da herhangi bir başka organa gelen zarardan etkilenmeyecek ebedi bir Ruh olsa idi, soru anlamlı olacaktı. Ancak nörolojik kanıt tekrar tekrar gösteriyor ki bilincimiz ve beraberinde gelen yetenekler beyinden ayrı değildir ve beyne gelen hasar sonucunda bozulabilmektedir. Özetle “akıl beynin bir ürünüdür ve aklın düzgün çalışması beynin fonksiyonlarının düzgün çalışmasına bağlıdır”.

  • Akinetik mutizm

Bu durumda, akineziye benzer bir şekilde hasta hem hareket kabiliyetini hem de düşünce kabiliyetini bir nevi askıya alır. Daha çok istemli bir koma durumuna benzetilebilir. Genellikle beyindeki anterior cingulate korteksine gelen hasar sonucu oluşur. Akinetik mutizm hastaları uyanık ve bilinçli olmalarına rağmen hiç bir şey yapmamaktadırlar. Gözleri cisimleri takip etmektedir ancak tek yaptıkları yatakta konuşmadan yatmaktır. Acıya duyarsızdırlar.

Bir örnekte bu durumdaki hasta aylar sonra bu durumdan çıktığında, komadayken geçirdiği süre boyunca hissettiklerini anlatır ve anlaşılır ki bu süre boyunca herhangi bir düşünce, karar verme, istek vs gibi beyin aktivitesi yoktur. Hasta bu durumu “söyleyecek pek bir şeyim yoktu” şeklinde açıklamıştır.

**********

Bu örneklerle bilincin en önemli 3 özelliğinin – kişilik, kimlik ve davranış – beyinden ayrı tutulamayacağını göstermeye çalıştık. Beyin hasarı dramatik kişilik değişikliklerine sebep olabilmekte, bir insanın birbirinden ayrı iki bilince sahip olmasına yol açabilmekte ya da gerçeklikten tamamen ya da kısmen kopmasına sebep olabilmektedir. Beyindeki kimyasal ve fiziksel değişiklikler davranışları değiştirebildiği gibi, bazı durumlarda kişinin iradesini elinden alarak davranışlarını kontrol etmesini engelleyebilmektedir.

Bu örnekler beden-ruh ikiliği varsayımından şüphe duymamıza sebep olmaktadır. Yazının başında alıntıladığım ruh’un işlevlerinin hepsinin beynin farklı bir yerinden kaynağını aldığını bilim ortaya koymuş durumdayken, ruha yapacak ne kalıyor?

Beyindeki bir problem sebebiyle kişiliği değişen birisini ele alalım. Bu kişi öldüğü zaman kıyamet günü hangi kişilik dirilecek? Elinde olmadan yaptığı şeylerden sorumlu tutulacak mı? Mantığımız tutulmaması gerektiğini söylüyor. Sonsuz adalet sahibi Tanrı’nın bunu küçük ve kolayca çözülebilir bir sorun olarak görmesi gereklidir.

Peki doğuştan böyle olan insanlar? Açıkça görülüyor ki insan davranışları beynin düzeniyle ilgilidir. O halde “kötü” olarak tanımladığımız insanların da davranışları beyinlerinin düzeninden kaynaklanan bir durum değil midir? Bu durumda özgür irade ve “günah” kavramları anlamsız hale gelmiş olmuyor mu? Bir insanın ön lobu zararlı dürtüleri yeterince bastıramıyor diye günahkar olması adil mi? Özgür irade, meşhur benzetmede olduğu gibi (yeterince gelişmiş teknoloji sihirden ayırt edilemez) kendimizin bile anlayamadığı kadar çok gelişmiş beynimizin aslında yaptığı bir hesaplama, dolayısıyla bir ilüzyon değil mi?

Özgür irade konusuna daha çok girmektense şimdilik bu konuyu atlayıp esas konumuza dönersek;

madem beynin işleyişi davranış ve düşünceleri etkileyebiliyor, peki dini düşünceler ve hislerin beyinde bir yansıması yok mudur? Bir sonraki bölüm bu soruyu ele alıyor.

Beyindeki Tanrı merkezi

Zen Buddistleri üzerinde yapılan deneylerde, Satori hali adı verilen ve “zamansızlık, sınırsızlık ve sonsuzluk” hissi olarak tanımlanan bir hale meditasyonla ulaşabildiğini iddia eden buddistlerin beyinleri SPECT adı verilen bir yöntemle incelenmiş ve beyinlerinin konsantrasyonla ilgili işlevleri kontrol eden bölgesinin aktif olduğu gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, tüm deneklerde gözlemlenen bir başka nokta, superior pareital lob’daki aktivitenin çok düşmüş olmasıdır.

Bu bölgenin görevi zaten biliniyor, insanın nerede olduğunu (uzaydaki yeri) anlamaya yarayan bölge. Yaptığı şey kişiyi üç boyutlu uzayda yerleştirerek ve nerede olduğunu anlamasını sağlamaktır. Bu görevin bir parçası da “ben” ve “ben olmayan” arasında net bir çizgi çizmesidir zira 3 boyutlu bir boşlukta bir cismin nerede durduğunu bilebilmek için cismin sınırlarının net olarak bilinmesi gereklidir. Bu sebeple bu bölgeye “orientation association area” teriminin (yönelim ilişkisi bölgesi) kısaltması olan OAA ismi (YİB) veriliyor. Deneyde gözlemlenen şey, tüm deneklerde OAA’nın derin meditasyon sebebiyle işleyişinin sekteye uğradığı bu yüzden de kişinin, vücudunun sınırlarını hesaplayamaması sebebiyle kendini 3 boyutlu uzayda doğru yere yerleştiremediği,  ve sanki sonsuz boşlukta uçuyormuş hissi yaşadığıdır. “Sınırlardan kurtulmak” olarak aktarılan deneyimin niye bu etkiye sebep olduğu bu şekilde açıklanmış olmaktadır. (Holmes 2001) Beynin gerekli bölgesinin çalışması sekteye uğradığı için kişinin bedeninin sınırları olmadığı ve bir boşlukta olduğunu düşünmekten başka seçeneği kalmamaktadır. Elbette bu deneyim kişiye son derece gerçek olarak görünecektir. (Newberg and D’Aquili 2001, s. 6)

Benzer bir etki, dua ettikleri zaman “Tanrı’ya yakınlaştığını” hisseden Fransiskan rahibelerinde de görülmektedir. OAA’nın aktivitesinin azalması benzer bir deneyime sebep olmaktadır. Bu deneyimlere eşlik eden bir başka his de huşu ve mest olma hisleridir. Geçmişte bu hisler ilahi güçlere atfedilse de bilim bugün bu hislerin herhangi bir ilahi müdahaleye ihtiyaç olmayan nörolojik olaylar olduğunu göstermektedir.

Daha önce temporal lob ve hisleri kontrol eden limbik sistemden bahsetmiştik. Hatırlarsanız limbik sistemin bir özelliği algısal bilgilere duygusal etiketler ekleyerek doğru bir şekilde sınıflandırılmalarını (dosyaların doğru klasörlerde saklanması benzetmesi) sağlamaktı. Bu işlevin bozulması da Capgras sendromuna yol açmaktaydı.

Bir çok beyin fonksiyonu gibi, limbik sistemle ilgili bilgileri çoğunlukla bu sistemlerinde problem olan insanların gözlemlenmesi sonucunda elde ediyoruz. Özellikle temporal lob epilepsisi ismi verilen ve beynin bu bölgesindeki yoğun nörolojik hareketliliğin sebep olduğu hastalıktan muzdarip kişilerin gözlemlenmesinden. Kas hareketlerini kontrol eden bölgelerde meydana gelen epilepsi krizlerinin kasları istemsiz hareket ettirmesine benzeyen şekilde, temporal loblarda meydana gelen epilepsi krizlerinin etkisi (limbik sistemi etkilediğinden) duygusaldır. Hastaların aktardığına göre bu krizler sırasında “duygular ateşlenir”. Kriz geçiren kişi huşu ve mest hislerinin dorukları ya da  insanın kanını donduracak korkuları yaşayabilir. Bazen de bu hisler arasında gidip gelebilir. (Ramachandran 1998)

Bu krizleri geçirenlerin bir diğer ortak özelliği ise, bu yaşadıklarına dini bir anlam yüklemeleridir. Kriz sırasında çok derin mistik ve ruhsal deneyimler yaşadıklarını söylerler, hypergraphia adı verilen ve çok detaylı, titizlikle yazılmış ancak genellikle anlaşılamayan yazılarla inançlarını anlatırlar. Günlük olaylarda kozmik bir mesaj ya da anlam ararlar ve Tanrı tarafından ziyaret edildiklerini düşünürler. Temporal lob epilepsisi hastası olan Dostoyevsky kriz geçirdiği zaman kendisine “Tanrı’nın dokunduğunu” yazmıştır.

Normal beyin işleyişine sahip insanların bu türden deneyimleri Tanrı’nın bir lütfu değil de tedavi edilebilir bir hastalık olarak görmeleri normaldir. Ancak eğer Tanrı insanlarla (peygamberler) konuşuyorsa, temporal lob epilepsisi hastalarının gerçekten Tanrı’yla konuşmadığı ne malumdur? Yanlışlanma özelliği olmayan dini düşünce bu ihtimali geçersiz kılacak herhangi bir açıklama yapamamaktadır.

Peki bu hastalığın ne önemi var, Temporal lob epilepsisi hastalarının yaşadıklarının hastalık sebebiyle olduğu ortada, dini deneyimlerle ne ilgisi var, diye sorabilirsiniz. Beyinde dini deneyimlerle ilişkili bir bölge bulmamızın önemi barizdir. Bir çok insan epileptik değildir, ancak bir çok insan da bu hastaların yaşadığı kadar yoğun dini deneyimler de yaşamamaktadırlar. Yine de hepimizin temporal lobları var. Acaba temporal loblarda meydana gelen ve epileptik kriz seviyesine çıkmayan aktivite, bir çok insanın kanıksadığı daha hafif dini deneyimlere sebep oluyor olamaz mı?

Bu soru tam da nörobilimci Dr Michael Persinger‘ın hipotezidir. Temporal lobda meydana gelen bu aktiviteye “kısa süreli temporal lob aktivitesi” ya da Ingilizce kısaltmasıyla TLT (temporal lob transients) adını vermiştir. Bu teoriye göre, TLT’ler temporal loblarda meydana gelen ve fiziksel ve beyinsel stres, ayinsel davranışlar, yüksek sesli müzikal uyarıcılar (el çırpmak ya da şarkı söylemek gibi) ve çeşitli kimyasalların vücuda alınması gibi sebeplerle meydana gelen kısa süren elektriksel dengesizlikler -mikrokrizler- dir. TLT’ler inanç, anlam ifade etme ve anksiyete azalması gibi hislere sebep olurlar ve dinlerin koşullandırmasıyla şekillenirler.

Zikir törenlerini gözünüzün önüne getirin. Ritmik sesler (tef, bendir çalınması) ayinsel davranışlar (vücudun öne arkaya sallanması) ve dini motifin varlığı bu etkiyi yarattığı gözlenen etkenlere tam uygunluk göstermektedir. Bazı kiliselerdeki gospel koroları da buna benzer uyarıcılardır.

TLT’ler tahmin edilemez doğaları sebebiyle tam olarak ölçülememiş olsalar da, varlıklarına dair kanıtlar güçlüdür. Temporal loblarda beynin diğer kısımlarına oranla daha çok elektrik aktivitesi olduğu görülmüştür. Dahası, epileptik kişilerde bu elektriksel dengesizliklerin varlığı, normal insanlarda da çok daha düşük bir sıklıkla bu olayların olabileceğini gösterir niteliktedir. Ancak temporal lob epilepsisi hastaları ve normal insanlar arasındaki fark deneyimlerin türü değil, deneyimlerin yarattığı hislerin şiddetidir.

Dr Persinger, bu etkileri meydana getirecek bir cihaz geliştirmiştir. Bir motorsiklet kaskına manyetik bir alan yaratan cihazlar eklenerek geliştirilen “Tanrı kaskı“nı giyen kişilerde 80% oranında gözlemlenen şey, şahısların kaskı takarken yanlarında birisi (inançlı kişiler bunu Tanrı olarak tanımlamış) olduğunu söylemiştir. Yani istek üzerine Tanrı’yla konuşmamızı sağlayan bir cihaz geliştirilmiştir. Elbette bu gerçekten Tanrı’yla konuşulduğunu göstermemektedir, sadece takan kişilerin 80%inde bu hislerin istek üzerine yaratıldığını göstermektedir. (Persinger 1987)

Peki bir insanın beynindeki bu noktaya bir hasar geldiğini düşünelim. O zaman kişinin bu türden dini hisleri ve dini deneyimleri biter mi? Entelektüel olarak Tanrı’ya ve dinlere inanan birisinin ona eşlik eden hislerin yokluğunda Tanrı’ya olan inancı zedelenir mi? Kanıtlar zedelenebildiğini göstermektedir. Limbik sisteme etki eden Alzheimer hastalıklarında dini olaylara ve görevlere azalan ilgi sık rastlanan bir semptomdur (Holmes 2001). Tanrı niye insanların kendisini hissetmesi ve dinleyebilmesini engelleyen bir hastalık yaratmıştır?

Elbette teistler, her şeye gücü yeten Tanrı’nın istediği zaman istediği kişiyle istediği yoldan konuşabileceğini söylecektir. Peki madem öyle, niye en başta beyinde bu dinsel ve Tanrısal hislerin kaynağı olan bir bölge yaratsın? Teistlerin açıklaması yaklaşık olarak şöyledir: Biz bilemeyiz, Tanrı her şeyi bilir ve bunu yapmak için iyi sebepleri vardır. Ateistlerin bu soruya açıklaması en mantıklı ve akılcı olanıdır : Beyindeki bu bölge evrimsel süreç sonunda ortaya çıkmış ve ilk olarak muhtemelen başka bir işe yarayan bir bölgeyken (veya başka bir fonksiyonun yan ürünü iken) şu andaki toplumun bu tür deneyimleri ilahi olaylar olarak tercüme etmeyi öğretmesi sebebiyle Tanrı’nın varlığına yorulan deneyimlere sebep olan bölge olarak insan biyolojik yapısında yerini almıştır.

Ruh’la ilgili felsefi sorunlar

  • Beyin ve ruhun iletişimi

Ruh’un maddesel olmadığını tekrarlamaya gerek yok diye düşünüyorum. Ruh herhangi bir dünyevi şeyden etkilenmeyen, manyetizma , elektrik, nükleer ya da yerçekimi kuvvetlerine bağlı olmayan, atom ve diğer benzeri partiküllerin içinden geçtiği ve bundan etkilenmediği gibi içinden geçen partikülleri de etkilemeyen bir şeydir. Peki materyal dünyayla herhangi bir bağlantısı olmayan bir şeyin, materyal beyin ve vücutla nasıl bir bağlantısı vardır? Nasıl beyinden algılara dair bilgiler alıp verdiği kararları beyne geri iletebilir?

Bu soruya “ilahi mucize” cevabını vermek, soruyu cevaplamadığı gibi soruyu “cevaplanabilir” sınıfından çıkarıp “cevaplanamaz” sınıfına sokmaktadır. Mucizler tanım itibariyle test edilemeyen, açıklanamayan ve daha derinlemesine tanımlanamayan şeylerdir. Eğer bu özelliklere sahip olmasalardı mucize olmaktan çıkarak bilimin üstünde çalışıp açıklayabileceği normal olaylar haline gelirlerdi. Bu da bizi ilk sorumuza geri getirirdi. Ruh, vücutla nasıl iletişim kurar?

Bu sorunun iki cevabı vardır. İlki, eski Yunan’daki atomist filozoflardan gelmektedir. Bu düşünceye göre ruh maddesel bir şeydir. Bu açıklama ruhun yokedilebilir bir şey olduğunu göstermektedir ve ölüm gerçekleştiğinde ruhun ve bilincin de ölmesi anlamına gelir. Bu görüş günümüz teistlerince kabul görmeyecek bir açıklamadır. Bir diğer açıklama ise, ruhun var olduğunu ancak vücuda herhangi bir etkisi olmadığını söyleyen görüştür. Epifenomenalizm ismi verilen bu görüşte ruh, tıpkı bir lokomotifin bacasından çıkan dumanın lokomotifi takip etmesi gibi insanın bedenini takip etmekte olan bir tür “gölge”dir. Önemli nokta, ruhun bedenden ayrı olmasıdır.

Bu açıklama da teistlerin kabul etmeyeceği bir açıklamadır zira “özgür irade”yi denklemden çıkarmaktadır. Zira epifenomenalistlere göre, acıkıp mutfağa gidersem bilincim acıkmam sebebiyle mutfağa gittiğime inanabilir, ancak hatalı olur. Vücudum acıkıp kendi kendine mutfaktan yiyecek almaya gider ve aklım (ruhum) bunu kendisinin yaptığını zanneder. Diğer bir deyişle ruh, aslında vücudun yaptığı şeyleri takip ederek onları kendisinin yaptığını düşünür. Biraz absürt olsa da epifenomenalizm bunu söylemektedir. Velhasıl özgür irade diye bir şey bu görüşe göre yoktur.

Mucize açıklamasını, ruhun materyal olduğu açıklamasını ve ruhun bedenden ayrı olduğu açıklamasını bir kenara koyarsak geriye kalan tek açıklama – aynı zamanda tek makul açıklama – materyalist açıklamadır. Bu açıklamaya göre beyin zaten hali hazırda ruha atfedilen her şeyi gerçekleştiren bir organdır ve onu etkileyecek gizemli ve açıklanamayan başka bir aktöre ihtiyaç yoktur.

  • Ruhun sabitliği

Bir insanın, hayatı boyunca değişmesine rağmen tek bir ruhu olması nasıl açıklanabilir? Diğer bir deyişle, ölüm döşeğindeki bir adamın çocukluğundaki haliyle aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir kişinin ilgisi, istekleri, inançları ve dünya görüşü ve değerleri hayatı boyunca sıklıkla – ve çoğu zaman eninde sonunda – değişir. Çok az insan 10 sene öncekiyle aynı insan olduğunu söyleyebilir. Aynı şekilde çok az insan 10 yıl sonra da aynı insan olacağını iddia edebilir. Bir insan yaşlanıp öldüğü zaman, Tanrı onun 8 yaşındayken bakkaldan çaldığı sakız için sorumlu tutacak mıdır? Ya da şöyle düşünelim, adam çocukken çaldığı sakız için tövbe etmemişse (ya da günah çıkarmamışsa), ancak hatasını anlayıp bir daha tekrar etmemişse ve hırsızlığa sebep olan dürtüleri çoktan kaybolmuşsa, yine sorumlu tutulacak mıdır? Peki suçu büyütelim, aynı durumdaki adamın gençliğinde bir çocuğa tecavüz ettiğini ve cinayet işlediğini varsayalım. Tanrı onu affedecek midir?

Heraklitus’un söylediği rivayet edildiği gibi “bir insan aynı nehirde iki kere yıkanamaz”. Bir insanın geçmişteki haline kıyasla bambaşka bir insana dönüşmesi halinde onu geçmişte yaptığı hatalardan sorumlu tutmak adil midir? Yoksa zaman içinde değişik işler yapan değişik ruhlarımız var ve hepsi ayrı ayrı mı yargılanacaklar? Ama insanların bir anda değil, zamanla ve yavaşça değiştiklerini göz önüne alırsak bu türden bir düşünceye inanabilmemiz için sonsuz sayıda ruha ihtiyacımız olacaktır, ki bu da absürttür.

  • Vücudun hakimiyeti

Daha önce bahsettiğimiz beynin ve aklın bir olmasına dönüyoruz. Beyne gelen zararların kişinin kimliğini, kişiliğini ve davranışlarını etkileyebileceğini gördük. Bazı teistler bu iddiaya karşı çıkmaktadır ve ruhun sabit ve değişmez olduğunu, ancak bedenle beyin vasıtasıyla ilişki kurduğunu ve beyne gelen zararların bu ilişkiyi bozduğunu ve kişinin ruhunu temsil etmeyen şeyler yapmasına sebep olduğunu söylerler.

Bu iddia sadece yeni sorulara yol açar. Örnek olarak, niye Tanrı sabit bir ruh-mizaç yaratıp sonra onu mükemmel olmayan bir bedene yerleştirip sonra bedenin yaptığı işlerden dolayı yargılar? Hatta niye ruhun mizacını sağlıklıyken sadece yansıtan, ve sağlıklı değilken gizleyen bedenlere ihtiyacımız olabilir ki? Capgras sendromundan muzdarip insan örneğine geri dönersek, ruhları ailelerini tanıyor ve tepki vermek istiyor ama vücudundaki hasar buna izin vermiyor ve ailesini taklitçi olarak görüyor diye mi düşünmemiz gerekiyor? Eğer böyleyse ruhun vücuda hakim olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Nörolojik hastalıkları olmayan insanlarda bile, kusurlu bedenin istekleri insanların suç ve günah işlemelerine sebep oluyor : açgözlülük, hiddet, oburluk, şehvet gibi. Materyalizm bu soruya gayet mantıklı bir cevap veriyor : Biz bedenlerimiz neyse oyuz. Ancak hiç bir teist Tanrı’nın niye ruhları kusurlu bedenlere hapsedip sonra ruhu o vücudun kusurlu davranışlarından dolayı yargılayacağını açıklayamıyor.

Bilincin gizemleri ve Boşlukların Tanrısı

Beynin nasıl çalıştığını bilim sayesinde anlayabilmiş olsak da, akılla ilgili bazı temel soruların cevapları henüz verilebilmiş değil. Bunlardan bir tanesi filozofların “Quaila” adını verdikleri algısal bilgilerin öznelliği. Bir diğer soru ise “özgür irade” – acaba davranışlarımızdan tamamen biz mi sorumluyuz yoksa elimizde olmayan güçlerin kontrolünde miyiz? Üçüncüsü ise bilincin kendisi. Bir şeyler bildiğimizi biliyoruz, ancak “bilen” kim? Bu bölümde bu üç soruyu inceleyeceğim ve önemli noktalar cevapsız kalmasına rağmen, bu olayların aklın materyalist açıklamasıyla aydınlatabildiğini, ve hiç bir sorunun herhangi bir noktasında bir ruh ya da beyinden ayrı çalışan herhangi bir hayali bir aktöre ihtiyaç olmadığını göstereceğim.

  • Qualia

İnsanlar hakkındaki en temel şeylerden birisi, deneyimlerimizin zenginliğidir. Dışardan gelen uyarıcılara tepki veren robotlardan ziyade, iç dünyamızda çarpıcı bir duyusal algı barındırıyoruz. Bu içsel, öznel deneyim boyutlarına verilen isim “Qualia“, yani bir şeyin “nasıl hissettirdiği”. Bir gökkuşağının renkleri, insanın yüzüne vuran serin rüzgar, sıcak bir banyonun sakinleştirici etkisi, zımpara kağıdının sertliği ve ipeğin yumuşaklığı, nane şekeri ya da çikolatanın tadı, bir orkestranın glissandosu ya da karatahtaya sürtülen tırnakların sesi, korkunun soğukluğu ya da mutluluğun sıcaklığı – tüm bu şeyler qualia olarak tanımlanır. Her durumda deneyimin bir tarifinden çok kişiye “nasıl hissettirdiği” kısmına qualia denir. Qualia’nın özünü kelimelerle anlatmak zordur, doğuştan sağır birisine Do notasını anlatmaya çalışmak ya da doğuştan kör birine kırmızı rengi anlatmaya benzer.

Qualia’nın varlığı bazı dualist filozoflar tarafından materyalist görüşün doğru olamayacağına dair kanıt olarak gösterilmiştir. Bunlar arasında en yaygın olarak bilineni “bilgi argümanı“nı ileri süren Jackson (1986)’dır.

Bu düşünce deneyinde, Jakcson işe “Mary” isminde hayali bir kadınla başlar. Mary her şeyin siyah ve beyaz olduğu bir evde doğar ve büyür. Duvarlar siyah-beyazdır. Kitapları siyah-beyazdır. Dış dünyayı öğrendiği televizyon siyah-beyazdır. Hayatı boyunca evden dışarı çıkmamıştır ve hiç bir renk görmemiştir. Ancak “renk kavramı”nı duymuş ve meraklanmıştır. Böylelikle renk kavramının ne olduğunu anlamak için çalışmaya başlar.

Mary, fizik kimya ve nörobilim üzerinde çalışarak görme duyusuyla ilgili her türlü biyolojik bilgiyi öğrenir. Yoğun bir çalışma sonunda Mary, renklerin nasıl görüldüğünü, ışınların gözlere gelmesinden başlayıp beyindeki her nöronun ve nörotaşıyıcının hareketine kadar öğrenmiştir. Yani renklerle ilgili bilinebilecek ne varsa biliyordur.

Şimdi Mary’nin çalışmalarını bitirdikten sonra siyah beyaz evinden çıkıp ilk defa kırmızı bir gül gördüğünü hayal edelim. Gülü koparır ve farkeder ki, “renk” kavramını daha önce hiç olmadığı bir şekilde anlamıştır. Çalışmaları sonunda elde ettiği diagram ne kadar tam olsa da bir şekilde eksik olduğunu farketmiştir. Kırmızı rengin nöronların hareketiyle açıklanamayan bir yönü vardır. Bu içsel, öznel bir olaydır – kırmızının qualiası- ve beynin herhangi bir dış incelemesinin gözlemleyemeyeceği bir olaydır.

“Bilgi argümanı”nın özeti bu şekildedir. Eğer hayali nörobilimcimiz renkleri görmekle ilgili bilinebilecek her şeyi bilmesine rağmen rengi ilk kez gördüğünde yeni bir bilgiye sahip oluyorsa bu demektir ki akılla ilgili fiziksel gerçeklerin ötesinde bir şeyler vardır, yani dualist görüş bir şekilde doğru olmalıdır.

Zor gibi görünen bir problem aslında. Materyalist görüş kolaylıkla “renklerin görülmesine dair eksiksiz bir anlayış renklerin gerçek hayatta görülmesini de içerdiğinden bu senaryo geçersizdir” diyerek mantıksal olarak doğru bir argüman ileri sürse de, bu argümanın geçersizliğini göstermenin daha kolay bir yolu var.

Aynı senaryoyu biraz modifiye edelim ve diyelim ki hayali araştırmacımız renkler değil tenis sporuna merak salsa ve yine aynı şekilde tenis sporunun tarihinden fiziğine, biyolojisinden felsefesine kadar tenis hakkında bilinebilecek her şeyi biliyor olsun. Bu araştırmaları bitirdikten sonra ilk defa eline raket alıp deneyimli bir tenisçinin karşısına çıktığını farzedelim. Elbette sonucu tahmin edebileceğimiz gibi araştırmacı oyunu kaybedecektir. Daha ileri gidelim ve araştırmacının tenis öğrenen herkes gibi antrenman yaparak oyun kabiliyetini geliştirdiğini hayal edelim. Araştırmacı tenisle ilgili teorik bilgisine bir şey katmamasına rağmen oyunu oynama becerisi giderek artacaktır. Peki bu durumda yapacağımız çıkarım “tenis sporunun kurallara ve oyunun fizikine indirgenemeyeceği” midir? Oyunun teorisinin öğrenilmesiyle anlaşılamayacak mistik bir yanının olduğunu mu anlamamız gerekiyor?

Elbette hayır. Doğru çıkarım birden fazla bilgi çeşidi olduğudur. Teorik bilgi vardır, bir de usul bilgisi (pratik bilgi) vardır. Birini masa başında inceleyip öğrenebilirken usul bilgisini öğrenmenin tek yolu pratik yapmaktır. Bu ikisi eşit değildir ve örnekte gösterdiğim gibi tenisle ilgili teorik bilgi usul bilgisinin de öğrenilmesine sebep olmaz. İlk argümana dönersek, Mary’nin rengi ilk defa görmesi usul bilgisi edinmesidir, ancak teorik yeni bir şey öğrenmemektedir. Edindiği şey kırmızılığın hissiyatını hayal edebilme becerisidir. Qualia bu durumda çoğunlukla usul bilgisinden kaynağını alan bilgidir çıkarımı varacağımız doğal sonuç olmaktadır. Beynin doğası gereği bu bilgi sadece ve sadece birinci elden edinilebilir. Ancak bu durum, onun tamamen fiziksel bir süreç olmasını değiştirmez.

Bu görüşü daha da desteklemek için yazının daha önceki kısımlarında ele aldığım akıl-beyin birliğine geri dönelim. Buradaki iddia özetle şöyle : Qualia’nın fiziksel beyinden ayrı olmadığını biliyoruz çünkü Qualia’nın algısı beyinde gerçekleşen fiziksel değişikliklerden etkileniyor.

Örnek olarak, “pain asymbolia” adı verilen hastalığı ele alalım. Beyne gelen hasar sonrasına oluşabilen bu durumda hastalar duyu kaybına uğramazlar. Sıcak, soğuk, dokunma vs gibi duyuları yerindedir. Ancak yokolan şey “acı” hissidir. (Feinberg 2001) Hasta çok sıcak bir yüzeye dokunmasına rağmen acı duymaz. Bu durum kasıtlı olarak çok acı çeken ve iyileşme umudu olmayan hastalara da yapılabilen bir müdaheledir. Beyindeki ilgili sinirler kesildikten sonra hasta “acı aynı, ancak çok daha iyi hissediyorum” şeklinde beyanlarda bulunur. Bu insanlar acı “qualia”sını kaybetmedilerse ne kaybettiler?

Bir başka örnek de “sinestezi” olarak bilinen durumdur. Sinestezi hastalarında duyular birbirine bağlı gibidir. Normalde tek bir duyu organıyla algılanan uyarıcı başka organlar tarafından da algılanmaya başlar. Örnek vermek gerekirse bir çok sinestezik kişi belli sesleri duyduklarında belli renkleri görürler. Müzik dinlediklerinde gözlerinin önünde havai fişekler gibi bir renk patlaması görürler. Başkaları şekilleri tadabilirler, belli şekillere dokunduklarında ağızlarına belli tadlar gelir. Küpün ekşi tat hissi yaratması gibi. Bir vakada bir müzisyende belli tonlara tat hissi eşlik ettiği gözlemlenmiştir. Bu özelliği sayesinde diğer müzisyenlerden çok daha hızlı bir şekilde ton-aralık tanımlaması yapabilmektedir.

Qualia’nın böyle karışık bir şekilde bağlanmasının sebebi nedir? Bir hipoteze göre her insan sinestezik olarak doğar ancak bir çok insan büyürken bu çapraz bağlantıları kaybeder. Yetişkin sinestezikler bu bağlantıları yetişkinliğe kadar koruyabilen insanlardır. Bu doğru ya da yanlış olsun bir gerçek bellidir : sinestezi ırsidir. Bu durum ailelerde nesiller boyunca görülmektedir. Sinesteziklerin üçte biri aynı özelliğe sahip bir aile üyesine sahiptir. Bu durumu materyalist olmayan bir qualia hipotezinin açıklaması güçtür. Ruhlar ırsi midir? Ailenizin ve atalarınızın ruhu sizin ruhunuzu etkilemekte midir?

Yukarıdaki örneklerden görülebileceği üzere, Qualia beynin yapısına bağlıdır ve beyinde meydana gelen değişikliklerden etkilenmektedir. Bu da qualia’nın materyal tabanlı olduğuna işarettir zira fiziksel olmayan bir akıla bağlı qualianın bu şekilde etkilenmesi imkansız olurdu.

Bununla beraber, hangi algısal girdinin hangi qualia’ya nasıl bağlandığını açıklamamakta (niye kırmızı bize kırmızı görünür de yeşil gibi görünmez, ya da niye yüksek perdedenmiş gibi görünür) ve bu probleme “haritalama problemi” adını veriyorum. Bu problemin çözümü an itibariyle bilinmiyor. Belki de hiç bir zaman bu olay tam açıklanamayacak, ama bilimin zaman içinde buna da açıklık getirmesi ihtimali de yüksek. Beyindeki nöronların hareketlerinin nasıl öznel bir “kırmızı” hissi yarattığının açıklanması hayal etmesi zor bir şey olsa da bilimin beyinle ilgili bilgileri henüz emekleme aşamasında. Muhtemelen doğru soruları soracak bile bilgiye sahip değiliz. Yine de “ruh” kavramını kullanmak için bir sebep de yok. Hiç bir dualist hipotez qualia’yı materyalist hipotezlerin açıklayamadığı şekilde açıklayamıyor. Bunun yerine dualizm suları bulandırarak hiç bir şeyi açıklamadan gereksiz bir karmaşıklığı ve gizemi eklemeye çalışıyor.

  • Özgür irade

Materyalist görüşün çözmesi gereken bir sonraki problem özgür iradedir. Davranışlarımız bizim kontrolümüzde midir yoksa bizim kontrolümüz dışındaki olayların piyonları mıyız? Bu sorunun cevabı önemlidir zira yankıları filozofi ya da nörolojinin ötesine geçer. Evrende ahlaki sorumluluğun olabilmesi için özgür iradeye ihtiyaç vardır. Bir insanın yaptığı şeyin nihai sorumlusunun o olduğunu söylemek eğer o insan zaten farklı bir şekilde davranamayacaksa anlamsızdır.

Özgür irade konusunu burada kısaca ele alınamayacak kadar önemli gördüğüm için lütfen konuyu daha detaylı ele aldığım yazımı okuyunuz.

  • Bilinç

Özgür iradeye dayanan davranışların bilinçli bir kaynaktan geldiğini söylemiştik. Bu da bizi son ve muhtemelen en zor probleme getiriyor – bilincin kaynağı. Kendimizin nasıl farkında olabiliyoruz? Algılama işini yapan aklımızda var olan “ben” ya da gözlemci kimdir? Nasıl oluyor da durup kendi bilinç sürecimizi gözlemleyebiliyoruz? Hiç bir nöronun kendi başına bilinci  yokken nasıl oluyor da beynimiz bilince sahip oluyor?

Bu sorunun tam cevabı bu yazının konusu dışında, ve an itibariyle insanoğlunun bilgisi dışında olsa da, bir şey kesindir : bilinç olmayan parçalardan bilinç oluşması imkansız değildir. Tek bir sinir hücresi ya da elektro kimyasal hareketlerin bilincinin olmaması bunların belli bir şekilde bir araya gelmesinin bilince yol açmayacağı manasına gelmez. Benzer şekilde, bir tuğla nasıl tek başına bir ev değilse, ama tuğlalar belli bir şekilde bir araya geldiklerinde ev oluşturuyorsa, beyni meydana getiren parçaların da tek başlarına bilince sahip olmalarına gerek yoktur. Basit bileşenlerin bir araya gelerek karmaşık özelliklere sahip yeni bir yapı oluşturduğu bir çok sistem vardır.

Karmaşıklık (kompleksite) teorisinde ele alınan bu duruma ortaya çıkma (zuhur) adı veriliyor. Zuhur eden şeyler, daha basit bileşenlerin bir araya gelmesi ve etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan ve basit bileşenlerde bulunmayan özelliklere sahip daha karmaşık yapılardır. Örneğin amino asitlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan DNA gibi. Bir kuş ya da balık sürüsünün davranışları onu oluşturan hayvanların davranışlarından zuhur eder. Borsanın davranışları borsayı oluşturan tekil yatırımcıların davranışlarından zuhur eder. Ancak tekil bileşenlerin davranışlarını incelemek bize tüm yapının davranışlarıyla ilgili sağlam bilgilere götüremeyecektir. Bilinç de bu türden bir fenomendir ve bilincin kaynağını tek bir noktada aramak muhtemelen sonuçsuz kalacak bir şey olacaktır. Beynin işleyişi ile ilgili bildiklerimiz, bilincin tek bir noktada toplanmış bir şey olduğu fikrine karşı çıkıyor. Bilinç muhtemelen beyindeki tüm nöronların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan (zuhur eden) bir şey.

Boşlukların Tanrısı

Elbette bu bilincin tam olarak nasıl ortaya çıktığını anlatamıyor, ama zaten amacım da bu değildi. Bu sorular “insan olmak nedir” probleminin en temelinde bulunan sorular ve muhtemelen üstesinden gelemeyeceğimiz en temel gizemler. Yüzyıllardır filozoflar ve bilim adamları tarafından incelenen ve cevabı aranan bu soruların cevabını muhtemelen önümüzdeki yüzyıllarda da arıyor olacağız. Bu şeylerin nasıl ortaya çıktığını detaylıca anlattığımı iddia etmiyorum. Bunun yerine amacım bu fenomenlerin ateist dünya görüşüne uygun olduğunu ve tam olarak nasıl olduğunu henüz anlayamasak da materyal bir dünyada var olabileceklerini göstermek. Bu açıdan materyalizm ve dualizm aynı  ağırlığa sahip. Bu noktada uzlaştıktan sonra beyin-akıl birliği gibi argümanlar materyalizmin daha ağır basmasına sebep oluyor. Qualia, özgür irade ve bilinç ne kadar gizemli olsalar da sadece ruh hipotezine dayalı açıklamaların üstesinden gelebildikleri problemler değil. Materyalist görüş de pekala makul bir şekilde bu fenomenlerin fiziksel dünyada olan olaylar olduğunu gösterebiliyor.

Kaldı ki, dualizm bu fenomenlere daha iyi ne gibi bir açıklama getiriyor? Eğer qualia, özgür irade ve bilinci “ruh’un yaptığı şeyler” diye açıklarsak başladığımız yerden pek de uzaklaşmış olmuyoruz. Bu olayları ruh’a atfetmek soruyu cevaplamadığı gibi topu doğaüstü güçlere atarak ileride de anlama olasılığımızı azaltıyor. Diğer yandan bunlara diğer doğa olaylarına baktığımız gibi bakar ve kanıtlara dayalı açıklamaları – her ne kadar bugün için eksiksiz olmasalar da – kabul edersek, nörobilimin beynin işleyişini ortaya çıkarmada gösterdiği başarının devam edeceğini de varsayarsak qualia, özgür irade ve bilinç gibi şeylerle ilgili ileride daha çok şey öğrenme olasılığımız çok yüksek.

Aklın gizemlerini doğaüstü bir ruha atfetmek doğal bir hata. Tarih boyunca insanlar bu türden bir “boşlukların tanrısı” mantığını kullanarak, ne zaman anlaşılamayan bir olayla karşılaşırlarsa bunu doğaüstü güçlerin yaptığını düşünmüşlerdir. Eğer ruh da bu yöntem kullanılarak açıklanan şeyler listesine eklenecekse benim için sorun yok, zira bu listedeki hemen hemen her şey zaman içinde doğal bir biçimde açıklanmışlardır. Gece ve gündüz, yıldızlar ve ay, mevsimler, hastalıkların sebepleri, gezegenlerin hareketleri, hava olayları, deprem gibi olayların sebepleri gibi şeylerin doğal sebepleri olduğunu ve bunları açıklamak için ilahi güçlere ihtiyaç olmadığını biliyoruz. Bu olaylara getirilen doğaüstü açıklamalar daha tatmin edici bilimsel açıklamalar ışığında yok olmuştur ve akıl diye bildiğimiz şeyin kaynağı ile ilgili doğaüstü açıklamaların çok geçmeden aynı kaderi paylaşacağını düşünüyorum.

Boşlukların Tanrısı mantığı insanlar bilgisizken kullanılabilecek bir araç idi, ancak günümüzde çok daha fazla şey biliyoruz. Dünyayı anlamak için daha gerçekçi ve daha iyi yollarımız var. Bilmediğimiz bir çok şey olmasına rağmen bunları büyüsel şeylere atfetmek için bin yıllardır insanlığın inandığı şeyler haricinde hiç bir sebebimiz yok. Artık batıl inançlarımızı bir yana bırakıp gerçekte ne olduğumuzu kabul etme bilgeliği ve olgunluğunu göstermemizin zamanı geldi. Aklımızın fiziksel kaynağının aşağılanacak herhangi bir yanı yok; beyinlerimiz bir çok inanılması güç şey yapmamıza olanak veren muhteşem araçlar ve beynimize hakkını vermenin zamanı geldi. Beynimizin başarılarını makinedeki bir hayalete atfetmek desteklenemeyecek bir düşünce ve artık bir kenara bırakılması gerekiyor.

Bu yazının büyük bir kısmı Ebon Musings sitesinden yazarın tam izniyle alıntıdır/tercümedir. Bazı eklemeler ve çıkarmalar yaptım, ayrıca Özgür irade ile ilgili kısımda yazının esas yazarıyla tam aynı fikirde olmadığım için o kısmı dahil etmedim. Özgür irade ile ilgili ayrı bir yazı yazıp önümüzdeki günlerde onu ekleyeceğim. Bu yazının doğal olarak sordurtacağı soru olan “peki hayaletler ya da ölmek üzere olan insanların yaşadığı deneyimleri nasıl açıklayacağız?” sorusuyla ilgili bir taslak yazım var, bitince onu da ekleyeceğim.

Kaynakça yazının orijinalinin en alt kısmında görülebilir (ben doğrudan yazardan alıntı yaptım, ilk kaynaklardan değil)

Şu çılgın yaratılışçılar

Bu sakin ve sıcak pazar öğleden sonrasında oturmuş günlük RSS’leri okurken eğlenceli bir olaya denk geldim. 

Skeptical Inquirer dergisi yazarlarından Ben Radford günümüzde dinazorların (aslında dinazora benzer göl canavarlarının) yaşadığına dair iddiaları ele aldığı (Van Gölü canavarı da bu sınıfa giriyor) bir makale yazar ve dinazorların (ve benzeri canavarların) 65 milyon yıl önce öldüğünden (ve 10.000 sene önce oluşan göllerde canavar yaşayamayacağından) bahseder. Buraya kadarki kısmı gayet normal, gerçekten de dinazorların çoğunun 65 milyon yıl kadar önce nesli tükendi. Bu makale yayınlandıktan bir kaç saat sonra çılgın bir yaratılışçıdan gelen e-maili tercüme ediyorum, altta da yazarın cevabı var.

Makalenizde dünyanın milyonlarca yıl yaşında olduğunu varsayıyorsunuz. Lütfen bunun için ampirik kanıt gösterin. Eğer gösterebilirseniz Dr Kent Hovind size 250.000 Amerikan doları ödül verecek. Dünyanın milyonlarca yıl yaşında olmadığına dair daha çok kanıt var. Lütfen Dr Kent Hovind’in ve çalışma arkadaşlarının sitesi www.drdino.com adresini ziyaret edin. Eminim Dr Hovind bir münazarayı memnuniyetle kabul edecektir. 

Teşekkürler, Laura

Cevap :

Merhaba Laura, email için teşekkürler. Kent Hovind‘in bana para verebileceğini sanmıyorum çünkü kendisi bir düzine suçtan hüküm giydiği 10 yıllık bir hapis cezası çekiyor. 

Eğer en güvenilir bilgi kaynağın Kent Hovind ise, gerçekten çaresiz halde olmalısın.

En iyi dileklerimle

Ben Radford

 

Bir kısım Evangelic Hrıstiyanlar, dünyanın İncil’de yazdığı gibi 6000 yıl kadar önce yaratıldığına inanıyor. Nedense yaratılışçıların bilgi kaynaklarının genellikle şaibeli kişilikler olduğu düşüncesi aklımda beliriyor. Belki de çok uzak olmayan bir örnekle ilgili epey materyal olduğu içindir 😉

Herkese iyi pazarlar.

50.000 görüntülenme

Mart’ta başladığım blog bugün az önce 50.000’inci kez görüntülendi. Teknoloji süper bir şey. Yazdığım şeylerin 50.000 kez birileri tarafından görüntülenmiş olması (en azından benim için) heyecan verici bir şey. Herkese teşekkürler. 500.000’de görüşmek üzere :).

Yuva

Bu akşam NTV’de bir süredir merakla beklediğim bir belgesel yayınlanacak. Yuva Yann-Arthus-Bertrand tarafından çekilen ve insanoğlunun çevreye verdiği zarara dikkatleri çeken 3 seneden fazla bir sürede yapımı tamamlanan bir belgesel.

Kainatın mucizesi “yaşam” yaklaşık 4 milyar yıl önce ortaya çıktı.
Biz insanlar ise yalnızca iki yüz bin yıl önce. Yine de yaşam için temel olan dengeyi alt üst ettik. Bu sıradışı hikayeyi iyi dinle. Bu senin hikayen ve sonunu yazmak senin elinde…

Belgeselin kendi sayfasına şuradan, NTVMSNBC’deki sayfasınaysa şuradan ulaşmak mümkün. Anladığım kadarıyla belgesel can sıkıcı, ancak can sıkıcılığı anlatım tarzı ya da konusu değil gerçekleri yüzümüze çarpmasından kaynaklanıyor.

Bugünkü yaşantımızın sonuçlarını sayılarla anlatılıyor:

Dünyada askeri giderlere yapılan harcamalar gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımlardan 12 kat daha fazla.

Her gün 5000 insan kirli içme suyu nedeniyle ölüyor

1 milyar insanın ise temiz içme suyuna ulaşımı yok

1 milyara yakın insan aç geziyor

Dünya çapında yapılan tahıl ticaretinin yüzde 50 sinden çoğu hayvan yemi ya da biyolojik yakıt için yapılıyor.

Ekilebilir toprakların yüzde 40 ı uzun vadeli hasar gördü.

Her yıl 13 milyon hektar orman yokoluyor

Her dört memeliden biri her sekiz kuştan biri her üç amfiden biri yokolma tehlikesi altında. Balık avlanma alanlarının dörtte üçü ya tükendi ya da sayılarında tehlikeli bir düşüş gözlendi. Son 15 yılın ortalama sıcaklıkları bu zamana kadar kaydedilen en yüksek sıcaklıklar oldu.

Kıta buzulu 40 yıl öncesine oranla yüzde 40 inceldi.

2050 yılında 200 milyonu aşan sayıda iklim mültecisi ortaya çıkabilir

Gerçekler acıdır derler. İnsanlar boş sebeplerle (açgözlülük, horşgörüsüzlük, cehalet, dinler) savaşmayı bıraksalar, savaşmaya ayrılan kaynaklarla şimdiki toplam nüfusu ve gelecek kuşakları gayet rahat besleyebiliriz. Umuyorum bu belgesel bu konuda farkındalık yaratıp insanları daha dikkatli olmaya itecektir.

Birlik olma vakti. Önemli olan kaybedilenler değil. Geriye kalanlar.

Değişmek için gereken güce sahibiz öyleyse ne bekliyoruz?

Bir sonraki sahneyi yazmak bizim elimizde hep birlikte…..

“YUVA” belgeseli bu akşam saat 20.00’de NTV’de….

TÜBİTAK maymuna döndü!

 

Fantastik basılı yayın Vakit gazetesinin daha da fantastik sürmanşeti. Şurada görülebilen haberin tamamından alıntılar yapmama izin veriniz. Sonra da dalga geçmemi mazur görünüz.

TÜBİTAK, yayınladığı “Bilim ve Teknik” dergisinde kartel medyasının evrim baskılarına boğun eğdi. Kartel medyası tarafından geçtiğimiz aylarda Darwin konusunu kapaktan çıkarınca hedef tahtasına oturtulan TÜBİTAK, kartel gazeteleri tarafından eleştirilince, haziran ayı Bilim ve Teknik dergisinin sayısının kapak konusunu Charles Darwin ve evrim teorisi yaptı. 

Çok merak ediyorum, kartel medyası dedikleri dini fanatiklere ait olmayan diğer tüm medyanın Evrim Teorisi’nin anlaşılmasından ne gibi bir çıkarları olabilir? İnsanlar Evrim’i anladıkları zaman herkes birden kartel medyası mı okumaya başlayacak? İnsanlar evlerine ikişer üçer tane mi gazete alacaklar? İnsan evrimindeki bir sonraki basamak uykuyu iptal edip sabah akşam “kartel” medyasından gazete okumak mı?

TÜBİTAK’ın bu tavrına tepki geldi. Bilim Araştırma Vakfı Başkanı Sedat Altan, Gemilerde şarap içip gezerek kitaplar yazan ve psikiyatrik rahatsızlıkları olduğu için intihar etmeyi düşünen birisinden çıkan bu çarpık pagan fikirlerin, TÜBİTAK tarafından Türk milletine dayatılmasının son derece yanlış olduğunu söyledi. Altan; “TÜBİTAK ‘bugünün sorunlarını (belalarını) anlamak için 150 yıllık kılavuz evrim teorisidir’ demiş. Oysa komünizm, faşizm, anarşizm, terör, ırkçılık, PKK ve bölücülük gibi tüm sapık ideolojilerin temelinde hep Darwinizm vardır. Buna rağmen milletimizn %95’inin inanmadığı bu zararlı pagan felsefesinin TÜBİTAK gibi bir bilim kuruluşu tarafından milletimize dayatılması son derece yanlıştır” dedi. Başkan Altan, TÜBİTAK’ın bu yanlıştan derhal döneceğine işaret etti.

 

Bilim Araştırma vakfı çok iyi bildiğimiz üzere Adnan Hocacıların vakfı. Amerikadaki Evangelist Hrıstiyan yaratılışçı odakların finanse ettiği düşünülen Türkiye şubesi.

Gemilerde şarap içip kitaplar yazan kısmı süper. Öyle bir söylemiş ki, sanki Darwin gemide şarap içip sarhoş olmuş sonra fikirlerini yazmış. Halbuki Darwin Galapagos adasına gittiğinde sene 1831, Türlerin kökenini yayınladığında sene 1859du. Neredeyse 30 yıllık bir çalışmadan sözediyoruz, ama Bilim Araştırma Vakfı insanlara alenen yalan söyleyerek ve daha iyi argümanları olmadığı için ad hominem yaparak “zaten bunları yazan adam gemilerle dolaşıp şarap içen psikolojik rahatsızlıkları olan  birisi” gibi yorumlarda bulunuyor. Eh daha iyisini beklemek zaten hata olurdu. Çarpık Pagan fikirleri kısmını da tam anlamadım. Darwin’in herhangi bir Pagan geleneği ya da dinine bağlı olduğuna dair bir kanıtlar varsa görmek isteriz. Ama Harun Yahya kriterleri değil tarih bilimi kriterlerine göre.

Türk milletine dayatılan nedir? Fosillerin, genetik biliminin bize anlattığı gerçektir. Her sene grip aşısı olurken faydalandığımız bilimsel gerçektir. Domuz gribine karşı aşı geliştirilmesini beklerken medet umduğumuz gerçektir. Evrim süreci bilimsel bir gerçektir. Gerçeklerin de dayatılması diye bir şey olmaz. Dayatılması gereken şey dinler, peri masalları gibi dayanağı olmayan şeylerdir.

Faşizm, komunizm, anarşizm ve ırkçılık Darwin çalışmalarını yayınlamadan önce tarih sahnesine çıkan şeylerdir. Darwin’le ilişkilendirilmeleri saçmadır. Eğer kastedilen 20.yy’daki faşist devletler ise (Alman Nazizmi, Sovyet komunizmi) bunların sorunu Evrim teorisi ya da Darwinden değil, bu rejimlerin dinlere fazlasıyla benzemeleridir. Cristopher Hitchens’ın kitabı “God is not Great”te Ateizm’in faşist ve komunist devletlerin katliamlarından sorumlu olduğuna dair iddialar çok güzel ve etraflıca anlatılmıştır. Şimdi merak eden gidip kitabı edinip (e-book olarak da bulunuyor) okuyabilir, ya da sabreder ben burada bahsederim görür.

Türk halkının 95%’inin inanmadığı bir çok şey vardır. Hatta Türk halkının muhtemelen 99%undan fazlası Kuantum fiziğinden habersizdir. Hatta eminim bir çok insan kuantum fiziğinin en temel bilgilerini bile “öyle iş olur mu” diye reddecektir. Fakat bu kuantum fiziğini yanlış yapmaz. Benzer bir şekilde Türk halkı bir zamanlar dünyanın düz olduğunu düşünen diğer dünya halkları gibiydi, bu düşünce dünyayı düz yapmadı. Umuyorum gün gelecek ve Türk halkına (ve tüm dünya halklarına) layık oldukları bilimsel eğitim imkanı sağlanacak ve Evrim, Kuantum ve benzeri bir çok bilimsel gerçek, böyle saçma tartışmalara alet olmaktan kurtulacak.

TÜBİTAK, İÇİN CİDDİ BİR EKSİKLİKTİR
Araştırmacı Mustafa Akyol, TÜBİTAK’ın bilim kurumu olduğu için bilimsel meselelerle ilgilenmesinin normal olduğunu söyledi. Evrim teorisi konusunda farklı görüşlerin olduğuna değinen Akyol, TÜBİTAK’ın bu görüşlerin daha ziyade bir tarafını gündeme getirdiğini ifade etti. Evrim konusunda bazı tartışmalar olduğunu ve TÜBİTAK’ın bunları gündeme getirmediğine işaret eden Mustafa Akyol, “Evrim teorisini kabul eden bilim adamları var, bunların arasında bu teoriye farklı yorum getirenler var. Bunların bazıları ateistçe, bazıları da Allah inancı ile paralel bir şekilde yorumluyorlar. Maalesef TÜBİTAK’ın yayınlarında bunları göremiyoruz. TÜBİTAK’ın evrim konusunda yabancılardan çevirdiği az sayıda kitap var, bunların iki tanesi Richard Davkins’tir” dedi. Davkins’in dünyanın en ünlü ateisti ve evrim teorisi üzerinden ateist propagandası yaptığını hatırlatan yazar Akyol, TÜBİTAK’ın gidip Davkins’in kitabını çevirmesinin ve buna karşılığında farklı görüşleri gündeme getirmemesinin TÜBİTAK açısında ciddi bir eksiklik olduğunu belirtti. 

Mustafa Akyol, Bilim Araştırma Vakfının eski sözcülerinden. Yaratılışçı. Burada yazılan şeylerin altında yatan ve aslında ima ettiği şey aslında açık. Farklı görüşler olduğu doğru, ancak bu farklı görüşler Evrim sürecinin varlığı ya da yokluğu değil. Belli evrimsel süreçlerin tam olarak nasıl işlediğine dair tartışmalar. Ancak örneğin İnsanoğlunun orangutanlarla akraba olup olmadığına dair bir bilimsel tartışma yok. Hem genetik hem de fosil kayıtları bizim büyük maymunlarla akraba olduğumuzu gösteriyor. Tartışma konusu olan şey aşamaların nasıl olduğu, nasıl geliştiği vs.

Bilim adamlarının bazılarının ateistçe yorumladığı bazılarının Tanrı inancıyla beraber yorumladıkları bir gerçek. Ancak bu Allah inancı değil, zira Tanrı inancına sahip olan az sayıdaki bilim adamının (pozitif bilimlerden sözediyorum) çok az bir kısmı büyük dinlere inanıyor. Bir çoğu Deist. Tübitak’ın Richard Dawkins’in kitaplarını yayınlamasını eleştirmesi ise tamamen yanlış. Madem Dawkins’in yazdıklarına itirazın var, bunu sağlam argümanlarla ispatlamak sana bağlı. Eğer bir yayıncıyı bir kitabı tercüme edip yayınladığı için eleştirirsen bu benim gözümde hem ifade özgürlüğüne terstir, hem de karşı argümanların zayıflığına kanıttır. Ha ben bunların ikisinin de doğru olduğunu gayet iyi biliyorum, zira şeyh efendinin ifade özgürlüğünü kısıtlamak amacıyla tehdit şantaj vs gibi şeylerden kesinleşmiş 3 yıl hapis cezası var.

Son olarak derginin yayın politikasını değiştirmesi eleştirilmiş. Darwin daha önce kapak konusu olarak işlendi mi emin değilim doğrulayamadım, ancak 1967’den beri bir çok defa Darwin ele alınmış.

En güldüğüm şey de okur yorumlarındaki şu ifade oldu :

Bu insanlar niye bu kadar kendilerini maymun görmek istiyorlar…Eğer illaki bizi buraya kapatın diyorlarsa kapatalım. Seyyid Adnan OKTAR hocam ve ekibi bunların teorisini Allah’ın izni ve inayetiyle yerle bir etti. Bunlar hala ne konuşuyorlar ki? Allah Adnan hocamın ve ekibinin yardımcısı olsun inşallah 3 büyük görevi yapan büyük acayip şahsı onda vücut eylesin amin…Bediüzzmana, Hacı Bektaşa, Adnan OKTAR’a, Hocaefendiye ve tüm Allah dostlarına selam olsun…Allah Müslümanları dünyaya egemen kılsın amin.

Hakikaten hayal aleminde yaşıyor bazı insanlar. Gerçeklerin önünü inançlarla  kapatmak, heralde gerçek mucize bu olsa gerek.

Dr. Levine Manyetik Dizlik ve Bileklik kandırmacası

Manyetik terapi ya da mıknatıs terapisi yüzyıllardır bir çok insanı cezbeden bir alternatif tıp örneği. 1770lerde Viyanalı doktor Anton Mesmer bir şifacı ve rahip olan Maximillian Hell ile tanışır. Rahip Hell (isim de manidarmış, Hell:Cehennem) insanları manyetik bir plakayla iyileştirdiğini iddia eder. Bu tedavinin işe yaradığına emindir zira bir sürü tatmin olmuş müşterisi vardır. Mesmer de bu fikri aşırıp her şeyin içinde akan manyetik bir sıvı olduğu ve bu sıvının düzeninin bozulması sebebiyle insanların hasta olduğunu iddia etmiştir. Mesmer’e göre Hell, bu manyetik sıvının akışına engel olan şeyi plakasıyla ortadan kaldırıyordu. Elbette Mesmer bir süre sonra mıknatıslar olmadan da benzer sonuçlar elde ettiğini farketmiştir.

200 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen hala bu türden iddialarla karşılaşıyoruz. Kimileri mıknatısların kırılmış kemikleri daha hızlı iyileştirdiğini ya da şarabın ya da suyun tadını daha da güzelleştirdiğini iddia ederken en yaygın iddia mıknatısların ağrıyı ve acıyı azalttığıdır. Bu konuda neredeyse hiç bilimsel kanıt yoktur. Ufak çaplı bir araştırmada elde edilen bulgu ise (12 hafta boyunca gözlenen 194 artrit hastası) manyetik bant kullanan deneklerin diz ve kalçalarında biraz daha az ağrı hissetikleridir. Yalnız araştırmayı yürütenlerin düştükleri not önemlidir : “Bu tepkinin plasebo etkisine bağlı olup olmadığını söylemek çok zor”. Bu konuda fikir beyan edememelerinin sebebi deneklerin dizlerine bağlanan manyetik bantlardan deneklerin haberdar oluşudur.

Elbette bu konudaki tek bir araştırmanın nihai olarak kabul edilmesi düşünülemez. Bu araştırmaların çoğu karmaşık istatistiki analizler gerektirir ve bu araştırmalar genellikle küçük örneklem sayısı, deneyi yürüten kişilerin etkisi, kontrol etmesi ve ölçmesi zor değişkenlerin etkisinden muzdariptir. Akılcı olanı mıknatıslar (manyetik terapi)’ın etkinliğine dair yapılacak olan araştırmaların sonucunu inceleyip ona göre karar vermektir. An itibariyle mıknatıs ya da manyetik terapinin sağlığa iyi geldiğine dair bilimsel kanıt 0’a yakındır.

Ses getiren ve manyetik terapinin çalıştığına kanıt olarak gösterilen bir araştırma Baylor College of Medicine’de gerçekleştirilen bir araştırmadır. Bu araştırmada manyetik ve manyetik olmayan bantlar, 50 hastalık bir grupta çift kör yöntemle (ne hastalar ne de doktorlar hangi hastanın manyetik bant taktığını hangi hastanın manyetik olmayan bant taktığını bilmiyor) ağrı seviyesi gözlemi yapılmış. Araştırmanın sonucuna göre manyetik bant takan 29 hastanın ağrı seviyelerinde önemli düşüşler görülmüş. Plasebo etkisiyle açıklanamayacak kadar çok.

Ancak bu araştırmanın başka problemleri mevcut :
-Grupların rastgele oluşturulduğu söylenmiş olsa da deney grubundaki kadınların erkeklere oranı kontrol grubunun iki katıymış. Eğer kadınlar plasebo etkisine daha açık ise o zaman sonuçlar etkilenecektir.
-Plasebo grubunun yaş ortalaması deney grubundan 4 yaş daha fazladır. Yaşlılık faktörü kontrol grubunun düşük sonuçlarını etkilemiş olabilir
-Araştırma bantların bağlandığı noktaya uyguladıkları basıncı hesaba katmamıştır.
-Araştırma kısa süreli ve tek bir gözleme dayanmaktadır, kontrol gözlemleri yapılmamıştır
-Araştırmacıların kendileri de bu araştırmanın bir pilot araştırma olduğunu ve nihai olamayacağını söylemiştir.

Baylor araştırması yapılalı 10 seneden fazla oluyor. O zamandan bu zamana başka araştırmalar da gerçekleştirildi ve ortaya çıkan sonuç manyetik terapisinin ya da mıknatısların hastalıkları iyileştirdiğine ya da ağrıyı azalttığına dair bilimsel dayanak olmadığı.

Ülkemizde satılan bir ürün olan Dr Levine’ın manyetik bantları da tam bu türden bir ürün.
Öncelikle Dr Levine kimdir diye baktığımızda açılan ufak bir pencere sanki adamın ölüm ilanından harfi harfine alınmış gibi görünüyor. Ancak Dr Levine’ın kendisinin manyetik bantları icat edip satması ya da kullanımını tavsiye etmesiyle ilgili herhangi bir bilgiye ulaşamadım. Google Patents’te yaptığım araştırmada Dr Levine ya da Jack Levine’a ait mıknatıslarla ilgisi olan bir patente rastlayamadım. Dr Levine’ın 50 sene çalıştığı Brookdale Hastanesine nazik bir email yazarak bilgi istedim, ancak bir kaç gün geçmesine rağmen henüz cevap yok. Belki de benim gibi nazik emaillerle bilgi isteyip sonra istedikleri cevapları alamayan ve kabalaşan sözdebilim bağımlılarından bıktıklarından bu tür emaillere cevap vermemeye karar vermişlerdir 🙂

Neyse ürünün kendisine dönelim. Ürünle ilgili iddialar şu şekilde :

Manyetik Dizlik: Diz ağrılarının azalmasına yardımcı olur.
Manyetik Bileklik: Bileğe rahatça oturur, hareketi kısıtlamadan dolaşımı hızlandırarak gerginliği alır ve bilek ağrısını gidermeye yardımcı olur.

Peki ağrıyı nasıl dindiriyor? Şöyle açıklanmış :

Doğru şekilde uygulandığında manyetik tedavi / terapinin,  eklem ağrılarını dindirmede çok etkili olduğu ispatlanmıştır. Kan dolaşımı artınca oksijen seviyesi yükselir. Bu da hücreleri harekete geçirir ve tazeler; böylece, hücre etrafında ve içinde elektro değişimlere neden olur ve iyileşme sürecini hızlandırır. Negatif manyetik alanların, sinir hücreleri içindeki elektrokimyasal iyon konsantrasyonları yeniden dengelemesiyle, ağrı azaltılır. 
Manyetik alanlar, hücrenin etrafında ve içinde elektro değişimlere neden olarak hücrenin davranışını etkiler.  Kan dolaşımının artması, oksijen ve besinlerin aktarım seviyesini arttırır, böylece hücreleri harekete geçirir ve canlandırır. Artan kalsiyum aktarımı da kıkırdakların tamirini ve oluşumu tetikler ve aynı zamanda ağrıyı azaltır.

Ancak bilimsel araştırmalar mıkantısların kan dolaşımına hiç bir etkisi olmadığını göstermiş. Hatta teoride bile mümkün değil. Kandaki hemoglobindeki demir, ferromanyetik değil. Yani mıknatıstan etkilenmesi imkansız. Eğer kandaki demir ferromanyetik olsaydı güçlü manyetik alanların yakınında bulunan ya da MRI taramasına giren insanların infilak etmeleri gerekirdi. Hatta MRI cihazlarının etrafındaki güçlü manyetik alanlar bir çok başka eşyayı kendilerine çekmeleriyle meşhurdur.

Yukarıda bahsettiğim gibi mıknatısların ağrıları dindirmesine dair yapılan araştırmalar da bu türden bir etkiyi doğrulayamamış.

Fakat, sırf tartışmayı ileri götürmek adına, eğer basit mıknatısların insan dokusuna etkisi olabildiği gösterilebilseydi diyelim. Bu etkinin ağrı kesici bir etki olma olasılığı nedir? Sıfıra yakın. Benzer bir örnekle açıklayayım, kimyasal maddeleri düşünelim. Toplamda 10 milyon değişik kimyasal madde var. Ancak sağlık için kullanılabilen kimyasal maddelerin sayısı çok daha az. Bununla beraber milyonlarcası toksik (zehirli). Faydalı olanların da belli dozlarda alınması gerekiyor. Doz aşımı halinde ölüm bile ihtimal dahilinde. Ancak manyetik terapi sözkonusu olduğunda “daha güçlü mıknatıs daha çok ağrı keser” gibi bir iddia sözkonusu. Kulağa hoş geliyor, ancak pek de doğru değil. Bilinen tüm etkin tedaviler (ilaçlar, x-ray, lazerler) yüksek dozda kullanıldığında toksik hale geliyor. Mıknatısların farklı olduğuna dair bir bilgi-kanıt yok.

Etkisi klinik çalışmalarda kanıtlanamamış, teoride bile işlemesi mümkün görünmeyen bir tedavi yönteminden sözediyoruz. Hatta bu tür ufak mıknatısların hiçbirisi deri üstünde ya da altında etkili olabilecek bir manyetik alan yaratabilecek kadar güçlü bile değil. İşe yaradığına dair kanıtların çoğu, anektod temelli kanıtlar. Her ne kadar ürünün işe yaradığını söyleyen insanlar olsa da işe yaramadığını söyleyen insanlar da yok değil. Her iki durumda da bu türden gözlemler güvenilir değil. Bu sebeple bu tür manyetik terapi ürünlerinden satın almak yerine iyi bir doktora görünmeniz en akıllıca iş olacaktır.